Kategori: O

  • Türkçe Sözlük O Sayfa 10

    oluşum * Oluşmak işi, teşekkül, teşkil.
    * (katman, kütle, gök cismi vb. için) Biçimlenme süreci.
    oluşumcu * Oluşumculuk yanlısı olan kimse.
    oluşumculuk * İnsanın ruh dünyasında oluşan ve gelişen bir durumun yaşla geliştiğini ileri süren görüş.
    om * Kemiklerin toparlak ucu.
    om * Elektrik direnç birimi, ohm.
    oma * Kalça kemiği.
    * Bel kemiği.
    omaca * Kesilmişağaç kökü, bağkütüğü.
    * İri kemik.
    ombra * Doğrama işlerini kahverengine boyamakta kullanılan toprak boya.
    omça * Kalça kemiğinin bir bölümü.
    * Bağkütüğü.
    omfazit * Piroksen grubundan, yeşil renkli doğal silikat.
    omlet * Çırpılmışyumurta, peynir, kıyma, mantar vb. katılarak tavada pişirilen bir yemek, kaygana.
    ommatidyum * Görme hücresi.
    omnibüs * Dolmuşyapan büyük at arabası.
    * Yolcu taşıyan büyük motorlu taşıt.
    omnivor * Hem et hem ot ile beslenen canlı.
    omur * Omurgayı oluşturan kemiklerden her biri, fıkra.
    omurga * Birbiriyle eklemlenince kafatasından kuyruk sokumuna kadar uzanan bir kemik eksen oluşturan omurların
    bütünü, bel kemiği.
    * Gemi kaburgasının aşağıtaraftan bağlı bulunduğu boy ekseni doğrultusunda boydan boya geçen ana yapı
    ögesi.
    * Bir şeyin varlığı ile ilgili en önemli bölümü, temel, bel kemiği, esas.
    omurgalılar * Memelileri, kuşları, amfibyumları, sürüngenleri, yuvarlak ağızlılarıve balıkları içine alan hayvan bölümü
    (Vertebrata).
    omurgasızlar * Omurgasız çok hücreli hayvanlar (Protostomia).
    omurilik * Omurga içinde bulunan kanal boyunca uzanan, boz madde ve ak maddeden oluşan sinir dokusu, murdar
    ilik.
    omuz * Boynun iki yanında, kolların gövdeye bağlandığı bölüm.
    omuz başı * Kol ile omzun birleştiği yer.
    * Yanı başı, üstten aşağı.
    omuz eklemi * Kol kemiğinin başınıkürek kemiğinin yuva çukuruyla birleştiren eklem.
    omuz kaldırmak * bilmez gibi davranmak.
    omuz omza * Çok sıkışık bir durumda, yan yana; dayanışarak.
    * Dayanışarak, birlikte.
    omuz öpüşmek * eşit derecede olmak.
    omuz silkmek * aldırmamak, önem vermemek.
    omuz vermek * omzuyla dayanmak.
    * destek olmak.
    omuzda taşımak * çok saygı göstermek, yüceltmek, övmek.
    omuzdaş * (daha çok, iyi olmayan işlerde) Arkadaş, hempa.
    omuzdaşlık * Arkadaşlık, dayanışma, tesanüt.
    omuzlama * Omzuna alma, omzuna vurma.
    * Destek olma.
    omuzlamak * Omzuna almak.
    * Omzuyla dayayıp itmek.
    * Destek almak.
    * (bir işveya görevi) Yüklenmek, sorumluluk almak.
    * Alıp götürmek, sırtlayıp kaçırmak, aşırmak.
    omuzlanma * Omuzlanmak işi veya durumu.
    omuzlanmak * Omuzlamak işine konu olmak.
    omuzlarıçökmek * bitkin, perişan ve yıkılmış bir durumda olmak.
    omuzlu * Omzu olan.
    omuzluk * Rütbeyi göstermek amacıyla omuzlara takılan işaret, apolet.
    * Gemilerde başve kıç bölümlerinin her bir yanı.
    * Omza alınıp iki ucuna yük asılan kısa sırık, çiğindirik.
    omzuna binmek * yük olmak, ağırlık vermek.
    on * Dokuzdan bir artık.
    * Dokuzdan sonra gelen sayının adıve bu sayıyı gösteren rakam: 10, X.
    on (defa veya kere) * pek çok.
    on (veya beş) para etmez * değersiz.
    on altılık * Birlik notanın on altıda biri uzunluğunda nota.
    on ayaklılar * Çeşitli istakoz, yengeç ve karides türlerini içine alan eklem bacaklıkabuklular takımı.
    on binlerce * Sayısal olarak çokluk ifade eder.
    on binlik * On bin liralık bütün kâğıt veya madenî para.
    on bir aylık * Bkz. çuha çiçeği.
    on iki telli * Tambura cinsinden, on iki telli bir halk çalgısı.
    on para on aslanın ağzında * para kazanmak çok güçleşti.
    on paralık * Değeri çok az veya değersiz, hiç.
    on paralık etmek * birine hakarette bulunmak, birini kötü duruma düşürmek.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 11

    on parasız * Hiç parası olmaksızın, parasız.
    on paraya on taklak atar * küçük çıkar sağlamak için her türlü onur kırıcı işe katlanır.
    on parmağı boğazında olmak * isteği yapılmazsa sıkıntıya düşme, düşürme anlamında kullanılan bir söz.
    on parmağında on hüner (veya marifet) * elinden her işgelir, çok becerikli.
    on parmağında on kara * herkesi lekelemek huyu olanlar için kullanılır.
    ona * O zamirinin yönelme durumu.
    ona buna dil uzatmak * herkes için ileri geri konuşmak.
    ona göre hava hoş * onun için fark etmez, tutulacak yolu başkalarıdüşünsün.
    onama * Onamak işi, uygun bulma, tasvip.
    onamak * Bir işi doğru ve uygun bulmak, tasvip etmek.
    onanizm * Mastürbasyon, istimna.
    onanma * Onanmak işi.
    onanmak * Onamak işine konu olmak.
    onar * On sayının üleştirme sayısıfatı, her birine on; her defasında onu bir arada.
    onar onar * Her biri on tane, her biri on taneden oluşmuşolan.
    onarıcı * Onarmak işini yapan kimse.
    * Hasar görmüşhücreleri canlıduruma getiren madde.
    onarılma * Onarılmak işi.
    onarılmak * Onarmak işine konu olmak, onarmak işi yapılmak.
    onarım * Onarmak işi, tamirat, tamir.
    * Bir yapının, bir heykelin, bir resmin bozulmuşyerlerini yeniden yapma, ilk durumuna getirme, restore
    etme.
    onarım görmek * onarılmak.
    onarımcı * Onarma işini yapan kimse, tamirci.
    onarımcılık * Bozulmuşolan nesneleri onarıp yararlı bir duruma getirme, tamircilik.
    onarma * Onarmak işi.
    onarmak * Bozulmuş, eskimişolan bir şeyi düzeltip işler veya kullanılır duruma sokmak, işe yarar duruma getirmek,
    tamir etmek.
    * Bir yapının, bir heykelin, bir resmin bozulmuşyerlerini yeniden yapmak, ilk duruma getirmek, restore
    etmek.
    * İşlenen bir kusuru veya yapılan bir yanlışlığı giderecek veya önleyecek davranışlarda bulunmak.
    onartma * Onartmak işi veya durumu.
    onartmak * Onarmak işini birine yaptırmak, tamir ettirmek.
    onaşmak * Karşılıklırıza göstermek, razı olmak.
    onat * Özenli, düzgün, uygun.
    * Yararlı.
    * Dürüst, iyi ahlâklı.
    onay * Uygun bulma, tasdik.
    onay almak * onaylanmasını sağlamak, kabul veya tasdik ettirmek.
    onayına sunmak * tasdike arz edilmek.
    onaylama * Onaylamak işi, tasdik.
    onaylamak * Yapılan bir işi doğru ve yerinde bularak kabul etmek, tasdik etmek.
    onaylanış * Onaylanmak işi veya biçimi.
    onaylanma * Onaylanmak işi.
    onaylanmak * Onaylamak işi yapılmak veya onaylamak işine konu olmak, tasdik edilmek.
    onaylatma * Onaylatmak işi.
    onaylatmak * Onaylamak işini birine yaptırmak, tasdik ettirmek.
    onaylı * Onaylanmışolan, tasdik edilmiş.
    onaysız * Onaylanmamış, tasdik edilmemiş.
    onbaşı * Erbaşsıralamasının ilk basamağı.
    onbaşılık * Onbaşı olma durumu, onbaşının rütbesi.
    onbeş * On beşoyuncudan oluşan rugby takımı.
