Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 69

    yük * Araba, hayvan vb.nin taşıdığışeylerin hepsi.
    * Araba, hayvan vb.nin taşıyabildiği miktar.
    * Eşya.
    * Birinin üzerine almak zorunda kaldığı ağır görev.
    * Bir cismin yüzeyinde biriken elektrik miktarı, şarj.
    * Yüklük.
    * Doğacak bebek, cenin.
    * Tedirginlik veren şey, engel.
    * Yüz bin kuruşluk mal veya tutar.
    yük altına girmek * ağır bir görevi üzerine almak.
    yük arabası * Yük taşıyan araba.
    yük asansörü * Yüksek katlara yük çıkarmak için yapılan asansör.
    yük gemisi * Yük taşımak için yapılan özel gemi.
    yük hayvanı * Yük taşımada kullanılan at, eşek gibi hayvanlar.
    yük katarı * Yük treni, marşandiz.
    yük odası * Yüklük.
    yük olmak * bir kimse, sıkıntılı bir işini başkasına yaptırmak.
    * kendisi için başkasına para harcatmak, masraf yaptırmak.
    yük treni * Yük taşımada kullanılan tren, yük katarı.
    yük vagonu * Yük taşımada kullanılan vagon.
    yük vurmak * (hayvana) yük yüklemek.
    yükçü * Ücretle yük taşıyarak geçinen kimse, taşıyıcı, hamal.
    yükçülük * Sırtında veya elinde yük taşıma işi, hamallık.
    yüklem * Cümlede oluş, işve hareket bildiren kelime veya kelime grubu, haber.
    * Bir konu için olumlanan veya inkâr edilen şey.
    yüklem birliği * Bkz. yüklem öbeği.
    yüklem öbeği * Yüklemle birlikte kurulan söz veya tamlamalar.
    yükleme * Yüklemek işi, tahmil.
    * Bir yere, bir nesneye elektrik yükü biriktirme, doldurma, şarj.
    yükleme durumu * Bkz. belirtme durumu.
    yükleme hâli * Yükleme durumu, belirtme durumu, belirtme hâli.
    yüklemek * Bir yere, taşınması için belli ağırlıkta eşya veya araç gereç koymak.
    * Bir yükümlülük altına sokmak, sorumlu tutmak.
    * Bir suçu birinin üstüne atmak.
    * Bir cisme elektrik gücü vermek.
    yüklenilme * Yüklenilmek işi.
    yüklenilmek * Yüklemek işi yapılmak.
    yüklenme * Yüklenmek işi.
    yüklenmek * Yüklemek işi yapılmak veya yüklemek işine konu olmak.
    * Kendi ağırlığını başka bir şey üzerine vermek, bedeniyle abanmak.
    * Bir yükü taşımayıüstüne almak.
    * Üstüne düşmek, zorlamak.
    * Bir şeyi yapmayıkabul etmek, üstüne almak.
    yükletilme * Yükletilmek işi.
    yükletilmek * Yükletmek işi yapılmak.
    yükletme * Yükletmek işi.
    yükletmek * Yüklemek işi yaptırmak.
    yükleyici * Yükleme işini yapan (kimse).
    * Ağır yükleri kaldırma, taşıma veya yükleme işinde kullanılan araç.
    yükleyiş * Yüklemek işi veya biçimi.
    yüklü * Yükü olan.
    * Yapılacak işi çok olan.
    * Çok çalışmayı gerektiren, çetin, güç, uygun.
    * Çok fazla, pek çok.
    * Bir duyguyu veya olguyu içinde veya üzerinde fazlaca bulunduran.
    * Gebe, hamile.
    * Çok sarhoş.
    * Paralı, varlıklı.
    yüklüce * Yüklü olarak.
    yüklük * Evlerde yatak, yorgan gibi şeyler koymaya yarayan, yerli büyük dolap veya yatak yorgan konulan yer, yük.
    yüklülük * Yüklü olma durumu.
    * Ağırlık, gerginlik.
    yüksek * Altı ile üstü arasındaki uzaklık çok olan.
    * Belirli bir yere göre daha yukarıda bulunan.
    * Güçlü, etkili, şiddetli.
    * Derece veya makamı bakımından üstün.
    * Normal değerlerin üstünde olan, çok.
    * Erdemli, faziletli.
    * Toplum içinde para, ün vb. bakımından üstünlüğü olan.
    * Yukarıda, üst tarafta olan yer.
    * Büyük para ile.
    yüksek atlama * Vücudu, bacakların sıçrama gücü ile yerden keserek bir engelin öte yanına geçirme.
    yüksek basınç * Basınçölçerde 760 mm üstünde bulunan ve güzel havayı belirten hava durumu.
    yüksek fırın * Sanayide kullanılan ısıderecesi yüksek olan fırın.
    yüksek fiyat * Değerinden aşırıfiyat.
    yüksek gerilim * Otuz üç bin kilovattan elli dört bin kilovata kadar olan gerilime verilen ad.
    yüksek lisans * Lisans öğretiminden sonra yapılan üst düzeydeki öğretim.
    yüksek okul * Üst düzeyde uygulayıcımeslek elemanıyetiştiren yüksek öğretim kurumu.
    yüksek öğrenim * Orta öğretim düzeyi üstündeki öğrenim.
    yüksek öğretim * Orta öğretimin üstünde, üniversite, akademi ve yüksek okullar ile bu eğitim kurumlarınıyönetmek görevini
    ve sorumluluğunu taşıyan birimlerden oluşan kuruluş.
    * Orta öğretimden geçenlere, üniversite, akademi, teknik ve yüksek meslek okulları gibi türlü eğitim
    kurumlarınca plânlanıp uygulanan öğretim.
    yüksek perdeden * yüksek sesle.
    yüksek perdeden konuşmak * yüksek sesle konuşmak.
    * meydan okurcasına sert konuşmak.
    * yapılması güç şeyleri gerçekleştirebilecekmişgibi abartmalıkonuşmak.
    yüksek ses * Uzaktan işitilecek nitelikte ses.
    * İnce ses.
    yüksek sosyete * Sosyetenin önde gelenleri.
    yüksek tahsil * Bkz. yüksek öğrenim.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 71

    yülünmek * Yolunmak.
    yün * Güzün kırkılan koyun tüyü.
    * Genel olarak koyun tüyü.
    * Genel olarak hayvan tüyünden yapılmış.
    yünlü * Yünü olan.
    * Yünden yapılmış.
    * Yün kumaş.
    * Yün kumaştan yapılmış.
    yüpürmek * Telâşla öteye beriye koşmak.
    Yüregir * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    yüreği ağzına gelmek * birdenbire çok korkmak, aşırıkorku veya sevinçten ziyadesiyle heyecanlanmak, endişelenmek.
    yüreği ağzında * korku ve heyecan dolu bir durumda.
    yüreği bayılmak * karnıçok acıkmak.
    yüreği boğazına tıkanmak * sıkılmak, üzülmek, dertlenmek.
    yüreği burkulmak * çok üzülmek, çok acıduymak.
    yüreği cız etmek (veya cızlamak) * çok acımak, içi sızlamak.
    yüreği çarpmak * kalp çarpmak veya çalışmak.
    * coşku sebebiyle kalp hızlıhızlıçarpmak veya çalışmak.
    * merak, kaygı, korku, heyecan gibi duygularla tedirgin olmak, huzursuz olmak.
    yüreği dar * Çabuk sıkılan.
    yüreği daralmak * sıkılmak, bunalmak, içi daralmak.
    yüreği dayanmamak * acısına katlanamamak, çok acıduymak.
    yüreği delik * Dertli.
    yüreği dolu * Kinli, hınçlı.
    yüreği ezilmek * üzülmek, acıduymak.
