Kategori: B – Sözlük

B Harfi Başlayan Türkçe Kelimeler ve Anlamları

  • Türkçe Sözlük B Sayfa 19

    bardakaltı * Bardağın konulduğu yeri kirletmemesi için kullanılan, genellikle örgü, kâğıt veya plâstik örtü.
    * Yemek öncesi yenilen bardak altı büyüklüğünde bir tür lâhmacun.
    bardakçı * Bardak veya çömlek yapan veya satan kimse.
    bardaktan boşanırcasına yağmak * (yağmur) çok şiddetli yağmak.
    bardan * Çok beyaz.
    bardan * Yük taşımak için kullanılan çanta veya çuval.
    bardan bardan * Beyaz beyaz.
    bardo * Aygır ile dişi eşek çiftleşmesinden üretilen her yaştaki hayvan.
    barem * Devlet memurlarının maaşlarının derece ve tutarlarını düzenleyen sistem ve çizelge.
    baret * İşçilerin başlarına giydikleri, metal veya plâstikten yapılmışşapka.
    baret * Küçük takke, papaz takkesi.
    * Bir tür süs iğnesi.
    barfiks * Çeşitli beden hareketleri yapmaya elverişli yükseklikte, iki ayak üzerine tutturulmuşçubuklu jimnastik aracı.
    bargâh * İçine izinle girilen yer, otağ, yüksek divan.
    bargam * Levreğe benzer bir balık.
    barhana * Kafile, küçük kervan, göç.
    * Göç eşyası, ev eşyası.
    barı * Bahçe duvarı, çit.
    barınak * Barınılacak yer, melce.
    barındırma * Barındırmak işi.
    barındırmak * Barınmasını sağlamak.
    barınma * Barınmak işi.
    barınmak * Doğa etkilerinden korunmak için kapalı bir yere sığınmak.
    * Yerleşmek, yaşamak için uygun şartlar bularak oturmak.
    * Çevresiyle uyumlu, dirlik içinde yaşamak.
    * (soyut kavramlar için) Bir yerde etkili olmak, gelişecek ortamı bulmak.
    barış * Barışmak işi.
    * Savaşın bittiğinin bir antlaşmayla belirtilmesinden sonraki durum, sulh.
    * Böyle bir antlaşmadan sonra insanlık tarihindeki süreç.
    * Uyum, karşılıklıanlayışve hoşgörü ile oluşturulan ortam.
    barışgörüşolmak * her türlü dargınlığıunutarak barışmak.
    barışyapmak * barışantlaşmasını imzalamak.
    barışçı * Barışıseven, barışsever, sulhçu, sulhsever, sulhperver.
    * Barışıamaçlayan, barışıöngören.
    barışçıl * Bkz. barışçı.
    barışçılık * Barışçı olma durumu, kavga etmeme eğilimi.
    barışık * Başkası ile barışdurumunda bulunan, dargın veya düşman olmayan, sevecen, hoşgörülü.
    barışık olmak * sevecen ve hoşgörülü davranmak.
    barışıklık * Barışık olma durumu.
    barışma * Barışmak durumu, uzlaşma, anlaşma.
    barışmak * İki taraf, aralarındaki dargınlığıkaldırmak, uzlaşmak, anlaşmak.
    * Sevmek, zevk almak.
    barışsever * Barışçı, barışçıl, sulhçu, sulhsever, sulhperver.
    barışseverlik * Barışsever olma durumu.
    barıştırma * Barıştırmak işi.
    barıştırmak * Barışmalarını sağlamak, ara bulmak.
    bari * Hiç olmazsa, hiç değilse, o hâlde, öyle ise.
    * Keşke.
    barikat * Bir yolu veya geçidi kapamak için her türlü araçtan yararlanılarak yapılan engel.
    barikat kurmak * engel oluşturmak.
    barikat yapmak * çeşitli araçlarla bir engel oluşturmak.
    barikatlama * Barikatlamak işi.
    barikatlamak * Barikat ile çevirmek, barikat yapmak.
    barisfer * Bkz. ağır küre.
    barit * Baryum oksit (BaO) veya baryum hidroksit Ba(OH)2.
    baritin * Doğal baryum sülfat (BaSO4).
    baritli * İçinde barit bulunduran.
    baritli yıkama * Kalınbağırsağın ve rektumun radyolojik işlemde baryum sülfatla doldurulmasıve yıkanması.
    bariton * Tenor ve bas arasındaki erkek sesi.
    * Basso ile alto arasında ses veren, pistonlu bir tür ağız çalgısı.
    bariyer * Hemzemin geçitlerde kara yolu güvenliğini sağlamak için kullanılan açılır kapanır engel.
    * Kara yollarının kenarlarına yapılan korkuluk, engel.
    * Herhangi bir yolu kapamak için yapılan engel.
    * Engelli at yarışlarında üzerinden atlanması gereken yapay engel.
    bariz * Açık, göze çarpan, belirgin.
    barizleşme * Barizleşmek işi.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 10

    bakılma * Bakılmak işi.
    bakılmak * Bakmak işine konu olmak veya bakmak işi yapılmak.
    bakım * Bir şeyin iyi gelişmesi, iyi bir durumda kalması için verilen emek veya emek verme biçimi.
    bakım evi * Bakıma ihtiyacı olan kimselerin bakıldıkları, barındıklarıkuruluş.
    * Kademe.
    * Kurum ve kuruluşlarda motorlu araçların onarıldığıve korunduğu yer veya birim.
    bakım yapmak * araç ve gereçlerin düzenli çalışması için onarımınıyapmak.
    bakım yurdu * Yoksul veya kimsesiz yaşlıve sakatların barındırılıp bakıldıklarıyurt, darülâceze.
    bakımcı * Bakım işini yapan kimse.
    bakımından * Bakışveya görüşaçısı, yönü, değerlendirme açısı, -e göre.
    bakımlı * İyi bakılmış, üzerinde iyi çalışılmış.
    bakımlık * Filmin kartpostal büyüklüğünde cam bir perde üzerinde görünmesini sağlayan cihaz.
    bakımlılık * Bakımlı olma durumu.
    bakımsız * Özen gösterilmemiş, bakılmamış.
    bakımsızlık * Bakımsız olma, terk edilme, yüzüstü bırakılma durumu.
    bakıncak * Tüfeklerde hedefin uzaklığına, yakınlığına göre ayar edilecek biçimde yapılmışiner kalkar gez, nişangâh.
    bakındı * Bak hele, olacak şey mi? gibi şaşma anlatır.
    bakınma * Bakınmak işi.
    bakınmak * Bakmak işi yapılmak, çevreye göz gezdirmek, araştırmak.
    * Muayene olmak.
    bakır * Atom numarası29, yoğunluğu 8.95 olan, 10840 C ye doğru eriyen, doğada serbest veya birleşik olarak
    bulunan, ısıve elektriği iyi ileten, kolay dövülür ve işlenir olduğundan eski çağlardan beri türlü işlerde kullanılan, kızıl
    renkli element. KısaltmasıCu.
    * Bakırdan yapılmışkap.
    * Bakırdan yapılmış.
    bakır alaşımı * %1’in üzerinde çözünmüşelementlerin oluşturduğu bakır alaşımlarının genel adı.
    bakır çalığı * Bakır tuzları ile zehirli duruma gelmiş.
    * Yeşile çalar mavi renk.
    bakır çalmak * (bakır kaptaki yemek) bakır tuzları ile zehirli duruma gelmek.
    bakır kaplama * Demir benzeri madenlerin yüzeyinde bakır katman oluşturma işlemi.
    bakır oksit * Kimyasal formülü CuO veya Cu2O olan bakırın oksit biçimi.
    bakır pası * Bakır üzerinde nemli havalarda oluşan bakır hidrokarbonat.
    bakır rengi * Kızıla yakın kahverengi.