    * Teniste yapılan ilk sayı.
    onbir * On bir oyuncudan oluşan futbol takımı.
    onbirli * Dizeleri on bir heceli şiir.
    * Bentleri on bir dizeden oluşan manzume.
    * On bir dereceyle ayrılan iki noktanın aralığı.
    onca * Ona göre, onun düşüncesince.
    * (çok olan şeyler için) O kadar, o denli.
    onculayın * Ona göre, onun gibi.
    onda * O zamirinin kalma durumu.
    ondalık * Onda bir olarak alınan veya verilen ücret.
    * Toprak ürünlerinden onda bir oranında alınan vergi, öşür, aşar.
    * Temel olarak on sayısınıalan, aşarî.
    ondalık kesir * Paydası10 veya 10’un herhangi bir kuvveti olan kesir: 0,3 (onda üç), 0,15 (yüzde on beş), 0,007 (binde
    yedi) gibi.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 12

    ondalık sayı * Payda olarak 10 veya 10’un herhangi bir kuvvetini alan kesirli sayı.
    ondalıkçı * Onda bir pay alarak çalışan kimse.
    ondan * O zamirinin çıkma durumu.
    * O sebeple.
    ondurma * Ondurmak işi.
    ondurmak * Onmasını sağlamak, iyiye döndürmek.
    ondurmaz * Öldürücü, kötüleştirici.
    ondülâtör * Telgraf yazısı.
    ondüle * Dalgalı, kıvrımlı, kıvrılmış.
    ondüleli * Ondülesi olan.
    ondülesiz * Ondülesi olmayan.
    onejit * Hidratlıdoğal oksit.
    ongen * On açısı, on kenarı olan çokgen.
    ongun * Çok verimli, bol, eksiksiz.
    * Yarar duruma gelmiş, bayındır.
    * Mutlu.
    * Kutlu, uğurlu.
    ongun * İlkel toplumlarda topluluğun kendisinden türediği sanılarak kutsal sayılan hayvan, ağaç, rüzgâr gibi
    herhangi bir doğal nesne veya olay, totem.
    * Arma.
    ongun besi suyu * Yapraklarda yeni maddelerle zenginleştikten sonra bitkiyi beslemek için her yana inen besi suyu.
    ongunculuk * Bir onguna duyulan inanca dayanan toplumsal kuruluşve din uygulama biçimi, totemizm.
    ongunluk * Ongun olma durumu, mutluluk, bolluk, bereket, feyiz, saadet.
    onikiparmak bağırsağı * Mideden sonra gelen ince bağırsak bölümü.
    oniks * Balgam taşı.
    onkoloji * Urları inceleyen tıp dalı.
    onlar * O zamirinin çoğulu.
    onlar * Ondalık sayısistemine göre yazılan bir tam sayıda sağdan sola doğru ikinci basamağa verilen ad.
    onlarca * Çokluk ifade etmek için kullanılır.
    onlu * On parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden on tane bulunan.
    * On işaretli iskambil kâğıdı.
    onluk * On birimden, on parçadan oluşan.
    * On üzerinden tam not alan.
    * On para, on kuruş, on lira veya on bin lira değerinde para.
    onluk bozma * onluğu, on tane birliğe çevirme.
    onma * Onmak işi veya durumu.
    onmadık * Talihi yaver gitmeyen, başı belâdan kurtulmayan.
    * Bereketsiz.
    onmak * Daha iyi bir duruma girmek, salâh bulmak.
    * Eksiği kalmayıp gönül ferahlığına ermek, mutlu olmak, mesut olmak.
    * Hastalıktan, dertten kurtulmak, şifa bulmak, felah bulmak, iflâh olmak.
    onmaz * İyileşme ihtimali bulunmayan.
    onomastik * Özel adlar ve özellikle kişi adları bilimi.
    onomatope * Bkz. yansıma.
    ons * Fransa’da 30,59 gr, İngiltere’de 28,349 gr ağırlığında bir ağırlık birimi.
    onsuz * O olmaksızın.
    ontik * Varlıksal.
    ontojenez * Birey oluş.
    ontoloji * Varlık bilimi.
    ontolojik * Varlık bilimi ile ilgili, varlık bilimine ait.
    ontolojizm * Tanrı bilgisinin insan için doğal olduğunu ileri süren kuram.
    onu * O zamirinin belirtme durumu.
    onulma * Onulmak işi.
    onulmak * Onmak işine konu olmak.
    onulmaz * İyileşmez, şifa bulmaz.
    onum * Kötü bir durumdan kurtulma.
    onun * O zamirinin tamlayan durumu.
    onun için * bundan dolayı, bundan ötürü.
    onuncu * On sayısının sıra sıfatı, sırada dokuzuncudan sonra gelen.
    * Onuncu sırayıalan şey veya kimse.
    onur * İnsanın kendine karşıduyduğu saygı, öz saygı, haysiyet, izzetinefis.
    * Başkalarının gösterdiği saygının dayandığıkişisel değer, gurur, şeref.
    onur belgesi * Şeref belgesi.
    onur kurulu * Bir kuruluşveya derneğin üyeleri arasında çıkan onur davalarını gören veya bu kuruluşveya derneğin
    ilkelerine aykırıdavranan üyelerin bu davranışlarını inceleyip karara bağlayan kurul, haysiyet divanı.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 13

    onur üyesi * Bir kuruluşveya derneğe kişiliği ile onur katacağıdüşünülerek seçilen kimse.
    onurlandırma * Onurlandırmak işi.
    onurlandırmak * Kendisine saygıduyulan bir kimse, bir yere gelerek oradakileri mutlu etmek, onur kazandırmak, onurunu
    artırmak, şereflendirmek, şeref vermek.
    onurlanma * Onurlanmak işi, şereflenme, teşerrüf.
    onurlanmak * Onur duymak, şereflenmek, teşerrüf etmek.
    onurlu * Onuru olan veya onurunu üstün tutan, şerefli, gururlu.
    onursal * Saygı için verilen veya övünç için kabul edilen (başkanlık, üyelik, profesörlük gibi unvan), fahrî.
    onursal başkan * Bir kuruluşa onur vermek için sorumsuz ve yetkisiz olarak başkan seçilen kimse.
    onursuz * Onuru olmayan veya onura aykırıdavranışlarda bulunan, şerefsiz, haysiyetsiz.
    onursuzluk * Onursuz olma durumu, şerefsizlik.
    onuruna … vermek * birine saygı göstermek için yemek, toplantı gibi bir ağırlamada bulunmak.
    onuruna dokunmak * (birinin) gururunu, haysiyetini incitmek.
    onuruna yedirememek * bir kimse, kendine duyduğu saygıyla bağdaşmayan ve onur kırıcı olay veya davranışlar karşısında tepkide
    bulunmak, kendine yedirememek.
    oosfer * Bitkilerde erkek gamet tarafından döllenerek yumurtayı oluşturan dişi gamet.
    oosit * Büyüme evresini tamamlamış, fakat henüz döllenebilecek duruma gelmemişdişi gamet.
    op * Bkz. opus.
    opal * Silis grubundan değerli bir mineral; silisin hidratlıve jelâtinli bütün türlerini kapsar.
    * İnce, düzgün dokunmuşpamuklu kumaş.
    opalin * Opali andıran camdan yapılmışvazo, kupa vb.ne verilen ad.
    opalleşme * Saydam bir camın, özündeki kristallerin çökmesiyle opal renge girmesi.
    oparlör * Bkz. Hoparlör.
    opera * Sözlerinin bütünü veya çoğu şarkılı olarak söylenen müzikli tiyatro eseri.
    * Bu eseri uygulayan sanatçıtopluluğu.
    * Böyle eserlerin oynandığıyapı.
    operacı * Opera sanatçısı.
    operakomik * Konuşmalıve şarkılı bölümlerin bir arada bulunduğu oyun.
    operasyon * Ameliyat.