    * açlık duymak.
    yüreği ferahlamak (veya hafiflemek) * kaygıdan kurtulmak.
    yüreği geniş * Hiçbir şeyi kendine tasa etmeyen.
    yüreği götürmemek * dayanmamak, katlanamamak.
    yüreği göz göz olmak * dert, acıve sıkıntıdan içi kabarmak, aşırıdertlenmek.
    yüreği hop etmek (veya hoplamak) (veya oynamak) * birdenbire korkup heyecanlanmak.
    yüreği kabarmak * içi sıkıntı ile dolup derin soluk alma gereğini duymak.
    * midesi bulanmak.
    yüreği kaldırmamak * dayanamamak, katlanamamak.
    yüreği kalkmak * heyecanlanmak.
    yüreği kan ağlamak * derinden acıduymak, çok üzülmek.
    yüreği kanamak * aşırıüzüntüden sarsılmak.
    yüreği kararmak * içine karamsarlık ve sıkıntıçökmek.
    yüreği katı * Acınacak durumlar karşısında duygusuz kalabilen.
    yüreği katılmak * ağlamaktan veya soğuktan nefesi tutulmak.
    yüreği kaynamak * içinde birtakım şüphe ve endişe uyanmak.
    yüreği oynamak * ansızın heyecanlanmak veya korkmak.
    yüreği parça parça olmak * pek çok acımak.
    yüreği parçalanmak * çok acımak.
    yüreği parlamak * coşmak, heyecanlanmak.
    yüreği pek * Yüreği katı.
    * Yürekli.
    yüreği rahatlamak * üzüntü ve kaygısıazalmak, kalmamak.
    yüreği serinlemek * üzüntüsü bir dereceye kadar azalmak.
    yüreği sıkılmak * içi sıkılmak.
    yüreği sıkışmak (veya tıkanmak) * kalp atışları düzensiz olmak, sıkıntıduymak.
    * bir meseleden dolayıaşırıüzülmek.
    yüreği sızlamak * çok acımak, çok üzülmek.
    yüreği soğumak * düşmanın bir felâkete uğramasına sevinmek.
    yüreği şişmek * can sıkıcışeyler dinlemekten bunalmak.
    yüreği temiz * Temiz yürekli, saf, iyi niyetli (kimse).
    yüreği titremek * duygulanmak, endişe, korku duymak.
    yüreği tükenmek (veya yürek tüketmek) * bir şeyi anlatmak için çok yorulmak.
    yüreği ürpermek * çok korkmak.
    yüreği yağbağlamak * istenilen bir şeyin olmasından ferahlık duymak.
    yüreği yanık * Duygulu, hassas olan kimse.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 66

    yumurtacık * Canlılarda dişinin, döllenip oğulcuk durumuna gelmek için çıkardığıüreme hücresi; yumurtlayan
    hayvanlarda yumurta olarak dışarıverilir, yavrulayanlarda ise döl yatağında kalarak oğulcuk ve dölüt evrelerinden
    geçtikten sonra yavru olarak doğar.
    * Kapalıtohumlularda, döllenmeden sonra değişikliğe uğrayarak tohumu oluşturan bölüm.
    yumurtacılık * Yumurta alıp satma işi.
    yumurtadan daha dün çıkmış * bilgiçlik taslayan toy kimse.
    yumurtalık * Canlılarda dişi üreme hücrelerini veren organ, mebiz.
    * Yumurtayı içine dik olarak koymaya yarayan, fincana benzeyen kap.
    yumurtaya kulp takmak * bahane bulmakta usta olmak.
    yumurtayıçalkamak * (kuluçka) üstüne oturduğu yumurtayıçevirmek.
    yumurtlama * Yumurtlamak işi.
    yumurtlama mevsimi * Bazıhayvanların yumurtlamaya yatma veya yumurtlama zamanı, mevsimi.
    yumurtlamak * Tavuk, kuşvb.yumurta yapmak.
    * Uydurup söylemek veya söylenmemesi gereken şeyi açığa vurmak.
    yumurtlatma * Yumurtlatmak işi.
    yumurtlatmak * Yumurtlamak işini yaptırmak.
    yumurtlayanlar * Yumurtlama yolu ile üreyen hayvanlar.
    yumuş * İş, hizmet buyruğu.
    yumuşacık * Hoşa giden, istenilen yumuşaklıkta olan, çok yumuşak olan.
    yumuşak * Dokunulduğunda veya üzerine basıldığında çukurlaşan, eski biçimini kaybeden, katıkarşıtı.
    * Kolaylıkla bükülen, sert karşıtı.
    * Dokununca hoş bir duygu uyandıran.
    * Avuçla sıkıldığında buruşmayan, sert karşıtı.
    * Kolaylıkla işlenebilen.
    * Kolay çiğnenen, kolay kesilen.
    * Ilıman.
    * Kaba, hırçın, sert olmayan, kolay yola gelen, uysal.
    * Okşayıcı, tatlı, hoş.
    * Sessiz, hafif.
    yumuşak ağızlı * Kolay gem alan (hayvan).
    yumuşak başlı * Uysal, kolay yola gelen.
    yumuşak buğday * Kırma ve öğütmeye karşıdirenci daha az olan, öğütüldüğünde genelde daha ince un meydana getiren ve
    tane kesiti unsu yapıda, beyaz renkte ve mat görünüşlü olan buğday.
    yumuşak damak * Damağın boğaza yakın bölümü.
    yumuşak iniş * Uzay araçlarında ve uçaklarda aracın ustalıkla, çarpmaksızın yere inişi.
    yumuşak su * Az kireçli su.
    yumuşak ünsüz * Ciğerlerden gelen havanın ses yolundaki sivrilmişve gerilmişkapalı bir engele çarpmasıyla oluşan,
    titreşimli ses veren (ünsüz), sürekli, tonlu, sedalı, örtümlü, titreşimli: b, c, d, g.
    yumuşak yüzlü * Kendisinden istenilen bir şeyi geri çevirmeyen, yüzü tutmayan.
    yumuşak yüzlülük * Yüzü tutmaz olma durumu.
    yumuşakça * Yumuşak vücutlu, omurgasız hayvan.
    * Yumuşak bir biçimde.
    yumuşakçalar * Çoğu suda yaşayan, omurgasız, yumuşak olan vücutlarıkabuk denilen sert bir kalkerli örtü ile kaplı
    hayvanlar şubesi.
    yumuşaklaşma * Yumuşaklaşmak işi veya durumu.
    yumuşaklaşmak * Yumuşak bir duruma gelmek, yumuşamak.
    yumuşaklık * Yumuşak olma durumu.
    * Ilımlı, iyi davranma, mülâyemet.
    yumuşama * Yumuşamak işi.
    * Dünyada soğuk savaşdöneminden sonra stratejik silâhların geliştirilmesiyle başlayan siyasal gerginliğin
    ortadan kaldırılmasısiyaseti, detant.
    * Süreksiz ünsüzlerin sürekli ünsüz veya sızıcıünsüz oluşu.
    yumuşamak * Sertliği kalmamak, yumuşak duruma gelmek.
    * Öfkesi, kızgınlığı, inadı geçmek.
    * Sert ünsüz, yumuşak ünsüz durumuna gelmek.
    yumuşatıcı * Yumuşatmayısağlayan.
    * Teslim edici, hafifletici.
    yumuşatılma * Yumuşatılmak işi.
    yumuşatılmak * Sertliği giderilmek, yumuşak duruma getirilmek.
    yumuşatış * Yumuşatmak işi.
    yumuşatma * Yumuşatmak işi.
    * Etkin alıştırmalarda, bir kasıhiçbir gerginlik veya kasılma bırakmadan dinlendirme.
    yumuşatmak * Sertliğini gidermek, yumuşak duruma getirmek.
    * Kabalığını, katılığını, sertliğini veya acımasızlığını ortadan kaldıracak durumda olmak.
    yumuşatmalık * Amortisör.
    yuna * Hayvanın sırtına, eyerin altına konulan belleme (II).
    yunak * Yıkanılan yer, hamam.