    * Bu renkte olan.
    bakır sülfat * Göz taşı.
    bakır taşı * Malakit.
    bakır tuzu * Bakır sülfat, göz taşı.
    bakırcı * Bakır işleyen veya bakır kap kacak satan kimse.
    bakırcılık * Bakır kap yapma veya satma işi.
    bakırlaşma * Bakırlaşmak durumu.
    bakırlaşmak * Bakır rengini almak, (rengi) bakırın rengine benzemek.
    bakırlı * Bakır içeren maddeler.
    bakış * Bakmak işi veya biçimi.
    bakışaçısı * Bir olayda, konuyu, düşünceyi belirli bir yönden inceleme, görüşaçısı.
    bakışatmak * kısa bir sürede bakıp geçmek.
    bakışık * Bkz. bakışımlı.
    bakışıksız * Bkz. bakışımsız.
    bakışım * İki veya daha çok şey arasında konum, biçim ve belirli bir eksene göre ölçü uygunluğu.
    * Eksen olarak alınan bir doğrudan, benzer noktalarıkarşılıklı olarak aynıuzaklıkta bulunan iki benzer
    parçanın birbirine göre olan durumu, tenazur, simetri.
    bakışımlı * Bakışımı bulunan, simetrik, mütenazır.
    bakışımsız * Aralarında bakışım bulunmayan (iki şey) veya iki yanıarasında bakışım olmayan (bir şey), asimetrik.
    bakışımsızlık * Bakışımsız olma durumu, asimetri.
    bakışma * Bakışmak işi.
    bakışmak * İki veya daha çok kimse birbirine bakmak.
    * Kaçamak ve gizli olarak birbirine bakmak.
    baki * Sürekli, kalıcı, daimî.
    * Bir şeyden artan (miktar).
    baki kalmak * sürekli, kalımlı olmak.
    * bir şeyden artmak.
    * artakalan, geride kalan, öteki.
    bakir * Cinsel ilişkide bulunmamış(erkek).
    * El değmemiş, kullanılmamış.
    * (toprak için) İşlenmemiş.
    * Eskimemiş, yıpranmamış, yeni.
    bakire * Cinsel ilişkide bulunmamışdişi; kız, kız oğlan kız.
    bakirelik * Bakire olma durumu, erdenlik.
    bakirlik * Bakir olma durumu; el değmemişlik, bozulmamışlık.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 11

    bakiye * Artık, artan, kalan, geri kalan.
    * Kalıntı.
    bakkal * Yiyecek, içecek ve başka ihtiyaç maddelerini perakende olarak satan kimse.
    * Bu gibi şeylerin satıldığıdükkân.
    bakkal çakkal * Bakkal ve benzeri işlerle uğraşan esnaf için küçümseme sözü.
    bakkal defteri * Karışık, düzensiz yazılarla dolu defter.
    bakkal kâğıdı * Kalın ve kaba kâğıt.
    bakkala bırakma! * bir işi “bakalım!” diyerek savsaklamak isteyenlere söylenir.
    bakkaliye * Bakkal dükkânında satılan şeyler.
    * Büyük bakkal dükkânı.
    bakkallık * Bakkalın işi.
    bakkam * Bkz. bakam.
    bakla * Baklagillerden, yurdumuzun her yerinde yetiştirilen, taneleri badıç içinde bulunan bir bitki (Vicia faba).
    * Bu bitkinin yeşil ürünü veya kuru tanesi.
    * Bir zinciri oluşturan halka veya parçalardan her biri.
    bakla çiçeği * Sarımtırak eflâtuna çalan beyaz renkte olan bitki.
    * Bu renkte olan.
    bakla dökmek (veya atmak) * bakla ile fala bakmak.
    bakla falı * Bakla taneleri ile bakılan bir fal türü.
    bakla ıslanmamak * Bkz. ağzında bakla ıslanmamak.
    bakla kadar * (bit, pire gibi küçük böcekler için) çok iri.
    bakla kırı * Beyazıçoğalmış, beyazlamaya yüz tutmuşrenk.
    * At donlarından koyu ve iri lekeli kır.
    bakla oda nohut sofa * Bkz. nohut oda.
    baklagiller * Bakla, fasulye, akasya, keçiboynuzu gibi, badıçlıpek çok sebze ve ağaçları içine alan, iki çenekli ayrıtaç
    yapraklılardan büyük bir bitki familyası, bakliye.
    baklalı * Baklası olan.
    baklalık * Bakla tarlası.
    baklamsı * Bakla biçiminde olan.
    baklamsımeyve * Bkz. badıç.
    baklan * Anguta benzeyen kırmızırenkli bir çeşit yaban kazı(Otis tarda).
    baklava * Çok ince yufkadan yapılarak arasına kaymak, fıstık, ceviz, badem gibi şeyler konulan tatlı.
    * Eşkenar dörtgen biçiminde olan nesne.
    baklava açmak * baklava yapmak için gerekli olan ince yufkalarıhazırlamak.
    baklava börek * (bir başka şeyle karşılaştırıldığında) çok kolay ve zevkli (iş).
    * çok tokluk durumunda “baklava börek olsa yemem” biçiminde kullanılır.
    baklava dilimi * Eşkenar dörtgen biçiminde olan.
    baklavacı * Baklava yapan veya satan kimse.
    baklavacılık * Baklava yapma veya satma işi.
    baklavalı * İçinde baklava bulunan.
    * İçinde baklava desenleri olan.
    baklavalık * Baklava yapımında kullanılan veya baklava yapmaya elverişli olan.
    baklayıağzından çıkarmak * sabrıtükenip o zamana kadar söylemediği şeyleri söylemeye başlamak.
    * açık söylemekten kaçındığı bir sorunu sonunda açıklamak.
    bakliyat * Baklagillerden elde edilen ürün.
    bakliye * Bkz. baklagiller.
    bakma * Bakmak işi.
    bakmak * Bakışı bir şey üzerine çevirmek.
    * Aramak.
    * (yer için) Yüzü bir yöne doğru olmak.
    * Bir şeyin gelişmesi veya iyi bir durumda kalması için emek vermek.
    * Beslemek, geçindirmek.
    * (bir iş) Birinden beklenmek.
    * (hasta için) Muayene etmek, tedavi etmek.
    * Yoklamak, incelemek, denemek.
    * Bir işi yapmak, bir işi yapmakla görevli olmak.
    * Yapılabilmesi bir şeye bağlı bulunmak.
    * Gözetmek, ilgilenmek.
    * Renklerde, Benzemek, andırmak.
    * Önem vermek, önem vererek üzerinde durmak.
    * Anlamak, farkına varmak.
    * Başka bir şeyle ilgilenmeyip elindeki veya önündeki işle uğraşır olmak.
    bakraç * Çoğunlukla bakırdan yapılan küçük kova.
    * Bir bakracın alabildiği miktar.
    baksana! baksanıza! * seslenme için kullanılır.
    * dikkat çekmek sözü.
    bakteri * Toprakta, suda, canlılarda bulunan, çürüme, mayalanma veya hastalıklara yol açan, küresel, silindirimsi,
    kıvrık biçimde olan, bölünerek çoğalan, klorofilsiz, tek hücre canlı.
    bakteridi * Şarbon hücresi gibi hareketsiz bakteri.
    bakterigiller * Bakterilere verilen ad, bakterileri içine alan canlılar.
    bakterisit * Canlıların vücudunda veya laboratuar deneylerinde bakterileri fiziksel, kimyasal etkiyle öldüren (etken).
    bakteriyel * Bakterilerle ilgili.
    bakteriyolog * Bakterilerle ilgili, bakteriyoloji alanında çalışan kimse.
    bakteriyoloji * Bakterilerin ve genel olarak mikropların biçimlerini, niteliklerini inceleyen bilim.
    bakteriyolojik * Bakteri bilimi ile ilgili.
    bakteriyoskopi * Bakterilerin mikroskopla incelenmesi işlemi.
    baktıkça alır * güzelliği birdenbire göze çarpmayan.
    baktırma * Baktırmak işi.
    baktırmak * Bakmasına yol açmak, bakmasını sağlamak.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 12

    bal * Özellikle bal arılarının bitki ve çiçeklerden topladıkları bal özünden yapıp, kovanlarındaki petek gözlerine
    doldurdukları, rengi beyazdan esmere kadar değişen tatlı, koyu, sıvımadde.