    * Elde edilecek sonuç için alınan önlem ve yürütülen işlemlerin bütünü.
    operatör * Ameliyat yapan, uzmanlığı ameliyat yapmak olan hekim, cerrah.
    * Bazıteknik aletleri işletenlere verilen ad.
    * Bilgisayarıçalıştırıp gerekli uygulamayıyapan kimse, işletmen.
    * Basılacak metinleri dizgi makinesinde dizen kimse.
    operatörleşme * Operatörleşmek işi.
    operatörleşmek * Operatör olmak, operatör gibi davranmak.
    operatörlük * Operatör olma durumu.
    operatris * Operatör.
    operet * Eğlenceli, hafif konulu, içinde bestesiz konuşmalar bulunan sahne eseri.
    * Operet oynayan oyunculardan oluşan kuruluş.
    operetçi * Operet metni yazan, besteleyen veya operette rol alan sanatçı.
    oportünist * Duruma göre davranan, içinde bulunduğu şartlarıdeğerlendirmeyi bilen (kimse).
    oportünizm * Güç durumlarda, davranışlarınıahlâk kurallarıveya düzenli bir düşünceden çok, çıkarlarına uyacak biçimde
    ayarlamayıamaçlayan tutum.
    opsiyon * (bankacılıkta) Borç senetlerinin, bankalara ödenmesi için vade tarihinden başlayarak tanınan iki gün.
    * (ticarette) Bir alışverişin karara bağlanması için genellikle satıcının alıcıya tanıdığısüre.
    * Belli bir tarih için, vapur, uçak, vb. nde önceden ödeme yapmadan, şarta bağlıyer ayırtma.
    optik * Görme ile ilgili olan.
    * Fizik biliminin ışık olaylarını inceleyen kolu.
    optik kaydırma * Alıcının değişir odaklımerceğinin yakından uzağa veya uzaktan yakına doğru odaklanmasıyla elde edilen
    sonuç, zum.
    optikçi * Gözlükçü.
    optimal * En elverişli durum, optimum.
    optimetri * Görmeyi inceleyen optik veya fizik dalı.
    optimist * Yaradılışı gereği her şeyin iyi yanını görme eğiliminde olan, iyimser, nikbin pesimist karşıtı.
    * Tek yelkenli, tek kişilik yarış.
    optimizm * Her şeyi en iyi yanından gören, her durumda iyi bir çıkışyolu uman dünya görüşü, iyimserlik, nikbinlik.
    optimum * (sıcaklık, nem veya tutumda) En elverişli durum.
    * En elverişli, en iyi olan, optimal.
    opus * Bestecinin, bestelenişsırasına göre numaralanmışmüzik eseri. Kısaltması op.
    or * Ordu kelimesinin kısaltması.
    ora * O yer.
    oracık * Hemen o yer, bulunduğu yer.
    oracıkta * Hemen o yerde, olduğu yerde.
    orada * Sözü edilen yerde, bulunduğu yerde.
    orada burada * her yerde.
    oradan * Sözü edilen yerden.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 14

    oradan buradan * belli bir sıra gözetmeksizin, karışık olarak.
    orak * Ekin biçmekte kullanılan, yarım çember biçiminde yassı, ensiz ve keskin metal bir bıçakla, buna bağlı bir
    saptan oluşan ekin biçme aracı.
    * Ekin biçme zamanı.
    orak ayı * Temmuz.
    orak böceği * Ağustos böceği.
    orakçı * Orakla ekin biçen kimse.
    orakçılık * Orakçının işi.
    oraklaşma * Oraklaşmak işi veya durumu.
    oraklaşmak * Orak biçimini almak.
    oralarda olmamak * işi sezmemişgibi davranmak, anlamamazlıktan gelmek.
    oralı * O yerden olan.
    oralı olmamak (veya oralı bile olmamak) * önemsememek, umursamamak, aldırmamak, ilgilenmemek.
    oralılık * Oralı olma durumu.
    oramiral * Deniz kuvvetlerinde, kara kuvvetlerindeki orgeneralin dengi olan en yüksek rütbeli amiral.
    oramirallik * Oramiral rütbesi.
    * Oramiral makamıve görevi.
    oran * Büyüklük, nicelik, derece bakımından iki şey arasında veya parça ile bütün arasında bulunan bağıntı, nispet.
    * İki şeyin birbirini tutması, karşılıklıuygunluk, tenasüp.
    * Akıl yoluyla gerçeğe yakın olduğuna inanılarak verilen yargı, tahmin.
    * İki büyüklük, iki nicelik arasındaki bağıntı.
    oran dışı * İki tam sayının bölümü olmayan (sayı).
    oranca * Oran bakımından, orana göre.
    orangutan * Sumatra ve Borneo’da yaşayan, insana benzeyen, yemişle beslenen bir cins maymun (Pongo pygmaeus).
    oranla * Herhangi bir şeye göre, herhangi bir şeyle kıyaslayarak, nispeten.
    oranlama * Oranlamak işi, tahmin, kıyas.
    oranlamak * Ölçmek, hesaplamak, hesap etmek.
    * Akıl yoluyla gerçeğe yakın olduğuna inanılarak hüküm vermek, tahmin etmek.
    * Karşılaştırmak, kıyaslamak.
    * Eşit tutmak.
    oranlı * Kendinde oran bulunan, nispetli, mütenasip, mütevazin.
    oransız * Kendinde oran bulunmayan, nispetsiz.
    oransızlık * Oransız olma durumu, nispetsizlik.
    orantı * Bir şeyi oluşturan parçaların kendi aralarında ve parçalarla bütün arasında bulunan uygunluk, oran,
    tenasüp.
    * Birincinin ikinciye oranı, üçüncünün dördüncüye oranına eşit olan dört terim arasındaki bağıntı.
    orantılama * Orantılamak işi veya durumu.
    orantılamak * Orantılı olarak düşünmek veya değerlendirmek.
    orantılanma * Orantılanmak işi veya durumu.
    orantılanmak * Orantılı olarak düşünülmek.
    orantılı * Bir orantıyla ilgili olan, aralarında orantı bulunan, mütenasip.
    * Bir niceliğin iki, üç, … kez çoğalmasıveya azalması başka bir niceliğin o nispette çoğalmasınıveya
    azalmasını gerekli kılarsa “bu iki nicelik birbiriyle orantılıdır” denir.
    orası * O yer, ora.
    * O yönü.
    orasısenin, burası benim dolaşmak (veya gezmek) * durmadan gezip dolaşmak.
    orasına burasına * dağınık olarak, gelişigüzel.
    oratoryo * Solo sesler, koro ve orkestra için yazılmış, oyun ögesi bulunmayan, kutsal nitelikte müzik eseri.
    oraya * O yere, o yöne.
    orcik * Şeker ile kaplanmış ceviz içi.
    ordinaryüs * Türk üniversitelerinde 1960 öncesinde, en az beşyıl profesörlük yapmış, bilimsel çalışmalarıyla kendini
    tanıtmışöğretim üyeleri arasından seçilerek bir kürsünün yönetimiyle görevlendirilen kimselere verilen unvan.
    ordinat * Bir noktanın uzaydaki yerini belirtmeye yarayan çizgilerden biri; en çoğu apsise dikey olarak çizilir. 343
    koordinat.
    ordino * Bir poliçenin arkasına ciro edildiği kişiye ödenmesi için yazılan havale emri.
    * Tüccarın malını gümrükten çekebilmesi için vapur kumpanyasından yük konşimentosuna karşılık verilen
    havale.
    * Denizcilik işletmelerinde gemi adamlarını gemilere atama belgesi.
    ordonat * Silâhlıkuvvetlerin savaşgereçlerini, araçlarınıve bunlara benzer her türlü ihtiyaçlarını sağlamakla görevli
    sınıf (ordu donatım işleri sözünün kısaltması).
    ordövr * Yemekten önce sofraya getirilen soğuk yiyecekler, çerez, meze.
    ordövr arabası * Ordövlerin servisinde kullanılan küçük el arabası.
    ordövr tabağı * İçine genellikle soğuk mezelerin konduğu özel olarak hazırlanmıştabak.
    ordu * Bir devletin silâhlıkuvvetlerinin tümü.
    * Bu topluluğun başlıca bölümlerinden her biri.