    Yunan * Yunanistan halkından olan kimse.
    * Yunanistan halkına özgü olan.
    Yunanca * Yunan dili, Elence.
    Yunanistanlı * Yunanistan’da yaşayan veya Yunanistan halkından olan, Yunan.
    Yunanlı * Yunanistan halkından veya bu halkın soyundan olan (kimse).
    yunma * Yunmak işi.
    yunmak * Yıkanmak.
    yunmuşarınmış(veya yıkanmış) * yıkanıp temizlenmiş.
    yunus balığı * Balinalardan, ılık ve sıcak denizlerde sürüler durumunda yaşayan, boyları3 m ye kadar erişebilen, memeli
    deniz hayvanı(Delphinus).
    yunus balığı giller * Örnek hayvanıyunus balığı olan, balinaların bir alt familyası.
    yurdu * İğnenin deliği.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 70

    yüksek yaylak * Orman sınırının üzerinde, en az 1600 metre yükseklikte bulunan yaylak.
    yükseklerde dolaşmak * elde edilmesi güç şeyler istemek.
    yükseklik * Yüksek olma durumu.
    * Geometrik biçimlerde, tabandan tepeye olan uzaklık.
    * Yükselti, irtifa.
    yükseklik korkusu * Yüksek yerlerde duyulan aşırıkorku.
    yükseklikölçer * Bulunulan yerin yüksekliğini gösteren cihaz, altimetre.
    yüksekten almak * karşısındakilere olduğundan fazla böbürlendirmek, abartılıdavranmak.
    yüksekten atmak * yapamayacak şeyleri yapabilirmişgibi söylemek.
    yüksekten bakmak * kendini karşısındakinden üstün görmek.
    yüksekten konuşmak * kendini çevresindekilere kabul ettirebilmek için övünerek konuşmak.
    yüksekten uçmak * yükseklerde dolaşmak.
    * palavra atmak, çok abartmak.
    yükselim * Bir yıldızın gök küresinde ekvator düzlemine göre açısal uzaklığı.
    yükseliş * Yükselmek işi veya biçimi.
    yükselme * Yükselmek işi, itilâ.
    * Terfi.
    * Yer kabuğunun yerin düşey salınımından ileri gelen kımıldanımı.
    * Suların kabararak yüzeyinin yükseğe çıkması.
    yükselmek * Yükseğe çıkmak.
    * Güçlenmek, şiddetlenmek.
    * (fiyat için) Çoğalmak, artmak.
    * Aşamasıartmak.
    * Yüce duruma gelmek, yücelmek.
    yükselteç * Alçak veya yüksek frekanslıakımların yararlıetkilerini artırmaya yarayan araç, amplifikatör.
    yükseltgeme * Oksitleme.
    yükseltgemek * Oksitlemek.
    yükseltgenme * Oksitlenme.
    yükseltgenmek * Oksitlenmek.
    yükselti * Bir noktanın deniz yüzeyinden olan yüksekliği, rakım, irtifa.
    * Bir yıldızdan bir gözlemcinin gözüne gelen ışın ile ufuk düzleminin oluşturduğu açı.
    yükseltilme * Yükseltilmek işi.
    yükseltilmek * Yükseltmek işine konu olmak veya yükseltmek işi yapılmak.
    yükseltme * Yükseltmek işi.
    yükseltmek * Yükseğe çıkarmak, yukarıkaldırmak.
    * Güçlendirmek, şiddetlendirmek.
    * Değerini olduğundan daha çok göstermek.
    * Yüksek bir düzeye getirmek, geliştirmek.
    * Aşama ve mevki bakımından daha yüksek duruma getirmek.
    * Bir sayıyıkendisiyle birkaç kez çarpmak.
    yüksük * Dikişdikerken, iğnenin batmasınıönlemek için parmak ucuna takılan kesik koni biçiminde koruncak.
    * Köklerin ucunda bulunan ve kökün üretken dokusunu korumaya yarayan oluşum, kalensöve.
    yüksük kadar * az, çok az, az miktarda.
    yüksük kına * Yalnız bir tek parmağın başkısmına surülen kına.
    yüksük makarna * Yüksük biçiminde olan makarna.
    yüksük otu * Sıracagillerden, kalp hastalıklarında dijitalin adıyla kullanılan bir alkaloit veren, çiçekleri yüksük biçiminde
    olan bitki (Digitalis purpurea).
    yüksünme * Yüksünmek işi.
    yüksünmek * Bir şeyi kendine yük saymak, bir şeyi kendine yük olarak kabul etmek.
    * Üşenmek, tembellik etmek.
    yükte hafif pahada ağır * taşınmasıkolay olan değerli (eşya).
    yüküm * Yapılmasızorunlu olan işveya bir işi yapma zorunluğu, mecburiyet, mükellefiyet.
    yükümlendirme * Yükümlülük altına alma işi.
    yükümlendirmek * Yükümlülük altına almak.
    yükümlenme * Yükümlenmek işi, tekeffül.
    yükümlenmek * Bir şeyin sorumluluğunu üzerine almak, tekeffül etmek.
    yükümlü * Yükümü olan, mükellef.
    yükümlülük * Yükümlü olma durumu, mükellefiyet.
    yükün * İyon.
    yükünme * Yükünmek işi veya durumu.
    yükünmek * Birinin önünde, saygı göstermek için eğilmek veya yere kapanmak.
    yükünü almak * taşıyabileceği en ağır yükü yüklenmişolmak.
    * yeterli sayıda bulundurmak, dolmak.
    yükünü çekmek * bütün ağırlığınıtaşımak, her türlü eziyete katlanmak.
    yükünü tutmak * çok zengin olmak, zenginleşmek.
    yülgü * Tıraşiçin kullanılan bıçak, ustura.
    yülük * Ustura ile kesilmiş(kıl).
    yülüme * Yülümek işi, tıraş.
    yülümek * Vücudun fazla kıllarınıustura ile almak, tıraşetmek.
    yülünme * Yülünmek durumu.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 67

    yurt * Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası; vatan.
    * İnsanın doğup büyüdüğü, yaşadığıyer, memleket.
    * Bazınitelik veya değerleri taşıyanların çok bulunduğu yer, diyar.
    * Bir şeyin ilk veya çok yetiştirildiği yer, vatan.
    * Bir grup insanın oturduğu, yetiştirildiği veya bakıldığıkurum.
    * Kalacak, barınacak yer.
    * Toplu olarak bir işöğretilen yer.
    * Hastaların tedavi edildiği yer.
    * Sahip olunan arazi, emlâk.
    * Yörüklerin yazın veya kışın oturduklarıyer.
    * Göçebe Türklerin oturduğu çadır.
    yurt bilgisi * Bkz. yurttaşlık bilgisi.
    yurt dışı * Yurt sınırlarıdışında olan.
    yurt içi * Yurt sınırları içinde olan.
    yurt tutmak * bir yeri kendine yurt edinmek, tavattun etmek.
    yurtlandırma * Yurtlandırmak işi, iskân.
    yurtlandırmak * Bir kimseye veya bir topluluğa yurt sağlamak, iskân etmek.
    yurtlanma * Yurtlanmak işi, iskân.
    yurtlanmak * Bir yeri yurt edinmek, oraya yerleşmek.
    yurtluk * Büyük ve zengin köşk, malikâne.
    * Bir yerin gelirinin bir kimseye yalnız ölünceye kadar kullanılmasışartıyla ayrılmasıyöntemi.
    yurtsal * Yurtla ilgili, vatanî.
    yurtsama * Yurtsamak işi, daüssıla, nostalji.
    yurtsamak * Yurdunu özlemek.
    yurtsever * Yurdunu, milletini büyük bir tutku ile seven, bu uğurda her türlü özveriye katlanan (kimse), vatanperver.
    yurtseverlik * Yurtsever olma durumu.
    * Yurtsevere yakışır davranış, vatanperverlik.
    yurtsuz * Yurdu olmayan (kimse).