    * Olgunlaşmışincirin, dışına sızan tatlısı.
    * Ağaçların kabuğundan sızarak pıhtılaşan besi suyu.
    bal alacak çiçeği bilmek (veya bulmak) * çıkar sağlanabilecek yeri veya şeyi bilmek veya bulmak.
    bal arısı * Zar kanatlılardan, bal yapan eklem bacaklıtürü (Apis mellifica).
    bal bal demekle ağız tatlılanmaz * sözde kalan dilek ve tasarıların iş bitirmede hiçbir etkisi olmaz.
    bal başı * En temiz bal.
    bal çiçeği * Almaşık yapraklı, kırmızıveya kırmızıya çalar sarırenkli çiçekli ağaççık.
    bal dök de yala * bir yerin çok temiz olduğunu anlatır.
    bal dudak * Bkz. bal dudaklı.
    bal dudaklı * Tatlıdilli.
    bal gibi * pek tatlı.
    * şüpheye yer bırakmadan, çok iyi, adamakıllı.
    bal kabağı * İçi turuncu, iri ve tatlı bir kabak çeşidi (Cucurbita moschata).
    * Aptal, beyinsiz kimse.
    bal kelebeği * Bal kovanlarına çok zarar veren bir böcek (Galleria mellonella).
    bal mumu * Arıların peteklerini yapmak için karın halkalarıarasından salgıladıklarıyumuşak ve sarımsımadde.
    * Bu maddenin sanayide kullanılmak için yapay olarak hazırlanmışı.
    bal mumu gibi erimek * çok zayıflamak.
    bal mumu macunu * Mobilyadaki kusurların onarımında kullanılan, toprak boya ile renklendirilmiş bal mumu.
    bal mumu yapıştırmak * unutulmaması için işaret edip dikkati çekmek.
    bal özlü * Bal özü bulunduran.
    bal özü * Bazıçiçeklerin içinde bulunan, arıların bal yapmak için emdikleri tatlısıvı, nektar.
    bal özü bezi * Bitkilerin yaprak, yumurtalık ve erkek organlarının dibinde bulunan ve bal özü çıkaran bez.
    bal özülük * Çiçeklerde bal özünü çıkaran bezlerin bulunduğu organ.
    bal peteği * Arıların içine bal doldurduğu bal mumu levha.
    bal rengi * Kahverengine çalan sarırenk.
    * Bu renkte olan.
    bal sağmak * kovandan bal ürünü almak.
    bal tutan parmağınıyalar * imkânları geniş bir işin başında bulunan kimse bu imkânlardan az da olsa yararlanır.
    bala * Yavru, çocuk.
    balaban * İri, büyük.
    * Şişman, gürbüz (kimse, çocuk).
    balaban * Atmaca veya doğan gibi yırtıcı bir kuş.
    balaban kuşu * Bataklıklarda yaşayan, balıkçıla benzer, eti yağlıve ağır, iri bir kuş(Botaurus).
    balabanlaşma * Balabanlaşmak durumu.
    balabanlaşmak * Balaban duruma gelmek, irileşmek.
    balabanlık * Balaban olma durumu.
    balak * Bkz. malak.
    balalayka * Üç köşeli, üç telli Rus halk sazı.
    balama * Orta oyununda Rum tipi.
    * Karagöz, matiz ve külhan beyi tipleri tarafından yabancıülkelerin tiplerine hitap ederken kullanılan söz.
    balans * Denge, muvazene.
    balans ayarı * Otomobilin sarsılmasınıönlemek için, tekerleklere gereği kadar balans pensi denen kurşun parçasıtakarak
    denge sağlama işi.
    balans pensi * Arabaların tekerleklerindeki dengeli dönmeyi sağlamak için cant ile lâstik kenarına sıkıştırılan kurşun
    parçası.
    balar * Çatıkirişi olarak kullanılan ve kiremitlerin altına döşenen ince tahta, pedavra.
    balast * Demir yollarında traverslerin altına, şoselerde düzeltilmiştoprak üzerine döşenen taşkırıkları.
    * Safra.
    balast direnç * Gerilimin büyük değişimlerinde, devredeki akımısabit tutmak için konulan direnç.
    balast gemi * Ambarlarında yük bulunmayan gemi.
    balast yem * Çok büyük miktarda ham selüloz ihtiva eden ve dolayısıyla yoğun yemlerden çok daha düşük sindirilebilir
    besin maddeleri ihtiva eden ve hayvanlara tokluk hissi vermek amacıyla kullanılan yem.
    balat * Orta Çağda, üç bentten oluşan bir Batışiiri türü.
    * Batıda, belirli danslara eşlik eden bir tür şarkı.
    * Serbest biçimli, romantik, müzik araçlarıyla çalınan veya şarkı olarak okunan eser.
    balata * Soğuk ve sıcakta büyük bir sürtünme kat sayısına sahip olan suya ve yağa dayanıklı, yavaşaşınan madde.
    * Motorlu araçlarda fren yapmayısağlayan, tekerlek mili üzerine yerleştirilmişyarım ay biçimindeki alet.
    balayı * Evlilik hayatının ilk ayıveya ilk günleri.
    balbal * Eski Türklerde kişinin anılması için mezarının veya bazıkurganların etrafına dikilen taş.
    balcı * Arıyetiştirip bal alan veya satan kimse.
    balcılık * Arıyetiştirme veya bal alıp satma işi.
    balçak * Kabza.
    * Kabzanın demir siperi.
    balçık * İçinde çeşitli organik maddeler bulunan, daha çok killi, koyu, yapışkan çamur, mil.
    * Güçlük çıkartan.
    * İçindeki kil oranıyüksek, yağlı, su geçirmez, koyu toprak.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 4

    bağbozmak * bağın üzümlerini toplamak.
    bağbozumu * Bağda ürünün toplanması.
    * Bu işin yapıldığımevsim, güz, sonbahar.
    bağbudamak * bağdaki üzüm kütüklerini budamak.
    bağçubuğu * Asma fidesi.
    bağdoku * Hücre sayısıaz, hücre arasımaddesi çok ve genel olarak diğer dokuları birbirine bağlayarak destek görevi
    yapan doku.
    bağfiil * Fiillerin zarf olarak kullanılan şekilleri, ulaç, zarf fiil: gül-e gül-e, koş-arak, otur-up vb.
    bağa * Kaplumbağa.
    * Deniz kaplumbağasının kabuğu.
    * Kaplumbağa kabuğu.
    * Kaplumbağa kabuğundan yapılmışveya bu kabuğu andırır biçimde olan.
    * Ur.
    bağa bak, üzüm olsun, yemeye yüzün olsun * kişi, karşılık beklediği işten istediğini alabilmek için gereken harcamalarıyapmalıdır.
    bağan * Vakti gelmeden ölü doğan yavru, düşük.
    * Ölü doğan kuzunun derisi.
    bağboğan * Küsküt, şeytansaçı.
    bağcı * Bağyetiştirip ürününü satan kimse.
    * Bağlayan veya soğuk haddehaneden çıkan metal şerit bobinlere bant yapıştıran (kimse).
    bağcık * Bağlama işinde kullanılan şerit biçiminde bağ.
    bağcıklı * Bağı olan, bulunan.
    bağcıksız * Bağı olmayan, bağsız.
    bağcılık * Bağyetiştirme ve ürününü satma işi.
    Bağdad’ıtamir etmek * karnınıdoyurmak.
    bağdadî * Ağaç direkler üzerine çakılmışçıtalara sıva vurularak yapılan (duvar veya tavan).
    * Yapılarda kullanılan çıta.
    bağdalama * Bağdalamak işi.
    bağdalamak * Düşürmek için ayağını birinin ayaklarına takmak, çelme atmak.
    bağdama * Bağdamak işi.
    bağdamak * Birkaç şeyi birbirine geçirerek bağlamak.
