Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük E Sayfa 6

    egzotik * Uzak, yabancıülkelerle ilgili, bu ülkelerden getirilmiş, yabancıl.
    egzotik çorba * Ana malzemesi; deniz kırlangıcı, kaplumbağa vb. deniz ürünleri olan bir çorba türü.
    egzotizm * Bir eserde uzak, yabancıülkelerle ilgili olayları, kişileri, yöresel görüşleri yansıtma, yabancıllık.
    egzoz * İçten yanmalımotorlarda yanan akaryakıt gazıve bu gazın boşaltılması.
    * Bu gazın atılmasınısağlayan düzen.
    * Susturucu.
    egzoz gazı * Egzozdan atılan gaz.
    egzozcu * İçten yanmalımotorlarda egzoz düzenini yapan veya onaran usta.
    eğdiriş * Eğdirmek işi veya biçimi.
    eğdirme * Eğdirmek işi.
    eğdirmek * Eğik duruma getirmek.
    eğe * Göğüs kafesini oluşturan, arkadan omurgaya, önden de göğüs kemiğine eklenen uzun, yassıve eğri
    kemiklerden her biri, kaburga.
    eğe * Madenleri, tahtayıvb. yi yontmak, düzeltmek, perdahlamak için kullanılan, üzeri pürtüklü, sert, ensiz, çelik
    araç.
    eğeleme * Eğelemek işi.
    eğelemek * Eğe ile düzleştirmek, aşındırmak.
    -eğen * Bkz. -ağan / -eğen.
    eğer * Şart anlamını güçlendirmek için şartlıcümlelerin başına getirilir, şayet.
    eğiç * Yemişkoparırken dallarıçekmeye veya kovandan bal almaya yarayan araç.
    eğik * Yatay bir çizgi veya düzlemle açı oluşturacak biçimde olan, mail, meyil, şev.
    * Bükülmüş.
    * Dik veya paralel olmayan doğru.
    eğik biçme * Ekseni tabanına dikey olmayan biçme.
    eğik çizgi * Düz olmayan çizgi.
    eğik düzlem * Bir cismi yükseğe çıkarmak için gerekli gücü ayarlamada kullanılan eğik, düz yüzey.
    eğik silindir * Ekseni tabanına dikey olmayan silindir.
    eğiklik * Eğik olma durumu, eğim, yamukluk, meyil.
    * Bir düzlem üzerinde hareket eden bir gök cismine ilişkin yörünge düzleminin, tutuluma bakışdoğrultusuna
    dik düzleme veya belirtilmişherhangi bir düzleme göre yaptığı açı.
    eğilim * Bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelme, meyil, temayül.
    * Para piyasalarında zamanla oluşan değişim, alım satım işlemleriyle ilgili inişçıkışseyri.
    eğilimli * Eğilimi olan, istekli, meyyal, mail.
    eğiliş * Eğilmek işi veya biçimi.
    eğilme * Eğilmek işi.
    * Bir doğrunun, bir başka doğruya (veya düzleme) göre eğik olması.
    * Yerin manyetik alanında bulunan serbest mıknatıslı bir iğnenin doğrultusu ile yatay düzlem arasındaki açı.
    eğilmek * Belirli bir yönle açı oluşturacak bir durum almak, bir yöne doğru çarpılmak.
    * (insan) Bir işi yapmak için belini eğmek.
    * Başkasının baskısınıveya egemenliğini benimsemek, kabul etmek.
    * (bir işi) Önemseyip ele almak.
    eğim * Eğilmişolma durumu.
    * Bir yüzeyin yatay düzleme doğru eğilmesi, eğiklik, meyil.
    eğimli * Eğimi olan.
    * Bir şeyi yapmaya içten yönelmiş, meyyal.
    eğimölçer * Bir yüzey, düzlem, yol veya cihazın yatay düzleme oranla eğimini ölçen araç, klinometre.
    eğimsiz * Eğimi olmayan.
    eğin * Arka, sırt.
    * Beden, vücut.
    * Boy bos, endam.
    eğinik * Eğilmişolan, mail.
    * Bir şeyi sevmiş, istemişveya yapmaya içten yönelmişolan.
    eğinme * Eğinmek durumu.
    eğinmek * Bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelmek, meyletmek.
    eğinti * Eğelenen bir şeyden dökülen ince toz.
    eğir * Arıların çıkardığı bir tür salgı.
    eğir kökü * Dere ve durgun su kenarlarında yetişen, 50-125 cm yüksekliğinde, çok yıllık ve otsu bir bitki (Acorus
    calamus).
    eğir mumu * Kışın arıların kovan deliklerine sıvadıklarımadde.
    eğirme * Eğirmek işi.
    eğirmek * Yün, pamuk gibi şeyleri iğile büküp iplik durumuna getirmek.
    eğirmen * İplik eğirmeye yarar araç, kirmen.
    eğirtme * Eğirtmek işi.
    eğirtmek * Eğirmek işi yaptırmak.
    eğiş * Eğmek işi veya biçimi.
    eğitbilim * Bkz. eğitim bilimi.
    eğitici * Eğitimi sağlayan, eğitmeye elverişli veya eğiten değerleri bulunan.
    * Genellikle çocuk eğitimi ile uğraşan kimse, mürebbi.
    eğiticilik * Eğitici olma durumu veya eğiticinin işi.
    eğitilme * Eğitilmek işi.
    eğitilmek * Eğitmek işine konu olmak.
  • Türkçe Sözlük E Sayfa 7

    eğitim * Belli bir bilim dalıveya sanat kolunda yetiştirme, geliştirme ve eğitme işi.
    * Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışlarıelde
    etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine yardım etme, terbiye.
    * Eğitim bilimi.
    eğitim bilimi * Öğretim ve eğitimi kurallara bağlayan bilim kolu, pedagoji.
    * Öğretmenlik sanatı, uygulamasıveya mesleği için gerekli bilgi ve becerileri kazandıran bilim dalı, pedagoji.
    eğitim dönemi * Herhangi bir konuda bilgi ve becerileri geliştirmek için ayrılan süre.
    eğitim enstitüsü * Orta dereceli okullara öğretmen yetiştirmek için kurulmuşyüksek okul.
    eğitim fakültesi * İlk ve orta öğretim okullarına öğretmen yetiştirmek için kurulmuşdört yıllık yüksek öğrenim kurumu.
    eğitim programı * Eğitimi düzenleyen ve yönlendiren sistem.
    eğitimci * Eğitim işiyle uğraşan (kimse), terbiyeci, pedagog.
    eğitimcilik * Eğitimci olma durumu eğitme işi veya eğitimcinin görevi.
    eğitimli * Eğitim görmüş, eğitilmiş.
    eğitimsel * Eğitimle ilgili, terbiyevî.
    eğitimsiz * Eğitim görmemiş, eğitilmemiş.
    eğitme * Eğitmek işi, terbiye etme.
    eğitmek * Birinin akla uygun, fiziksel ve moral gelişmesi üzerine etki yaparak çeşitli davranışyatkınlıkları, bilgi ve
    görgü aşılayarak, önceden tespit edilmişamaçlara göre onun belirli bir yönde gelişmesini sağlamak, terbiye etmek.
    * (hayvan için) İstenilen davranışlarıyapabilecek biçimde yetiştirmek.
    eğitmen * Eğitim işiyle uğraşan kimse.
    * Kurs görerek köyde öğretmenlik yapan kimse, köy öğretmeni.
    eğitmenlik * Eğitmenin işi.
    eğitsel * Eğitimle ilgili, terbiyevî.
    eğitsellik * Eğitsel olma durumu.
    eğlek * Sürünün yazın öğle sıcağında dinlendiği gölgelik.
    * Yolcuların geceyi geçirdikleri yer, han, konak.
    eğleme * Eğlemek işi.
    eğlemek * Oyalamak, durdurmak.
    * Avutmak.
    eğlence * Eğlenmek işi.
    * Neşeli ve hoşça vakit geçirten şey.
