dokunma duyusu | * Deri üzerine yapılan değme, vurma, bastırma, çekme gibi etkileri alan duyu. |
dokunmabana | * Kanser. |
dokunmak | * Nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık gibi türlü niteliklerini derinin altındaki sinir uçları aracılığıyla duymak, değmek, el sürmek, temas etmek. * Karıştırmak. * Almak, kullanmak, el sürmek. * Sağlığını bozmak. * Tedirgin etmek, sataşmak. * (iyilik, kötülük gibi kavramlarda) Olmak. * (insan için) İçine işlemek, duygulandırmak, etkilemek, koymak, batmak. * İlişkin, ilgili olmak, değinmek. * Hafifçe değmek. * Onur, anlayışvb. ile uyuşmaz bir durum ortaya çıkmak. |
dokunmak | * Dokumak işi yapılmak. |
dokunmatik | * Dokunma ile çalışan makine. |
dokunsal | * Dokunum ile ilgili olan. |
dokunulma | * Dokunulmak işi. |
dokunulmak | * Dokunmak işine konu olmak. |
dokunulmaz | * İlişilmez, el sürülmez, taarruzdan korunmuş. * Hiçbir biçimde eleştirilemez. |
dokunulmazlığınıkaldırmak | * ilişilmez olma durumunu, masuniyetini saymamak. |
dokunulmazlık | * Dokunulmaz, ilişilmez, karışılmaz olma durumu, masuniyet. * Anayasa veya uluslar arası gelenekler gereğince, kişilere tanınan ilişmez olma durumu veya ayrıcalık. |
dokunum | * Çevremizdeki nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık gibi niteliklerini derimiz aracılığıyla bildiren duyarlık yeteneği, lâmise. |
dokunuş | * Dokunmak (I) işi veya biçimi, temas. |
dokunuş | * Dokunmak (II) işi veya biçimi. * Dokunma ipliklerinin çaprazlama biçimi. |
dokurcuk | * Desenli veya yollu dokunmuşyün kumaş. |
dokurcun | * Ot veya ekin yığını, tokurcun. * Dokuztaşoyunu. * Çizgili şayak kumaş. |
dokutma | * Dokutmak işi. |
dokutmak | * Dokumak işini yaptırmak. |
dokuyucu | * Dokumacı. |
dokuyuş | * Dokumak işi veya biçimi. |
dokuz | * Sekizden sonra gelen sayının adıve bu sayıyı gösteren rakam, 9, IX. * Sekizden bir artık olan. |
dokuz ayın çarşambası bir araya gelmek | * birçok iş birden ortaya çıkıp sıkışık bir durum yaratmak. |
dokuz babalı | * Babası belli olmayan birçok erkekle düşüp kalkan bir anadan doğma. |
dokuz canlı | * Çok sağlam, kolay kolay ölmeyen. |
dokuz doğurmak | * merakla, heyecanla, sabırsızlıkla beklemek. |
dokuz körün bir değneği | * birçok kimsenin tek yardımcısı, tek dayanağı. |
dokuz köyden kovulmuş | * geçimsizliği veya başka davranışlarıyüzünden birçok yerden atılmış. |
dokuz yorgan eskitmek (veya paralamak) | * çok uzun yaşamak. |
dokuzaltmış beş | * Bkz. dokuzaltmış beşlik. |
dokuzaltmış beşlik | * Bir tabanca türü. |
dokuzar | * Dokuz sayısının üleştirme biçimi, her birine dokuz, her defasında dokuzu bir arada olan. |
dokuzgen | * Dokuz kenarı olan çokgen. |
dokuzlu | * Dokuz parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden dokuz tane bulunan. * Üzerinde dokuz işareti bulunan iskambil kâğıdı. |
dokuztaş | * Dokuz taşla oynanan ve taşların yerleri ile yürütme yollarıçizgilerle gösterilen oyun, dokurcun. |
dokuzuncu | * Dokuz sayısının sıra sıfatı, sırada sekizinciden sonra gelen. |
doküman | * Belge, vesika. |
dokümantasyon | * Belgeleme, bir çalışma için gerekli belgeleri arama ve sağlama, belgelere dayandırma. |
dokümanter | * Belgesel. |
dolaba girmek (veya gelmek) | * aldatılmak, oyuna gelmek. |
dolabı bozulmak | * kurduğu işdüzeni bozulmak. |
dolak | * Tozluk yerine bacaklara ayak bileğinden dize kadar dolanan ensiz ve uzun kumaşparçası. * Başörtüsü, yazma. * Boyun atkısı. |
dolaksız | * Dolağı olmayan, büzgüsü bulunmayan. |
dolam | * Dolamak işinin her defası. * Bir kez dolanacak miktar. |
dolama | * Dolamak işi. * Tırnak yöresindeki yumuşak bölümlerin, bazen de kemiğin iltihaplanmasından ileri gelen ağrılışiş. * Giysilerin üstüne giyilen, önü açık bir tür üstlük. * Başa sarılan bir çeşit örtü, poşu, sarık. * Çeşitli eserlerdeki barok ve rokoko üslûbunda iç içe süsleme motifi. |
dolama otu | * Dolama otugillerden, çiçekleri küçük, yeşil veya beyaz bir bitki (Paronychia serpilifolia). |
dolama otugiller | * İki çeneklilerden, örnek bitkisi dolama otu olan ve içine kasık otunu da alan karanfilgillerin alt familyası. |
dolamak | * İplik, şerit, tel gibi nesneleri bir şeyin üzerine döndürerek sarmak. * Sarmak, kavuşturmak. |
dolambaç | * Dolanarak giden, dönerek uzanan yolun kıvrıntısı. * İç kulak. * Başlık. |
dolambaçlı | * Dolambacı olan. * İçinden zor çıkılır, çapraşık. |
dolambaçsız | * Dolambacı olmayan. * Açık, doğrudan doğruya olan. |
Kategori: D
D Harfi Başlayan Türkçe Kelimeler ve Anlamları
-
Türkçe Sözlük D Sayfa 63
-
Türkçe Sözlük D Sayfa 64
dolamık * Bir tür ağ, bir tür avcıtuzağı. dolan * 343 yalan dolan. dolan taşı * Mineralleri gözle görülebilen, benekli ve yeşilimtırak renkli gabro ile bazalt arasıpüskürük kütle. dolandırıcı * Birini aldatarak mal veya parasınıalan (kimse). dolandırıcılık * Dolandırıcı olma durumu veya dolandırıcıya yakışır iş. dolandırılış * Dolandırılmak işi veya biçimi. dolandırılma * Dolandırmak işine konu olmak. dolandırılmak * Dolandırmak işine konu olmak. dolandırış * Dolandırmak işi veya biçimi. dolandırma * Dolandırmak işi. dolandırmak * Birini aldatarak parasınıveya malınıelinden almak.
* Dolaştırmak.dolanıdolanı * Dolanarak, gezerek. dolanım * Tedavül, sirkülâsyon. dolanış * Dolanmak işi veya biçimi. dolanlı iflâs * Hileli iflâs. dolanma * Dolanmak işi. dolanmak * Bir şeyin çevresine sarılmak.
* Bir şeyin çevresinde dönmek, gezmek.
* Karışmak, dolaşmak.
* Gelişigüzel gezmek.dolantı * Gezip dolaşılan yer, alan. dolap * Genellikle tahtadan yapılmış, bölme veya çekmelerine eşya konulan, kapaklımobilya.
* Dönerek çalışan ve özellikle su çeken düzen.
* Bkz. dönme dolap.
* Düzen, hile, manevra.