    * İçinden çıkılmayacak bir duruma getirmek, kör düğüm etmek.
    bağdaş * Sağayağısol uyluğun, sol ayağısağuyluğun altına alarak oturma biçimi.
    bağdaşkurmak * bu biçimde oturmak.
    bağdaşık * Her yeri aynıözelliği gösteren, mütecanis, homojen.
    bağdaşıklaşma * Bağdaşıklaşmak durumu.
    bağdaşıklaşmak * Aynıözelliği göstermek, homojen duruma gelmek.
    bağdaşıklaştırma * Bağdaşıklaştırmak işi.
    bağdaşıklaştırmak * Bağdaşık duruma getirmek, homojenleştirmek.
    bağdaşıklık * Bağdaşık olma durumu, homojenlik.
    bağdaşılma * Bağdaşılmak işi.
    bağdaşılmak * Bağdaşmak işine konu olmak.
    bağdaşım * Tutarlık, tutarlılık, insicam.
    bağdaşma * Bağdaşmak işi, imtizaç.
    bağdaşmak * Anlaşmak, uzlaşmak, uymak, imtizaç etmek.
    * Çocuk oyunlarında arkadaşolmak.
    * Bağdaşkurup oturmak.
    bağdaşmaz * Uyuşmaz, tutarsız.
    bağdaşmazlık * Uyuşmazlık, geçimsizlik.
    bağdaştırıcı * Bağdaşma sağlayan.
    bağdaştırma * Bağdaştırmak işi.
    bağdaştırmacı * Bağdaştırmacılık yanlısıkimse.
    bağdaştırmacılık * Pek çok değişik öğretiyi birleştirmeyi amaçlayan felsefî veya dinî öğreti.
    * Farklıkökenlere sahip değişik kültür özelliklerini birleştirme veya kaynaştırma işi.
    bağdaştırmak * Bağdaşmasını sağlamak.
    bağı * Büyü, sihir.
    bağıcı * Büyücü.
    * Baştan çıkarıcı.
    bağıl * Görece, izafî.
    * Başka bir cisme uyarak sürüklenen, aynızamanda kendine özgü bir kımıldanışıda bulunan bir cismin
    görünürdeki bu kımıldanışının niteliği, izafî.
    bağıl değer * Bir aritmetik sayısının, önüne + ve – işaretleri yazıldıktan sonraki değeri.
    * Bir sayının rakamlarından her birinin bulunduğu basamağa göre aldığıdeğer, izafî değer.
    bağıl nem * Bir metre küp hava içinde bulunan su buharıağırlığının, aynışartlardaki havanın doymuşsu buharının
    ağırlığına oranı.
    bağıldak * Beşikteki çocuğun düşmemesi için beşiğe sarılıp bağlanan, kumaştan yapılmışenli bağ.
    * Kadınların âdet zamanında bağladıkları bez.
    bağıllık * Görece olma durumu, izafiyet, rölâtivite.
    bağım * Bir şeyin veya bir kimsenin gücü ve etkisi altında bulunma durumu, tâbiiyet.
    bağımlama * Bağımlamak işi.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 5

    bağımlamak * Bir şeyi bağım altına sokmak, etkisi altında tutmak.
    bağımlaşma * Bağımlaşmak işi.
    bağımlaşmak * Bir şeye veya bir kimseye tamamen bağımlı olmak.
    bağımlı * Başka bir şeyin istemine, gücüne veya yardımına bağlı olan, özgürlüğü, özerkliği olmayan, tâbi.
    bağımlısıralıcümle * Anlam bakımından birbirine bağlı olan ve özneleri, tümleçleri veya yüklemleri ortak olan cümle.
    bağımlılık * Bağımlı olma durumu, tâbiiyet.
    bağımsız * Davranışlarını, tutumunu, girişimlerini herhangi bir gücün etkisinde kalmadan düzenleyebilen, hür, özgür,
    müstakil.
    * Herhangi bir kuruluşa, partiye bağlı olmayan kimse.
    bağımsız milletvekili * Herhangi bir partinin adayı olmadan seçilen veya herhangi bir partiye bağlı olmayan milletvekili, bağımsız.
    bağımsız sıralıcümle * Anlam bakımından birbirine bağlı olduğu hâlde özneleri, tümleçleri, yüklemleri ayrı olan cümle.
    bağımsızlaşma * Bağımsızlaşmak işi.
    bağımsızlaşmak * Bağımsız duruma gelmek.
    bağımsızlaştırma * Bağımsızlaştırmak işi.
    bağımsızlaştırmak * Bağımsız duruma getirmek.
    bağımsızlık * Bağımsız olma durumu veya niteliği, istiklâl.
    bağın * İnşaatta veya kazısırasında toprağın çökmesini önlemek için yerleştirilen parça veya dayak.
    bağın vurmak * kazıduvarlarının çökmemesi için bağınlarla desteklemek.
    bağıntı * Bir nesneyi başka bir nesne ile uyarlıkılan bağ.
    * Eşyayı, kavramlarıveya tasarımları birlik, bağlılık, birliktelik gibi durumlarda toplayan görünüşveya nitelik,
    görelik, bağıllık, izafet, rölâtivite.
    * İki veya daha çok nitelik arasında matematik işlemleri yardımı ile kurulan bağlılık veya eşitlik.
    bağıntıcı * Bağıntıcılık yanlısı olan kimse, göreci, rölâtivist.
    bağıntıcılık * Bağıntılılık öğretisi; özellikle bilginin bağıntılı olduğunu ileri süren her türlü felsefe öğretisi; görecilik,
    izafiye, rölâtivizm.
    bağıntılı * Varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı bulunan, mutlak olmayan, göreli, izafî, nispî, rölâtif.
    bağıntılılık * Var olabilmek veya belirlenebilmek için, bağıntıyolu ile başka bir şeye bağlı bulunma durumu, görelilik,
    izafiyet, rölâtivite.
    bağır * Göğüs.
    * (ok yayıve dağiçin) Orta bölüm.
    * Ciğer, bağırsak gibi vücut boşluklarında bulunan organların ortak adı, ahşa.
    bağır yeleği * Eskiden zırh altına giyilen, köseleden yapılmışyelek.
    bağırdak * Bağıldak.
    bağırgan * Bağırıp çağıran, tepkisini hemen ve sert bir şekilde dışa vuran kimse.
    bağırıyanmak * üzüntü çekmek, çok acıduymak.
    * çok susamışolmak.
    bağırıp çağırmak * öfkeyle bağırmak.
    bağırış * Bağırmak işi veya biçimi.
    bağırışçağırış * Gürültü, şamata.
    * Gürültüyle, şamata ederek.
    bağırışma * Bkz. bağrışma.
    bağırışmak * Bkz. bağrışmak.
    bağırma * Bağırmak işi.
    bağırmak * (insan) Yüksek ve gür ses çıkarmak.
    * Kendini belli etmek.
    * Yüksek sesle azarlamak.
    bağırsak * Sindirim organının mideden anüse kadar olan, ince bağırsak ve kalın bağırsaktan oluşan bölümü.
    bağırsak askısı * İnce bağırsağıkarnın arka bölümüne bağlayan ve karın zarının bir bölümünden oluşan askı.
    bağırsak iltihabı * Sindirim organında oluşan iltihabî durum ve buna bağlıhastalık.
    bağırsak ingini * Çoğunlukla sürgün ve karın ağrısı ile beliren bağırsak iltihabı.
    bağırsak kazıntısı * Kalın bağırsak hastalıklarında çıkarılan sümüksü madde.
    bağırsak kurdu * Omurgalıların ve de özellikle insanların bağırsağında yaşayan asalak solucan.
    bağırsak otu * Farekulağı.
    bağırsak solucanı * Ortalama 25 cm boyunda, insanların, özellikle çocukların bağırsaklarında asalak olarak yaşayan yuvarlak
    solucan, askarit.
    bağırsaklarınıdeşerim * “canına kıyarım, öldürürüm” anlamında korkutmak, gözdağıvermek üzere kullanılır.
    bağırtı * Bağırma sesi.
    bağırtkan * Çok bağırıp çağırmak huyunda olan (kimse).
    bağırtlak * Orta büyüklükte, eti sevilen bir cins göçebe ördek (Querquedula).
    bağırtma * Bağırtmak işi.
    bağırtmak * Bağırmasına yol açmak.