    * Neşeli ve hoşça vakit geçirilen toplantı.
    eğlenceli * Eğlendiren, hoşa giden.
    eğlencelik * Oyalanmak için yenilen şekerleme, kavrulmuş badem, fıstık kabak çekirdeği gibi şeyler.
    eğlencesiz * Eğlencesi olmayan.
    eğlendiri * Gülmece, mizah.
    eğlendirici * Eğlendirme niteliği olan, eğlendiren.
    eğlendiriş * Eğlendirmek işi veya biçimi.
    eğlendirme * Eğlendirmek işi.
    eğlendirmek * Eğlenmesini sağlamak, eğlenmesine yol açmak.
    eğlenilme * Eğlenilmek işi.
    eğlenilmek * Eğlenmek işi yapılmak.
    eğleniş * Eğlenmek işi.
    eğlenme * Eğlenmek işi.
    * Neşeli, hoşça vakit geçirme.
    * Alay etme.
    * Oyalanma.
    eğlenmek * Neşeli, hoşça vakit geçirmek.
    * Bir kimsenin herhangi bir kusuru veya zayıf noktası ile alay etmek.
    * Bir yerde durmak, beklemek, tevakkuf etmek.
    * Oyalanmak.
    eğlenti * Neşeli ve hoşça vakit geçirilen toplantı.
    eğleşme * Eğleşmek, oyalanmak işi, tevakkuf.
    eğleşmek * Oyalanmak, eğlenmek, tevakkuf etmek.
    * Bir yerde oturmak, yaşamak, ikamet etmek.
    eğme * Eğmek işi.
    eğmeç * Kavis.
    eğmeçli * Eğmeci olan, kavisli, mukavves.
    eğmek * Düz olan bir şeyi eğik duruma getirmek.
    * Sert bir cismi bükmek.
    Eğmür * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    eğrelti * Eğrelti otu.
    eğrelti otu * Eğrelti otugillerden, kumlu yerlerde yetişen, 150 cm kadar yükselebilen, tıpta bağırsak kurtlarınıdüşürmek
    için kullanılan çok yıllık ve otsu bir bitki (Driopteris filix-mas).
    eğrelti otugiller * Damarlıçiçeksizlerden, örneği eğrelti otu olan bir bitki topluluğu.
    eğreti * Belirli bir süre sonra kaldırılacak olan, geçici, iğreti, muvakkat.
    * Takma.
    * İyi yerleşmemiş, yerini bulmamış, belli belirsiz.
    * Uyumsuz, yakışmamış.
    * Üstünkörü, ciddiye almadan.
    eğreti almak * ödünç almak.
    eğreti ata binen tez iner * ödünç alınmış araçlarla girişilen işler çok kez yürütülemez.
    eğreti kuyruk tez kopar * temeli olmayan işlere güvenilmez.
    eğreti oturmak * bir yerde çok kısa süre oturmak, ilişmek.
  • Türkçe Sözlük E Sayfa 1

    e * Sonuç niteliğinde bulunan cümlenin başına getirildiğinde “öyle ise”, “öyle olunca”, “mademki öyle” sözleri
    gibi şart niteliğinde olan bir cümle yerini tutar.
    * (e:) Başına getirildiği cümledeki kavrama göre çeşitli tonlar alarak birtakım duygular anlatır.
    * (soru vurgusuyla) Şaşma ve merak anlatır.
    -e * Bkz. -a / -e (I).
    -e * Bkz. -a / -e (II).
    -e * Bkz. -a / -e (III).
    -e hâli * Bkz. verme durumu.
    e mi? * olur mu?.
    e, E * Türk alfabesinin altıncıharfi; ses bilimi bakımından ince ünlülerin düz ve genişolanını gösterir.
    * Nota işaretlerini harflerle gösterme yönteminde mi sesini bildirir.
    ebabil * Dağkırlangıcı, keçisağan.
    ebadında * boyutlarında, çapında, ölçüsünde, büyüklüğünde.
    ebat * Boyutlar.
    ebcet * Arap alfabesinin her harfi bir rakamıkarşılayan ve anlamsız sekiz kelimeden oluşan değişik bir düzeni. Bu
    düzende baştaki elif harfinden başlanarak, her harfe, birden ona kadar birer birer, ondan yüze kadar onar onar,
    yüzden bine kadar yüzer yüzer arttırmak yoluyla bir değer verilmiştir.
    ebcet hesabı * Ebcet düzeninden yararlanarak bir kelimeyi rakama çevirmek veya kelimelerle ve genellikle eski şairlerin
    yaptığı gibi, mısralarla önemli bir olayın tarihini gösterme yöntemi.
    ebe * Doğum işini yaptıran kadın.
    * Büyük anne, nine.
    * Genellikle çocuk oyunlarında başolan, diğer çocuklara veya gruba karşıcezasını çekmek ve bundan
    kurtulmak için tek başına bütün sorumluluğu üzerine alan çocuk.
    ebe olmak * oyun içinde ebelik yapmak.
    ebebulguru * Bulgur iriliğinde yağan kar.
    ebedî * Sonsuz, ölümsüz.
    ebedî uyku * Ölüm.
    ebedî uykuya dalmak * ölmek.
    ebedîleşme * Ebedîleşmek işi.
    ebedîleşmek * Ebedî duruma gelmek, sonsuzlaşmak, ölümsüzleşmek.
    ebedîleştirme * Ebedîleştirmek işi.
    ebedîleştirmek * Ebedî duruma getirmek, sonsuzlaştırmak, ölümsüzleştirmek.
    ebedîlik * Ebedî olma durumu, sonsuzluk.
    ebediyen * Sonsuz olarak, sonsuzluğa kadar.
    * (olumsuz cümlelerde) Hiçbir zaman.
    ebediyet * Sonsuzluk.
    ebegümeci * Ebegümecigillerden, çiçekleri ilâç, yapraklarısebze olarak kullanılan, kendiliğinden yetişen çok yıllık ve
    mor çiçekli bir bitki (Malva siylvestris).
    ebegümecigiller * Ayrıtaç yapraklı iki çeneklilerden, örnek bitkisi ebegümeci olan bir bitki familyası.
    ebekuşağı * Gök kuşağı, alkım.
    ebeleme * Ebelemek işi.
    * Mayalıhamuru bezelere ayırarak, yufka haline getirip sac üzerinde pişirdikten sonra alt üst kısımlarının
    yağlanmasıyla yapılan ekmek.
    ebelemek * Oyunda ebe yapmak.
    ebeleyiş * Ebelemek işi veya biçimi.
    ebeli * Ebesi olan.
    ebelik * Ebe olma durumu veya ebenin yaptığı iş.
    * Çocuk oyunlarında ebe olma durumu.
    ebemkuşağı * Ebekuşağı.
    ebesiz * Ebesi olmayan.
    ebet * Sonu olmayan gelecek zaman, sonsuzluk.
    ebeveyn * Ana ve baba.
    ebleh * Akılsız, budala, alık.
    eblehleşme * Eblehleşmek işi veya durumu.
    eblehleşmek * Ebleh durumuna gelmek.
    eblehlik * Ebleh olma durumu, eblehleşme.
    ebonit * 100 kısım kauçuğun 32 kısım kükürtle işlenmesinden elde edilen plâstik madde.
    ebru * Kâğıt süslemeciliğinde kitre ve kola gibi yapıştırıcılarla yoğunlaştırılmışsu üzerine, neft yağı ile
    sulandırılmışyağlı boya damlatılarak yapılan ve kâğıda geçirilen süs.
    ebrucu * Renkleri karıştırarak süs kâğıtlarıüzerine ebru yapan sanatçı.
    ebruculuk * Ebru yapma sanatıveya ebru satma işi ile uğraşma.
    ebrulama * Ebrulamak işi.
    ebrulamak * Ebru yaparak boyamak.
    ebrulî * Üzerinde değişik renkler bulunan.
    ebrulu * Üzerine ebru yapılmış(kâğıt, kumaş).
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 89

    düzlem * Üzerinde girinti ve çıkıntı olmayan, düz, yassı.