    * Kalacak, barınacak yeri olmayan.
    yurttaş * Yurtlarıveya yurt duyguları bir olanlardan her biri, vatandaş.
    yurttaşlar yasası * Kişi, aile, miras ve eşya adaletine ait ilişkileri düzenleyen yasa, medenî kanun.
    yurttaşlık * Yurttaşolma, bir yurtta doğup büyüme veya yaşamışolma durumu, vatandaşlık.
    yurttaşlık bilgisi * Devlet ve hükûmet kuruluşlarını, yurttaşlık ödev ve haklarınıkapsayan bilgi, yurt bilgisi.
    yurttaşlık hakları * Yurttaşlıkla ilgili kişinin kullanması gereken bütün hakları.
    Yurttaşlık Hukuku * Yurttaşlık haklarınıkollayan ve koruyan hukuk sistemi.
    yusufçuk * Dağlık ve ormanlık bölgelerde yaşayan, güvercine benzeyen, ondan daha küçük bir kuş(Turtur auritus).
    * Parlak renkli, iri kanatlı, büyük kız böceği (Libellula variegata).
    yusyumru * Tam bir yumru durumuna gelmişolan.
    yusyuvarlak * Çok yuvarlak, küre biçiminde olan.
    yutak * Ağız ve burun boşluklarıyla gırtlak ve yemek borusu arasındaki boşluk.
    yutak iltihabı * Faranjit.
    yutar hücre * Organik veya inorganik cisimcikleri içine alıp sindirebilen kan hücresi, fagosit.
    yutkunma * Yutkunma işi.
    yutkunmak * Tükürüğü yutmak veya bir şey yutuyormuşgibi gırtlağı hareket ettirmek.
    * Bir şeyi söylemekle söylememek arasında duraksamak.
    yutkunmak * bir şeyin yokluğunu çekmek.
    yutma * Yutmak işi.
    yutmak * Ağızda bulunan bir şeyi yutağa geçirmek.
    * Haksız olarak kendine mal etmek, zorbalıkla elinden almak.
    * Dayanıp sesini çıkarmamak, katlanmak.
    * Tam ve doğru söylememek.
    * İnanmak, aldanmak, kanmak.
    * Türlü anlamlara gelebilen sözü anlayamamak.
    * Söylemek istediği bir sözü kendini tutarak söylememek.
    * (oyunda bir şey) Kazanmak.
    * İyice, eksiksiz olarak öğrenmek.
    * (ışık, ses) Gücünü, parlaklığınıazaltmak.
    yutturma * Yutturmak işi.
    yutturmaca * Dinleyenin anlamayacağı biçimde yapılan söz oyunu.
    yutturmak * Yutmak işini yaptırmak veya yutmasını sağlamak.
    yutturulma * Yutturulmak işi.
    yutturulmak * Yutturmak işi yapılmak.
    yutulma * Yutulmak işi.
    yutulmak * Yutmak işi yapılmak.
    yuva * Kuşların ve başka hayvanların yumurtlamak, kuluçkaya yatmak, yavrularını büyütmek veya yavrulamak için
    türlü şeylerden yaptıklarıve türlü biçimlerde hazırladıkları barınak.
    * Genellikle ailenin oturduğu ev.
    * İki buçukla dört yaşarasıçocukların bakıldığı, okul öncesi eğitim kurumu.
    * Kimsesizlere veya yoksullara yardım etmek ve onları barındırmak amacıyla açılan yer.
    * Bazıkötü nitelikli kimselerin çok bulunduğu, toplandığıyer.
    * Bir şeyin öğretildiği yer.
    * Bir şeyin çok bulunduğu yer.
    * Bir şeyin içinde yerleşmişolduğu veya yerleştirildiği oyuk.
    yuva kurmak * evlenmek.
    yuva yapmak * yuva hazırlamak, yuva oluşturmak.
    * evlenmek.
    yuvak * Düz toprak damlıevlerin üstündeki killi toprağısert bir katman durumuna getirmek için dam üzerinde
    yuvarlanan, silindir biçimindeki ağır taş.
    yuvalama * Yuvalamak işi.
    * Bir yemek türü.
    yuvalamak * Yuva yapmak.
    yuvalanma * Yuvalanmak işi.
    yuvalanmak * Ev bark, yuva sahibi olmak, yuva kurmak.
    * (askerlikte) Silâh, görünmeyecek bir biçimde gizlenmek.
    * Bir yerde birikmek, toplanmak.
    yuvalı * Bir yuva içinde bulunan, yuvası olan.
    yuvar * Organizmadaki çeşitli sıvılarda (kan, lenf, süt) bulunan, genellikle yuvarlak veya oval küçük cisim, küreyve.
    * Yer yuvarlağı gibi düzgün olmayan küresel biçim.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 65

    yumaklamak * Yumak biçimine getirmek.
    yumaklanma * Yumaklanmak işi.
    yumaklanmak * Yumak durumuna gelmek.
    yumdurma * Yumdurmak işi veya durumu.
    yumdurmak * Yummasını sağlamak.
    yumma * Yummak işi.
    yummak * Kısarak kapamak, sıkarak kapalıduruma getirmek.
    yumru * Yuvarlak, şişkin şey, kabartı.
    * Şişkin, kabarık, yuvarlak biçimli.
    * Bkz. yamru yumru.
    * Sap, kök veya dallarda bulunan, yedek besin taşıyan şişkinlik.
    yumru kök * Patates, pancar, yer elması gibi yumru biçiminde olan kök.
    yumru topu * Yuvarlak top.
    yumrucuk * Küçük yumru, ufak şişkinlik.
    yumruğuna güvenmek * isteklerini yaptırmak için yalnızca kaba kuvvete güvenmek.
    yumruk * Parmakların kapanmasıyla elin aldığı biçim.
    * Elin bu biçimiyle yapılan vuruş, yumrukla vuruş, yumruk darbesi.
    * Baskı.
    yumruk atmak (veya indirmek) * yumrukla vurmak.
    yumruk gibi * yumruk büyüklüğünde.
    yumruk göstermek * korkutmak, gözdağıvermek.
    yumruk hakkı * Zorbalıkla elde edilen şey.
    yumruk kadar * (küçük olması gereken şeyler için) iri, büyük.
    * (iri olması gereken şeyler için) küçücük.
    yumruk oyuncusu * Boksör.
    yumruk oyunu * Boks.
    yumruk topu * Boksörlerin düzgün ve çabuk yumruk vurabilmeleri için çalıştıkları, uzunluğu boksörün boyuna göre
    ayarlanabilen, bir askıya asılılâstik top.
    yumruk yumruğa gelmek * yumruklaşmak.
    yumruklama * Yumruklamak işi.
    yumruklamak * Yumrukla vurmak.
    yumruklanma * Yumruklanmak işi.
    yumruklanmak * Yumrukla vurulmak.
    yumruklaşma * Karşılıklıyumruk atma, yumruk vurarak dövüşme.
    yumruklaşmak * Karşılıklıyumruk atmak, yumruk vurarak dövüşmek.
    yumrulanma * Yumrulanmak, yumrulmak işi.
    yumrulanmak * Yumru biçimine gelmek, yumru gibi olmak.
    yumruluk * Yumru olma durumu.
    yumuk * Yumulmuşolan, yumulmuşgibi duran.
    * Tombul.
    yumuk gözlü * Göz kapaklarışişolan.
    yumuk yumuk * Tombul tombul.
    yumuklaşma * Yumuklaşmak işi.
    yumuklaşmak * Yumuk durumuna gelmek.
    yumulma * Yumulmak işi.
    yumulmak * Kapanmak, örtülmek.
    * Kendini bir işe istekle vermek, girişmek, saldırmak, atılmak.
    * Kısılmak, örtülür gibi olmak.
    yumulu * Yumulmuşolan, yumuk.
    yumurcak * Yaramaz küçük çocuk.