* (İstanbul bedesteninde) Dükkân.dolap beygiri * Kuyudan su çekip bahçe ve bostanlarısulamaya yarayan çarklı düzeni işleten, döndüren at, eşek veya katır. dolap beygiri gibi dönüp durmak (veya dolaşmak) * dar bir çevrede hiç değişmeyen yorucu bir işi yapmak. dolap çevirmek (veya döndürmek) * hile ve dalavere ile işyapmak. dolapçı * Dolap yapan veya satan kimse.
* Dolap işleten kimse.
* Hileci, düzenci.dolar * Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada gibi devletlerin para birimi. dolaş * Bkz. sarmaşdolaş. dolaşık * (saç, ip vb. için) Karışık.
* Dolaşarak giden (yol).
* Kolay çözülmeyecek veya içinden çıkılmayacak derecede karışık.
* Amacıdoğrudan doğruya değil de, dolayısıyla sezdiren.dolaşıklık * Dolaşık olma durumu. dolaşıksız * Dolaşık olmayan. dolaşılma * Dolaşılmak işi. dolaşılmak * Gezilmek. dolaşım * Dolaşmak işi.
* Kalbin sürekli olarak kasılıp gevşemesiyle kan ve lenfin damarlar içinde durmadan yer değiştirmesi,
deveran.dolaşma * Dolaşmak işi. dolaşmak * Gezmek, gezinmek.
* Doğru gitmeyip yolu uzatmak veya (yol) uzamak.
* Dönüp başka bir yönden gelmek.
* (kan için) Akmak.
* Saç, iplik vb. şeyler birbirine karışarak güç çözülür duruma gelmek.
* Çok kimse tarafından söylenmek.
* Bir yeri belli bir amaçla gezmek.
* Denetlemek amacıyla bir yeri gezmek.
* (nefes, el için) Bir şey üzerinde hafifçe hareket etmek.
* Gezinmek.
* Belirmek.dolaştırılma * Dolaştırılmak işi. dolaştırılmak * Dolaştırmak işine konu olmak. dolaştırma * Dolaştırmak işi. dolaştırmak * Dolaşmak işini yaptırmak. dolay * Bir yeri saran başka yerlerin bütünü, çevre, havali, etraf. dolay kutupsal * Kutup yakınında olan.
* Herhangi bir yere göre 24 saat içinde çizdiği çember ufkun üstünde kalıp kendisi hiç batmayan (yıldız).dolayı * Dolay, çevre.
* Ötürü, yüzünden, sebebiyle.dolayıdolayı * Dolaşarak, dönerek. dolayısıyla * Bağlı olarak doğrudan doğruya olmayarak.
* Sebebiyle, yüzünden, … -dan (-den) ötürü.dolaylama * Süslü, sanatlıedebî söz: Atatürk yerine Büyük Kurtarıcıveya Türkiye’nin kalbi Ankara demek gibi. dolaylı * Doğrudan doğruya olmayan, dolayısıyla olan, vasıtalı, bilvasıta. dolaylıanlatmak * anıştırmak, ima etmek. dolaylıözne * Bkz. sözde özne. dolaylıtümleç * Fiilin anlamını bütünleyen ve yönelme, kalma, çıkma durumlarından birinde bulunan veya edat alan
tümleç.dolaylıvergi * Yükümlüsü önceden bilinmeyen, malısatın alanıyükümlendiren, tüketiciden alınan vergi. dolaysız * Doğrudan doğruya olan, araya herhangi bir araç girmeden, vasıtasız, bilâvasıta. dolaysız vergi * Yükümlüsü önceden bilinenden doğrudan doğruya alınan vergi. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 65
doldurma * Doldurmak işi.
* Bkz. yükleme.
* Gereksiz sözler ve benzetmelerle dolu anlatım.doldurmak * Dolmasını sağlamak, dolu duruma getirmek.
* (ateşli silâhlar için) İçine mermi sürmek.
* Bildirge, çizelge, fişgibi basılıkâğıtların boşyerlerini tamamlamak.
* Yaşını, yılını bitirmek.
* Birini başkası için kötü düşünecek bir duruma getirmek.
* (ses, koku için) Yayılıp kaplamak.
* Belirli bir süreyi kaplamak, almak.
* Canlandırmak.doldurtma * Doldurtmak işi. doldurtmak * Doldurmak işini yaptırmak. doldurulma * Doldurulmak işi. doldurulmak * Dolu bir duruma getirilmek.
* (biri) Başkası için kötü düşünecek bir duruma getirilmek.dolduruş * Doldurmak işi veya biçimi. dolduruşa getirmek * (birini) önceden hazırlamak, kötü düşünecek hâle sokmak. dolgu * Bir oyuğun, bir kovuğun içine doldurulan madde.
* Cevher alınmasından sonra oluşan boşlukların doldurulma işleminde kullanılan taş, toprak ve benzeri
malzeme.
* Toprak doldurma işlemi; bu işlemin sonucu.dolgu yapmak * doldurmak.
* çürük dişleri temizleyip oyuğu, uygun bir madde ile doldurmak.dolgulu * İçinde dolgu maddesi olan, doldurulmuş. dolgun * Dolarak biçimi yuvarlaklaşmış.
* Şişmana yakın, balık etinde.
* (para için) Çok.
* Öfke, kızgınlık, kırgınlık gibi duygularla dolu.
* Birbirine uyan, uyum gösteren.dolgun maaş * Dolgun ücret. dolgun ücret * Yüksek ve tatmin edici ücret. dolgunca * Biraz şişman.
* Fazlaca, çokça, bol.dolgunlaşma * Dolgunlaşmak işi. dolgunlaşmak * Dolgun duruma gelmek. dolgunluk * Dolgun olma durumu. dolikosefal * Uzun kafalı. dolma * Dolmak işi.
* Bazısebze ve tavuk, kuzu gibi hayvanların içine pirinç ve başka şeyler doldurularak pişirilen yemek.
* Doldurularak yapılan.
* Yalan, hile, dalavere.dolma biber * Dolma yapmaya uygun, büyük biber türü. dolma kalem * İçine mürekkep doldurularak kullanılan yazıkalemi. dolma otu * Dolma otugillerden, çiçekleri küçük, yeşil veya beyaz bir bitki (Paronychia serpilifolia). dolma otugiller * İki çeneklilerden, örnek bitkisi dolma otu olan ve içine kasık otunu da alan karafilgillerin alt familyası. dolma yutmak * kanıp aldanmak. dolmak * (bitkilerde) Olgunlaşmak, erginleşmek.
* Bir yere iyice yayılmak, kaplamak.
* Bir yerde pek çok kimse toplanmak, kalabalık duruma gelmek.
* (süre, hesap) Tamamlanmak.
* Sabrıtükenip öfkesi taşacak duruma gelmek.dolmalık * Dolma yapmaya yarar. dolmen * İkisi dikili, üçüncüsü de bunların üzerine kapak gibi yatırılmışüç büyük taştan oluşturulmuştaşdevri
mezarı.dolmuş * Boşyeri kalmamış, meş bu.
* Teker teker yolcu alıp dolunca yola çıkan kayık, motor, otomobil gibi küçük taşıt.dolmuşdurağı * Dolmuşların yolcu indirip bindirdiği yer. dolmuşuçak * Belirli merkezler arasında bir tarifeye bağlı olmaksızın düzenlenen ucuz uçak seferi, çartır. dolmuşyapmak * teker teker yolcu alıp dolunca yola çıkan taşıtla yolcu taşımak.