    * Üzerine, kesişen iki doğrunun her noktasının dokunması gereken yüzey, müstevî.
    düzlem geometri * Bir düzlem içinde kalan, iki boyutlu olan şekli inceleyen geometri.
    düzlem küre * Yer yuvarlağıüzerindeki biçimleri bütünüyle bir düzlem üzerinde göstermek amacıyla çeşitli haritacılık
    yöntemlerine başvurularak hazırlanmışharita.
    düzleme * Düzlemek işi, tesviye.
    düzlemek * Düzlem durumuna getirmek, tesviye etmek.
    düzlemsel * Düzlem niteliğinde olan.
    düzlenme * Düzlenmek durumu.
    düzlenmek * Düz, düzlem durumuna gelmek.
    düzleşme * Düzleşmek durumu.
    * Bazıkelimelerde, çeşitli sebeplerle, yuvarlak ünlülerin düz ünlülere dönmesi.
    düzleşmek * Düz duruma gelmek.
    düzletme * Düzeltmek işi.
    düzletmek * Düz duruma getirmek.
    düzlük * Düz olma durumu.
    * Geniş, düz yer.
    düzme * Düzmek işi.
    * Gerçek olmayan, aslına benzetilerek uydurulan, uydurma, sahte.
    düzmece * Gerçek olmayan, düzme, sahte.
    düzmeci * Düzme şeyler yapan, sahteci, sahtekâr.
    düzmecilik * Düzmeci olma durumu, düzmecilik, sahtekârlık.
    düzmek * Bir ihtiyacıkarşılamak amacıyla birçok şeyleri birbirini tamamlayacak biçimde bir araya getirmek.
    * Düzene sokmak, düzene koymak, sıralamak, elverişli, uygun bir duruma getirmek.
    * Yaratmak, oluşturmak, meydana getirmek.
    * Uydurmak.
    * Cinsel ilişkide bulunmak.
    düztaban * Tabiî ayak kemerinin kaybolması ile oluşan yapısal bozukluk.
    * Tabanıkemerli olmayan.
    * Dar tabanlı bir tür rende.
    * Uğursuz.
    düztabanlık * Düztaban olma durumu.
    düzülme * Düzülmek işi veya durumu.
    düzülmek * Düzmek işine konu olmak veya düzmek işi yapılmak.
    düzüm düzüm * Dizim dizim.
    Dy * Disprosyum’un kısaltması.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 88

    düzeltilme * Düzeltilmek işi.
    düzeltilmek * Düzeltmek işine konu olmak veya düzeltmek işi yapılmak.
    düzeltim * Düzeltme işi.
    düzeltme * Düzeltmek işi, tashih.
    * Reform, iyileştirme, ıslahat.
    * Düzelti.
    düzeltme işareti * Kalın olup da ince okunan ünlülerle birlikte bulunan g, k, l ünsüzlerini ve önünde ünlüleri ince okutmak
    veya yabancıkelimelerde uzun okunması gereken ünlüleri belirtmek için kullanılan işaretinin adı, şapka: âdet, âlem,
    âşık; kâğıt, tezgâh; ilâç, telâş; lâhana, lâmba, lâtin vb.
    düzeltmek * Düzgün duruma getirmek.
    * Bozukluğunu gidermek, onarmak.
    * Yanlıştan kurtarmak, tashih etmek.
    düzeltmen * Dizilmekte olan bir eserin provalarınıdüzeltme ile görevli kimse, düzeltici, musahhih.
    düzem * Bir birleşiğe veya bir karışıma girecek madde miktarlarının belirtilmesi, dozaj.
    düzeme * Düzemek işi.
    düzemek * Herhangi bir karışımı istenilen orana göre hazırlamak, karışımın dozunu belirlemek.
    düzen * Belli yöntem, ilke veya yasalara göre kurulmuşolan durum, uyum, nizam, sistem.
    * Soyut ve somut nesnelerin bir sıraya, bir hedefe, bir amaca göre sıralanması.
    * Yerleştirme, tertip.
    * Bir devletin belli başlı ilkeleri bakımından yönetimde tuttuğu yol, yönetim biçimi, rejim.
    * Toplumsal bir yapı içinde ögelerin bütüne, bütünün ögelere ve ögelerin biribirlerine göre ilişkileri.
    * Alet edevat takımı.
    * Bez dokuma tezgâhı.
    * Müzik aletlerinde ses ayarı, akort.
    * Dolap, hile.
    düzen açıklaması * Bir tiyatro eserinin metninde dekor, giysi vb. ile oyuncuların görünüşleri, davranışlarıüzerine yapılan
    açıklama.
    düzen bağı * Disiplin, düzence.
    düzen kurmak * işler duruma getirmek.
    * düzenlemek.
    * hileye başvurmak.
    düzen teker * Makinelerde, hareketin hızınıdüzgün tutmaya, çalışmayı düzenlemeye yarayan büyük çaplıçark, volan.
    düzen vermek (düzene koymak veya düzene sokmak) * düzenlemek, dağınıklıktan kurtarmak.
    * akort etmek.
    düzenbaz * Düzenci, hileci.
    düzenbazlık * Düzenbaz olma durumu.
    düzence * Sıkıdüzen, disiplin.
    düzenci * Düzen, hile yapan, hileci, oyunbaz, düzenbaz, dessas.
    düzencilik * Düzenci olma durumu.
    düzenek * Mekanizma.
    düzenleme * Düzenlemek işi.
    * Belirli sesler, çalgılar veya topluluklar için yazılmış bir eserin, başka sesler, çalgılar veya topluluklar
    tarafından söylenip çalınabilmesi için o eserde yapılan değişiklik, aranjman.
    düzenlemeci * Düzenleme yapan kimse.
    düzenlemek * Düzenli, düzgün duruma getirmek, düzen vermek, tanzim etmek.
    * Yapmak, hazırlamak.
    * Düzenleme yapmak.
    * Müzik aletlerini akort etmek.
    düzenlenme * Düzenlenmek işi.
    düzenlenmek * Düzenli, düzgün duruma getirilmek.
    * Yapılmak, tertip edilmek.
    düzenleşik * Düzenleri birbirine uygun.
    * Bir sınıflamada aynı düzen ve aynısırada bulunan.
    düzenleşim * Aynısıradaki nesne veya kavramların birbirinin yanında oluşu.
    * Bir sınıflamada aynısırada bulunan iki veya daha çok kavramın bağıntısı.
    düzenleyici * Herhangi bir işi, kuruluşu gerçekleştirip düzenli sonuç alınmasınıüstlenen kimse, organizatör.
    * Bir makinenin görevini istenilen ölçüde tutup ayarlayabilen araç, regülâtör.
    düzenli * Düzeni olan, yerli yerinde, kararlı, tertipli, muntazam.
    * Sistemli, nizamlı.
    düzenli ordu * En küçük birimden en büyük birliğe kadar her türlü donanıma sahip askerî güç.
    düzenlik * Bkz. dirlik düzenlik.
    düzenlilik * Düzenli olma durumu.
    düzensiz * Düzeni olmayan veya düzeni bozuk, karışık, tertipsiz, intizamsız, gayrimuntazam.
    * Sistemsiz.
    düzensizlik * Düzensiz olma durumu, tertipsizlik, intizamsızlık, nizamsızlık.
    düzey * Bir yüzeyin veya bir noktanın nispî yüksekliği ve o yükseklikten geçtiği var sayılan düzlem, seviye.
    * Bir nesnenin veya kimsenin başka nesnelere veya kimselere göre olan değer ve yücelik derecesi, seviye.
    düzeyli * Belli bir düzeyi olan, seviyeli (kimse).
    düzeysiz * Belli bir düzeyi olmayan, seviyesiz (kimse).
    düzeysizlik * Belli bir düzeyi olmama durumu, seviyesizlik.
    düzgü * Yargılama ve değerlendirmenin kendisine göre yapıldığıölçüt, uyulması gereken kural, norm.
    düzgülü * Düzgüye uygun, normal.
    düzgün * Doğru ve pürüzsüz, muntazam.
    * Eksiksiz ve yerli yerinde, kusursuz, insicamlı, rabıtalı, muntazam.