    * Bir haberi, bir isteği, birinin aracılığıyla duyurmak.
    bağış * Bağışlamak işi veya biçimi.
    * Bağışlanan şey, hibe, teberru.
    bağışçı * Bağışyapan kimse.
    bağışık * Herhangi bir ödevin veya yükümlülüğün dışında kalan, muaf.
    * Bazımikroplara karşıaşıveya doğal yolla direnç kazanmışolan.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 6

    bağışıklık * Bir ödevin veya yükümlülüğün dışında kalma durumu, muafiyet.
    * Bazımikroplara karşıaşıveya doğal yolla kazanılmışdirenç durumu.
    bağışıklık bilimi * Bağışıklık olaylarının ortaya çıkma şartlarını, gelişimini, alınabilecek önlemleri ve yapılabilecek tedaviyi
    inceleyen tıp dalı, immünoloji.
    bağışlama * Bağışlamak işi, affetme, af.
    * Hibe etme.
    bağışlamak * Bir mal veya hakkıkarşılık beklemeden birine vermek, teberru etmek.
    * Herhangi bir kötü davranışiçin ceza vermekten vazgeçmek, affetmek.
    * Görevden çekmek, almak.
    * Deyimlerde “Tanrıesirgesin, ayırmasın” gibi anlamlarda kullanılır.
    bağışlamamak * karşısındakinin yanlışından, kusurundan doğacak fırsatlarıkaçırmamak, acımadan değerlendirmek.
    bağışlanma * Bağışlanmak işi, affedilme.
    bağışlanmak * Bağışlamak işine konu olmak, affa uğramak, affedilmek, affolunmak.
    bağışlatma * Bağışlatmak işi.
    bağışlatmak * Bağışlamak işini yaptırmak.
    bağışlayıcı * Bağışlayan.
    bağıt * Sözleşme, akit, mukavele, kontrat.
    bağıtçı * Bağıt yapanlardan her biri, âkit.
    bağıtlanma * Bağıtlanmak işi veya durumu.
    bağıtlanmak * Bağıt ile sonuçlanmak.
    bağıtlaşma * Bağıtlaşmak işi veya durumu.
    bağıtlaşmak * Aralarında bağıt yapmak.
    bağıtlı * Bağıtla, sözleşme ile bağlanmışolan.
    bağkesen * Makaslı böcek.
    bağlaç * Eşgörevli kelimeleri veya önermeleri birbirine bağlayan kelime türü, rabıt: Ve, ya, veya, ya da birer
    bağlaçtır.
    bağlaç grubu * Bağlaç öbeği.
    bağlaç öbeği * Bağlaçla veya bağlaçsız birbirine bağlanmışolan, aynınitelikte iki veya daha çok kelimeden oluşan öbek.
    bağlaçlı * Bağlacı olan.
    bağlaçlıtamlama * İsimleri, sıfatlarıarasına bağlaç alan isim veya sıfat tamlaması.
    bağlaçlıyan cümle * Birleşik cümlelerde ki bağlacıyla temel cümleye bağlanan yan cümle.
    bağladığıyerde otlamak * Bkz. bıraktığım (bıraktığı) bağladığım (bağladığı) yerde (çayırda) otluyorsun (otluyor).
    bağlam * Cinsleri aynıveya birbirine yakın olan şeylerin bir arada bağlanmışı, demet, deste.
    * Bir şiirdeki dörtlüklerin her biri, bent.
    * (herhangi bir olguda) Olaylar, durumlar, ilişkiler örgüsü veya bağlantısı, kontekst.
    * Bir dil birimini çevreleyen, ondan önce veya sonra gelen, birçok durumda söz konusu birimi etkileyen,
    onun anlamını, değerini belirleyen birim veya birimler bütünü, kontekst.
    bağlama * Bağlamak işi.
    * Üç çift telli olan ve mızrapla çalınan bir saz.
    * Yapılarda duvarları birbirine bağlayan kiriş, putrel vb.
    bağlama zarf fiili * Ve bağlacı görevinde kullanılarak, kendinden sonraki çekimli fiile veya fiilimsiye zaman ve kişi
    bakımlarından uyan -ıp ekini almışfiil: Gelip gitti (Geldi ve gitti) Gülüp geçti (Güldü ve geçti) gibi.
    bağlamacı * Bağlama yapan veya satan kimse.
    * Bağlama çalan kimse.
    bağlamacılık * Bağlamacının işi veya mesleği.
    bağlamak * Bağveya başka bir araçla tutturmak.
    * Düğümlemek.
    * (yara için) İlâç koyup bezle sarmak.
    * Denk yapmak, paket yapmak.
    * Oluşmak, tutmak, meydana gelmek.
    * Bir işveya kimse için ayırmak, tahsis etmek.
    * (bir işiçin) Anlaşma yapmak.
    * Birinde bir şeye karşı ilgi, istek uyandırarak o şeye ilgi, yakınlık duymasını sağlamak.
    * Uyulmasızorunlu olmak.
    * Başka bir işle uğraşamaz durumda olmak.
    * Sona erdirmek, bitirmek, tamamlamak.
    * Gönlünü kazanmak.
    * Bütün ilgisini bir yerde yoğunlaştırmak.
    * Geçişi engellemek.
    bağlamalık * Bağlama yapmaya yarayan.
    bağlamsal * Bağlam ile ilgili.
    bağlamsal anlam * Bir sözün kullanılan veya amaçlanan bağlama göre anlam kazanması.
    bağlanak * Bağlanılacak şey, bağlantı, irtibat.
    bağlanım * Bağlanmak işi veya biçimi.
    * (siyasî veya sosyal konularda) Yan tutma.
    bağlanış * Bağlanmak işi veya biçimi.
    bağlanma * Bağlanmak işi.
    bağlanmak * Bağlamak işine konu olmak.
    * Sevmek, içten bağlı olmak.
    * Beklenen şey elde edilmez olmak.
    * Yalnızca belli bir işle uğraşmak.
    * Bir şey bir kimseye ayrılmak, tahsis edilmek.
    bağlantı * İki veya daha çok şeyin birbiriyle bağlı, ilişik veya ilgili bulunması, irtibat.
    * İki şey arasında ilişki sağlayan bağ.
    bağlantı borusu * Katlardaki pis ve kirli sularıtoplayan, kolona ileten boru.
    bağlantıkurmak * irtibat sağlamak.
    * haberleşme sağlamak.
    bağlantıünlüsü * Bkz. bağlayıcıünlü.
    bağlantıünsüzü * Bkz. bağlayıcıünsüz.
    bağlantıyapmak * ilişki kurmak; anlaşma, sözleşme yapmak.
    bağlantılı * Aralarında bağlantı bulunan, irtibatlı, rabıtalı.
    bağlantısız * Aralarında bağlantı bulunmayan.
    * Askerî, siyasî yönden hiçbir bloka bağlı olmayan (ülke), bloksuz.
    bağlantısız ülkeler * Bağlantısızlık siyaseti izleyen ülkeler, bloksuz ülkeler.
    bağlantısızlık * Bağlantısız olma durumu.
    bağlantısızlık politikası * Askerî, siyasî yönden hiçbir bloka girmeme siyaseti.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 7

    bağlantısızlık siyaseti * Bağlantısız ülkelerin izlediği siyaset.
    bağlaşık * Aralarında anlaşma veya sözleşme sağlanmışolan (kimse veya topluluk), müttefik.
    * Sonuç, sebep gibi birbiriyle sıkısıkıya bağlıve karşılıklı bağımlı olan (nesne, terim).
    bağlaşıklık * Bağlaşık olma durumu.
    bağlaşım * Eşleme.
    * Aralarında ortak çıkar bulunan devletler ilişkisi.
    bağlaşımlı * Aralarında karşılıklıdestek ve bağımlılık bulunan.
    bağlaşma * Bağlaşmak işi, ittifak.
    bağlaşmak * Bir şey yapmak için birbirine antlaşma veya sözleşme ile bağlanmak, ittifak etmek.
    bağlatma * Bağlatmak işi.
    bağlatmak * Bağlamak işini yaptırmak.
    bağlayıcı * Bağlama niteliği olan.