* birkaç kişi ortaklaşa bir taşıt tutmak.dolmuşçu * Dolmuşişleten kimse. dolmuşçuluk * Dolmuşçunun işi veya mesleği. dolomit * Kalsiyum ve magnezyumlu karbonat birleşiminde bir mineral. dolu * Havada su buğusunun birden yoğunlaşıp katılaşmasından oluşan, türlü irilikte, yuvarlak veya düzensiz
biçimli saydam buz parçalarıdurumunda yere hızla düşen bir yağıştürü.dolu * İçi boşolmayan, dolmuş, meş bu, boşkarşıtı.
* Bir yerde sayıca çok.
* Boşyeri yok, her yeri tutulmuş.
* Boşvakit olmayan, meşgul.
* (iş, uğraş, olay vb. için) Çok olan.
* (top, tüfek gibi ateşli silâhlar için) İçinde atılacak mermisi bulunan.
* İçki doldurulmuş bardak.
* Bir duygunun güçlü etkisinde olan.
* (tornacılıkta) Delik açılmamış, (gereç).dolu dizgin * (süvari ve at arabası için) Son hızla.
* Önüne geçilemeyecek biçimde; çok olarak.dolu dizgin gitmek * son hızla koşmak.
* önüne geçilemeyecek biçimde olmak.dolu serpme * Zımpara üretiminde tanecikler arasında belirli boşluklar kalmayacak biçimde düzenlenen tane yapıştırma
işlemi.dolu yağmak * dolu yere düşmek. dolukma * Dolukmak işi. dolukmak * Göz yaşarmak, ağlayacak duruma gelmek. doluluk * Dolu olma durumu. dolum * Doldurma işi. dolunay * Ayın tam bir daire olarak dolgun, parlak görüldüğü evre, bedir. dolup taşmak * gereğinden çok olmak, gereğinden çok kaplamak. dolusu * Doldurulacak miktar. doluş * Dolmak işi veya biçimi. doluşma * Doluşmak işi. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 66
doluşmak * Bir yerde toplanmak, bir araya gelmek. doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı * içinden çıkılmayan güç bir durum karşısında söylenir. domalan * Asklımantarlardan, toprak içinde yumru biçiminde yetişen, yenilebilen bir bitki, yer mantarı, keme (Tuber
melanosporum).domalış * Domalmak işi veya biçimi. domalma * Domalmak işi veya durumu. domalmak * Dizler bükük, başileride, çömelmiş bir durum almak. domaltma * Domaltmak işi veya durumu. domaltmak * Domalmasını sağlamak. domates * Patlıcangillerden, yapraklarıtüylü, çiçekleri salkım durumunda, vitamince zengin, kırmızıürünü için
yetiştirilen bir bitki (Lycopersion esculentum).
* Bu bitkinin yenilen ürünü.domates çorbası * Ana maddesi domates suyu olan çorba. domates salçası * Yemeklere tat ve lezzet vermek için domatesten yapılan salça. dombay * Manda, su sığırı. domdom kurşunu * Vahşî hayvanlarıöldürmek için kullanılan tüfek kurşunu, dumdum. domestik * Evcil.
* İç, ülke içi.dominant * Hâkim, başta gelen, egemen, başat. domino * Üzerleri noktalarla işaretli dikdörtgen biçiminde 28 taşla masa üzerinde oynanan bir oyun.
* Maskeli balolarda giyilen kukuletalıuzun giysi.dominyon * İngiliz uluslar topluluğuna üye olan bağımsız ülkelere verilen ad. domur * Kabarcık.
* Tomurcuk.domur domur * Boncuk gibi iri taneler durumunda.
* Kabarık kabarık.domuz * Çift parmaklılardan eti ve yağı için beslenen evcil hayvan (Susacrofa domestica).
* Hain, aksi, ters, inatçı.domuz arabası * Ağır yükleri yakın yerlere taşımak için kullanılan, ufak tekerlekli, üstü düz, alçak araba. domuz ayrık otu * Buğdaygillerden, tarıma zararlı bir bitki (Cynodon dactylon). domuz balığı * Yunus balığı gillerden bir memeli türü (Phocaena communis). domuz damı * Maden kuyularında, çökme tehlikesi olan yerlerde her yanıdireklerle örülen boşluk. domuz dikeni * Yapraklarısapsız ve dikenli, çiçekleri etli otsu bir bitki. domuz gibi * kötü huylu ve hain.
* adamakıllı, iyice.domuz gibi yemek (veya tıkınmak) * oburcasına çok yemek. domuz otu * Kumsallarda ve kayalıklarda yetişen sarıçiçekli ot. domuz yağı * Domuzdan çıkarılan yağ. domuzayağı * Tüfek namlusundan sıkıyıçıkarmaya yarar çengelli çubuk. domuzdan (bir) kıl çekmek (veya koparmak) * sevilmeyen veya eli sıkı olan birinden bir şey alabilmek. domuzgiller * Çift parmaklılar takımının, gevişgetirmeyenler alt takımına giren bir familya. domuzlan * Kın kanatlılardan bir böcek (Brachynus crepitans). domuzlaşma * Domuzlaşmak işi. domuzlaşmak * Hainlik etmek, aksilik etmek. domuzluk * Hainlik, haincesine inatçılık.
* Su değirmeninde çarkın bulunduğu ve döndüğü yer.domuzluk etmek * hainlik etmek, haince davranmak, inatçılık etmek. domuztırnağı * Palanganın takılması için kullanılan, bir yanıçatal biçiminde çift tırnaklı, öbür yanıhalkalıdemir kanca. domuzuna * İnat olsun diye, inadına.
* İyiden iyiye, adamakıllı, çok.don * Giysi.
* Vücudun belden aşağısına giyilen uzun veya kısa iç giysisi, külot.
* At tüyünün rengi.don * Hava sıcaklığının sıfırdan aşağıdüşmesiyle suların buz tutması. don çözülmek * hava ısınarak buzlar erimeye başlamak. don gömlek * Üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuşdurumda. don kesmek * (bitki) soğuktan bozulmak, donmak. don tutmak * buz tutmak, donmak. don yağı * Bayağısıcaklıkta katıdurumda bulunan ve iç yağlarının eritilmesiyle elde edilen hayvansal yağ.
* Soğuk ve sevimsiz kimse.don yağı gibi * konuşmayan, hareketsiz kimseler için söylenir. dona çekmek * hava, sularıdonduracak kadar soğumak. donakalma * Donakalmak durumu. donakalmak * Şaşırıp bir süre ne yapacağını, ne diyeceğini bilememek. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 61
doğruca * Doğruya yakın.
* Hiçbir yöne sapmadan; dolaylı olmayarak, dolaşmayarak.doğrucu * Her şeyin doğrusunu söylemeyi huy edinmişolan (kimse). doğrucu davut * her şeyin doğrusunu yapmayıveya söylemeyi huy edinmişkimseler için kullanılır. doğruculuk * Doğrucu olma durumu.
* Bir insanın söz ve hareketleriyle kanaat ve inançlarının, düşünüşünün uyuşması.doğrudan * Aracısız. doğrudan doğruya * Dolaysız, araçsız, araya başka bir şey girmeden, resen. doğrulama * Doğrulamak işi, teyit, tasdik.
* Bir var sayımın doğruluğunu denetlemek için, deney ve mantıkî tanıtlama yoluyla yapılan işlemlerin
bütünü.doğrulamak * Bir şeyin doğru olduğunu ortaya koymak, desteklemek, teyit etmek, tasdik etmek.
* Bir önermenin doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemek amacıyla olayları inceleyip araştırmak.doğrulanma * Doğrulanmak işi. doğrulanmak * Doğrulamak işine konu olmak veya doğrulamak işi yapılmak. doğrulma * Doğrulmak işi. doğrulmak * Eğik veya eğri bir şey, düz bir duruma gelmek.
* (oturan veya yatan bir kimse için) Toparlanmak, dik bir duruma gelmek.