    * Amaç, nitelik vb. yönlerden benzeyen insanların bütünü.
    * Çok sayıda insan, kalabalık.
    ordu donatım * Ordonat.
    ordu evi * Kara, deniz ve hava subay ve astsubaylarının buluştukları, sosyal ihtiyaçlarınıkarşılayabilecek biçimde
    yapılmışlokal veya yapı.
    ordu komutanı * Bir orduya komuta eden ve genellikle orgeneral rütbesinde olan asker.
    ordu merkezi * Ordu karargâhının bulunduğu yer.
    ordubozan * Mızıkçı, dönek, oyunbozan.
    * Fesat çıkaran, fesatçı.
    * Bacaklardaki varis hastalığı.
    ordubozanlık * Ordubozan olma durumu, fesatçılık, mızıkçılık.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 5

    okramak * (acıkmış, susamışolan at için) Yiyecek veya su gördüğü zaman kişnemek.
    oksalat * Billûrları idrarda bulunabilen ve idrar yolunda taşyapan kalsiyum oksalatın kısa biçimi.
    oksalik * Kuzu kulağı gibi birçok bitkilerde rastlanan, özellikle temizleme maddesi olarak kullanılan, “keskin, zehirli
    asit” anlamına gelen oksalik asit teriminde geçer, (HOCO-COOH), kuzu kulağıasidi.
    oksalik asit * Oksalik.
    oksidiyon taşı * Oltu taşı.
    oksijen * Hidrojenle birleşerek suyu oluşturan, atom numarası8, atom ağırlığı16, rengi, kokusu ve tadı olmayan,
    havada beşte bir oranında bulunan bir gaz, müvellidülhumuza. Kısaltması o.
    oksijen çadırı * Hava geçirmeyen bir dokumadan veya plâstikten yapılan, birini normak bir havadan ayırıp saf oksijen veya
    karbojen etkisi altına koymaya yarayan alet.
    oksijenleme * Oksijenlenmek durumu veya biçimi.
    * Oksijenlemek işi.
    oksijenlemek * Bir maddenin birleşimine oksijen katmak.
    * Saçların rengini sulandırılmışoksijenli su ile sarartmak.
    oksijenlenebilir * Oksijenle birleşebilen madde.
    oksijenlenmek * Oksijen ile birleşmek.
    * Özünde oksijen bulunmak.
    oksijenli * Birleşiminde oksijen bulunan.
    * (saç için) Oksijenli su ile sarartılmış.
    oksijenli su * Hidrojen peroksidin (H2O2) sulu çözeltisi.
    oksilit * Suyla birleştiğinde oksijen açığa çıkaran, birleşiminde nikel ve bakır tozları bulunan sodyum ve potasyum
    peroksit.
    oksit * Oksijenin bir element veya kökle birleşmesiyle oluşan madde.
    oksitleme * Oksitlemek işi, yükseltgeme.
    oksitlemek * Oksit durumuna getirmek, oksijenle birleştirmek, yükseltgemek.
    oksitlenme * Oksitlenmek işi, yükseltgenme.
    oksitlenmek * Oksit durumuna girmek, oksijenle birleşmek, yükseltgenmek.
    oksiyür * Bkz. sivrikuyruk.
    okşama * Okşamak işi.
    okşamak * Sevgi veya şefkat belirtisi olarak elini bir şeyin üzerinde yavaşyavaşgezdirmek veya ona hafifçe vurmak.
    * Hafifçe dövmek.
    * Benzemek, andırmak, hatırlatmak.
    * Bir kimseyi hoşnut etmek.
    okşamalık * Gönül okşayıcıözelliği olan.
    okşanma * Okşanmak işi.
    okşanmak * Okşamak işine konu olmak.
    okşantı * Okşama.
    okşatma * Okşatmak işi veya durumu.
    okşatmak * Okşamak işini yaptırmak.
    okşayıcı * (söz, davranışvb. için) Hoşa giden, gönül alan.
    okşayış * Okşamak işi veya biçimi.
    oktan * Parafinler serisinden, birçok izomerli doymuşhidrokarbür (C8H18).
    oktant * Yıldızların yüksekliğini ve açıuzaklığını gözlemeye yarayan alet.
    oktav * Sekiz sesten oluşan ses dizisi; bir do sesiyle ondan sonraki do sesi arasındaki uzaklık.
    oktrua * Şehre giren şeylerden alınan vergi.
    okul * Okuyup yazmadan başlayarak en yüksek düzeyde bilim ve sanat bilgisi vermeye kadar, çeşitli derecede
    toplu olarak öğretimin yapıldığıyer, mektep.
    * Bir okuldaki öğrenci ve görevlilerin bütünü.
    * Bir bilim veya sanat kolunda ayrınitelik ve özellikleri bulunan yöntem veya akım, ekol.
    okul çocuğu * Öğrenci.
    okul kaçağı * Derslere girmeyip, okul dışında vakit geçiren.
    okul kooperatifi * Okulda öğrencilerin kalem, defter, kitap, yiyecek vb. ihtiyaçlarınıkarşılayan kuruluşve satışyeri.
    okul öncesi * Çocuğun okul çağına girmesinden önceki çağı.
    * Bu çağla ilgili, bu çağa özgü.
    okul sonrası * Okul çağından sonra gelen çağ.
    * Bu çağla ilgili, bu çağa özgü.
    okuldan ayrılmak * öğrenime son vermek.
    okuldaş * Okul arkadaşı.
    okullaşma * Okullaşmak durumu.
    okullaşmak * Okul durumuna gelmek.
    okullu * Bir okula devam eden kimse, öğrenci.
    okulu asmak (veya kırmak) * okuldan kaçmak, derslere girmemek.
    okuma * Okumak işi, kıraat.
    okuma kitabı * Okuma becerisini kazandırmak amacıyla içinde değişik metinlerin bulunduğu kitap.
    okuma saati * Zamanın belli bir bölümünü okumaya ayırma anı, okuma vakti.
    okuma yazma * Okuma ve yazma bilgisi.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 6

    okuma yitimi * Görmede hiçbir bozukluk olmadığıhâlde okuma yetisinin yok olması, aleksi.
    okumak * Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak bunu sessizce çözümleyip anlamak veya aynızamanda seslere
    çevirmek.
    * Bu biçimde yazılmışolan bir metnin iletmek istediği şeyleri öğrenmek.
    * Bir konuyu öğrenmek için okulda, bir öğretmenin yanında veya yazılışeyler üzerinde çalışmak, öğrenim
    görmek.
    * (şarkı, türkü veya şiir vb. için) Sesli olarak veya ezgi ile söylemek.
    * Bir şeyin anlamınıçözmek.
    * Bazı belirtilerle bir anlamı, gizli bir duyguyu anlamak, kavramak.
    * Hastalığı iyi edeceğini ileri sürerek okuyup üflemek, üfürükçülük etmek.
    * Bir yere çağırmak, davet etmek, okuntu göndermek.
    * Sövmek, küfretmek.
    okume * Afrika’da yetişen, kerestesi parlak, öz odunu mor, dışodunu pembe renkli bir ağaç (Aucoumea).
    okumuş * Okuyarak bilgisini genişletmiş, öğrenim görmüş(kimse).
    okumuşolmak * okunmuşgibi görünmek, öyle farzedilmek.
    okumuşluk * Okur yazar, öğrenim görmüşolma durumu.
    okunaklı * (yazı için) Açık ve düzgün harflerle yazılmış, kolaylıkla okunabilen.
    okunaksız * (yazı için) Güçlükle okunabilen, düzgün olmayan.
    okunma * Okunmak işi.
    okunmak * Okumak işine konu olmak.
    * Okunulmak.
    * Belli olmak, açıkça görünmek.
    okuntu * Çağrıkâğıdı, çağrılık, davetiye.
    okunulma * Okunulmak işi veya durumu.
    okunulmak * Okumak işi yapılmak.
    okunuş * Okunmak işi veya biçimi.
    okur * Okuyan kimse, okuyucu, kari.
    okuryazar * Okumasıyazması olan, öğrenim görmüş(kimse).
    okuryazarlık * Okuryazar olma durumu.
    okus pokus * Dolap, düzen, hile.
    okutma * Okutmak işi.
    okutmak * Okumasını, öğrenim görmesini sağlamak.