    * Kurala uygun olarak, kusursuz bir biçimde.
    * Kenar veya ayrıtları ile açıları birbirine eşit olan (biçim).
    * Kadınların, teni pürüzsüz göstermesi, renk vermesi için yüzlerine sürdükleri yarısıvıveya boyalıkrem,
    fondöten.
    düzgüncü * Düzgün yapan veya satan kimse.
    * Gelinin düzgününü süren ve onu süsleyen kadın.
    düzgünlü * Yüzüne düzgün sürmüşolan.
    düzgünlük * Düzgün olma durumu.
    düzgüsel * Kurallarla, yasalarla ilgili olan, kural, yasa koyan, normatif.
    düzgüsüz * Düzgüye uymayan, düzgüsü olmayan, anormal.
    düziko * Rakı, düz (II).
    düzine * Aynıcinsten olan nesnelerin on iki tanesinin bir arada olması.
    * Çok.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 86

    düşman düşmana gazel (veya yasin) okumaz * düşmandan ancak kötülük beklenir.
    düşman kesilmek * düşman olmak, düşman gibi görmek.
    düşman olmak * kin beslemeye başlamak.
    düşmanca * Düşman gibi, düşmana yakışır biçimde.
    düşmanlaşma * Düşmanlaşmak işi.
    düşmanlaşmak * Düşman durumuna girmek.
    düşmanlık * Düşman olma durumu.
    * Düşmanca duygu veya davranış, yağılık, hasımlık, husumet.
    düşme * Düşmek işi.
    düşmek * Yer çekiminin etkisiyle boşlukta, yukarıdan aşağıya inmek.
    * Durduğu, bulunduğu, tutunduğu yerden ayrılarak veya dayanağını, dengesini yitirerek yukarıdan aşağıya
    inmek.
    * Yere devrilmek, yere serilmek.
    * Hava taşıtlarıkaza sonucu hızla yere inerek çarpmak.
    * Vücuda bol gelen giysi aşağıkaymak.
    * Yağmak.
    * Vurmak, değmek, rastlamak.
    * Vakti gelmeden (ölü) doğmak.
    * Atlanmak, aradan çıkmak, eksik kalmak.
    * Çıkarmak, eksiltmek.
    * Bir zorunluk sebebiyle bulunduğu yerden ayrılmak, gitmek.
    * Aşırı ilgi veya sevgi göstermek.
    * Uğramak, kapılmak.
    * Yakışmak, uygun gelmek.
    * Yakışık almak.
    * Ödevi veya yetkisi içinde bulunmak.
    * Bulunmak.
    * Biriyle yaşamak, çalışmak, birlikte olmak durumunda kalmak.
    * Bir bölüşme sonunda payına ayrılmak.
    * Kötü bir sebeple istenmeden bir yerde bulunmak.
    * İş başından uzaklaşmak.
    * Hızı, gücü, değeri azalmak.
    * (ısıve basınç için) Eksilmek, azalmak.
    * Düşkünleşmek.
    * Bir yere ansızın gelmek, damlamak, tesadüfen gelmek.
    * Belirli zamana rastlamak.
    * Fırsat çıkmak.
    * Olmak, olumsuz bir duruma girmek.
    * Savaşta savunulmaz duruma gelerek teslim olmak.
    * Bazıdeyimlerde “yürümek, birlikte gelmek” anlamlarında kullanılır.
    * Bayağılaşmak.
    * Alışmak, müptela olmak.
    düşmez kalkmaz bir Allah * insanların talihsizliklere uğraması olağandır.
    düşsel * Düşile ilgili, hayalî.
    düşsüz * Düşü olmayan.
    düşük * Aşağıdoğru düşmüş, aşağısarkmış.
    * Az.
    * Değeri azalmış.
    * İktidardan düşmüşveya düşürülmüş.
    * Belli dil kurallarına uymayan.
    * Eski değer ve onurunu yitirmişolan.
    * Yaşayabilecek duruma gelmeden doğan yavru, ceninisakıt, sakıt, sıkıt (II).
    düşük yapmak * çocuk düşürmek.
    düşüklük * Düşük olma durumu.
    * Adîlik, bayağılık, seviyesizlik.
    * Kurallara uymama durumu.
    düşün * Duyularla değil, zihnî olarak tasarlanan, biçim verilen, canlandırılan nesne veya olay, fikir, ide.
    düşün düşün, boktur işin * kötü bir durumda çıkar yol bulunamadığında söylenir.
    düşünce * Düşünme sonucu varılan, düşünmenin ürünü olan görüş, mütalâa, fikir, mülâhaza, ide.
    * Dışdünyanın insan zihnine yansıması.
    * Tasa, kaygı, sıkıntı.
    * Niyet, tasarı.
    * İlke, yönetici sav.
    düşünce alışverişi * Karşılıklı görüş bildirme, fikir teatisi.
    düşünce özgürlüğü * Düşüncenin dış baskıve yasaklarla sınırlandırılmaması, bunların etkisinden bağımsız olması.
    düşüncedir almak * bir konuda kaygılanarak çözüm yolu bulmaya çalışmak.
    düşüncel * Gerçekte olmayıp, yalnızca düşüncede, tasarım içinde var olan.
    * Yalnız düşünce ile kavranabilen.
    düşünceli * Düşüncesi olan.
    * Kaygılı, tasalı.
    * Düşünerek davranan, anlayışlı.
    düşüncelilik * Düşünceli olma durumu.
    düşüncellik * Düşüncel olma niteliği.
    * Nesnel gerçekliği olan varlığın karşısında, salt düşünce veya tasarım olarak varlık.
    düşüncesini açmak * görüşünü bildirmek.
    düşüncesini okumak * bir kimsenin ne düşündüğünü anlamak.
    düşüncesiz * Düşüncesi olmayan.
    * Tasasız, kaygısız.
    * Düşünmeden davranan, anlayışsız.
    düşüncesizlik * Düşüncesizce davranma durumu.
    düşüncesizlik etmek * düşüncesizce davranmak.
    düşünceye dalmak * derin derin düşünmek.
    düşünceye varmak * bir görüşe veya karara varmak, bir inanca ulaşmak.
    düşündaş * Bkz. düşündeş.
    düşündeş * Aynıdüşüncede olan, aynıdüşünceyi savunan, hemfikir.
    düşündürme * Düşündürmek işi veya durumu.
    düşündürmek * Düşünmesine sebep olmak, düşünmesine yol açmak.
    * Tasalandırmak, kaygılandırmak.
    * Akla getirmek, hatırlatmak, önceden kestirmek.
    düşündürmelik * Düşündürmeye yol açan şey.
    düşündürtme * Düşündürtmek işi veya durumu.
    düşündürtmek * Düşündürmesine sebep olmak.
    düşündürücü * Düşünmeye sebep olan, düşünmeye yol açan.
    * Tasalandıran, kaygılandıran.
    düşünme * Düşünmek durumu, tefekkür.
    * Duyum ve izlenimlerden, tasarımlardan ayrı olarak, aklın bağımsız ve kendine özgü durumu;
    karşılaştırmalar yapma, ayırma, birleştirme, bağlantılarıve biçimleri kavrama yetisi.
    düşünme yasaları * Doğru olması gereken bir düşünmenin belli şartlar altında nasıl gerçekleştiğini gösteren kurallar.
    düşünmek * Bir sonuca varmak amacıyla bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki ilgilerden yararlanarak, düşünce
    üretmek, zihnî yetiler oluşturmak, muhakeme etmek.
    * Aklından geçirmek, göz önüne getirmek.
    * Zihniyle arayıp bulmak.
    * Bir şeye karşı ilgili ve titiz davranmak.
    * Akıl etmek, ne olabileceğini önceden kestirmek.
    * Tasarlamak.
    * Tasalanmak, kaygılanmak.