* (para için) Sağlanmak, kazanılmak.
* Yönelmek.
* Yeniden güçlenmek, kalkınmak.doğrultma * Doğrultmak işi. doğrultmaç * İki yönlü bir dalgalıakımı, bir yönlü doğru akıma çevirmeye yarayan aygıt, redresör. doğrultmak * Doğrulmasını sağlamak, doğru duruma getirmek.
* Düzeltmek.
* Yöneltmek.
* Yön bulmak.
* (para için) Sağlamak, kazanmak.doğrultman * Bir nokta veya bir çizginin hareketine az veya çok yön vererek bu hareketi yöneten şey.
* Çizgi oluşturan noktanın veya yüzey oluşturan çizginin yönelmesi gereken doğrultuyu gösteren çizgi veya
düzlem.doğrultu * Yön, istikamet.
* Tutulan, izlenen yol.
* Paralel olmayan iki sonsuz doğruyu birbirinden ayırt ettiren durum veya belli bir sonsuz doğrunun
belirttiği tek yol, istikamet.doğrulu * Bir doğru boyunca, olan, müstakim. doğruluk * Doğru olma durumu, doğru olana yakışır davranış, dürüstlük.
* Düşüncenin gerçekle uyuşması; yargıve önermelerin gerçeğe uygun olması.doğrulum * Yönelim, tropizm. doğrusal * Bir doğru ile ilgili olan; bir doğruyu izleyen.
* (bir doğrunun denklemi birinci dereceden olduğu için) Birinci derece ifadelerine, genel olarak verilen sıfat.doğrusu * Gerçeği söylemek gerekirse, gerçek şu ki. doğu * Güneşin doğduğu ana yön, gün doğusu, şark, maşrık.
* Bulunulan yere göre güneşin doğduğu yönde kalan bölge.
* Avrupa’ya göre Asya ve Kuzeydoğu Afrika’nın bir bölümü.
* Bu yönle ilgili, bu yönde olan, şarkî.
* Güneş’in 21 Mart ve 23 Eylülde doğduğu yön.doğu bilimci * Doğu bilimi uzmanı, şarkiyatçı, müsteşrik, oryantalist. doğu bilimi * Avrupa’ya göre doğuda yer alan ulusların dillerini, tarihlerini, kültür ve törelerini inceleyen bilim, şarkiyat,
oryantalizm.Doğu Bloku * Doğu Avrupa ülkelerinin II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturduğu, 1990’lıyıllarda dağılan siyasî blok. doğu kayını * Doğu bölgelerinde yetişen bir tür kayın ağacı. doğu noktası * Güneşçemberi merkezinin 21 Mart ve 23 Eylülde ufkunda doğduğu nokta. Doğu Türkçesi * Hazar Denizi’nin ve Türkmenistan’ın doğusunda kalan Türklerin kullandığıdil. doğulu * Doğu ülkelerinden olan veya doğu uygarlığını benimsemiş(kimse), şarklı. doğululaşma * Doğululaşmak işi. doğululaşmak * Doğu yaşayışını benimsemek. doğululuk * Doğulu olma durumu, şarklılık.
* Doğu ahlâk, görenek ve geleneklerine bağlı olma durumu.doğum * Doğmak fiili, tevellüt, velâdet.
* Bir kimsenin doğduğu yıl.doğum evi * Doğum yapılan sağlık kuruluşu. doğum günü * Bir kimsenin doğduğu gün. doğum ilmühaberi * Çocuk doğunca resmî görevlilerce hazırlanan belge. doğum kontrolü * Doğumların sınırlandırılmasıveya istemeyerek gebe kalmanın önlenmesi için uygulanan yöntemlerin
bütünü.doğum odası * İçinde doğum yapılan hastahane odası. doğum oranı * Bir ülkedeki doğumların sayısal durumu. doğum sancısı * Doğum yaparken duyulan sancı.
* Yeni bir duruma geçilirken çekilen zorluklar.doğum tarihi * Bir kimsenin doğduğu tarih. doğum yapmak * doğurmak. doğum yeri * Bir kimsenin doğduğu köy, ilçe veya şehir. doğumhane * Doğum evi. doğumlu * Belirli bir yılda doğmuş, tevellütlü. doğumsal * Doğumdan, soydan gelen. doğuranlar * Hayvanların yavru doğurma yoluyla üreyen sınıfı. doğurgan * Çok doğuran.
* Çok eser veren, velût.doğurganlaşma * Doğurganlaşmak işi veya durumu. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 60
doğal coğrafya * Fizikî coğrafya. doğal gaz * Yer kabuğunun içinde bulunan, yakıt olarak önem sıralamasında ham petrolden sonra ikinci sırayıalan ve
petrolün bir cinsi olan yanıcı gaz.
* Hidrokarbon rezervuarısahalarında açılan kuyulardan elde edilen, esas itibarıyla metan gazı ile az miktarda
propan, bütan gibi daha ağır moleküllü hidrokarbon gazlarıve eser miktarda su buharı, hidrojen, karbondioksit ve
azot karışımı gaz.
* Konutlarda ve işyerlerinde ısınma, üretim ve enerji amacıyla belli bir merkezden kontrollü olarak bir
şebeke sistemiyle dağıtılan yanıcı gaz.doğal gaz enerjisi * Doğal gazdan elde edilen enerji. doğal sayı * 1, 2, 3, … sayılarından her biri. doğalcı * Doğalcılık yanlısı olan, natüralist. doğalcılık * Gerçeğin doğaya uygun biçimde yansıtılmasınıamaçlayan sanat akımı, natüralizm.
* Gerçeğin yalnız doğa ile açıklanması, natüralizm.doğallaşma * Doğallaşmak işi. doğallaşmak * Doğal duruma gelmek, tabiîleşmek. doğallaştırma * Doğallaştırmak işi. doğallaştırmak * Doğal duruma getirmek, tabiîleştirmek. doğallık * Doğal olma durumu, tabiîlik. doğan * Kartalgillerden, küçük kuş, fare vb. ile beslenen ve alıştırılarak kuşavında kullanılan yırtıcı bir kuş(Falco). doğancı * Avcıdoğan yetiştiren veya doğanla avlanan kimse. doğancılık * Doğancının işi veya mesleği. doğasever * Doğanın kirlenmesine ve tahrip edilmesine karşıçıkan (kimse). doğaüstü * Doğa yasalarına uymayan, doğa yasalarıyla açıklanamayan, tabiatüstü. doğaüstücülük * Doğa yasalarıyla açıklanamayan olayların ve gerçeklerin varlığına inanmak gerektiğini ileri süren öğreti,
sürnatüralizm, tabiatüstücülük.doğduğuna bin pişman * bezgin.
* tembel.doğduğuna pişman etmek * Bkz. anasından doğduğuna pişman etmek. doğduğuna pişman olmak * aşırıüzülmek, olağanüstü sıkıntıda olmak, eziyete uğramak. doğdurma * Doğdurmak işi. doğdurmak * (Güneş, Ay, yıldız için) Doğmasını sağlamak.
* Doğuncaya kadar beklemek.doğma * Doğmak durumu.
* Doğmuş.
* Dünyaya gelme.doğma büyüme * Herhangi bir yerde doğup yetişmiş.
* Başlangıçtan beri.doğmaca * İçten geldiği gibi, irticalen, doğaçlama. doğmak * Dünyaya gelmek.
* (Güneş, Ay, yıldız) Ufuktan yükselerek görünmek.
* Ortaya çıkmak, sonucu olmak.
* (düşünce, hayal gibi şeyler için) Zihinde birdenbire oluşmak.doğram * Doğrama sonucu ortaya çıkan parça. doğram doğram * Paramparça, darmadağın. doğrama * Doğramak işi.