    * Veba hastalığında koltuk altında veya kasıkta çıkan çı ban.
    yumurta * Bir dişinin vücudunda oluşan, yumurtlama ve döllenmeden sonra aynıtürden bir canlı oluşturan hücre.
    * Tavuk yumurtası.
    * Er bezi.
    * Çorap onarmakta kullanılan, yumurta biçiminde, genellikle tahta veya mermerden kalıp.
    yumurta akı * Yumurta sarısınısaran az akışkan, albümince zengin, saydam madde.
    yumurta hücresi * Bkz. oosfer.
    yumurta kapıya dayanmak (veya gelmek) * yapılacak işiçin zaman çok daralmak.
    yumurta kökü * Kök boyası.
    yumurta küfesi yok ya! * kendisine bir zarar getirmeyeceğini bildiği için, doğru sayılmayan bir davranışta bulunmaktan
    çekinmeyenler için söylenir.
    yumurta ökçe * Orta yükseklikte ve az sivri ökçe.
    yumurta sarısı * Yumurtanın ortasında bulunan sarı bölüm.
    * Bu bölümün rengi.
    yumurta zarı * Yumurtanın kabuğuyla akını birbirinden ayıran ince zar.
    yumurtacı * Yumurta toplayıp satan kimse.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 75

    yüzdürme * Yüzdürmek (I, II) işi.
    yüzdürmek * Yüzmesini sağlamak veya yüzmek işini yaptırmak.
    * (batmışveya oturmuştekneyi) Suyun yüzüne çıkarıp yüzer duruma getirmek.
    yüzdürmek * Derisini çıkarttırmak, derisini soydurtmak.
    yüzdürülme * Yüzdürülmek işi.
    yüzdürülmek * Yüzdürmek (I, II) işine konu olmak veya yüzdürmek işi yapılmak.
    yüze çıkmak * bir sıvının yüzüne çıkmak.
    * belli olmak, açığa çıkmak, belirmek.
    * yüzsüz olmak, şımarmak.
    yüze duramamak * birinin hatırından çıkamamak, birinin hatırınıkıramamak.
    yüze gülmek * yalandan dost görünmek.
    * sevimli, alımlı görünmek.
    yüze gülücü * İki yüzlü, riyakâr.
    yüze gülücülük * Yüze gülücü olma durumu.
    yüze soğurma * Bir gazın veya sıvının, bir katının içine yüzeysel olarak girmesi.
    yüze vurmak * yüzüne vurmak.
    yüzer * Her birinde yüz, her defasında yüzü bir arada olan.
    yüzer havuz * Açık denizde gemi onarımında kullanılan havuz.
    yüzer top * Şamandıra.
    yüzer yüzer * Yüzlük bölüklere ayırarak.
    yüzergezer * Karada olduğu gibi suda da kullanılabilen (araba, tank, uçak gibi) araç, amfibi.
    yüzerlik * Yüz tanesi bir arada olan.
    yüzey * Bir cisimde tabanların yüzeyleri dışında, yan kenarların yüzeyi.
    yüzey şekilleri * Yer biçimleri, engebeler, avarız.
    yüzeyleşme * Yüzeyleşmek işi.
    yüzeyleşmek * Sathîleşmek, derine inmemek, derinleşmemek.
    yüzeysel * Yüzey ile ilgili, sathî.
    * Derine inmeyen, gelişigüzel, ayrıntılı olmayan.
    yüzgeç * Balıklarda ve yüzen memelilerde karın ve göğüste çift, sırt, kuyruk ve anüste tek olarak bulunan, hareketi
    ve dengeyi sağlayan organ.
    * Suda iyi yüzen (kimse veya hayvan).
    yüzgeç ayaklılar * Omurgalıhayvanlardan memeliler sınıfına giren, morslar ve foklar gibi denizde yaşayan, karada
    yüzgeçlerini ayak gibi kullanan alt takım.
    yüzleme * Yüzlemek işi.
    yüzlemece * Birinin yüzüne karşı, vicahen.
    * Yüz yüze yapılan, vicahî.
    yüzlemek * Kusurunu veya suçunu yüzüne karşısöyleyip birini utandırmak.
    yüzlenme * Yüzlenmek işi.
    yüzlenmek * Şımarmak, yüz bulmak.
    yüzler * Ondalık sayısisteminde bir sayının sağdan sola doğru üçüncü rakamının bulunduğu yer, hane.
    yüzlerce * Pek çok, yüz kere.
    yüzleşme * Yüzleşmek işi.
    yüzleşmece * Yüz yüze gelerek.
    yüzleşmek * Bir olayı ileri sürenle, inkâr eden kimseler, yüz yüze gelerek sözlerini tekrarlamak.
    * Yüz yüze gelmek.
    yüzleştirme * Yüzleştirmek işi.
    yüzleştirmek * İki yanın yüzleşmesini sağlamak.
    yüzlü * Yüzü herhangi bir nitelikte olan.
    * Şımartılmış, yüz bulmuş(kimse).
    yüzlü yüzlü * Utanmadan, sıkılmadan, hiç çekinmeden.
    yüzlük * Yüz lira değerinde olan kâğıt para.
    * On kuralına göre yazılmış bir tam sayıda sağdan sola doğru üçüncü basamak.
    * Yüzü, yüz tanesi bir arada olan.
    yüzlük birimler bölüğü * Yüzde dokuz yüz doksan dokuza kadar olan sayılar bölüğü.
    yüzme * Yüzmek (I, II) işi.
    yüzme havuzu * Spor, sağlık ve eğlence amacıyla yapılmış, belirli derinlikleri bulunan, suyla dolu olan yer.
    yüzme kesesi * Balıklarda, iç organların üzerinde bulunan ve su içinde balığın dengede durmasınısağlayan tek veya iki
    bölmeli balon biçiminde organ.
    yüzmek * Kol, bacak, yüzgeç gibi organların özel hareketleriyle su yüzeyinde veya su içinde ilerlemek, durmak.
    * Yüzme sporu yapmak.
    * Bir sıvının yüzeyinde batmadan durmak.
    * Herhangi bir şeyle üzeri kaplanmak, bir şeye bulanmak.
    * Herhangi bir durumun en aşırıderecesinde olmak.
    * Dalgalanmak.
    yüzmek * Derisini çıkarmak, derisini soymak.
    * Çok para istemek.
    yüznumara * Ayakyolu, helâ, abdesthane.
    yüzsüz * Yüzü olmayan.
    * Utanmaz, sıkılmaz, çekinmez, arsız.
    yüzsüz yüzsüz * Utanmaz ve pişkin bir biçimde.
    yüzsüzce * Utanmaz, sıkılmaz (bir biçimde).
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 73

    yüreklilikle * Korkmadan, korkusuzca, yiğitçe.
    yüreksiz * Yürekli olmayan, korkak, cesaretsiz, tabansız.
    yüreksizlik * Yüreksiz olma durumu, yüreksizce davranış, cesaretsizlik.
    yürekten * Temiz duygularla, saygı ile, içten, içtenlikle (yapılan).
    yürekten çağırmak * aşırıderecede arzu etmek, istemek.
    yürü (marş)! * yürüyüşe başlatma komutu.
    yürü ya kulum demiş * herhangi bir alanda çok çabuk ilerleyenler, başarıkazananlar için söylenir.
    Yürük * Yörük.
    yürük * Çok ve çabuk yürüyen, iyi yol alan, hızlı giden.
    * Osmanlıİmparatorluğunda otuzar kişilik ocaklar olarak Rumeli’ye yerleştirilen ve savaşzamanlarında geri
    hizmetlerde çalıştırılan tımarlıasker.
    * Göçebe.
    yürük aksak * Aksak usulünün en hareketlisine verilen ad.
    yürük at yemini artırır * bir işte üstün çaba gösterenler, o ölçüde bir karşılık görürler.
    yürük semaî * Türk müziği usullerinden biri.
    yürüklük * Yürük olma durumu.
    yürüme * Yürümek işi.
    yürümek * Adım atarak ilerlemek, gitmek.