    * Okumak işini yaptırmak.
    * Ders vermek, bir konu üzerinde yetiştirmek.
    * Satarak elinden çıkarmak.
    okutman * Üniversitede yabancıdil, Türkçe, tarih öğretimi ile görevlendirilen, uygulamalıçalışmalarıyöneten öğretim
    üyesi yardımcısı, lektör.
    okutmanlık * Okutmanın görevi, lektörlük.
    okutturma * Okutturmak işi.
    okutturmak * Okutmak işini yaptırmak.
    okutulma * Okutulmak işi.
    okutulmak * Okutmak işine konu olmak.
    okutuş * Okutmak işi veya biçimi.
    okuyucu * Sürekli olarak gazete, dergi vb. okuyan, okur, kari.
    * Şarkı, türkü okuyan kimse, şarkıcı, türkücü.
    * Düğüne çağrıyapan kimse.
    okuyup üflemek * dinî inanca göre bir duayı okuduktan sonra, üfleyerek ruhlara yollamak.
    okuyuş * Okumak işi veya biçimi.
    oküler * Optik aletlerinde objektiften aldığıışınları göze veren mercek sistemi.
    okültizm * Bkz. gizlicilik.
    okyanus * Kıtaları birbirinden ayıran engin, açık deniz, ana deniz, umman.
    okyanus çukuru * 3000-4000 m derinlikten 6000-7000 m derinliğe kadar devam eden deniz dibi çukuru.
    okyanus mavisi * Koyu mavi.
    ol * O gösterme sıfatı.
    ola * acaba, sahi, bulunabilir.
    ola ki * olabilir ki, belki.
    olabilir * Gerçekleşme imkânı bulunan, olur, mümkün, kabil.
    olabilirlik * Olasılık, ihtimal.
    olabilme * Olabilmek işi veya durumu.
    olabilmek * Gerçekleşmesi mümkün olmak, uygulanabilir olmak.
    olacak * Olması, yapılmasıuygun olan.
    * Kendinden beklenilen davranışı gösteremeyen.
    * Olma, gerçekleşme olasılığı bulunan şey.
    * Olmasının önüne geçilemeyen durum.
    olacak gibi değil * olamaz, olmuyor, olacağa benzemiyor.
    olagelme * Olagelmek işi.
    olagelmek * Sürmek, süregelmek, devam etmek.
    olağan * Sık sık olan, olagelen, tabiî.
    * Alışılmışolan, normal.
    olağan dışı * Olağan olmayan, gayri tabiî.
    olağanlaşma * Olağanlaşmak işi.
    olağanlaşmak * Olağan duruma gelmek.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 7

    olağanlaştırma * Olağanlaştırmak işi veya durumu.
    olağanlaştırmak * Olağan duruma getirmek.
    olağanlık * Olağan olma durumu.
    olağanüstü * Alışılmıştan, benzerlerinden farklı olan, fevkalâde.
    * Beklenmedik bir zamanda yapılan, önceden tasarlanmışolan, fevkalâde.
    * Büyük bir hayranlığa yol açan, harikulâde.
    olağanüstü hâl * Sıkıyönetimden önce, sonra veya bundan tamamen bağımsız olarak kanunla belirtilen olağanüstü yetkilerin
    sivil yönetime verilmesi ve kullanılmasıdurumu.
    olağanüstülük * Olağanüstü olma durumu.
    olamaz * Olmasınıönleyecek derecede güçlü engelleri bulunan, olanaksız, gayrimümkün.
    * Hayret, şaşırma bildirmek için kullanılır.
    olan * olmak fiilinin şimdiki zaman sıfat-fiili.
    * isim tamlaması belirtileni durumunda bulunan bir isimden sonra getirildiğinde o ismin sıfatıdeğerinde bir
    birleşik oluşturur.
    olan biten (veya olup biten) * meydana gelen olaylar, ortaya çıkan durum veya oluşan her şey.
    olan oldu * işişten geçti, artık yapacak bir şey kalmadı.
    olanak * Yararlanılan uygun şart, imkân.
    olanak sağlamak * bir işin olmasına elverişli ortamıhazırlamak.
    olanaklı * Olma ihtimali bulunan, mümkün, kabil.
    olanaksız * Olanağı olmayan, olma ihtimali bulunmayan, gayrimümkün, imkânsız.
    olanaksızlaşma * Olanaksızlaşmak işi, imkânsızlaşma.
    olanaksızlaşmak * Olanaksız duruma gelmek, imkânsızlaşmak.
    olanaksızlık * Olanaksız olma durumu, imkânsızlık.
    olanca * Bütün, elde bulunanın hepsi.
    olası * Görünüşe göre olacağısanılan, muhtemel, mümkün.
    olasıcılık * Bilginin ancak olasılık değeri olduğunu, kesin doğrunun bilinemeyeceğini, bilginin yalnız olasılığa
    erişebileceğini ileri süren teoriye dayanan kuşkucu öğreti, probabilizm.
    olasılı * Olasılığa dayanan, belkili, ihtimal, muhtemel.
    * Belkili.
    olasılık * Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik, ihtimal.
    * O zamana kadar yapılan deneylerle bir olayın ortaya çıkmasının beklenilmesi, ama yine de tam bir
    kesinliliği bulunmamasıdurumu.
    olasılık hesabı * Bir olayın gerçekleşmesi şanslarının yüzdesini bulmaya yarayan kuralları inceleyen matematik dalı,
    ihtimaller hesabı.
    olasıya * Olabileceği ölçüde, olabileceği kadar.
    olay * Ortaya çıkan, oluşan durum, ilgiyi çeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü iş, hâdise, vak’a.
    * Önemli tarihî olgu.
    olay bilimi * Görüngü bilimi, fenomenoloji.
    olay çıkarmak * hoşolmayan bir durum yaratmak, hâdise çıkarmak.
    olay yapmak * olduğundan önemli veya büyük düşüncesini yaratmak, sorun çıkarmak.
    olaycılık * Görüngücülük, fenomenizm.
    olaylaştırma * Olaylaştırmak işi veya durumu.
    olaylaştırmak * Olay durumuna getirmek, olay yapmak.
    olaylı * Olayı olan, olay çıkmışolan, hâdiseli.
    olaysız * Olayı olmayan, hiçbir olay çıkmamışolan, hâdisesiz.
    olçum * Hekimlik taslayan kimse.
    * Kendini becerikli, usta gösteren kimse.
    * Eli işe yatkın, becerikli kimse.
    oldu * Peki, evet, tamam, hay hay, elbette, başüstüne, olur, tabiî, memnuniyetle.
    oldu olacak * Artık çekinilecek bir şey kalmadı.
    oldu olacak, kırıldınacak * her şey olup bitti, işişten geçti.
    oldu olanlar * hoşolmayan kötü birtakım olaylar oldu.
    oldubitti * Başkasına karışma fırsatıvermeden bir işi aceleye ve kargaşalığa getirip sonuca bağlama, olup bitti,
    emrivaki.
    oldubittiye (veya olupbittiye) getirmek * geri dönülmesi güç veya olanaksız bir durum yaratmak, emrivaki yapmak.
    oldukça * Yetecek kadar, epey, hayli.
    oldum bittim * Eskiden beri, bildim bileli.
    oldum bittim (oldum olasıveya oldum olasıya) * kendimi bildiğimden beri.
    oldum olası * 343 olmak.
    oldurgan * Geçişli değilken bir ek katılarak geçişli duruma getirilen (fiil).
    oldurma * Oldurmak işi veya durumu.
    oldurmak * Olmasını sağlamak.
    * Olgunlaştırmak.
    ole * Yüreklendirmeye yarayan İspanyolca kelime, yaşa.
    olefin * Etilen gibi yapısına başka bir öge veya kök sokulabilen, karbonlu hidrojenlerin genel adı.
    oleik * Yağlarda gliserin ile birlikte bulunan, rengi, kokusu, tadı olmayan, 40C de billûr durumunda katılaşan sıvı
    bir madde olan oleik asit teriminde geçer.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 8

    oleik asit * Oleik.
    olein * Sıvıyağlarda ve margarinlerde bulunan oleik asidin bir esteri.
    oleometre * Yağların yoğunluğunu ölçmeye yarayan sıvıöçler.
    olgu * Birtakım olayların dayandığısebep veya bu sebeplerin yol açtığısonuç, vakıa.