    * Farz etmek.
    düşünsel * Düşünce ile ilgili, düşünce sonucu ortaya çıkan, düşünceye dayanan, fikrî.
    düşüntülü * Kurgusal, spekülâtif.
    düşünücü * Düşünür.
    düşünücülük * Düşünücünün işi veya mesleği.
    düşünülme * Düşünülmek işi.
    düşünülmek * Düşünmek işine konu olmak veya düşünmek durumunda bulunulmak.
    düşünüm * Düşün, fikir, ide.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 87

    düşünüp taşınmak * konuyu bütün yönleriyle inceleyip ona göre davranmak, iyice düşünmek.
    düşünür * Genel sorunlar üzerine yeni ve kendine özgü düşünceleri olan kimse, mütefekkir.
    düşünürlük * Düşünür olma durumu.
    düşünüş * Düşünmek işi veya biçimi, mütalâa.
    * İnsanın, özellikle davranışlarına yön veren ahlâk tutumu ve düşünme biçimi.
    düşüp kalkmak * (erkek kadınla veya kadın erkekle) yasa ve töre dışıyakın ilişki kurmak.
    * biriyle çok yakın arkadaşlık etmek.
    düşürme * Düşürmek işi.
    düşürmek * Düşmesine yol açmak, düşmesine sebep olmak.
    * Değerini, fiyatını indirmek.
    * Azaltmak.
    * (taş, solucan için) Vücuttan atmak.
    * İskat etmek.
    * Uğratmak.
    * Değerli bir şeyi ucuz veya kolay ele geçirmek.
    * Zayıf bırakmak, gücünü azaltmak.
    düşürtme * Düşürtmek işi veya durumu.
    düşürtmek * Düşürmesini sağlamak.
    düşürülme * Düşürülmek işi veya durumu.
    düşürülmek * Düşürmek işine konu olmak veya düşürmek işi yapılmak.
    düşürüm * Düşürmek işi veya durumu.
    düşürüş * Düşürmek işi veya biçimi.
    düşüş * Düşmek işi veya biçimi.
    düşüt * Düşük.
    düttürü * Kılığıciddî olmayan, tuhaf ve hafif giyimli.
    * Dar ve kısa giysi.
    düttürü Leylâ * tuhaf, dar ve kısa giyinmişkadın.
    düve * Boğaya gelmemiş, 1-2 yaşında dişi sığır.
    düvel * Devletler.
    düven * Harmanda ekinlerin sapıve tanelerini ayırmak için kullanılan, önüne koşulan hayvanlarla çekilen, alt
    yüzünde keskin çakmak taşlarıdikine çakılı bulunan, kızak biçiminde araç, döven.
    düven dişi * Düvenin altına dikine çakılan keskin taş.
    düven sürmek (veya dövmek) * düvenle ekinlerin tanelerini başaklarından çıkarmak.
    düvenci * Harman zamanıdüven sürmek için tutulan çocuk.
    * Düven yapan veya satan kişi.
    düver * Yapılarda kullanılan kalın ağaç, direk, mertek.
    düvesime * Düvesimek işi veya durumu.
    düvesimek * Boğa dişi istemek.
    düyek * Türk müziğinde bir usul.
    düyun * Borçlar.
    düz * Yatay durumda olan, eğik ve dik olmayan.
    * Kıvrımlı olmayan, doğru.
    * Yüzeyinde girinti çıkıntı olmayan, müstevî.
    * Kısa ökçeli, ökçesiz (ayakkabı).
    * Yayvan, altıderin olmayan.
    * Kıvırcık veya dalgalı olmayan (saç).
    * Yalın, sade, süssüz.
    * Çizgisiz, desensiz ve tek renkli.
    * Engebesiz olan yer, düzlük, ova.
    düz * İçinde anason, sakız gibi kokulu maddeler olmayan üzüm rakısı, düziko.
    -düz * İsimden zaman zarfıtüreten ek.
    düz baskı * Kalıp izlerini önce kauçuğa, kauçuktan da kâğıda geçirmeye yarayan çift kopyalı baskıyöntemi, ofset.
    düz duvara tırmanmak * çok yaramaz çocuklar için kullanılır.
    düz kanatlılar * Uzunluğuna katlanan alt kanatları, az çok sert olan üsttekiler tarafından örtülen, dört kanatlı böcekler
    takımı.
    düz rakı * Sakız katılan ve mastika denilen sakız rakısından ayırt edilmek için üzüm rakısına verilen ad, düziko.
    düz tümleç * Yalın durumda bulunan tümleç.
    düz ünlü * Dudakların gerilip düzleşmesiyle oluşan ünlü: a, e, ı,i.
    düz yazı * Şiir olmayan yazı, nesir, mensur.
    düzayak * İçinde merdiven veya inilip çıkılacak bölüm bulunmayan (ev, yol).
    * Basit, yavan, kuru, sathî.
    * Bir halk oyunu türü.
    düzce * Oldukça düz.
    düze * Bkz. doz.
    düze inmek * eşkıyalıktan vazgeçmek.
    düzeç * Bir yüzeyin eğiklik derecesini anlamaya yarayan araç, tesviye aleti.
    * Bkz. kabarcıklıdüzeç.
    düzeçleme * Aynıdüzeye getirme, yüzey ayrımlarınıölçme, tesviye.
    * Bir yerin değişik noktalardaki yükseltisini, belli bir yatay düzleme göre (deniz yüzeyi) belirlemek için
    yapılan işlemlerin bütünü.
    düzelme * Düzelmek durumu.
    düzelmek * Düz duruma gelmek, düzleşmek.
    * Kötü, bozulmuş bir durumda iken düzenli duruma gelmek.
    * (hava için) Soğuk ve yağışazalmak.
    * (hasta için) İyi olmak.
    düzelti * Düzeltmek işi, tashih.
    * Basılmakta olan bir eserin provalarıüzerinde özel düzeltme işaretleriyle yanlışları gösterme.
    düzeltici * Düzeltme işini yapan.
    * Düzeltmen, musahhih.
    düzeltici jimnastik * Yaşama ve çalışma şartlarının etkisiyle oluşan vücut bozukluk ve aksaklıklarınıönlemek veya gidermek için
    uygulanan özel beden eğitimi türü.
    düzelticilik * Düzeltici olma durumu, düzelticinin görevi, musahhihlik.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 83

    dümensiz * Dümeni olmayan.
    dümtek * Klâsik Türk müziğinde tempo.
    dümtek tutmak * tempo tutmak.
    dün * Bugünden bir önceki gün.
    * Geçmiş.
    * Bugünden bir önceki günde.
    * Kısa bir süre önce.
    dün bir, bugün iki * (işe başladığından beri) çok az zaman geçtiği hâlde.
    dün cin olmuş, bugün adam çarpıyor * işinde ustalaşmadan hile yollarına başvuruyor.
    dünden * Bugünden bir önceki günden.
    * Çoktan, seve seve.
    dünden bugüne * çabucak, az zamanda.
    dünden hazır (veya razı) * kendisine yapılan bir öneriyi seve seve ve hemen kabul eden.
    dünden ölmüş * çalışma hevesi kalmamış.
    dünit * Temel maddesi olivin olan iri taneli kayaç.
    dünkü * Bugünden bir önceki günle ilgili.
    * Yakın geçmişteki.
    * Acemi, yeni, toy.
    dünkü çocuk * Deneyimi az, toy, acemi.
    dünür * Karıkocanın baba ve analarının her biri.
    dünür düşmek * bir kızıevlenmek üzere başkası için istemek.
    dünür gezmek * evlenecek erkek için kız aramaya çıkmak.
    dünür gitmek * evlenecek kimse için kız istemeye gitmek.
    dünürcü * Kız görmeye giden kimse, görücü.
    dünürcülük * Dünürcünün işi.
    dünürleşme * Dünürleşmek işi veya durumu.
    dünürleşmek * Kız alıp verme yolu ile hısım olmak.
    dünürlük * Dünür olma durumu.
    * Evlenme sonucu oluşan yakınlık, akrabalık, sıhriyet.
    dünya * Üstünde yaşadığımız gök cismi.
    * Dış, çevre, ortam.
    * İnançları bir olan ülke veya insanlar topluluğu.
    * Duygu, düşünce ve hayal âlemi.