    * Karada veya suda, herhangi bir yöne doğru sürekli olarak yer değiştirmek.
    * (çocuk) Ayaklarıüzerinde gezecek duruma gelmek.
    * Yayan gezmek, yayan gitmek.
    * Yol almak.
    * Bir yere gelmek, bir yere ulaşmak, kaplamak.
    * Üzerine doğru gitmek, akın etmek, saldırmak, hücum etmek.
    * Gereği gibi yapılmak veya ilerlemek.
    * (faiz için) Hesap edilmek; işlemek.
    * Geçmek, ilerlemek, değişmek.
    * Ölmek.
    * Bir işte ileri gitmek.
    yürünme * Yürünmek işi.
    yürünmek * Yürümek işi yapılmak.
    yürürçalar * Yolda veya dinlenme sırasında müzik dinlemeye yarayan alet, walkman.
    yürürlüğe girmek * bir kanun, bir karar, bir işuygulanır, yapılır duruma gelmek.
    yürürlüğe konmak * bir kanun veya bir karar uygulama alanına konulmak.
    yürürlük * Gereğinin yapılır olmasıdurumu, mer’iyet.
    yürürlükte bulunmak * bir kanun veya bir karar uygulama alanında olmak.
    yürürlükte kalmak * bir kanun veya kararın geçerliliği sürmek.
    yürürlükte olmak * (kanun, karar, iş) yapılmakta, uygulanmakta olmak.
    yürürlükten kaldırmak * uygulanmaz duruma getirmek.
    yürürlükten kalkmak * uygulamadan kalkmak.
    yürüteç * Yeni yürümeye başlayan çocukların çabuk yürümelerini sağlayan araç, örümcek.
    * Yürüme sorunu olan kimselerin kullandığı araç.
    yürütme * Yürütmek işi.
    * Kanunlarıuygulama işi, icra.
    * Merkezî yönetim ve yerinden yönetim kuruluşlarının hepsi.
    yürütme gücü * Kanunlarıuygulama yetkisi.
    yürütme kurulu * Bir kuruluşta kanun, tüzük veya yönetmelikleri uygulamakla görevli kurul.
    yürütmek * Yürümek işini yaptırmak, yürümesini sağlamak.
    * Gerektiği gibi yapmak, uygulamak.
    * Kabul edilmesi veya tartışılması için bildirmek, açıklamak, öne sürmek.
    * İşinden veya bulunduğu yerden çıkarmak.
    * Habersiz almak, çalmak.
    yürütücü * Yürütme yetkisini kullanan kimse.
    yürütülme * Yürütülmek işi.
    yürütülmek * Yürütmek işi yapılmak veya yürütmek işine konu olmak.
    yürütülüş * Yürütülmek işi veya biçimi.
    yürütüm * Yürütmek işi.
    * Bir kararı, bir yargıyıyerine getirmek, uygulama, infaz.
    yürüyen merdiven * Basamaklarısürekli olarak dönen bir düzenek üzerine yerleştirilmiş, elektrikle çalışan merdiven.
    yürüyüş * Yürümek işi veya biçimi.
    * Spor amacıyla yapılan yürüme.
    * Bir olayıprotesto etmek, bir konuya dikkati çekmek amacıyla topluca yürüme.
    * Birliklerin bir yerden başka bir yere gitmesi.
    yürüyüşdüzenlemek * bir olayıprotesto etmek veya bir konuya dikkat çekmek amacıyla toplu yürüyüştertip etmek.
    yürüyüşkolu * Belli bir bölgeye ulaşmak veya bulunulan bir bölgeden ayrılmak amacıyla bir kumanda altında, düzenli
    yürüyüşyapan piyade, zırhlıveya motorlu birliklerin tümü.
    yürüyüşyapmak * spor amacıyla yürümek.
    * bir olayıprotesto etmek veya bir konuya dikkati çekmek amacıyla topluca yürümek.
    yürüyüşe çıkmak * dolaşmaya, gezintiye çıkmak.
    yürüyüşe geçmek * bir yerden başka bir yere gitmek için yürümeye başlamak.
    * bir yeri almak için o yöne doğru ilerlemek.
    yüsrü * Bazı ince işlerin yapımında kullanılan siyah bir ağaç ve bu ağacın kökü.
    * Bu kökten yapılmışolan.
    yüz * Doksan dokuzdan sonra gelen sayının adıve bu sayıyı gösteren işaret, 100, C.
    * On kere on, doksan dokuzdan bir artık olan.
    * Kez, kere kelimeleri ile birlikte kullanılarak yapılan işin çokluğunu abartmalı bir biçimde anlatır.
    yüz * Başta, alın, göz, burun, ağız, yanak ve çenenin bulunduğu ön bölüm, sima, çehre, surat.
    * Yüzey, satıh.
    * (kesici araçlarda) Keskin kenar.
    * Bir şeyin ön tarafta bulunan bölümü, cephe.
    * Bir kumaşın dikişsırasında dışa getirilen gösterişli bölümü.
    * Yastığa geçirilen kılıf.
    * Bir şeyin görünen bölümünde kullanılan kumaş.
    * Utanma.
    * Birinin görülegelen veya umulan hoşgörürlüğüne güvenilerek gösterilen cür’et.
    * (çıkma durumunda) Nedeniyle, sebebiyle.
    * Yan, taraf.
    * Bir yapının dışa bakan düşey yüzeylerinin tümü.
    yüz akı * Utanmayı gerektiren bir durumu olmama, onur.
    yüz akı ile çıkmak * bir işi kendi saygınlığınıyitirmeden, eksiksiz ve başarılı olarak yapıp bitirmek.
    yüz aklığı * İftihar edilecek, onurlanacak durum.
    yüz aklığı göstermek * bir işte başarıya ulaşmak.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 77

    yüzüne bakılmaz * çok çirkin.
    yüzüne bakmamak * önem vermemek, ilgilenmemek.
    * darılmak, gücenmek.
    yüzüne bakmaya kıyamamak (veya yüzüne bakmaya kıyılmaz) * (biri) çok güzel olmak.
    yüzüne bir daha bakmamak * darılıp konuşmamak.
    yüzüne duramamak * dayanamamak, bir isteğe hayır diyememek, kıramamak.
    yüzüne gözüne bulaştırmak * bir işi becerememek, bozmak.
    yüzüne gülmek * dostmuşgibi görünmek.
    * dostluk göstermek, ilgi göstermek, alâkalanmak.
    * (nesneler için) temiz, yeni olmak.
    yüzüne hasret kalmak * o şeyden yoksun kalmak, hasret kalmak.
    yüzüne kan gelmek * sağlığıyerine gelmek, benzinin solgunluğu geçmek.
    yüzüne kapanmak * Bkz. kapılar yüzüne kapanmak.
    yüzüne karşı * bir kimsenin kendi önünde ve ondan çekinmeden.
    yüzüne tükürseler yağmur yağıyor sanır * çok arsız ve onursuz kimseler için kullanılır.
    yüzüne vurmak (veya çarpmak) * ayıplayarak kusurunu yüzüne söylemek.
    yüzüne yazmak * (gelinin) yüzünü süslemek.
    yüzünü ağartmak * beğenilir işyapmak, işve davranışlarıyla yakınlarının övünmesine sebep olmak.
    yüzünü buruşturmak (veya ekşitmek) * yüzüne öfke ve hoşnutsuzluk gösteren bir biçim vermek.
    yüzünü gören cennetlik * uzun bir süre görünmeyen kimseler için söylenir.
    yüzünü görmemek * uzun süre görmemek.