    * Düşünülmüşolanın karşıtı, olmuşolan, gerçek olan, gerçekleşmişolan, vakıa.
    olgucu * Olguculukla ilgili olan, pozitivist.
    * Olguculuk yanlısı olan (kimse).
    olguculuk * Araştırmalarını olgulara, deneylere, gerçeklere dayayan, fizik ötesi açıklamalarıkuramsal olarak olanaksız ve
    yararsız gören Auguste Comte ‘un açtığıfelsefe çığırı, pozitivizm.
    olgun * (meyveler için) Yenecek duruma gelmiş.
    * (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörüsü gereği kadar gelişmiş, kâmil.
    olgun odun * Ağaç gövdesinin öz odun ile dışodun arasında oluşan, ağaç işleri gereci olarak en üstün niteliği taşıyan
    bölümü.
    olgunca * Olgun gibi, olguna benzer.
    olgunlaşma * Olgunlaşmak işi.
    olgunlaşmak * (meyveler için) Olgun duruma gelmek.
    * (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörüsü gereği kadar gelişmişolmak.
    olgunlaştırma * Olgunlaştırmak işi.
    olgunlaştırmak * Olgun duruma getirmek.
    olgunluk * (meyveler için) Olgun, yenilebilir olma durumu.
    * (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından gereği kadar gelişmişolma durumu, yetkinlik, kemal.
    olgunluk çağı * İnsan hayatında beden ve ruhî yeteneklerinin en yetkin olduğu dönem.
    olgunluk sınavı * Bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından gereği kadar gelişmişolma durumu, yetkinlik, kemal.
    olgunluk yaşı * Bkz. olgunluk çağı.
    oligarşi * Siyasî gücün birkaç kişilik bir grubun elinde toplandığıyönetim, aristokrasinin daralmış biçimi, takım erki.
    oligoklâz * Billûr kütlelerde serpme durumunda bulunan, beyazımtırak bir tür feldspat.
    oligosen * III. çağın miyosen ile eosen arasındaki dönemi.
    olijist * Kızıl renkli, kayaçlarda rastlanan doğal demir oksidi.
    olimpik * Olimpiyatlarla ilgili, olimpiyat ölçülerinde olan.
    olimpiyat * Eskiden Yunanistan’da Zeus onuruna yapılan yarışmalara verilen ad.
    * Her dört yılda bir başka ülkede yapılan, yalnızca amatörlerin katıldığıuluslar arasıspor yarışmaları,
    olimpiyat oyunları.
    * Çeşitli spor dallarında düzenlenen yarışma.
    olivin * Sarımsıyeşil renkli, cam parıltılı, magnezyum ve demirli silikat, peridot.
    olma * Olmak işi veya durumu.
    olmadık * Daha önce hiç olmamış, alışılmamış, hiç beklenmeyen, olağan karşıtı.
    * Gereksiz, yerinde olmayan davranışveya söz.
    olmak * Varlık kazanmak, meydana gelmek, vuku bulmak.
    * Gerçekleşmek veya yapılmak.
    * Bir görev, makam, san veya nitelik kazanmak.
    * Bir şeyi elde etmek, edinmek.
    * Bir durumdan başka bir duruma geçmek.
    * Herhangi bir durumda bulunmak.
    * Uygun düşmek, yerinde görülmek.
    * Yetişmek, olgunlaşmak.
    * Hazırlanmak, hazır duruma gelmek.
    * Bulunmak.
    * (özne olarak zaman bildiren kelimelerle) Geçmek, tamamlanmak.
    * Sürdürmek, yürütmek.
    * Bir kuruluşla, örgütle ilgili bulunmak, mensup olmak.
    * (zaman bildiren bir isimle) Yaklaşmak, gelip çatmak.
    * Bir şey, birinin mülkiyetine geçmek.
    * Özne bir isim tamlaması olduğunda, belirtenin belirtilene ait olduğu düşüncesini anlatır.
    * Ek fiilin genişzamanı olan -dır (-dir) anlamında kullanılır.
    * Sarhoşolmak.
    * Uymak, tam gelmek.
    * Yitirmek, elinden kaçırmak.
    * Bir yerde doğmuş, yaşamışolmak.
    * Bu fiilin genişzamanının tekil üçüncü kişisi olumlu olduğunda kabul, olumsuz olduğunda ret anlatır.
    * (bir şeyle birlikte) Bir olayla karşılaşmak; başına kötü bir şey gelmek.
    * (ne ile birlikte) Ne gibi bir ilginin bulunduğunu sormak veya hiçbir ilgi olmayacağını belirtmek için
    kullanılır.
    * Yol açmak.
    * Bir isim veya sıfatın belirttiği durumu almak.
    * Sıfat-fiil eki almışkelimelerle birlikte başlama, bitirme vb. bildiren fiilleri oluşturur.
    * (hastalık anlatan bir kelimeyle) Hastalığa yakalanmak, tutulmak.
    olmamış * Olgunlaşmamış, ham.
    olmayacak * Gerçekleşmesi imkânsız.
    * Olmasıhoşgörülmeyen, uygun olmayan.
    olmayacak duaya âmin demek * gerçekleşmeyecek, sonuç, vermeyecek işlerle uğraşmak.
    olmaz * İmkânsız, gerçekleşemez.
    * Yapılamayacak iş, tutum veya davranış.
    olmaz olmaz * olamayacak, imkânsız şey yoktur.
    olmazlı * Olması ihtimal dışı olan.
    olmazlık * Olmazlı olma durumu veya olmazlı olan şey.
    olmuş * Olgunlaşmış, ergin.
    * Oluşmuş.
    olmuş(veya pişmiş) armut gibi eline düşmek * emeksiz ve zahmetsizce eline geçmek.
    olsa olsa * Son ihtimal olarak, nihayet.
    * Ancak.
    olta * Genellikle, bir olta takımının ava hazır bütününe verilen ad.
    * Balık avlamada kullanılan, ucuna çengelli iğne takılı, en çoğu at kuyruğu kılından olan veya naylon tellerden
    yapılmışiplik.
    * Hile, düzen, oyun, yem.
    olta balığı * Olta ile avlanan balık.
    olta iğnesi * Olta takımının ucuna takılan ve biçimlerine göre değişik adlarla anılıp esas balığın yakalanmasında
    kullanılan küçük çengel.
    olta takımı * Olta ile balık avlamada kullanılan iğne, zoka gibi gereçlerin bütünü.
    oltacı * Olta vb. balık avı gereci satan kimse.
    * Olta ile balık avlamada usta kimse.
    oltacılık * Olta yapmak veya satmak işi.
    * Olta ile balık avlama işi.
    oltaya düşmek * hileyle karşılaşmak, oyun veya düzen içinde girmek.
    oltaya vurmak * (balık) oltaya takılmak.
    oltayıyutmak * aldanmak.
    Oltu kebabı * Oltu yöresine özgü yatay olarak şişe geçirilip kızartılan ve küçük küçük kesilen bir tür kebap.
    Oltu taşı * Çeşitli süs eşyalarının yapımında kullanılan kara kehribar, oksidiyon taşı.
    Oltu tozu * Bkz. pire otu.
    oluk * Bir şeyin akmasına yarayan üst yanıaçık boru.
    * Yağmur sularınıdamların kenarlarına toplayıp akıtan yatay konumlu, genellikle çinko vb. boru.
    * Bir şeyin üzerinde oyulmuşyol.
    * Ay yüzeyinde görülen uzun yarıklardan her biri.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 9

    oluk gibi akmak * çok bol ve arasıkesilmeden gelmek.
    oluk oluk * Pek çok.
    olukçuk * Küçük oluk.
    * Bazı organların yüzeyinde bulunan çentikler.
    oluklaşma * Oluklaşmak işi.
    oluklaşmak * Oluk durumuna girmek, oluk görünümü almak.
    oluklu * Oluğu olan.
    * Üstünde yol yol olukları bulunan.
    olumlama * Olumluluğu ortaya koyma, icap.
    olumlu * Gözetilen amaca veya beklenilene uygun, yararlı, müspet.
    * Yapıcı.
    * Onaylayan, kabul eden, lehte olan.