    * Bağlamaya ve birleştirmeye yarayan: “Ve” bağlayıcı bir edattır.
    * Uyulmasızorunlu.
    bağlayıcıünlü * Ünsüzle biten kelime kök ve gövdelerine ünsüz ile başlayan eklerin getirilmesi sırasında ve kök ile eki
    birbirine bağlayan ünlü: al-ı-r, aç-ı-l-mak, gec-i-k-mek vb.
    bağlayıcıünsüz * Ünlü ile biten kelime kök ve gövdelerine ünlü ile başlayan bir ek eklendiğinde araya giren y ünsüzü,
    koruyucu ünsüz: okul-da-y-ım, eski-y-ince vb.
    bağlı * Bir bağile tutturulmuşolan.
    * Gerçekleşmesi bir şartı gerektiren, tâbi, vabeste.
    * Bir kimseye, bir düşünceye, bir hatıraya saygıveya aşk gibi duygularla bağlanan, tutkun.
    * Sınırlanmış, sınırlı.
    * Kapatılmışolan, kapalı.
    * Bir kuruluşun yetkisi altında bulunan.
    * Bir halk inanışına göre, büyü etkisiyle cinsel güçten yoksun edilmiş(erkek).
    * Sadık.
    bağlıkalmak * uymak, tâbi olmak.
    bağlıkredi * Kredi açan ülkeden mal veya hizmet satın alınmasışartı ile sağlanan kredi.
    bağlı olmak * tâbi bulunmak.
    bağlısu * Ağaçta hücre zarının emdiği ve taşıdığısu.
    bağlık * Bağyeri, üzüm bağlarıçok olan (yer).
    bağlık bahçelik,-ği * Bağı, bahçesi zengin ve bol olan (yer).
    bağlılaşık * Biri ötekine bağlı olarak var olan; biri olmadan öteki düşünülemeyen iki şeyin, bu ilişki yönünden durumu.
    bağlılaşım * İki veya daha fazla değişken arasındaki bağıntı.
    * Organizmanın değişik yapı, özellik ve olaylarında görülen karşılıklı ilgi, korelâsyon.
    bağlılaşma * Bağlılaşmak işi.
    bağlılaşmak * İki şey arasında karşılıklı bağıntı olmak veya bağlılık kurmak.
    bağlılık * Bağlı olma durumu, merbutiyet.
    * Birine karşı, sevgi, saygı ile yakınlık duyma ve gösterme, sadakat.
    * Bkz. Bağlılaşım.
    bağnaz * Bir düşünceye, bir inanışa aşırıölçüde bağlanıp ondan başka bir düşünce ve inanışıkabul etmeyen,
    mutaassıp.
    bağnazlaşma * Bağnazlaşmak durumu.
    bağnazlaşmak * Bağnaz duruma gelmek.
    bağnazlık * Bağnaz olma durumu, bağnazca davranış, taassup.
    * Bir düşünceye, bir inanışa aşırıölçüde bağlanıp ondan başkasınıdüşünmeme durumu, taassup.
    bağrıyanık * Çok dert, acı, sıkıntıçekmiş.
    bağrıyufka * Yufka yürekli, merhametli.
    bağrıkara * İskete kuşunun bir türü (Saxicola torquata).
    bağrına basmak * kucaklamak.
    * biriyle ilgilenerek onu koruyup kayırmak, yetiştirmek.
    bağrına taş basmak * sesini çıkarmaksızın her türlü acıya katlanmak.
    bağrınıdelmek * çok dokunmak, içine işlemek.
    bağrınıezmek * üzülmek, dertlenmek.
    bağrış * Bağırmak işi veya biçimi.
    bağrışçağrış * Gürültü, şamata.
    * Gürültüyle, şamata ederek.
    bağrışa çağrışa * Büyük gürültü ederek, bağırarak çağırarak.
    bağrışma * Bağrışmak işi, birlikte bağırma.
    bağrışmak * Birlikte veya karşılıklı bağırmak.
    bağrıştırma * Bağrıştırmak işi veya durumu.
    bağrıştırmak * Bağırmasına yol açmak, hep birden bağırtmak.
    bağsız * Bağı bulunmayan.
    baha * Paha.
    baha biçmek * değerini belirlemek.
    bahadır * Savaşlarda, çarpışmalarda gücü ve yılmazlığıyla üstünlük kazanan veya yiğitlik gösteren (kimse).
    bahadırlık * Bahadır olma özelliği, durumu.
    Bahaî * Bahaîlik yanlısıkimse.
    Bahaîlik * XIX. yüzyılda Babîlikten doğmuşolan, İran’dan başka Avrupa ve Amerika’da da yayılmış bir din.
    bahane * Bir şeyin gerçek sebebi gizlenerek ileri sürülen sözde sebep.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 8

    bahane aramak * bir işi yapmamak için sebep aramak.
    bahane bulmak * bir işi yapmak veya yapmamak için sözde sebep göstermek.
    bahane etmek * herhangi bir şeyi sebep olarak ileri sürmek.
    bahaneli * Bahanesi olan.
    bahanesiz * Bahanesi olmayan.
    bahar * Kuzey yarım küre için, 21 Martta gündüz gece eşitliğiyle başlayarak 22 Haziranda gün dönümü ile biten,
    kışve yaz arasındaki mevsim; ilkyaz, ilkbahar.
    * Bu mevsimde ağaçlarda açan çiçekler ve yapraklar.
    * Gençlik çağı.
    bahar * Yiyecek ve içeceklere hoşkoku ve tat vermek için kullanılan tarçın, karanfil, zencefil, karabiber gibi
    maddeler.
    bahar bayramı * Genellikle mayıs ayının ilk günlerinde kutlanan bayram.
    bahar dönemi * Yılın kıştan sonra gelen ilk ayları.
    bahar nezlesi * Bkz. saman nezlesi.
    bahar noktası * İlkbaharda gündüz gece eşitliği anında güneşin gök ekvatoru çizgisi üzerinde bulunduğu nokta.
    baharat * Tarçın, karanfil, zencefil, karabiber gibi maddelerin toplu adı.
    baharatçı * Baharat satan kimse.
    baharatçılık * Baharat satma işi.
    baharatlandırmak * Baharat ile süslemek, lezzetlendirmek veya baharat ekmek.
    baharatlı * Baharatı olan.
    baharatsız * Baharatı olmayan.
    baharcı * Baharat alım satımıyla uğraşan (kimse).
    baharı başına vurmak * (alay yollu) gençliğin verdiği coşkuyla gereksiz veya aşırıdavranışta bulunmak.
    bahariye * Divan edebiyatında, bahar tasviri ile başlayan kaside.
    baharlı * İçinde karabiber, karanfil, tarçın gibi bahar bulunan.
    bahçe * Sebze yetiştirilen yer, bostan.
    * Çiçek ve ağaç yetiştirilen yer.
    bahçe domatesi * Tarla ve bahçelerde sun’î gübre kullanmadan, doğal olarak yetiştirilen domates türü.
    bahçe kekiği * Bahçelerde özel yöntemlerle yetiştirilen kekik.
    bahçe makası * Çeşitli ot ve bitkileri düzgün kesmek ve budamak amacıyla yapılan bir makas türü.
    bahçe nanesi * Bahçelerde yetiştirilen bir nane türü.
    bahçeci * Çiçek, ağaç ve sebze yetiştirme işiyle uğraşan kimse.
    bahçecilik * Bahçecinin işi.
    * Bahçe yapma işi.
    bahçeli * Bahçesi olan.
    bahçelik * Bağları, bahçeleri olan (yer).
    bahçemsi * Bahçeye benzeyen, bahçe gibi düzenlenmişyer.
    bahçesiz * Bahçesi olmayan.
    bahçıvan * Geçimini bahçe ürünlerini yetiştirip satmakla sağlayan kimse.
    * Bir bahçenin düzenlenmesi ve bakımıyla görevli kimse.
    bahçıvanlı * Bahçıvanı bulunan.
    bahçıvanlık * Bahçıvanın yaptığı iş.
    bahir * Deniz.