    * ihtiyaç duyulan bir şeyi özlemek, ona hasret kalmak.
    yüzünü gözünü açmak * bir çocuğa veya gence o zamana kadar bilmediği birtakım cinsel bilgiler vermek.
    yüzünü güldürmek * birini mutlu etmek, birine iyilik etmek.
    yüzünü kara çıkarmak * (birini) utandırmak.
    yüzünü kızartmak * bir kimsenin utanmasına sebep olmak, birini utanacak duruma düşürmek.
    yüzünü kızartmak (veya yüzünü kızdırmak) * onuruna, gururuna önem vermeden bir şey istemek, utançla, utanarak istemek.
    yüzünü şeytan görsün * sevilmeyen bir kimseye karşıduyulan nefreti belirtmek için kullanılır.
    yüzünü unutmak * uzun süre görmemek, varlığına hasret kalmak.
    yüzünü yere getirmek * utandırmak, mahcup duruma düşürmek.
    yüzünün akı ile çıkmak * Bkz. yüz akı ile çıkmak.
    yüzünün derisi kalın * utanması, arlanması olmayan.
    yüzünüze güller * iğrenç bir şey anlatılırken söylenir.
    yüzüp yüzüp kuyruna gelmek * uzun sürmüş bir işi bitirmek üzere olmak.
    yüzüstü * Yüzü yere gelecek biçimde.
    * Başlanmışfakat tamamlanmamış bir durumda.
    yüzüstü bırakmak * yapayalnız, kimsesiz, kötü bir durumda bırakmak.
    * bir işi zamanında yapmayıp savsaklamak, olduğu gibi bırakmak, ihmal etmek.
    yüzüstü kalmak
    yüzüstü kalmak * bir iş, zamanında yapılmayıp olduğu gibi bırakılmak.
    yüzüş * Yüzmek işi veya biçimi.
    yüzyıl * Yüzyıllık süre, asır.
    * İçinde yaşanılan zaman, çağ.
    * Milât başlangıç alınarak 1-100, 101-200, 201-300 vb. olarak sayılan yüzyıllık dönem.
    yüzyıllık * Yaklaşık olarak sürerliği yüzyıl olan, asırdide.
    -z * Sayıadlarına eklenerek “birlikte doğan” anlamına sıfatlar türetir: İki-z, üç-ü-z, beş-i-z gibi.
    -z * İsimden küçültme isimleri ve sıfatlarıtüretir: pala-z (bala “yavru” kelimesinden), top-u-z gibi.
    -z * Fiilden isim ve sıfat türetir: Boğ-a-z, tık-ı-z gibi.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 76

    yüzsüzleşme * Yüzsüzleşmek işi.
    yüzsüzleşmek * Yüzsüz duruma gelmek, yüzsüz olmak.
    yüzsüzleştirme * Yüzsüzleştirmek işi.
    yüzsüzleştirmek * Yüzsüz duruma getirmek.
    yüzsüzlük * Yüzsüz olma durumu, yüzsüzce davranış.
    yüzü açılmak * güzelliği, parlaklığı ortaya çıkmak.
    yüzü ak * Suçu ve utanılacak bir durumu olmayan.
    yüzü ak olsun * “sağolsun” gibi iyi bir dilek olarak söylenir.
    yüzü asık * Somurtkan, küskün.
    yüzü asılmak * somurtmak.
    yüzü görmek * …-e kavuşmak.
    yüzü görmemek * …-den yoksun olmak, uzak bulunmak.
    yüzü gözü açılmak * sıkılmaz, utanmaz bir duruma gelmek.
    * toplumsal ilişkiler kurmaya, çevresini, dünyayıtanımaya başlamak.
    yüzü gülmek * sevinci yüzünden belli olmak.
    * feraha kavuşmak.
    * temiz, tertipli duruma gelmek.
    yüzü kalmamak * bir kimseden daha önce bir çok ricada bulunduğu için yeni bir şey istemeye sıkılmak.
    yüzü kara * Utanacak bir durumu olan.
    yüzü karışmak (allak bullak olmak veya alabora olmak) * can sıkıcı bir durum, yüzünden belli olmak.
    yüzü kasap süngeriyle silinmiş * hiç utanması olmayan.
    yüzü kızarmak * utanmak.
    yüzü olmamak * o şeye dayanamamak.
    * cür’et ve cesareti olmamak, utanmak.
    yüzü pek * Birine söylenmesi güç olan şeyi sıkılmadan söylenebilen veya kendisinden istenilen şeyleri rahatlıkla geri
    çevirebilen.
    yüzü seçilmemek * açıkça tanınmamak, belli belirsiz görünmek.
    yüzü sıcak * Sevilen, hoşlanılan şeyleri nitelerken kullanılır.
    yüzü soğuk * Ürkütücü.
    yüzü tutmamak * haklıda olsa, karşısındakini kıracak bir davranışta bulunmaktan çekinmek.
    yüzü yazılıkalmak * kullanılmak, yenilmek için hazırlanmışken herhangi bir sebeple olduğu gibi dokunulmadan kalmak.
    yüzü yerde * alçak gönüllü.
    yüzü yerde * Alçak gönüllü.
    yüzü yere gelmek (geçmek veya yüzünün derisi yere geçmek) * çok utanmak.
    yüzü yok * bir şey istemeye veya yapmaya cesareti yok, utanıyor.
    yüzü yumuşak * Kendisinden istenilenleri geri çeviremeyen.
    yüzücü * Yüzme sporu yapan kimse.
    * Yüzme sporunu profesyonel olarak yapan kimse.
    * (birini) Sömüren kimse.
    * Kasaplık hayvanların derilerini yüzen kimse.
    yüzücülük * Yüzücü olma durumu.
    yüzüğü geriye çevirmek * evlenme sözünü geri almak, nişanı bozmak.
    yüzük * Parmağa geçirilen genellikle metal halka.
    * Yüzük oyunu.
    yüzük oyunu * Fincanlar altına yüzük saklayarak oynanılan bir oyun.
    yüzük parmağı * Serçe parmaktan önceki parmak.
    yüzük takmak * nişanlanmak.
    yüzükoyun * Yüzü yere gelerek.
    yüzülme * Yüzülmek işi.
    yüzülmek * Yüzmek işi yapılmak.
    * Derisi çıkarılmak.
    * Sömürülmek.
    yüzüncü * Yüz sayısının sıra sıfatı; sırada doksan dokuzuncudan sonra gelen.
    yüzünden * -den ötürü, -den dolayı, sebebiyle.
    * (genellikle olumsuzluk bildiren bir davranışta) -den ötürü, -den dolayı.
    yüzünden akmak * (herhangi bir durum) yüzünden çok belli olmak.
    yüzünden düşen bin parça olmak * öfke veya küskünlükten ileri gelen can sıkıntısıyla suratıasık olmak.
    yüzünden kan damlamak * çok sağlıklı olmak, sağlığıyüzünün renginden belli olmak.
    yüzünden okumak * ezbere değil, yazılmışkâğıttan okumak.
    * herhangi bir durumu yüzünden anlamak.
    yüzüne bağırmak * birine öfke ile saygısızca sözler söylemek.
    yüzüne bakamaz olmak * utanç, yüreksizlik gibi sebeplerle bir kimsenin karşısına çıkamamak.
    yüzüne bakılacak gibi (veya yüzüne bakılır) * çirkin sayılmaz, güzelce.