    * Olgulara, deneylere dayalı olarak bazınitelikleri belli olan, müspet, pozitif.
    olumlu bildirme eki * Çoğu sürerlik, kesinlik veya kuvvetli ihtimal kavramlarınıvermek için yüklemin sonuna gelen durur
    kelimesinin ekleşmiş biçimi olan -dır, -dir eki.
    olumlu cümle * Yüklemi olumlu olan cümle: Çocuk okula gitti. Öğrencinin bilgisiz olduğu anlaşılıyordu gibi.
    olumlu eylem * Bkz. olumlu fiil.
    olumlu fiil * Bir işin, bir davranışın, bir oluşun olduğunu bildiren fiil: Söylemiş, yazacak… gibi.
    olumlu tümce * 343 olumlu cümle.
    olumluluk * Olumlu olma durumu.
    olumsal * Olmasıkadar olmamasıda mümkün bulunan, mümkün, zorunlu karşıtı.
    olumsallık * Olumsal olanın niteliği; olumsal olma durumu, imkân, zorunluluk karşıtı.
    olumsuz * Yapıcıve yararlı olmayan, hiçbir sonuca ulaşmayan, menfi, negatif.
    * Davranışları beğenilmeyen, yıkıcıdüşünceleri olan, zararlı, menfi.
    * Bir şeyi inkâr eden, inkâr veya ret özelliği taşıyan.
    olumsuz cümle * Yüklemi olumsuzluk kavramıveren cümle: Çocuk hasta değilmiş. Parasıyok. Gelmezseniz biz de gitmeyiz
    gibi.
    olumsuz eylem * 343 olumsuz fiil.
    olumsuz fiil * Olumsuzluk kavramıveren fiil, Türkçede -ma, -me olumsuzluk eki, -maz, -mez olumsuz genişzaman eki
    alan fiil: Söylememeliydi, hastalanmaz, gelmeyince, yorgun değildir gibi.
    olumsuz tümce * Bkz. olumsuz cümle.
    olumsuzluk * Olumsuz olma niteliği veya durumu, nefiy.
    olumsuzluk eki * Kökü fiil olan bir kelimeye olumsuzluk kavramıveren ek. Türkçe’de bu kavram -ma, -me eki ile verilir:
    Sevmemek, sevmeyecek, okumamışgibi.
    olumsuzluk kelimesi * Cümle içinde art arda kullanılan iki veya daha çok özneyi, tümleci, yüklemi, aralarından bazılarına
    olumsuzluk kavramıvererek birbirine bağlayan veya yüklemin olumsuz çekimini sağlayan değil kelimesi.
    olunma * Olunmak işi veya durumu.
    olunmak * Olmak fiiline konu olmak.
    olup olacağı * hepsi bu kadar.
    olupbitti * Oldubitti, emrivaki.
    olupbittiye getirmek * Bkz. oldubittiye getirmek.
    olur * Olabilir.
    * Peki.
    * Genişzamanın üçüncü tekil kişisi.
    * Onay, tasdik, yapabilme izni.
    olur almak * yetkili makamdan bir uygulamayıyapabilmek için yazılı izin almak.
    olur ki * belki, muhtemelen.
    olur olmaz * rastgele, sıradan.
    * önemsiz, gereksiz, yersiz.
    olur olmaz * Olunca, olmasından hemen sonra.
    * Doğru mu, yanlışmı, yerinde mi yersiz mi olduğu düşünülmeden söylenen (söz), iyi mi kötü mü olduğuna
    bakılmadan seçilen (şey).
    * Rastgele, sıradan, kimliği, niteliği belirsiz (kişi).
    olur şey * olağan, görülegelen, sıradan, alelâde.
    olur şey (veya olur … değil) * şaşma anlatır.
    olur şey değil * olabileceği düşünülmeyen veya gerçekleşmesi beklenmeyen (şey).
    olurluk * Olabilme durumu.
    oluruna bakmak * bir işin yapılabilirliğini araştırmak, yapmaya çalışmak.
    oluruna bırakmak * (bir işi) kendi gidişine bırakmak.
    oluruna bırakmak (veya bağlamak) * sonucu önemsemeyerek, bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek.
    oluruyla yetinmek * elde olanlarıyeterli bulmak, kanaat etmek.
    oluş * Olmak işi veya biçimi, vuku.
    * Oluşma, teşekkül, tekevvün.
    * Bir durumdan öteki duruma geçiş.
    oluşma * Oluşmak işi, teşekkül.
    oluşmak * Belli bir varlık kazanmak, ortaya çıkmak, meydana gelmek, teşekkül etmek, tekevvün etmek.
    oluşturma * Oluşturmak işi.
    oluşturmak * Oluşmasını sağlamak, meydana getirmek, teşekkül ettirmek, tekvin etmek.
    oluşturulma * Oluşturulmak işi.
    oluşturulmak * Oluşmasısağlanmak, teşekkül ettirilmek.
    oluşuk * Oluşmuş.
    * Bir jeoloji döneminde meydana gelmişkatmanlar dizisi.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 2

    ocağına darıekmek * Bkz. ocağına incir dikmek.
    ocağına düşmek * birine koruması için sığınmak veya yardım etmesi için yalvarmak.
    ocağına incir dikmek * birinin evini barkınıdağıtmak.
    ocağınıyeşertmek * aile yuvasınıcanlandırmak.
    ocak * Ateşyakmaya yarayan, pişirme, ısıtma, ısınma gibi amaçlarla kullanılan yer.
    * Odalarda, genellikle duvar kenarlarında tuğla veya taştan yapılmış, bacası olan yer, şömine.
    * Isıvererek üzerine veya içine konulan maddeleri ısıtan, pişiren, kaynatan, eriten araç veya âlet.
    * Kahvelerde, kuruluşlarda çay, kahve vb.nin yapıldığıyer.
    * Yer üstünde veya yer altında cevher çıkarılan yer.
    * Bahçelerde ve bostanlarda her tür meyve ve sebze ekimine ayrılmış, çevresinden biraz yükseltilmiştoprak
    parçası.
    * Bir şeyin en çok bulunduğu veya yapıldığıyer.
    * Aynıamaç ve düşünceyi paylaşanların kurduklarıkuruluşveya toplandıkları, görev yaptıklarıyer.
    * (bazıdeyimlerde) Ev, aile, soy.
    * Bazıhastalıkları iyi ettiğine inanılan aile.
    * Yılın 31 gün süren birinci ayı, kânunusani.
    ocak başı * Ocağın başında yemek yenilen yer.
    ocak eşeği * Ocakta odunlarıdayayarak çatmaya yarayan üç ayaklıdemir araç.
    ocak kaşı * Ocağın içinde üstüne kazan, tencere oturtmaya yarayan yer.
    ocak katı * Belirli bir düzeyde hazırlanmışgaleri ağının tümü.
    ocak taşı * Ocağın çevresine yerleştirilen ateşe dayanıklıtaş.
    ocakçı * Ateşçi.
    * Ocak bacalarıtemizleyicisi.
    * Kahvelerde ocak başında kahve, çay gibi şeyleri hazırlayan kimse.
    ocakçılık * Ocakçı olma, ocakçının işi.
    ocaklı * Ocağı olan, içinde ocağı bulunan.
    * Ocaktan olan (yeniçeri).
    ocaklık * Bir aileye, babadan oğula geçmesi için verilen (mülk).
    * Ateşyakılan yer, ocak.
    * Bir yapının temelini veya çatısını oluşturan büyük kereste, temel direği.
    * Mutfak.
    * Baca.
    ocumak * Bir şeyden korkmak, ürkmek, çekinmek.
    * Bir şeyden soğumak.
    od * Ateş.
    od ocak * Mal, mülk, maddî zenginlik.
    od yok ocak yok * “çok yoksul” anlamında kullanılır.
    oda * Evin veya herhangi bir yapının oturmak, çalışmak, yatmak gibi işlere yarayan, banyo, salon, girişvb.
    dışında kalan, bir veya birden fazla çıkışı olan bölmesi, göz.
    * Serbest meslek adamlarını içinde toplayan resmî birlik.