* Bir yapının kapı, pencere, dolap, raf gibi ağaç, metal veya plâstik bölmeleri.doğramacı * Ahşap doğrama yapan kimse. doğramacılık * Doğramacı olma durumu veya doğramacının sanatı. doğramak * Keserek parçalamak. doğranma * Doğranmak işi. doğranmak * Kesilmek, parça parça edilmek.
* Kesilir gibi ağrımak.doğratma * Doğratmak işi. doğratmak * Doğramak işini yaptırmak. doğrayış * Doğramak işi veya biçimi. doğru * Bir ucundan öbür ucuna kadar yönü değişmeyen, eğri ve çarpık karşıtı.
* Gerçek, yalan olmayan.
* Akla, mantığa uygun.
* Yasa, yöntem ve ahlâka bağlı, dürüst, namuslu.
* Gerçeğe veya kurala uygun.
* Gerçek, hakikat.
* İki nokta arasındaki en kısa çizgi.
* Yanlışsız, eksiksiz.
* Hiçbir yöne sapmadan, dosdoğru, doğruca.
* Karşıyönünce.
* (zaman anlatan kelimelerden sonra) Yakın, yakınlarında.doğru açı * 180 derecelik açı. doğru akım * İletken bir devre üzerinde yön değiştirmeyen sürekli elektrik akımı. doğru bulmak * uygun görmek, onamak. doğru çıkmak * gerçek olduğu anlaşılmak. doğru doğru dosdoğru * en doğrusu şudur ki. doğru durmak * dik durmak.
* uslu durmak.doğru dürüst * Tam olarak, eksiksiz olarak, istenildiği gibi, kusursuz, yanlışsız. doğru orantılı * Birbirine bağlı olan ve biri artınca öteki de artan iki büyüklük arasındaki bağıntı. doğru oturmak * uslu oturmak. doğru parçası * Doğru üzerinde iki nokta ile sınırlanmışparça. doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar * doğru olmakla birlikte başkalarının işine gelmeyen sözleri söyleyenlerin sevilmediğini anlatır. doğru yol * Her türlü kötülükten uzak olan tutum. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 57
diyabetolog * Diyabet uzmanı. diyabetoloji * Diyabet bilimi. diyafram * Göğüs ve karın boşluklarını birbirinden ayıran ince ve genişkas.
* Bir ışık demetinde uçtaki ışıklarıtutmak ve optik cihazlarda daha net bir görüntü elde etmek için çapı
ayarlanabilir ışık geçirmez levha.diyagonal * Kenarlarına oranla eğrilemesine dokunmuşkumaş.
* Köşegen.diyagram * Herhangi bir olayın değişimini gösteren grafik.
* Bir çiçeğin bütün ayrıntılarını gösteren taslak.diyaklâz * Yer altındaki basınç ve gerilim dolayısıyla, taşkütlelerinin yer değiştirmeden çatlayıp yarılması, çatlak. diyakoz * Hristiyanlıkta papazın yardımcısı olan din adamı. diyakroni * Art zamanlık. diyakronik * Art zamanlı. diyalâj * Piroksen cinsinden, doğal kalsiyum, magnezyum ve demir silikatı. diyalekt * Lehçe. diyalektik * Gerçekliği ve onun çelişmelerini incelemeye yarayan ve bu çelişmeleri aşmaya yarayan yollarıaramayı
öngören akıl yürütme yöntemi.diyalektikçi * Diyalektik yöntemini uygulayan kişi. diyalektolog * Diyalektoloji uzmanı. diyalektoloji * Lehçe bilimi. diyalel * Bir önermeyi başka bir önerme ile tanıtlamak yoluyla yapılan sofizm, üstü örtülü bir tür kısır döngü. diyaliz * Bazıcisimlerin gözenekli zarlardan geçebilmesi temeline dayanan bir çözümleme veya arıtma yöntemi. diyalog * Karşılıklıkonuşma.
* Oyun, roman, hikâye gibi eserlerde iki veya daha çok kimsenin konuşması.
* Konuşmaya dayanılarak yazılmışeser.
* Anlaşma, uyum sağlama veya bu yolda çalışma.diyalog kurmak * anlaşma ve uyum sağlayacak yolda karşılıklıkonuşmak. diyanet * Din kurallarına tam bağlı olma durumu.
* Din.diyanet işleri * Dinle ilgili işler. diyapazon * Titreştirilince ana seslerden birini veren, U biçiminde, küçük bir çelik araç. diyapozitif * Saydam bir yüzey üzerine alınmış, projeksiyonda kullanılmaya özgü, pozitif görüntü, slâyt. diyar * Ülke.
* Dünya.diyarı gurbet * İş, eğitim vb. sebeplerle göç edilen yabancıyer. diyastaz * Nişastayıdekstrin ve glikoz durumuna getiren, tükürükte ve pankreasın salgısında bulunan bir enzim. diyastol * Sistolden sonra karıncıkların genişlemesi. diyatome * Silisli sert kabukları olan ve fosilleri, kalın yer katmanları oluşturan bir algler familyası. diye * İki cümleyi sebep bildirerek birbirine bağlar.
* Herhangi bir yargıya vararak, niteleyerek, sanarak, diyerek.
* Adlı.diye diye * Söyleyerek. diyecek * Söylenecek söz. diyecek yok * eleştirilecek bir yanıyok, söz yok. diyet * İslâm hukukunca öldürme ve yaralamalarda suçlunun ödemek zorunda olduğu para veya mal. diyet * Perhiz, rejim. diyet peyniri * Tuzsuz ve yağıalınmış bir peynir türü. diyetetik * Kötü beslenmenin yol açtığıhastalıkları, yiyeceklerin besin değerlerini inceleyen sağlık bilgisi dalı. diyetisyen * Diyet uzmanı. diyez * Bir sesin yarım ton inceltileceğini gösteren nota işareti.
* Böylece inceltilmiş(ses).diyoptri * Optik sistemlerin yakınsaklık birimi. diyorit * Özellikle plâjiyoklazdan oluşan, saydam, üstü tanecikli derinlik kayacı. diz * Kaval, baldır ve uyluk kemiğinin birleştiği yer.
* Oturulduğunda uyluğun üst yanı.diz ağırşağı * Diz kapağıkemiği. diz bağı * Dizde çorabın tutturulduğu bağ. diz boyu * Dize kadar. diz çökmek * dizlerini yere koyarak oturmak.
* Bkz. dize gelmek.diz dize * Dizleri birbirine değecek biçimde birbirine yakın (oturmak). diz kapağı * Dizin diz kapağıkemiği ile kaplı bölümü. diz kapağıkemiği * Dizin önünde bulunan, kapak biçiminde oynar kemik. diz üstü çökmek * dizleri yere gelecek biçimde eğilmek veya oturmak. diz(leri)ini dövmek * pişmanlık duymak. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 58
dizanteri * Ağrılıve kanlı ishalle beliren, bağırsakta yaralara yol açan bulaşıcı, salgın hastalık, kanlı basur. dizanterili * Dizanteriye yakalanmışolan (kimse). dizayn * Çizim. dizayncı * Dizayn işiyle uğraşan kimse. dizdar * Kale muhafızı, kale bekçisi. dizdirme * Dizdirmek işi. dizdirmek * Dizmek işini yaptırmak. dize * Şiirin satırlarından her biri, mısra. dize gelmek * başeğmek, boyun eğmek. dize getirmek * kendisine karşı geleni yenerek buyruğuna uyacak duruma getirmek. dizel * Sıkıştırılmışhava içine püskürtülen yakıtla çalışan motor. dizeleme * Dizelemek işi. dizelemek * Dize durumuna getirmek. dizeleştirme * Dizeleştirmek işi. dizeleştirmek * Dize durumuna getirmek. dizem * Bir dizede veya notada vurgu, uzunluk veya ses özelliklerinin, durakların düzenli bir biçimde
tekrarlanmasından doğan ses uygunluğu, tartım, ritm.dizemli * Dizemli olan, tartımlı, ritmli, ritmik. dizemsiz * Dizemi olmayan, tartımsız, ritmsiz. dizge * Bir bütün oluşturacak biçimde karşılıklı olarak birbirine bağlıögelerin bütünü, manzume, sistem.
