Kategori: H

  • Türkçe Sözlük H Sayfa 25

    hava hoş * “bir şeyin olmasıyla olmamasıarasında fark yok” anlamında kullanılır.
    hava hukuku * Havada ulaşımı düzenlemek için konulmuşhukuk kurallarının bütünü.
    hava indirme * Hava kuvvetlerine ait birliklerin hava yoluyla gerçekleştirdiği harekât.
    hava iyi (veya fena) esmek * ortamla ilgili her türlü şart uygun (veya kötü) durumda olmak.
    hava kaçırmak * (nesneler için) içindeki havayıtutamayıp dışarıya vermek.
    hava kanalı * Havayı bir yerden başka bir yere iletmekte kullanılan kanal (boru).
    hava kapağı * Bir kanaldan geçen havanın niceliğini ayarlayan kapak.
    hava kapanmak * gökyüzü bulutlarla örtülmek.
    hava kararmak * güneşin batmasıyla ortalık yarıkararmak.
    * gökyüzü iyice bulutlanmak.
    hava kesesi * Balıkların aşağıve yukarı inip çıkmalarınısağlayan, hava ile dolup boşalan kese.
    * Kuşlarda vücudun çeşitli yerlerinde bulunan ve akciğere bağlı olan boşluklar.
    * Birçok böceklerde trake borularıüzerinde yer almışolan hava dolu şişkinlikler.
    hava köprüsü * Zorunlu durumlarda iki şehir veya ülke arasında hava yoluyla sağlanan sürekli ulaşım.
    hava kuvvetleri * Ülkenin havadan savunulmasını sağlamak için uçak, helikopter, balon gibi araçlardan ve bunlarla ilgili yer
    hizmetlerinden, kuruluşlarından oluşan teşkilât.
    hava küre * Hava yuvarı.
    hava limanı * Şehirler veya ülkeler arasıhava yolu ulaşımı için gerekli teknik ve ticarî kuruluşların bütünü.
    * Bu alt yapının yerleştirilmesini, işletilmesini ve geliştirilmesini sağlayan kuruluş.
    hava meydanı * Hava limanı.
    hava musluğu * Radyatörlerde oluşan soğuk havanın dışarıatılmasınısağlayan musluk.
    hava oyunu * Bir mal fiyatının yükseleceği umuduyla o maldan, sözde ileride teslim alınmak üzere, bir parti satın almak
    ve vakit gelince bu malın pahalanıp ucuzladığına göre fiyat farkınısatıcıdan almak veya ödemek şeklinde girişilen bir
    çeşit talih oyunu.
    hava parası * Bir yeri kira ile tutabilmek için sahibine veya içindeki kiracıya açıktan verilen para.
    hava patlamak * fırtına çıkmak.
    hava raporu * Hava durumu.
    hava sahası * Bir devletin yalnız kendisinin kullanma hakkı olduğu, başka devletlerin ancak ilgili devletten izin alarak
    yararlanabileceği gökyüzü parçası.
    hava süzgeci * Otomobillerde motora ve hava kompresörüne giden havayısüzmeye yarayan alet.
    hava şartları * Hava durumu.
    hava tahmini * Kısa bir süre için havanın nasıl olacağını bulma.
    hava taşı * Gök taşı.
    hava tebdili * Hava değişimi.
    hava ulaşımı * Hava yolu ulaşımı.
    hava üssü * Askerî havacılıkla ilgili plân ve programları düzenleyen merkez.
    hava vermek * tekerlek vb. cisimleri hava ile şişirmek; şişkinliğini artırmak, hava basmak.
    * akciğerlere basınç altında hava veya oksijen doldurmak.
    hava yastığı * Taşıtlarda kaza riskini azaltmaya yönelik hava basınçlıyastık.
    hava yastıklı * Hava yastığı olan.
    hava yolu * Hava taşıtlarının uçuşsırasında izlemeye zorunlu olduklarıyol.
    hava yolu ile * uçakla.
    hava yolu ulaşımı * Hava taşıtlarıyla yolcu, yük vb. eşyalarıtaşıma işi.
    hava yuvarı * Yer yuvarınıkuşatan çeşitli gaz katmanlarından oluşan örtü, atmosfer.
    havacı * Hava taşıtlarında görevli kimse.