    * El gün, herkes.
    * Meslek veya iş birliği içinde bulunma, camia.
    dünya ahret kardeşim olsun * bir kişiye kardeşlik duygusundan başka bir gözle bakılmadığınıanlatır.
    dünya âlem * Herkes, bütün insanlar.
    dünya başına dar olmak (veya gelmek) * çok sıkılmak, büyük bir çaresizlik içinde kalmak.
    dünya başına yıkılmak * çok sıkılmak, umutlarınıyitirmek.
    dünya bir araya gelse * dünyadaki bütün insanlar engel olmaya kalksa bile.
    dünya durdukça * sonsuzluğa dek, ebediyen.
    dünya durdukça durasın! * çok yaşa, Tanrısana sonsuz bir ömür versin!.
    dünya evi * Evlilik.
    dünya evine girmek * evlenmek.
    dünya görmüş * çok gezmiş, çok yer görmüş.
    dünya görüşlü * Evrenin ve hayatın anlamını, amacını, değerini insan varlığınıve davranışlarını bütünüyle kavramaya
    çalışan genel düşünce, evrene toplu bir bakış.
    dünya görüşü * İçinde yaşanılan çağıtanıma, anlama yetisi.
    dünya gözü ile görmek * ölmeden önce, sağlığında.
    dünya gözüne zindan olmak (görünmek veya kesilmek) * büyük bir karamsarlık ve umutsuzluk içinde olmak.
    dünya güzeli * Çok güzel (kadın veya erkek).
    dünya kadar * pek çok.
    dünya kelâmı * Tanrısözlerinden başka söz.
    dünya kelâmıetmek * konuşmak.
    dünya malı * Varlık, servet.
    * İnsanın hoşuna gidecek, huzur verecek durum ve şartların bütünü.
    dünya nimeti * İnsanların dünyada yiyeceği, içeceği, kullanacağı imkânların tümü.
    dünya penceresi * Göz.
    dünya varmış * sıkıntılı bir durumdan kurtulan kimsenin söylediği söz.
    dünya yıkılsa umurunda değil * hiçbir şeyle ilgilenmez, sorumsuz, kaygısız.
    dünya yüzü görmemek * kapalı bir yerde sürekli kalmak.
    dünyada * (olumsuz fillerle) Hiçbir zaman, hiçbir biçimde.
    dünyadan elini eteğini çekmek * bir kenara çekilip çevresiyle ilgisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmamak, dünya işleriyle ilgilenmez
    olmak.
    dünyadan geçmek (veya el çekmek) * bir kenara çekilip toplum yaşamına karışmamak.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 84

    dünyadan haberi olmamak * çevresinde olup bitenleri bilmemek.
    dünyalar (biri) -in oldu * çok sevindi.
    dünyalı * Dünyaya ait olan.
    dünyalığıdoğrultmak * yaşamısüresince yetecek parayıkazanmak.
    dünyalık * Mal, mülk, servet, para.
    dünyanın (birşey) -i * pek çok…, hesapsız.
    dünyanın dört bucağı * dünyanın her yanı, her yönü.
    dünyanın kaç bucak (veya köşe) olduğunu göstermek (anlamak) * dünyada ne gibi güçlükler olduğunu bildirmek (veya anlamak), insanın başına neler gelebileceğini öğretmek
    veya öğrenmek.
    dünyanın öbür (veya bir) ucu * çok uzak yerler için söylenir.
    dünyanın tadınıçıkarmak * bütün zevklerden yararlanmak, mutlu ve rahat yaşamak.
    dünyanın ucu uzundur * yaşadıkça insanın türlü durumlarla, çeşitli olaylarla karşılaşabileceğini anlatır.
    dünyanın yedi harikası * Eski ulusların olağanüstü olarak niteledikleri yapılar (Mısır piramitleri, Semiramis’in asma bahçeleri,
    Zeus’un heykeli, Artemis tapınağı, Mausolos’un anıtkabri, İskenderiye feneri, Rodos heykeli).
    dünyasından geçmek * her şeye karşı ilgisiz duruma gelmek.
    dünyaya gelmek * (insan için) doğmak.
    dünyaya getirmek * doğurmak.
    dünyaya gözlerini kapamak (veya yummak) * (insan) ölmek.
    dünyaya kazık çakmak (veya kakmak) * çok uzun ömürlü olmak, çok yaşamak.
    dünyayıanlamak * dünyada neler olduğunu öğrenmek, deneyimi artmak.
    dünyayı gözü görmemek * üzüntü, öfke, karamsarlık ve çok mutlu olma gibi durumlarda başka bir şey düşünememek, ölçülü
    davranamamak, yoğun olarak bir işile uğraşma.
    dünyayıharam etmek * bir yeri yaşanılmaz duruma getirmek.
    dünyayıtoz pembe görmek * üzücü durumlara bile iyimser gözle bakmak.
    dünyayıtutmak * çok yayılmak, her yere dağılmak.
    dünyayızindan (zehir) etmek (veya dünyayı başına dar etmek) * bir kimseyi çok sıkıntılı bir duruma sokmak.
    dünyevî * Dünya ile ilgili, dünya işlerine ilişkin, uhrevî karşıtı.
    düo * Bkz. duo.
    düpedüz * Çok düz ve doğru bir biçimde, dümdüz olarak.
    * Başka bir amaç gütmeden, açıktan açığa, açıkçası, gerçekten.
    * Yalın, basit, süssüz, sade.
    -dür * Bkz. -dır / -dir vb.
    -dür- * Bkz. -dır- /-dir- vb.
    dürbün * Uzaktaki cisimlerin görüntülerini büyütmeye veya yaklaştırmaya yarayan, objektif ve oküler adlı iki
    mercekten oluşan optik alet.
    * Gözetleme deliği.
    dürbünlü * Dürbünü olan.
    dürbünün tersiyle bakmak * o şeyi küçümsemek, olduğundan çok daha az önemli görmek.
    dürme * Dürmek işi.
    * Lâhana.
    * İçine peynir, kıyma gibi şeyler konularak yenilen pişmişyufka; bir tür gözleme.
    dürmece * Bağlarda, tomurcuk, yaprak ve salkım yiyerek yaşayan, sarımsı gece kelebeği (Sparganothis pilleriana).
    dürmek * Bir şeyi kıvırıp silindir biçiminde kendi üzerine sarmak.
    * Bir şeyi üst üste katlamak.
    -dürt- * Bkz. -dırt- / -dirt- vb.
    dürtme * Dürtmek işi.
    dürtmek * Ucu sivri bir şeyle hafifçe itmek.
    * İstenilen şeyi yaptırmak için birine kışkırtıcısöz söylemek, tahrik etmek.
    * Uyarmak, ikaz etmek.
    * Değmek, dokunmak.
    dürtü * Fizyolojik veya ruhî dengenin değişmesi sonucu ortaya çıkan ve canlıyıtürlü tepkilere sürükleyebilen içten
    gelen gerilim, muharrik.
    dürtükleme * Dürtüklemek, işi.
    dürtüklemek * Üst üste birkaç kez dürtmek.
    * Birini uyarmak veya kışkırtmak.
    dürtülme * Dürtülmek işi.
    dürtülmek * Dürtmek işine konu olmak veya dürtmek işi yapılmak.
    dürtüş * Dürtmek işi veya biçimi.
    dürtüşleme * Dürtüşlemek işi.
    dürtüşlemek * Birkaç kez dürtmek.
    dürtüşme * Dürtüşmek işi.
    dürtüşmek * Birbirini dürtmek.
    dürtüştürme * Dürtüştürmek işi.
    dürtüştürmek * Kısa aralıklarla sık sık dürtmek.
    dürü * Dürülmüşşey.
    * Armağan, hediye.
    * Çeyiz.
    * Düğüne çağrılanlara düğün sahibince verilen armağan.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 85

    dürü * Bel denilen tarım aracı.
    dürülme * Dürülmek işi.
    dürülmek * Dürmek işine konu olmak veya dürmek işi yapılmak, kıvrılmak.
    * Bükülmek.