    * Yeniçeri kışlası.
    oda hapsi * Askerî ceza hukukunda kabul edilmiş bir ceza türü.
    oda müziği * Az sayıda çalgı için ve özel toplantılarda çalınmak amacıyla bestelenmişmüzik.
    oda spreyi * Havasız kalan veya havasıağırlaşan odalarda güzel ve hoşkoku veren bir sprey türü.
    odabaşı * Hanlarda çalışan uşakların başı.
    * Yeniçeri kuruluşunda görevi alaylarda selâm törenlerini düzenlemek ve yönetmek olan subay.
    odacı * Resmî kuruluşlarda, işyerlerinde, temizlik ve getir, götür işlerine bakan görevli, hizmetli, hademe,
    müstahdem.
    odacık * Küçük oda.
    odacılık * Odacı olma durumu veya odacının görevi, hademelik.
    odak * Bir ışık veya ısıkaynağından yayılan ışınların toplandığıyer, mihrak.
    * Herhangi bir düşüncede, nitelikte olan kimselerin kaynağıveya bir şeyin toplandığı, yoğunlaştığıyer,
    mihrak.
    odak noktası * Bir merceğe paralel olarak gelen ışınların, mercekten geçip kırıldıktan sonra merceğin öte yanında
    birleştikleri nokta.
    odaklama * İyi bir görüntü elde etmek, görüntüyü tam odak noktasına düşürmek için alıcımerceğinde yapılan
    düzenleme.
    odaklamak * İyi görüntü elde etmek, görüntüyü tam odak noktasına düşürmek için alıcımerceğini düzenlemek.
    odaklanma * Odaklanmak işi.
    odaklanmak * Odaklamak işine konu olmak.
    * Belli bir noktada, yerde veya olguda toplanmak.
    odaklaşma * Odaklaşmak durumu.
    odaklaşmak * Bir ışık demeti veya elektron akışı bir noktada toplanmak.
    * Odak durumuna gelmek.
    odaklaştırma * Odaklaştırmak işi.
    odaklaştırmak * Bir ışık demetini veya elektron akışını bir noktaya toplamak.
    * Odak durumuna getirmek.
    odaklayıcı * Alıcısının çalıştırılmasısırasında odaklamayı gerçekleştiren alıcıyönetmeni yardımcısı.
    odalı * Herhangi bir sayıda odası olan.
    * Topkapısarayında oturan saray adamları.
    odalık * Bir erkeğin nikâhsız olarak aldığıcariye.
    * Padişah ve şehzadelerin, saraya alınan karavaşlar arasından seçtikleri kadın, ikbal.
    odeon * Eski Yunan’da müzisyenlerin konser verdiği basamaklıyer.
    oditoryum * Dinleme salonu.
    odsuz * Ateşsiz.
    odsuz ocaksız * Çok yoksul, aç ve barınaksız.
    odun * Yakılmak için kesilmiş, parçalanmışağaç.
    * Anlayışsız ve kaba (kimse).
    odun bilimi * Odunun yapısını; fiziksel, mekanik ve kimyasal özelliklerini inceleyen bilim dalı, ksiloloji.
    odun gibi * anlayışsız, görgüsüz.
    odun kömürü * Odunun kömürleştirilmesiyle elde edilen, kalori değeri düşük kömür, mangal kömürü.
    odun özü * Bitkiye destek olan, besi suyunu taşıyan, odunda bulunan katımaddelerden her biri.
    odun sobası * Sadece odun yakılmasına elverişli bir soba türü.
    oduncu * Odun kesen veya satan kimse.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 3

    oduncul * Odunla beslenen böcek.
    odunculuk * Odun kesme ve satma işi.
    odunlaşma * Bazı bitki hücrelerinde odun özü denilen bir kimyasal madde alarak odunsu bir duruma girmeleri olayı.
    * Kabalaşma.
    odunlaşmak * (bitkilerde) Odun durumuna gelmek.
    * Kabalaşmak.
    odunluk * Odun konulan yer.
    * Odun durumuna getirilip yakılmaya elverişli (ağaç).
    * Kabalık, anlayışsızlık.
    odunsu * Oduna benzeyen, odunu andıran.
    odunumsu * Oduna benzer, odun gibi.
    * Kaba, iri, heybetli.
    odyometre * İşitme organıve sisteminin niteliklerini değerlendiren, işitmeyi ölçen araç.
    odyovizüel * Görsel-işitsel.
    of * Sıkıntı, bezginlik, usanç, acı gibi duyguları bildirir.
    of çekmek * oflamak.
    ofis * İşyeri, daire, büro.
    oflama * Oflamak işi.
    oflamak * “Of” diyerek sıkıntı, bezginlik, usanç, acıveya yorgunluk duyduğunu belli etmek.
    oflatıp puflatmak * bunaltıp sıkıntıçekmeye sebep olmak.
    oflaya puflaya * sıkılarak, acıçekerek, bunalarak.
    oflaz * İyi, güzel, mükemmel.
    ofris * Salepgillerden, çiçekleri sinek, örümcek gibi birtakım böcekleri andıran, yumrulu, otsu bir bitki (Ophrys).
    ofsayt * Futbolda hücuma geçen takımın en az bir oyuncusunun topla oynandığı anda rakip takımın kale çizgisine,
    o takımın en yakın oyuncusundan daha yakın bulunmasıdurumu.
    ofset * Kalıp izlerini önce kauçuğa, kauçuktan da kâğıda geçirmeye dayanan çift kopyalı baskıyöntemi, düz baskı.
    ofsetçi * Ofset baskıyapan kimse.
    oftalmolog * Göz hekimi.
    oftalmoloji * Göz hekimliği.
    oftalmoskop * Gözün içini aydınlatıp görmek ve gözü muayene etmek için kullanılan ayna.
    oğalamak * Bkz. ovalamak.
    Oğan * Tanrı.
    oğdurmak * Bkz. ovdurmak.
    Oğlak * Zodyakta Yay ile Kova arasındaki burç, Cedi. 343 Zodyak.
    oğlak * Keçi yavrusu.
    Oğlak dönencesi * Güney yarıkürenin 230 27’lik enleminde, güneşin 23 Aralık’ta, öğle üzeri dimdik durduğu çember, kış
    dönencesi.
    oğlaklamak * (keçi) Yavrulamak.
    oğlan * Erkek çocuk.
    * Yetişkin erkek.
    * İskambil kâğıtlarında genç erkek resimli kâğıt, bacak, vale.
    * Cinsel bakımdan erkeklerin zevkine hizmet eden sapık erkek çocuk.
    oğlan evi * Nişan, düğün gibi törenlerde erkek tarafının bulunduğu ev.
    oğlancı * Erkeklerle cinsel ilişki kuran eş cinsel aktif erkek, kulampara.
    oğlancık * Küçük oğlan çocuk.
    oğlancılık * Oğlancı olma durumu, kulamparalık.
    oğmaç * Bkz. ovmaç.
    oğmak * Bkz. ovmak.
    oğul * Erkek evlât.
    * Yaşlıkimselerin genç erkeklere söylediği bir seslenme.
    * Bazıkelimelerin anlamınıpekiştirmek için kullanılır.
    * Bey veya ana arıdenilen bir dişi arıyla kovandan çıkan arıtopluluğu.
    oğul balı * Oğul arılarının yaptığı bal.
    * Bir büyük anneye veya büyük babaya göre oğuldan olan erkek torun.
    oğul çıkarmak * bir kovan, yeni bir oğul arısıtopluluğu meydana getirmek.
    oğul oğul * Gruplar hâlinde, bölük bölük.
    oğul otu * Ballı babagillerden, 20-150 cm yükseklikte, tıpta yapraklarından yararlanılan çok yıllık ve otsu bir bitki,
    kovan otu, melisa (Melissa officinalis).
    oğul uşak * Çocuklar ve torunlar.
    oğul vermek * oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp ayrı bir kovana gitmek.
    oğulcuk * Oğul sözünün sevgi bildiren küçültme veya okşama biçimi.
    * Döllenmişyumurtacığın gelişmeye başladığı andan dölüt olmasına kadar geçen süredeki adı, rüşeym,
    embriyon.
    * Bitki tohumlarında bir kökçük ile bir filizcikten oluşan ana bölüm.
    oğulduruk * Döl yatağı.
    oğullanma * Oğullanmak işi veya durumu.
    oğullanmak * Arılar, oğul durumuna gelmek.
    oğullu * Oğlu olan.