* Bir ilkeye veya dünya görüşüne göre düzenlenmişdüşünceler, bilgiler, öğretiler bütünü, manzume, sistem.dizgeli * Dizgesi olan, dizgesel, sistemli, sistematik. dizgesel * Dizge ile ilgili, sistemli, sistematik. dizgesiz * Dizgesi olmayan, dizgeye bağlı olmayan, sistemsiz. dizgi * Basım için harfleri, kelimeleri, satırları, sayfalar oluşturacak biçimde düzenleme, tertip. dizgi yeri * Dizgi işlerinin yapıldığıyer, mürettiphane. dizgici * Basım evinde dizgi işiyle uğraşan kimse, mürettip. dizgicilik * Dizgicinin işi, mürettiplik. dizgin * Gemin uçlarına bağlanarak hayvanıyöneltmeye yarayan kayış. dizgin vurmak * dizgin takmak. dizgine gelmek * düzelmek, belli bir disipline ve sisteme girmek. dizginini çekmek * birinin aşırıdavranışlarına engel olmak. dizginini kesmek * üzerindeki baskıyıartırmak. dizginleme * Dizginlemek işi. dizginlemek * Ata dizgin takmak veya atıyürütmek için dizginini oynatmak.
* Birinin aşırıdavranışlarınıönlemek.dizginlenme * Dizginlenmek işi. dizginlenmek * Dizginlemek işi yapılmak veya dizginlemek işine konu olmak. dizginleri (ele) vermek * başkasının yönetimini kabullenmek. dizginleri ele almak * yönetimi eline geçirmek. dizginleri gevşetmek * birinin üzerindeki baskıyıazaltmak. dizginleri koparmak * her türlü bağve baskıdan kurtulmak. dizginleri salıvermek * başı boş bırakmak. dizginsiz * Dizgini olmayan.
* Aşırı olan, engel tanımayan, ölçüsüz.dizi * Bir iplik veya tel üzerine dizilmişinci, boncuk gibi şeylerin oluşturduğu bütün, sıra.
* Herhangi bir bakımdan bir bütün oluşturan şeylerin tümü, seri.
* Yan yana, art arda veya zaman sırasına göre sıralanmış birbiriyle ilişkili nesne veya olayların oluşturduğu
bütün sıra.
* Saf durumundaki bir kıtanın, birbiri arkasında duran erlerine verilen ad.
* Değerleri artarak veya eksilerek art arda gelen terimler takımı.
* Aynısöz dizimsel bağlam içinde birbirinin yerini alabilecek olan ve güçlü bir karşıtlık bağlantısıkuran
ögelerin oluşturduğu bütün, paradigma.
* Dizi film.
* Bir oktavın içinde sıralanan sekiz sesin bütünü.dizi (veya dizinin dibi) * yanı başı. dizi dizi * Dizilerek, dizim dizim, diziler durumunda. dizi film * Birbirini izleyen ve ayrı bölümlerden oluşan filmler. dizici * Dizgici. dizilemek * Dizi durumunda sıralamak. dizili * Dizilmişolan, sıralanmış, mürettep. diziliş * Dizilmek işi veya biçimi. dizilme * Dizilmek işi. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 59
dizilmek * Dizi durumuna getirilmek, dizmek işi yapılmak.
* Sıraya girmek.dizim * Dizilmek işi, dizme.
* Söz zincirinde birbirini izleyen ve belli bir birim oluşturan ögeler birleşimi, sentagma.dizim dizim * Dizilmişolarak, dizi dizi. dizin * Bir kitabın veya derginin kişi, konu, yer adıvb. bakımından içindekileri yer numarasıyla belirten ve eserin
arkasında yer alan alfabetik liste, indeks, fihrist.
* Belli bir konuda çıkan kitap ve dergideki yazılarla ilişkiyi sağlayan ve ayrı bir kitap veya süreli yayın
biçiminde çıkan eser.
* Kitaplık, belge vb. için düzenlenen belli bir bilginin veya belgenin bulunduğu yeri gösteren düzenli liste.dizini dövmek * çok pişman olmak. diziş * Dizmek işi veya biçimi. dizleme * Dizlemek işi. dizlemek * Dize kadar batmak.
* Dizini kullanarak bastırmak.dizleri kesilmek (veya tutmamak) * dizlerinde derman, güç kalmamak. dizlerine kapanmak * çok yalvarmak. dizlerine kara su inmek * beklemekten veya yorgunluktan güçsüz kalmak. dizlerinin bağıçözülmek * korkudan ayakta duramayacak duruma gelmek. dizlik * Dize, korumak amacıyla geçirilen şey.
* Dize kadar uzanan konçlu çorap.
* İç donu.
* Şalvar.
* İşönlüğü.dizme * Dizmek işi. dizmek * Bazınesneleri ipliğe, tele vb. ne geçirmek.
* Yan yana veya üst üste sıralamak.
* (basım evinde) Harfleri yan yana getirerek yazı düzenlemek.
* Düzenlemek, hazırlamak.dizmen * (basım evinde) Dizgici, mürettip. dizüstü * Dizler üzerinde durabilen veya dizler üzerine konduğunda çalıştırılabilen araç. dizyem * Sıcakölçerde santigradın onda biri. do * Gam (II) dizisinde “si” ile “re” arasındaki ses.
* Bu sesi gösteren nota işareti.do anahtarı * Portenin üzerine çizilen ve o çizgideki notaya adınıveren anahtar. dobra dobra * Sakınmadan, çekinmeden (söylemek, konuşmak). doçent * Üniversitelerde profesörden önceki basamakta bulunan öğretim üyesi. doçentlik * Doçent olma durumu.
* Doçentin görevi.Dodurga * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri. dogma * Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas. dogmacı * Dogmacılıkla ilgili.
* Dogmacılık yanlısı olan kimse.dogmacılık * Öne sürülen öğreti ve ilkeleri eleştirmeden doğru olarak benimseyen ve benimsediği var sayımlardan katı
bir yöntemle önermeler türeten anlayış, dogmatizm.dogmalaştırma * Dogmalaştırmak işi. dogmalaştırmak * Bir inancıdogma durumuna getirmek. dogmatik * Deney bilgisini, deneye dayanan kanıtlarıhiçe sayarak, kanılarını inanç öğretilerinden çıkaran (düşünce
biçimi).
* Felsefe ve din dogmalarının bilimsel (mantıksal) ve sıralı bir yolla ortaya konuluşu.dogmatik felsefe * Eleştirmeciliğin ve kuşkuculuğun tersine olarak, her türlü inkâr ve kuşkunun üstünde tutulan birtakım
ilkeleri benimseyen felsefe.dogmatizm * Dogmacılık. doğa * Tabiat.