    * Toplanmak, sarılmak, katlanmak.
    dürülü * Dürülmüş, kıvrılmış.
    dürülüş * Dürülmek işi veya biçimi.
    dürüm * Dürme, silindir biçiminde kıvırma.
    * Yufka ekmeğinin, içine türlü katıklar konulan sarılmış biçimi.
    dürüm dürüm * Kıvırarak, silindir biçiminde sararak.
    * Sövgü sözü olarak kullanılan dürzü sözcüğünün anlamınıpekiştirir.
    dürümleme * Dürümlemek işi.
    dürümlemek * Dürüm biçiminde sarmak, kıvırmak.
    dürüst * Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru, onurlu.
    * Doğru, yanlışsız.
    dürüst oyun * Kurallara ve karşılıklıhoşgörüye bağlıkalarak oynanan oyun, fair-play.
    dürüstlük * Doğruluk.
    dürüşt * Sert, gücendirici, kırıcı.
    Dürzî * Suriye’nin Havran bölgesinde yaşayan ve kendilerine özgü mezhepleri olan bir Müslüman topluluğu.
    dürzü * Ağır bir hakaret ve küfür sözü olarak kullanılır.
    düse * Oyunda, atılan zarlardan ikisinin de üç benekli olan yanlarının üste gelmesi.
    düstur * Genel kural, kaide.
    * Yasaları içine alan kitap.
    düş * Uyurken zihinde beliren olayların, düşüncelerin bütünü, rüya.
    * Gerçek olmayan şey, imge, hayal.
    * Gerçekleşmesi istenen şey, umut.
    düşgörmek * rüya görmek.
    düşgücü * Bir şeyi zihinde canlandırma, yaratma, düşünme yeteneği, hayal gücü.
    * Muhayyile.
    düşkırıklığı * Çok istenilen veya umulan bir şey gerçekleşmediğinde duyulan üzüntü, hayal kırıklığı.
    düşkurmak * bir şeyi zihinde düşünüp canlandırmak, hayal kurmak.
    düşçü * Sürekli hayal kuran, hayalperest.
    düşçülük * Düşçü olma durumu.
    * Bilincin zayıflamasıyla ortaya çıkan bir ruh bozukluğu durumu.
    düşe kalka * Güçlükle.
    * Biriyle yakın ilişki kurarak.
    düşes * Dükün karısı.
    düşeslik * Düşes olma durumu.
    düşeş * Oyunda, atılan zarlardan ikisinin de altı benekli olan yanlarının üste gelmesi.
    * Umulmayan iyi bir rastlama.
    düşeşatmak * umulmadık bir başarıkazanmak.
    düşey * Yer çekimi doğrultusunda olan, şakulî.
    düşey çember * Bir yerin düşeyini sınırlayan çember (veya düzlem).
    düşey düzlem * İzdüşüm düzlemi.
    düşeyazma * Düşeyazmak işi.
    düşeyazmak * Düşecek gibi olmak.
    düşeylik * Düşey olma durumu veya düşey durumda bulunan bir cismin özelliği.
    düşkü * Görev ve meslek çalışmasıdışında severek yapılan, dinlendirici, oyalayıcıuğraş, hobi.
    düşkün * Bir şeye kendini aşırıvermişolan çok bağlı, meraklı, müptelâ.
    * Eski değer ve onurunu yitirmiş.
    * Büyük geçim sıkıntısına düşmüş.
    * Yoksulluk sebebiyle mutluluk ve refahınıyitirmiş.
    * Yaşlılık, hastalık gibi sebeplerle çalışma gücünü yitirmiş.
    düşkün olmak * çok önem, değer vermek.
    düşkünler evi * Çalışma gücünden yoksun, kazancı olmayan yoksul kimselerin barındırıldığıtoplumsal bir yardım kuruluşu,
    darülâceze.
    düşkünler yurdu * Bkz. düşkünler evi.
    düşkünleşme * Düşkünleşmek durumu.
    düşkünleşmek * Düşkün duruma gelmek.
    düşkünlük * Düşkün olma durumu, iptilâ.
    * Çoğu kez yapıya bağlısürekli ve aşırı güçsüzlük.
    * Rezillik, insana yakışmayan hayat.
    * (paraca) Sıkıntıda olma, gözden düşme.
    düşkünü * tutkun, çok önem, değer veren.
    düşleme * Düşlemek işi.
    düşlemek * Bir şeyi, bir kimseyi, bir durumu istenilen biçimde tasarlamak, zihinde canlandırmak.
    düşman * Birinin kötülüğünü isteyen, ondan nefret eden, ona zarar vermeye çalışan (kimse), yağı, hasım.
    * Birbirleriyle savaşan devletler ve bu devletlerin asker, sivil bütün uyrukları.
    * Aralarında birbirleriyle çatışmaya varacak ölçüde anlaşmazlık olan tarafların her biri.
    * Bir şeyin yaşamasına, barınmasına engel olan (güç, tutum vb.).
    * Bir şeyi büyük ölçüde kullanıp tüketen.
    * Bazışeylerden nefret eden, tiksinen kimse.
    düşman ağzı * Düşmanın uydurduğu söz, bir durumu kötü gösteren söz.
    düşman başına * kötü bir durumun ağırlığını göstermek için kullanılır.
    düşman çatlatmak * iyi durum ve başarılarla düşmanıkıskandırmak veya kızdırmak.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 82

    düğün alayı * Düğüne katılanların çalgıeşliğinde ve toplu hâlde yürümesiyle oluşan topluluk.
    düğün bayram etmek * çok sevinmek, çok sevinç duymak.
    düğün çiçeği * Düğün çiçeğigillerin örnek bitkisi (Ranunculus).
    düğün çiçeğigiller * İki çeneklilerden, bazıtürleri süs bitkisi olarak kullanılan bir familya.
    düğün çorbası * Et, un, yoğurt katılarak özellikle düğünlerde yapılan ve üzerine kızgın yağdökülen çorba çeşidi.
    düğün değil, bayram değil, eniştem beni neyi öptü * gösterilen yakınlığın, iltifatın gizli bir sebebi olacak.
    düğün dernek * Evlenme dolayısıyla yapılan kutlama töreni ve eğlence.
    düğün dernek, hep bir örnek * olayların veya yapılan işlerin hep birbirine benzediğini anlatır.
    düğün evi * İçinde düğün yapılan yer.
    düğün evi gibi * sevinçli ve telâşlı bir kalabalık bulunan (yer).
    düğün hamamı * Düğünden bir gün önce gelin ve yakınlarının yiyecek, müzik, oyun ve gösterilerle hoşvakit geçirerek
    yıkanıp temizlenme.
    düğün pilâvı * Düğünlerde özel olarak pişirilen pilâv.
    düğün pilâvıyla dost ağırlamak * başkasının kesesinden veya elinden ikramda bulunmak.
    düğün salonu * Kiralanarak içinde eğlence ve toplantıyapılan salon.
    düğün yahnisi * Hafifçe kavrulan bol soğan içinde kemikli kuzu etinin ağır ateşte pişirilmesiyle hazırlanan, az sulu yemek
    türü.
    düğüncü * Düğün sahibi, toycu.
    * Düğün çağrıcısı.
    * Düğüne katılanlar.
    düğüncübaşı * Düğünü yöneten kimse.
    düğünsüz * Düğün olmadan, düğün yapmadan, düğünü olmayan.
    düğününde kalburla (elekle) su taşımak * bir yardımına karşılık olarak bekâr bir kimseye çok büyük bir yardımda bulunma sözü olarak kullanılır.
    düğürcük * İnce bulgur.
    dük * Bazıdevletlerde prensten sonra gelen en yüksek soyluluk unvanı.
    -dük * Bkz. -dık / -dik vb.
    dükkân * Perakende satışyapan esnafın, küçük zanaat sahiplerinin satışyaptıklarıveya çalıştıklarıyer.
    * Görevli olarak çalışılan yer, işyeri.
    * Kumarhane.
    dükkâncı * Dükkân işleten kimse.
    düklük * Dük olma durumu.