    * Hava kuvvetlerine bağlıasker.
    havacılık * Havacı olma durumu.
    * Havacının yaptığı iş, havada uçma tekniği.
    * Hava seferlerini ve bu konu ile ilgili teknikleri inceleyen bilim dalı.
    havacıva * Sığırdiligillerden, Akdeniz bölgesinde yetişen ve köklerinden kırmızı boya elde edilen çok yıllık otsu bir
    bitki (Alkanna tinctoria).
    * Değer ve önemi olmayan, boş.
    havada kalmak * yerden yüksekte bulunmak.
    * sonuca ulaşmamak.
    * bir iddia dayanaksız olduğundan kanıtlanmamak.
    havadan * Emeksiz, açıktan.
    * Boş, değersiz.
    havadan sudan (konuşmak) * gelişigüzel, dereden tepeden (konuşmak).
    havadan sudan konuşmak * önemsiz konular üzerine konuşmak.
    havadar * Havası bol, temiz olan (yer), yeleken, yeleç.
    havadis * İlgi ile karşılanabilecek haber.
    havaî * Hava ile ilgili, havada bulunan.
    * Açık mavi renginde olan.
    * Dilediği gibi davranan, uçarı, hoppa.
    * Değersiz, boş.
    havaî fişek * Törenlerde, geceleri yakılarak havaya uçurulan, renkli ışıklar saçan fişek.
    * Geceleyin düşman bölgelerini aydınlatmak amacıyla kullanılan fişek.
    havaî mavi * Göğün rengi, açık mavi.
    * Bu renkte olan.
    havaîlik * Havaî olma durumu, uçarılık, hoppalık.
    havaiyat * Boş, değersiz işve sözler.
    havalandırıcı * Kapalı bir yerin sürekli ve doğal olarak havalandırılmasınısağlayan alet veya düzen.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 26

    havalandırılma * Havalandırılmak işi.
    havalandırılmak * Havalandırmak işi yapılmak.
    havalandırma * Kapalı bir yerin havasınıdeğiştirmek amacıyla dışarıdan temiz hava girişini veya çeşitli araçlarla hava
    akımını sağlama işlemi.
    * Herhangi bir şeyi açık havada bir süre bırakma.
    havalandırmacı * Havalandırma işini yapan görevli kimse.
    havalandırmak * Havalanmasını sağlamak.
    havalandırmalı * Havalandırması olan.
    havalanma * Havalanmak işi.
    havalanmak * Temiz hava almasısağlanmak, havasıdeğiştirilmek.
    * Yerden ayrılıp göğe uçmak.
    * (bir şey) Hava akımıyla yer değiştirmek.
    * Yerinde oturamaz duruma gelmek.
    * Beğenilmeyen davranışlarda bulunmak.
    havalara uçmak * çok sevinmek.
    havale * Bir işi bir başkasının sorumluluğuna bırakma, ısmarlama, devretme.
    * Banka, postahane vb.nin aracılığıyla gönderilen para.
    * Postahane, banka vb. nin aracılığıyla para gönderildiğinde, gönderenle alacak olanın adlarıve para miktarı
    yazılıkâğıt, havale kâğıdı, havalename.
    * Gebelerde, küçük çocuklarda görülen bir çeşit çırpınmalı, bazen ateşli de olabilen hastalık.
    * Bir arsayıçevirmek, kapamak için çekilen perde veya duvar.
    * Yüksek ve büyük bir görünüşü olma.
    havale etmek * bir şeyin alınmasını, yapılmasını bir kimseye bırakmak, ısmarlamak, devretmek.
    * yollamak, göndermek.
    havale gelmek * postahane veya banka yoluyla para gelmek.