* İnsan eliyle büyük değişikliğe uğramamışdoğal güzelliklerini koruyan, genellikle şehir dışıkesim.doğa bilgisi * Tabiat bilgisi. doğa bilimci * Tabiatın çeşitli özellikleri üzerinde çalışan, araştırma yapan, tabiatçı. doğa bilimcilik * Doğa bilimcisinin işi, uğraşısı. doğa bilimleri * Tabiat bilimleri, olaylarıve yasaları olan fizik, kimya, gök bilimi gibi bilimler. doğa dışı * Doğaya aykırı, tabiata aykırı, gayritabiî. doğa ötesi * Duyularımızla algılayamadığımız varlıkların sebeplerini ve temellerini araştıran felsefe, fizik ötesi,
metafizik.
* Akıl ve sezgiyle elde edilen ilk ilkeleri veya mutlak bilgiyi konu alan felsefe, fizik ötesi, metafizik.
* Bu felsefeyle ilgili olan.doğa yasası * Doğa olaylarının bağlı olduğu yasa. doğacak * Gelecek. doğacı * Doğacılık yanlısı olan, natürist. doğacılık * Toplumsal kuruşların ve yaşayış biçiminin doğaya dönük olmasınıamaç edinen öğreti, natürizm. doğaç * Şiir veya sözü birdenbire, düşünmeden, içine doğduğu gibi söyleme, irtical. doğaçlama * Doğaçlamak işi.
* O anda, birdenbire.doğaçlama tiyatro * İçten geldiği gibi, irticalen gerçekleştirilen oyun. doğaçlamak * İçten gelerek söylemek, irticalen dile getirmek.
* O anda şiir söylemek, irticalen şiir söylemek.doğaçtan * Birdenbire, düşünmeden, içine doğduğu gibi (söylemek, konuşmak), irticalen. doğal * Tabiî.
* Tabiatın düzenine ve gereklerine uygun, tabiî.
* Kendiliğinden, insan eliyle yapılmamış.doğal ayıklanma * Darwin’e göre doğada ve toplumda canlıtürlerin arasındaki var olma savaşınıen güçlülerin, çevreye en iyi
uyabilenlerin kazandıklarını; güçsüzlerin, çevreye uyamayanların ise ortadan kalktıklarınısavunan öğreti. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 50
dinç * Gücü ve sağlık durumu yerinde, canlı, zinde, tendürüst, tüvana. dinçlenmek * Dinç bir durum ve görünüm kazanmak. dinçleşme * Dinçleşmek işi. dinçleşmek * Dinç duruma gelmek. dinçlik * Dinç olma durumu, zindelik, mecal. dindar * Din inancı güçlü, din kurallarına bağlı(kimse), mütedeyyin. dindarlık * Dindar olma durumu. dindaş * Aynıdinden olan kimse. dindaşolmak * aynıdinden olmak. dinden imandan çıkmak * kendini kontrol edemeyecek kadar çok öfkelenmek, çok sinirlenmek. dinden imandan olmak * dinî inancınıyitirmek. dindirme * Dindirmek işi. dindirmek * Dinmesini sağlamak. dine * Konaklama yeri. dinek * Dinlenmek için durulan yer. dinelme * Dinelmek işi. dinelmek * Ayakta durmak veya ayağa kalkmak, dik durmak.
* Karşıkoymak, kafa tutmak.dinen * Din bakımından. dineri * İskambil kâğıtlarındaki işaretlerden karo. dingi * Bir çifte kürekli küçük patalya. dingil * Tekerleklerin merkezinden geçen ve taşıtın altına enlemesine yerleştirilmişmil, aks. dingildek * Tabanıüzerinde hareketsiz duramayıp sallanan, oynak; dengesi bozuk.
* Yıpranmış.
* Sözüne güvenilmez, kaypak.dingildeklik * Dingildek olma durumu, dengesizlik. dingildeme * Dingildemek işi. dingildemek * Sallanmak, oynamak.
* Korkmak, kuşkulanmak.dingilli * Dingili olan. dingin * Hareket etmeyen, kımıldamayan, sakin.
* Gücü tükenmiş, yorgun, mecalsiz.dingincilik * Tam bir gönül rahatlığı, tutkusuzluk içinde bütün arzulardan sıyrılmışolarak, direnç göstermeden kendini
Tanrı ibadetine vermeyi ve tanrısal ruh dinginliği kazanmayıamaçlayan dünya görüşü.dinginleşme * Dinginleşmek durumu. dinginleşmek * Dingin duruma gelmek. dinginleştirme * Dinginleştirmek işi veya durumu. dinginleştirmek * Dingin duruma gelmesini sağlamak. dinginlik * Dingin olma durumu, durgunluk, sükûnet. Dingo’nun ahırı * girenin çıkanın belli olmadığıyer. dinî * Dinle ilgili, din üzerine. dini bir uğruna * Müslümanlık davasıyoluna. dini bütün * Dinine çok bağlı, inancısağlam olan, dinin buyruklarınıeksiksiz yerine getiren. dini gibi bilmek * çok iyi, kesinlikle bilmek. dini imanıpara * tek düşüncesi para olan kimseler için kullanılır. dinim hakkı için (veya dinim aşkına) * “dinimi tanık tutarım” anlamında bir ant. dinine yandığım * öfke, kızgınlık gibi duyguları belirtmek için kullanılan ilenme sözü. diniş * Dinmek işi veya biçimi. dink * Pirinci kabuğundan ayırmak veya bulgur dövmek için kullanılan dibek.
* Şayak, aba gibi şeyleri dövmek için kullanılan araç.dinleme * Dinlemek işi. dinleme salonu * Müzik, tiyatro eserlerini dinletmek, radyo televizyon yayınlarıyapmak veya ses kaydetmek amacıyla akustiği
sağlanmışsalon, oditoryum.dinlemek * İşitmek için kulak vermek.
* Birinin sözünü, öğüdünü kabul edip gereğince davranmak.
* Uymak, başeğmek, itaat etmek.
* Kulakla veya dinleme aletiyle hastayımuayene etmek.dinlence * Tatil. dinlendirici * Dinlendirme özelliği olan. dinlendirilmiş * Bir süre bekletilmiş. dinlendirme * Dinlendirmek işi. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 51
dinlendirmek * Dinlenmesini sağlamak.
* Durulmaya bırakmak.
* (tarla için) Nadasa bırakmak.
* Yanan lâmba, ateşvb.yi söndürmek.dinlenme * Dinlenmek işi, istirahat. dinlenme kampı * Kuruluşların tatil geçirmek için düzenledikleri kamp. dinlenme salonu * İstirahat etmek, dinlenmek için ayrılmışsalon. dinlenme yapmak * istirahat etmek, dinlenmek, yorgunluk çıkarmak. dinlenmek * Güç kazanmak için çalışmaya ara vermek, yorgunluğunu gidermek, istirahat etmek.
* Önemsenmek, öğüdü yerine getirilmek.
* Bazıyiyecek ve içeceklerin tadınıarttırmak, kolay pişmesini sağlamak gibi sebeplerle bir süre bekletmek.dinleti * Sanatçının müzik eserlerini bir topluluğa çalmasıveya söylemesi, konser. dinletme * Dinletme işi. dinletmek * Dinlemesini sağlamak, söz geçirmek. dinleyici * Söylenen veya çalınan bir şeyi dinleyen kimse.
* Kayıtlı olmadığıhâlde derslere dışarıdan devam eden kimse.dinleyicilik * Dinleyici olma durumu. dinleyiş * Dinlemek işi veya biçimi. dinme * Dinmek işi. dinmek * Sona ermek, bitmek, durmak.
* (ses için) Susmak.
* (kar, yağmur, rüzgâr için) Kesilmek, yağmasıveya esmesi durmak.dinmez * Dinmeyen. dinozor * Dinozorlar takımından, boyu 20 m kadar olabilen, ilk çağlarda yaşamış, günümüze fosilleri kalmış bir
sürüngen.