  • Türkçe Sözlük Y Sayfa 74

    yüz beşlik * Bir top çeşidi.
    yüz binlerce * Çokluk ifade etmek amacıyla kullanılır.
    yüz binlik * Yüz bin liralık.
    yüz bulmak * ilgi ve yakınlık görmek.
    yüz bulunca astar istemek * Bkz. yüz verince astar istemek.
    yüz çevirmek * gösterdiği ilgiyi kesmek.
    yüz etmek * ısmarlamak, havale etmek.
    yüz geri etmek * geri dönmek.
    yüz görümlüğü * Güveyin düğün günü geline verdiği armağan.
    yüz göstermek * ortaya çıkmak.
    yüz göz * Bütün yüz.
    yüz göz olmak * biriyle gereksiz yere, aşırıderecede senli benli olmak.
    yüz kalı bı * İnsan yüzüne alçıdökülerek alınmışkalıp, bu kalıptan çoğaltılmışyüz heykeli, mask.
    yüz kaplama * Genellikle sert ve orta sert ağaçlardan biçilerek veya kesilerek elde edilen, kontratabla veya yonga
    levhalarının yüzlerine yapıştırılarak kullanılan, güzel desenli kaplama çeşidi.
    yüz karası * Utanılacak bir durum veya şey.
    yüz karası olmak * utanılacak bir durum ortaya çıkmak.
    yüz kere * pek çok kez, tekar tekrar, defalarca.
    yüz kere * Pek çok, tekrar tekrar, çok kez, defalarca.
    yüz kızartıcı * Utandırıcı, utanılacak.
    yüz kızartıcısuç * Utanç verici, insanlık onuruna yakışmayan suç.
    yüz kızartmak * sıkılarak yalvarmak.
    yüz kızdırmak * utanmayı göze almak.
    yüz kiri * Yüz karası.
    yüz ölçümü * Bir yerin veya bir şeyin yüzeyini ölçme, mesaha.
    * Bu ölçme sonunda ortaya çıkan miktar, mesahaisathiye.
    yüz sabunu * Elleri ve yüzü yıkamak için kullanılan sabun.
    yüz surat davul derisi (yüz surat hak getire veya yüz surat mahkeme duvarı) * hiç utanması olmayanlar için söylenir.
    yüz suyu * Bir kimsenin onuru, haysiyeti.
    yüz suyu dökmek * onurunu sarsacak kadar çok yalvarmak.
    yüz sürmek * aşırısevgi göstermek için yere eğilmek.
    yüz tutmak * yönelmek.
    * başlamak.
    yüz tutmak * bir şey, olmak üzere bulunmak.
    * giderek biçim ve renk değiştirmek.
    yüz verince astar istemek * kendisine gösterilen küçük bir ilgiden şımararak genişyetki elde etmeye, daha çok yarar sağlamaya
    çalışmak.
    yüz vermek * ilgi, yakınlık göstermek, hoşgörülü davranmak, şımartmak, itibar etmek.
    yüz vermemek * ilgi yakınlık göstermemek.
    * önemsemek.
    yüz yapmak * makyaj yapmak.
    yüz yazısı * Köylerde gelinin yüzüne yapıştırılan telli pullu süsler.
    yüz yazmak * makyaj yapmak.
    * köy seyirlik oyunlarında taklit edilen kişinin özelliklerini belirtecek şekilde yüz boyamak, maske yapmak.
    yüz yüzden utanır * insanlar karşıkarşıya gelince daha kolay uzlaşabilirler.
    yüz yüze * Karşıkarşıya.
    yüz yüze bakmak * arada hatır gönül meselesi olmak, karşılıklı ilişkiyi korumak zorunda bulunmak.
    yüz yüze gelmek * birden karşılaşmak.
    * bir araya gelmek.
    yüz yüze kalmak * aynı ortam içerisinde bulunmak.
    yüz yüze yaşamak * sürekli olarak bir arada olmak zorunda bulunmak.
    yüzbaşı * Orduda rütbesi üsteğmenle binbaşıarasında olan subay.
    yüzbaşılık * Yüzbaşının rütbesi veya yüzbaşının görevi.
    yüzbeyüz * Yüz yüze.
    yüzde * Herhangi bir işte aracı olan kimseye, görevinin karşılığı olarak, yüzde hesabına göre verilen ücret, yüzdelik.
    * Bir sayısıfatı ile kullanıldığında, yüze bölünen bir şeyin o kadarlık parçasını belirtir.
    yüzde yüz * Kuşkusuz, şüphesiz, muhakkak.
    * Bütünü, tamamı, tamamen.
    yüzdelik * Yüzde.
    yüzden * Görünüşolarak, bakarak.
  • Türkçe Sözlük Z Sayfa 1

    z, Z * Türk alfabesinin yirmi dokuzuncu ve son harfi. Ze adıverilen bu harf ses bilimi bakımından ötümlü dişeti
    sızıcısını gösterir.
    zaaf * Düşkünlük, eksiklik, yetersizlik, zayıflık, dayanamama.
    * İrade zayıflığı.
    zaaf saymak * eksiklik olarak görmek.
    zabıt * Zapt.
    * Tutanak.
    zabıt tutmak * tutanak düzenlemek.
    zabıta * Yurt içinde genel düzen ve güveni korumakla görevli, iç işlerine bağlıkolluk gücü.
    * Şehirlerde güvenliği ve belediye hizmetlerinin güvenliğini sağlamakla görevli yönetim.
    zabıtname * Tutanak.
    zabit * Rütbesi teğmenden binbaşıya kadar olan asker, subay.
    * Tuttuğunu koparan, dediğini yaptıran.
    zabitan * Subaylar.
    zabitlik * Zabit olma durumu.
    zaç * Kükürtle demir birleşimlerinden biri.
    zaç yağı * Derişik sülfürik asidin diğer adı, kara boya.
    zade * Oğul, evlât.
    * Doğmuş.
    zadegân * Soylular, aristokrasi.
    zadegânlık * Zadegân olma durumu.
    zafer * Savaşta kazanılan başarı, utku.
    * Bir yarışma veya uğraşıda çaba harcayarak elde edilen başarı.
    Zafer Bayramı * 30 Ağustos 1922’de kazanılan büyük zaferi kutlamak üzere yasayla kabul edilmişolan resmî bayram.
    zafiyet * Arıklık, zayıflık.
    * Dermansızlık, güçsüzlük.
    zafran * Safran.
    zağ * Kılağı.
    zağanos * Bir cins doğan.
    zağar * Bir cins av köpeği.
    zağara * Yakanın üzerine dikilen kürk, yaka kürkü.
    zağarcı * Osmanlıİmparatorluğunda padişahın av köpeklerine bakan görevli.
    zağarlık * Av köpeği gibi izleme, köpeklik.
    zağcı * Bileyici.
    zağcılık * Bileyicilik.
    zağlama * Zağlamak işi, kılağılama.
    zağlamak * Kılağılamak, kılağıvermek.
    zağlanma * Zağlanmak işi, kılağılanma.
    zağlanmak * Zağlamak işine konu olmak veya zağlamak işi yapılmak, kılağılanmak.
    zağlı * Kılağılı.
    zahir * Açık, belli.
    * Dışyüz, görünüş.
    * Kuşkusuz, elbette, şüphesiz.
    * Görünüşe göre, anlaşılan, meğer.
    zahir * Yardım eden, destekleyen, arka çıkan.
    zahirde * Görünüşte.
    zahire * Gereğinde kullanılmak için saklanan tahıl.
    zahiren * Görünüşte, görünüşe göre.
    zahirî * Görünen, görünürdeki.
    * İçten olmayan yapmacık.
    zahit * Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarınıyerine getiren (kimse).
    * Kaba sofu.
    zahitlik * Zahit olma durumu.
    zahmet * Sıkıntı, güçlük, yorgunluk, eziyet, meşakkat.
    zahmet çekmek * sıkıntıya katlanmak, güçlükle karşılaşmak.
    zahmet etmek (zahmete girmek veya zahmete katlanmak) * biri için yorulmak veya masrafa girmek.
    * çaba harcamak, gayret göstermek.
    zahmet olmak * yapılan bir işten sıkıntı, yorgunluk duymak.
    zahmet olmazsa * “rica ederim” yerine kullanılan bir nezaket sözü.
    zahmet vermek * sıkıntıvermek.
    zahmete sokmak * birine yorgunluk vermek veya masraf ettirmek.
    zahmetine değmek * verilen emeği karşılamak.
    zahmetli * Zahmetle yapılan, yorucu, sıkıntılı, eziyetli, güç.
    * Sıkıntıveren.