    * Aruzdaki vezin takımlarından her biri.
    * Mevlid’in bölümlerinden her biri.
    bahis * Konuşulan şey, konu.
    * Görüşünde veya iddiasında haklıçıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma.
    * Söz.
    * Bir kitabın bölümlerinden her biri.
    bahis açmak (veya açılmak) * belli bir konuda konuşmaya başlamak (başlanılmak).
    bahis konusu * Söz konusu.
    bahis mevzuu olmak * üzerinde konuşulmak, söz konusu olmak.
    bahis tutuşmak * karşılıklı bahse girmek.
    bahisçi * Oyunlarda veya at yarışlarında yarışın sonuçlarınıtahmin ederek bahis oynayan veya oynatan kimse,
    müşterek bahisçi.
    bahname * İçinde cinsel konularla ilgili açık saçık yazıların, resimlerin bulunduğu eser.
    bahrî * Denizle ilgili.
    bahrî * Yalıçapkını.
    bahriye * Bir devletin deniz güçlerinin ve kuruluşlarının bütünü.
    bahriye çifte tellisi * Hareketli bir halk oyunu ve ezgisi.
    bahriyeli * Deniz Kuvvetlerine bağlıasker.
    * Deniz Harp Okulu öğrencisi.
    bahse girmek * görüşünde veya iddiasında haklıçıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma yapmak.
    bahsetme * Bahsetmek işi.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 9

    bahsetmek * Bir konu üzerinde söz söylemek, konuşmak, sözünü etmek.
    bahsi geçmek * bir konu üzerinde konuşulmuşolmak.
    bahsi kapamak * bir konu üzerindeki konuşmayıkesmek.
    bahsi kaybetmek * ileri sürülen, savunulan görüşün yanlışolduğu ortaya çıkmak.
    bahsi kazanmak * ileri sürülen, savunulan görüşün doğru olduğu belli olmak.
    bahsi tazelemek * konuşmayıaynıkonu üzerine getirmek.
    bahşetme * Bahşetmek işi.
    bahşetmek * Bağışlamak, sunmak.
    bahşiş * Bir hizmet görene hakkından ayrı olarak verilen para.
    bahşiş(veya beleş) atın dişine bakılmaz * para verilmeden sağlanan bir şeyin ufak tefek kusurlarınıhoşgörmelidir.
    baht * Olacakların, kaçınılmaz olduğunu belirleyen ilâhî iradenin insan için veya bir toplum için çizdiği hayat tarzı,
    kader, talih.
    * Şans, mutluluk.
    baht işi * Talihe bırakılmış, talihe bağlı iş.
    bahtıaçık * Talihli.
    bahtıaçık olmak * bir konuda şansıyaver gitmek, talih yüzüne gülmek.
    bahtıaçılmak * talihi dönüp uygun duruma veya arzulanan sonuca gelmek.
    bahtı bağlı olmak * talihi kapalı olmak.
    * (kızlar için) evlenecek istekli çıkmamak.
    bahtıkapanmak * talihsizliğe uğramak, istenen sonuca ulaşmamak.
    bahtıkara * Mutsuz, talihsiz.
    bahtıkara olmak * sürekli olarak talihi yaver gitmemek, mutsuz olmak.
    bahtına küsmek * talihsizliğinden yakınmak.
    bahtiyar * Bahtı olan, bahtlı, talihli, mutlu.
    bahtiyarlık * Bahtlı olma durumu, mutluluk.
    bahtlı * Bahtı iyi olan, mutlu, talihli.
    bahtsız * Bahtıkötü olan, mutsuz, talihsiz.
    bahtsızlık * Bahtsız olma durumu, mutsuzluk.
    bahusus * Hele, özellikle, üstelik.
    bak bak! * şaşma bildirir.
    bak! * işte.
    * şaşma anlatır.
    * küçümseme bildirir.
    bakaç * Dürbün.
    bakakalma * Bakakalmak işi veya durumu.
    bakakalmak * Şaşkınlığa uğrayıp ne yapacağını bilmez durumda kalmak.
    bakalım (veya bakayım) * içinde yer aldığıcümlenin güvensizlik, kuşku, merak, uyarma gibi anlamlarınıpekiştirir.
    bakalit * Formaldehit ile bir fenolün yoğunlaşmasısonucu elde edilen yapay reçine.
    bakalitli * Bakalit bulunduran, bakalit kaplamalı.
    bakalorya * (eskiden üniversite ve yüksek okullara girebilmek için lise öğreniminden sonra verilen) Olgunluk sınavı.
    bakam * Baklagillerden, odunundan kırmızı boya çıkarılan bir ağaç, bakkam (Haematoxylon campechianum).
    bakan * Bakmak işini yapan (kimse).
    * Hükûmet işlerinden birini yönetmek için, genellikle milletvekilleri arasından, baş bakan tarafından seçilerek
    cumhurbaşkanınca onaylandıktan sonra iş başına getirilen yetkili, vekil, nazır.
    bakanak * Gevişgetiren hayvanların ayaklarının arkasındaki körelmiştırnak, kemik çıkıntısı.
    bakanlar kurulu * Baş bakan ve bakanlardan oluşan kurul, hükûmet.
    bakanlık * Bakan olanın durumu ve görevi, vekillik.
    * Bakanın yönetimi altındaki kuruluşların bütünü veya bu kuruluşların bulunduğu yer, nezaret, vekâlet.
    bakar * Öküz, sığır.
    bakar kör * Gözleri sağlam göründüğü hâlde göremeyen.
    * Çok dikkatsiz (kimse).
    bakar mısınız? * seslenme ünlemi.
    bakara * İskambil kâğıdı ile oynanan bir kumar.
    bakarak * göre.
    bakarsın * olur ki.
    bakaya * Kalıntılar.
    * Askerlik çağına girenlerden son yoklamada bulunarak askere alınmışolduklarıhâlde çağrıldıklarında
    gelmeyen veya gelip de kıtalarına gitmeden toplandıklarıyerlerden veya yollardan savuşanlar.
    * Ait olduğu yıl içinde toplanamayıp ertesi yıla kalan vergiler.
    bakı * Özellikle dağlık yörelerde bir yamacın güneş ışınlarına, güneye veya kuzeye karşıkonumunu belirleyen,
    bunun sonucu olarak da doğal şartlarınıtespit eden durumu.
    * Fal.
    bakıcı * Bakmak işiyle görevlendirilen kimse.
    * Bir şeyi satın almayıdüşünmeden yalnızca bakarak ilgilenen (kimse).
    * Falcı.
    bakıcılık * Bakmak işi.
    * Falcılık.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 2

    babasına rahmet okumak * hakkında iyilik düşünmemek.
    babasının (veya babalarının) çiftliği * bir malıveya kuruluşu yalnızca kendi çıkarlarına araç yapmak.
    babasının hayrına * hiçbir çıkar gözetmeksizin.
    babasının oğlu * her yönüyle babasına benzeyen erkek çocuk.
    babasız * Babasıölmüşçocuk, yetim.
    babayani * Gösterişi ve özentisi olmayan.
    babayanilik * Babayani olma durumu.
    babayiğit * Güçlü kuvvetli.
    * Mert, korkusuz adam, kabadayı.
    * Bir girişimde kendine güvenebilecek durumda olan.
    babayiğitlik * Babayiğit olma durumu, babayiğitçe davranış, kabadayılık.
    Babıâli * Osmanlı imparatorluğu döneminde İstanbul’da sadaret (Baş bakanlık), dahiliye ve hariciye nezaretleri (İç
    işleri ve Dışişleri bakanlıkları) ile ŞûrayıDevlet (Danıştay) dairelerinin bulunduğu yapı.
    * İstanbul’da bu çevredeki basın.
    * Osmanlıhükûmeti.
    babında * Konusunda.
    babından * Bkz. babında.
    Babî * “Bâb’a ait” Babîlik yanlısı.
    Babîlik * XIX. yüzyılda, İran’da Ali Muhammed Bab’ın kurduğu dinî öğreti.
    baca * Dumanı ocaktan çekip havaya vermeye yarayan maden veya kâgir yol.