* Gelişmelere ayak uyduramamış, çağın gerisinde kalmışveya mevcut durumu korumak isteyen kimse.dinozorlar * Omurgalıhayvanlardan sürüngenler sınıfına giren, soyu tükenmiş bir takım. dinozorlaşma * Dinozorlaşmak işi. dinozorlaşmak * Dinozor gibi davranmak.
* Gelişmelere ayak uyduramamak, çağın gerisinde kalmak veya mevcut durum ve düzeni koruyup herhangi
bir köklü değişiklik yapmamak.dinsel * Dinî. dinsiz * Dinî inancı olmayan.
* Acımasız.dinsizin hakkından imansız gelir * acımasız olan kişiyi, kendisinden daha acımasız biri yola getirir. dinsizlik * Dinsiz olma durumu. dip * Oyuk veya çukur bir şeyin en alt bölümü.
* Taban.
* Dikili duran bir şeyin yerle birleştiği nokta ve çevresi veya bir şeyin yanı başı.
* Kapalı bir yerin kapıya göre en uzak bölümü.
* Arka, kıç.dip ağı * Palamut vb. balıklarıavlamak için denizin dibine atılan ağ. dip balıkçılığı * Dipte yaşayan su ürünlerinin avlanılması. dip dibe * yan yana sıkışmışolarak. dip doruk * Baştan aşağı, dipten tepeye kadar, bütün. dip koçanı * Hesap çıkarmaya, gerektiğinde koparılan parça ile karşılaştırma yapmaya yarayan ve yaprakları, deftere
bağlı olan bölüm.dipçik * Tüfek vb. silâhların namlu gerisinde bulunan, atışsırasında silâhın omuza dayanmasınıveya tabancada elle
kavranmasınısağlayan taban bölümü.dipçikleme * Dipçiklemek işi. dipçiklemek * Dipçikle vurmak. dipçiklenme * Dipçiklenmek işi. dipçiklenmek * Dipçikle vurulmak. dipdam * Hapishane. dipdinç * Çok sağlıklı, çok canlı. dipdiri * Çok diri. dipfriz * Bozulabilecek yiyecekleri çok düşük ısılarda dondurarak uzun süre saklamak için kullanılan buzdolabı. diplârya * Pisi balığının küçüğü. dipleme * Diplemek işi. diplemek * (bitkiyi) Kökünden sökmek.
* (içilecek bir şeyi) Dibine kadar içmek.dipli * Dibi olan. diploit * İki kromozom takımıtaşıyan hücre veya organizma. diploma * Bir kimseye herhangi bir okulu veya öğrenim programını başarıyla tamamladığını; bir derece veya unvana
hak kazandığını; bir iş, sanat veya meslek dalında çalışabilme yetkisi elde ettiğini belirtmek için bir öğretim kurumunca
düzenlenip verilen resmî belge, icazetname, şahadetname.diplomalı * Diploması olan.
* Yetkisi diploma ile belgelenmiş.diplomasız * Diploması olmayan.
* Diploması olması gereken bir meslekte, diploması olmadan çalışan.diplomasi * Uluslar arası ilişkileri düzenleyen antlaşmalar bütünü.
* Yabancı bir ülkede ve uluslar arasıtoplantılarda ülkesini temsil etme işi ve sanatı.
* Bu işte çalışan kimsenin görevi, mesleği.
* Bu görevlilerin oluşturduğu topluluk.
* Güç bir görüşme sırasında gösterilen ustalık ve beceriklilik.diplomat * Uluslar arasıkonularda ülkesini temsil etmekle görevlendirilen kimse.
* İlişkilerinde kurnaz, becerikli olan.
* Teksir yapmak için kullanılan bir mumlu kâğıt türü.diplomatça * Diplomata yakışır biçimde, diplomat gibi.
* Kurnazlıkla, açıkgözlükle.diplomatik * Diplomasi ile ilgili. -
Türkçe Sözlük D Sayfa 52
diplomatik dil * Diplomasi alanında kullanılan dil. diplomatlık * Diplomat olma durumu.
* Diplomasi.dipnot * Sayfa içinde geçen herhangi bir düşünce veya bilgi ile ilgili olarak sayfa altına konulan açıklama, haşiye. dipsiz * Dibi olmayan. dipsiz kile, boşambar * para, mal tutmayanın durumunu veya bir işiçin boşyere uğraşıldığınıanlatır. dipsiz testi * eline geçen para veya malıhesapsızca, boşyere harcayan. -dir * Bkz. -dır / -dir. dirayet * Yetenek, beceriklilik, zekâ. dirayetli * Yetenekli, becerikli; zeki. dirayetsiz * Yeteneksiz, beceriksiz. dirayetsizlik * Dirayetsiz olma durumu. direk * Ağaçtan veya demirden yapılan uzun ve kalın destek.
* (bazıözel adlarda) Sütun.
* En önemli kimse.direk direk bağırmak * tedirgin edecek biçimde bağırmak. direk gibi * sağlam yapılı, iri yapılı. direkçi * Alamana kayıklarında direğe çıkarak gözcülük yapan kimse. direkli * Direği olan. direklik * Direk yapmaya elverişli (ağaç). direksiyon * Motorlu araçlarda, araca istenilen yönü vermeye ve belirli bir doğrultuda götürmeye yarayan düzenek,
yönelteç.direksiyon kırmak * aracı istenilen yöne çevirebilmek için direksiyonu o yöne döndürmek. direksiyon sallamak * motorlu taşıt kullanmak. direksiyona geçmek * aracıkullanmak üzere sürücü yerine oturmak.
* bir işin yönetimini üzerine almak.direkt * Doğru olarak, hiçbir yerde durmadan, duraksız, doğruca.
* Doğrudan doğruya, dolaysız, aracısız.direktif * Yönerge, talimat. direktif almak * talimat almak, emredilmek. direktif vermek * talimat vermek. direktör * Yönetmen, müdür. direktörlük * Yönetmenlik, müdürlük. direme * Diremek işi. diremek * Bir şeyi dikine koymak, dayamak, durdurmak.
* Direnmek, karşıkoymak, inat etmek, ısrar etmek.diren * Dirgen. direnç * Dayanma, karşıkoyma gücü, mukavemet.
* Bir nesnenin elektrik akımına karşıdurma özelliği, mukavemet, rezistans.
* Bir çevrime istenilen değerde ek direnç katmak için kullanılan düzen, mukavemet, rezistans.dirençli * Direnci olan. dirençsiz * Direnci olmayan. direngen * Direnen, inatçı, anut, muannit. direngenlik * Direngen olma durumu, inatçılık. direnim * Direnmek işi, inat, taannüt.
* Borcun yerine getirilmesi, temerrüt.direniş * Direnmek işi veya biçimi, karşıkoyma, dayanma, mukavemet. direnişçi * Karşıkoyan, dayanan (kimse). direnleme * Direnlemek işi. direnlemek * Dirgenle yaymak. direnme * Direnmek işi, karşıkoyma, dayanma, inat etme, ısrar etme, mukavemet etme. direnmek * Herhangi bir düşüncede, bir istekte veya bir durumda karşıkoymak, ayak diremek, inat etmek, ısrar etmek,
taannüt etmek.direşken * Bir işi yılmadan sonuna kadar götüren, sebatkâr. direşme * Direşmek işi, sebat. direşmek * Sözünden veya kararından dönmemek, dayanmak, sebat etmek. diretme * Diretmek işi, inat. diretmek * Direnmek, ayak diremek, inat etmek, ısrar etmek. direy * Fauna. dirgen * Harmanda saplarıyaymaya yarar uzun çatallıaraç. dirgenleme * Dirgenlemek işi.