    * Bir dükün yönetimindeki ülke.
    düldül * Hz. Ali’ye Peygamber tarafından armağan edilen katırın adı.
    * Kötü at.
    * Eski otomobil veya modası geçmiş araç.
    * Mekanik olarak çalışan oyuncak çocuk arabası.
    dülger * Yapıların kaba ağaç işlerini yapan kimse.
    dülger balığı * Kemikli balıklar takımından, başı büyük, ağzı geniş, vücudu yassıve söbe, üstü dikenli pullarla kaplı bir
    balık (Zeus faber).
    dülgerlik * Dülgerin zanaatı.
    dümbelek * Ağzına deri gerilmiş, çanak biçiminde, darbukaya benzer bir çeşit çalgı.
    * Anlayışsız, sersem.
    dümbelekçi * Dümbelek çalan veya dümbelek satan kimse.
    dümdar * Artçı.
    dümdüz * Çok düz.
    * Kendi hâlinde, uysal (kimse), basit.
    * Bilgisi, görgüsü çok dar bir sınır içinde kalan (kimse).
    dümen * Hava ve deniz taşıtlarında, taşıta istenilen yönü vermeye ve belirli bir doğrultuda götürmeye yarayan
    hareketli parça.
    * Dalavere, hile.
    * Yönetim, idare.
    dümen bedeni * Dümen boğazını oluşturmak için boydan boya konulan tek parça.
    dümen boğazı * Dümenin dümen yelpazesinden yukarıkalan bölümü.
    dümen çevirmek * hileye, düzene başvurmak.
    dümen evi * Dümen boğazının geçmesi için kıç bodoslamasının üst ucuna ve teknenin kümbet olan bölümüne açılmış
    oval delik.
    dümen kırmak * yön değiştirmek.
    dümen kullanmak * bir işi kurnazca yönetmek.
    dümen neferi * En geride olan, sonuncu, en tembel.
    dümen suyu * Gemi giderken arkasında bıraktığıköpüklü iz.
    dümen suyundan gitmek * birine bağımlı olmak, her şeyde ona uyarak davranmak.
    dümen tutmak * teknenin gideceği yolu gözleyerek dümeni yönetmek.
    dümen yapmak * dalavere, hile ile birini kandırmak, aldatmaya çalışmak.
    dümenci * Gemilerde dümeni kullanan kimse.
    * En geride olan, sonuncu, en tembel.
    * Dalavereci, hileci, düzenbaz.
    dümencilik * Dümencinin işi.
    * En geride olma durumu, sonuncu olma durumu.
    * Dalaverecilik, düzenbazlık, hilecilik.
    dümeni eğri * Yan yan yürüyen.
    dümeni kırmak * çekip gitmek, kaçmak, uzaklaşmak.
    dümenine bakmak * şartlar ne olursa olsun çıkarını gözetmek.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 81

    duyurum * Duyurma işi.
    duyusal * Duyu ile ilgili.
    duyuş * Duymak işi veya biçimi.
    * Seziş.
    duyuüstü * Duyularla verilmeyen.
    * Algılama yoluyla değil, düşünme ile kavranan.
    -dü * Bkz. -dı/ -di vb.
    düalist * İkici, ikicilik yanlısı.
    * İkiciliğe ilişkin.
    düalizm * İkicilik.
    Dübbüasgar * Küçük Ayı.
    Dübbüekber * Büyük Ayı.
    dübel * Duvarlarda çivinin daha sağlam yerleşmesi için açılan deliğe önceden çakılan plâstik yuva.
    * 4-20 mm çaplarında, uçlarıyarık ve tırtıllı, baştarafıuca doğru daralan delikli, orta sert veya sert plâstikten
    yapılmışözel kavelâ.
    dübeş * Oyunda, atılan zarlardan ikisinin de beş benekli yüzünün üste gelmesi.
    düden * Kireçli bölgelerde kirecin erimesi veya yer altındaki karstlı bir çukur tavanın çökmesiyle oluşan doğal kuyu.
    düdük * İçinden hava veya buhar geçirilince keskin ses çıkaran ve işaret vermek için kullanılan araç.
    * Akılsız, boşkafalı.
    * Taşıtlarda karşıtarafıuyaran korna.
    düdük gibi * (giysi için) çok dar, daracık.
    düdük gibi kalmak * yapayalnız kalmak.
    * zayıflamak.
    düdük makarnası * İçi delik makarna.
    * Aptal, anlayışsız.
    düdükçü * Düdük yapan veya satan kimse.
    düdükleme * Düdüklemek işi veya durumu.
    düdüklemek * Cinsel ilişkide bulunmak.
    * Aldatmak, kandırmak.
    * Değersiz bir şeyi çok değerliymişgibi birine satmak.
    düdüklü * Düdüğü olan.
    * Düdüklü tencere.
    düdüklü tencere * Buhar basıncından yararlanarak yemeği çabuk ve sağlıklı olarak pişiren bir tür tencere.
    düello * İki kişi arasında, tanıklar önünde yapılan silâhlıvuruşma.
    * İki siyasî, ekonomik güç arasındaki çatışma.
    * Bkz. söz düellosu.
    düellocu * Düello yapan kimse.
    düet * Bkz. duo.
    dügâh * Türk müziğinde bir birleşik makam.
    düğme * Giyecek, yorgan vb.nin bazıyerlerine ilikleyici veya süs olarak dikilen kemik, metal, sedef gibi sert
    maddelerden yapılmışküçük tutturmalık.
    * Çevrilmek veya üzerine basılmak yoluyla bir elektrik akımınıaçan, kapayan herhangi bir makineyi işleten
    veya durduran parça, komütatör.
    * Üst deri altındaki kıkırdak ve yağdan oluşmuşdüğme biçimindeki çıkıntı.
    düğmeci * Düğme, fermuar, boncuk gibi şeyler yapan veya satan kimse.
    düğmecilik * Düğme yapma veya satma işi.
    düğmek * Düğüm yapmak.
    düğmeleme * Düğmelemek işi.
    düğmelemek * Bir şeyin düğmesini iliğine geçirmek, iliklemek.
    düğmelenme * Düğmelenmek durumu.
    düğmelenmek * Düğmelenmek işine konu olmak veya düğmelemek işi yapılmak, iliklenmek.
    düğmeli * Düğmesi olan.
    * Düğme ile tutturulan.
    düğmesiz * Düğmesi olmayan.
    * Düğme ile tutturulamayan.
    düğü * Elendikten sonra geriye kalan en ince bulgur.
    * Pirinç.
    düğüm * İplik, ip, halat gibi bükülebilir şeyleri kıvırıp kendi üzerine veya birbirine dolayarak yapılan boğum.
    * Anlaşılamayan, çözülemeyen karışık durum.
    * Gelen ve yansımışdalgaların girişimiyle oluşan kararlıdalgalarda titreşim genliğinin sıfır olduğu
    noktalardan her biri.
    * Edebî eserlerde çapraşık olguların çözülmeden önce toplandığıen büyük merak unsuru.
    düğüm atmak * düğümlemek.
    düğüm düğüm * Üzerinde düğümler olan.
    düğüm noktası * Bir şeyin sonuçlanması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken güç yanı.
    düğüm üstüne düğüm vurmak (atmak) * parasınıpintilik ederek saklamak.
    düğüm vurmak * düğümlemek.
    * parasınıpintilik ederek saklamak, biriktirmek.
    düğümleme * Düğümlemek işi.
    düğümlemek * Düğüm yapmak.
    * Düğüm yaparak bağlamak.
    düğümlenme * Düğümlenmek durumu.
    düğümlenmek * Düğümle bağlanmak.
    * Sıkışmak.
    * Bütün sorunlar bir yerde toplanıp birleşmek.
    düğümlü * Düğümlenmişolan.
    * Budaklı.
    * Sorunlu, karışık.
    düğümsüz * Düğümü olmayan.
    düğümünü çözmek * anlaşılmaz bir şeyi anlaşılır duruma getirmek.
    düğün * Evlenme dolayısıyla yapılan tören, eğlence.
    * Sünnet düğünü.