    * Su yolu, lâğım, maden ocağı gibi yer altıyapılarının hava deliği.
    baca başı * Ocağın üstündeki taşraf.
    baca kulağı * Ocağın iki yanında taştan yapılmışufak raf.
    baca tomruğu * Bacanın damdan yukarı bölümü.
    bacak * Vücudun kasıktan tabana kadar olan bölümü.
    * Hayvanlarda yürümeye veya atlamaya yarayan organ.
    * Bazışeylerin yerden yüksekçe durmasınısağlayan dayak, destek veya bunlardan her biri, ayak.
    * Oyun kâğıtlarında, oğlan, vale.
    bacak bacak üstüne atmak * otururken bir bacağınıötekinin üstüne koyarak oturmak.
    bacak kadar * ufacık.
    bacak kadar boyu var, türlü türlü huyu var * daha küçük, ama değişik, herkesten farklıalışkanlıklar, huylar edinmiş.
    bacak kalemi * Kaval kemiği.
    bacakkıran * Nemli bölgelerde yetişen yeşilimsi sarıçiçekli bir bitki (Narthecium).
    bacaklarıkopmak * çok yorulmak.
    bacaklarıtutmamak * ayaklarının üzerine basıp yürüyemeyecek duruma gelmek.
    bacaklı * Bacağı olan.
    * Bacaklarıuzun olan, uzun boylu.
    * Felemenk altınına verilen ad.
    bacaklıyazı * İri ve okunaklıyazı.
    bacaklık * Özellikle hokey oyuncularının giydikleri deriden yapılmışkoruyucu.
    bacaksız * Bacağı olmayan.
    * Bacaklarıkısa olan, kısa boylu, bodur.
    * Yaşından büyük işlere kalkışan çocuklar için söylenir.
    bacanak * Karılarıkardeşolan erkeklerden her biri.
    * Dost, arkadaş.
    bacanaklık * Bacanak olma durumu.
    bacasıtütmek * (aile için) yaşamasısürüp gitmek.
    bacasıtütmez olmak * (aile için) dağılmak veya işi bozulmak.
    bacı * Büyük kız kardeş, abla.
    * Kız kardeş.
    * Bir evde uzun zaman çalışmışyaşlıkadınlara (daha çok yaşlızenci kadınlara) verilen unvan.
    * Tarikat şeyhlerinin karısı.
    baç * Osmanlıİmparatorluğunda gümrük vergisi.
    * Zorla alınan para, haraç.
    -baç * Fiilden isim türeten -maç/-meç ekinin türü.
    baççı * Baç alan kimse.
    baççılık * Baç alma işi veya görevi.
    bad * Yel, rüzgâr.
    badana * Duvarları boyamak için kullanılan sulandırılmışkireç veya boya.
    badana etmek (veya vurmak) * badanalamak, badana yapmak.
    badanacı * Geçimini badana yapmakla kazanan kimse.
    badanacılık * Badanacının yaptığı iş.
    badanalama * Badanalamak işi.
    badanalamak * Duvarları boyamak için sulandırılmışkireç veya plâstik boya sürmek.
    badanalanma * Badanalanmak işi.
    badanalanmak * Badana yapılmak.
    badanalatma * Badanalatmak işi.
    badanalatmak * Badanalamak işini yaptırmak.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 3

    badanalı * Badana edilmişolan.
    * Yüzüne çok pudra ve boya sürmüşolan (kadın).
    badanasız * Badana edilmemiş.
    * Badanası bozulmuş.
    badas * Harman kaldırıldıktan sonra yerde kalan toprak, çöp ve samanla karışık tahıl taneleri, harman döküntüsü.
    badat * Birleşikgillerden, şekeri çok, bir tür yer elması.
    bade * Şarap, içki.
    badehu * Ondan sonra.
    badeli * Aşk badesi içmişkimse.
    badeli âşık * Düşünde bir pirin elinden aşk badesi içerek saz çalıp söyleyen halk şairi.
    badem * Gülgillerden, yurdumuzun her yerinde yetişen ağaç (Amygdalus communis).
    * Bu ağacın yaşveya kuru yenilen yemişi.
    badem ağacı * Gülgillerden ilkbaharda beyaz ve pembe renkli çiçekler açan yüksekçe bir bitki, badem (Amygdalus
    communis ve Prunus amygdalus).
    badem bıyık * Badem içi biçiminde üst dudağın her iki yanında yer alan bıyık.
    badem ezmesi * Ezilmiş bademle yapılan şekerleme.
    badem gibi * (salatalık için) taze ve gevrek.
    badem gözlü * Badem içi biçiminde iri göz.
    badem içi * Bademin dışkabuğu alındıktan sonra kalan içi.
    badem kürk * Tilki postunun yalnız bacak kesiminden yapılan kürk.
    badem parmak * Başparmak.
    badem şekeri * İnce bir şeker tabakasıyla kaplanmışiç badem.
    badem tırnak * Badem biçiminde uzunca tırnak.
    badem yağı * Bademden çıkarılan ve deri, kösele gibi şeyleri yumuşatmak için kullanılan yağ.
    badema * Bundan sonra, bundan böyle.
    bademci * Badem satan kimse.
    bademcik * Boğazın iki yanında birer tane bulunan, badem biçimindeki organ.
    bademli * İçinde badem bulunan yiyecek.
    bademlik * Badem ağaçlarıçok olan yer, badem bahçesi.
    bademsi * Badem biçiminde olan.
    baderna * Halatın aşınabilecek yerine sarılan bez, halat sargısı.
    badıç * Bakla, fasulye, bezelye gibi taze sebzelerde, içinde tohumların sıralanmış bulunduğu kabuk.
    badısaba * Sabah vakti esen ve ruhu okşayan, gönle ferahlık veren hafif rüzgâr.
    badi * Ördek.
    badi badi yürümek (veya gitmek, koşmak) * ördek gibi iki yana sallanarak yürümek (gitmek).
    badik * Ördek; palaz.
    * Kısa boylu.
    badikleme * Badiklemek işi.
    badiklemek * Ördek gibi iki yana sallana sallana yürümek.
    badikleşme * Badikleşmek durumu.
    badikleşmek * Ördek gibi sağa sol yalpa vurarak yürüme eğilimi göstermek.
    badire * Birdenbire ortaya çıkan tehlikeli durum.
    badiye * Çöl.
    badminton * Tenise benzeyen ve bir tür tüylü topla oynanan oyun.
    badya * Ağzı geniş, yayvan, büyükçe su kabı.
    bagaj * Yolcu yükü.
    * Tren, vapur gibi taşıtlarda yolcuların yüklerinin konulduğu yer.
    * Otomobillerin yük konulabilen, genellikle arkada olan bölümleri.
    bagaj kapağı * Otomobillerde içine yük konulabilen bagajlarıkapatmaya veya kilitlemeye yarayan bölüm.
    bagaj kilidi * Bagaj kapağınıkilitlemeye yarayan alet.
    bagaj memuru * Toplu taşım yerlerinde ve araçlarında bagaj işlerini yürütmekle görevli kimse.
    baget * İnce, kısa değnek.
    * Tıraşlanmış, dikdörtgen biçiminde değerli taş.
    * Düşük gramajlıküçük boy ekmek.
    bagetli * Bageti olan.
    bağ * Bir şeyi başka bir şeye veya birçok şeyi topluca birbirine tutturmak için kullanılan ip, sicim, şerit, tel gibi
    düğümlenebilir nesne.
    * Sargı.
    * Bağlam, deste, demet.
    * İlgi, ilişki, rabıta.
    * Kemikleri birbirine bağlamaya, iç organlarıyerinde tutmaya yarayan lif demeti.
    bağ * Üzüm kütüklerinin dikili bulunduğu toprak parçası.
    * Meyve bahçesi.
    bağbahçe * Bahçe gibi taşınmaz mal.
    bağbıçağı * Bağve bahçelerde yetişen meyve fidanlarını, bitki ve özellikle üzüm kütüklerini budamaya yarayan kesici
    alet.