    * gebe ve çocuklara çoğu zaman bayılma, yüksek ateşle beraber çırpınma krizleri gelmek.
    havale göndermek (veya yollamak) * postahane banka vb. aracılığıyla birine para ödemesini sağlamak.
    havaleli * Havalesi olan.
    * Gereğinden çok yüksek, yıkılacak gibi olan.
    havalename * Havale.
    havalı * Herhangi bir nitelikte havası olan.
    * İyi, temiz hava alan, havadar.
    * Bir işi gereğince benimsemeyen, önemsemeyen.
    * Göz alıcı, çekici, albenisi olan.
    * Sıkıştırılmışhava ile çalışan (alet vb.).
    havalıdireksiyon * Motorlu bir taşıtın direksiyon sisteminin hidrolik düzen ile kolayca hareket sağlayabilmesi özelliği veya
    durumu.
    havalıfren * Hava basıncı ile yönetilen pistonlu fren.
    havali * Çevre, yöre, dolay.
    havan * İçinde bir şey dövüp ufalamaya yarayan, tahta, taş, maden veya plâstikten yapılan kap.
    * Tütün kıyma makinesi.
    havan dövücünün hınk deyicisi * başkasına yardım edecek veya yüreklendirecek gücü olmadığıhâlde öyle görünüp yardakçılık edenler için
    söylenir.
    havan topu * Üstün atışgücüne sahip bir çeşit kısa namlulu top.
    havanda su dövmek * boşuna uğraşmak.
    havaneli * Havanda bir şeyi dövmeye yarayan tokmak.
    havanın gözü yaşlı * nerede ise yağmur yağacak.
    havarî * Yardımcı.
    * Hz. İsa’nın öğüt ve inançlarınıyaymak işiyle görevlendirdiği on iki yardımcısından her birine verilen ad.
    * Bir öndere bağlı, onun düşünce veya inançlarınıyayan kimse.
    havarîlik * Havarînin işi veya görevi.
    havas * Nitelikler, özellikler.
    * Kendilerini halktan ayrıve üstün sayan, kendilerinde bir çeşit ayrıcalık gören (kimseler), avam karşıtı.
    havâs * Duyumlar, duygular.
    havası olmak * bir kimsenin albenisi veya cana yakınlığı olmak.
    havası olmak * o kimseye benzemek, o kimseyi hatırlatmak.
    havasına uymak * bulunduğu çevre ve ortamı benimsemek veya birinin huyunu almak.
    havasını bulmak * keyiflenmek, neşelenmek.
    havasız * Havası olmayan, hava almayan.
    * Havası iyi veya yeterli olmayan.
    * Göz alıcı, çekici olmayan.
    havasızlık * Havasız olma durumu.
    havaya * boşuna, sonuçsuz olarak.
    havaya gitmek * hiçbir şeye yaramamak, boşa gitmek.
    havaya pala (veya kılıç) sallamak * boşuna, gereksiz çaba harcamak.
    havaya savurmak * gereksiz yere harcamak.
    havaya uçmak * patlama dolayısıyla zarar görmek.
    * havaya gitmek.
    havayı bozmak * bir topluluğun keyfini kaçırmak.
    havhav * (çocuk dilinde) Köpek.
    havi * İçinde bulundururan, kapsayan.
    havi olmak * içinde bulundurmak, içine almak, kapsamak, içermek.
    havil * “korku, korkma” anlamında can havliyle deyiminde geçer. 343 can.
    havlama * Havlamak işi.
    havlamak * (köpek) Bağırmak, ürümek.
    havlanma * Havlanmak durumu.
    havlanmak * Üzerinde hav oluşmak.
    havlatma * Havlatmak işi.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 21

    hasırlamak * Hasırla döşemek, üstünü hasırla örtmek.
    hasırlanma * Hasırlanmak durumu.
    hasırlanmak * Hasırla döşenmek, üstü hasırla örtülmek.
    hasırlı * Hasırı olan, hasırla kaplanmışolan.
    * Hasırla kaplanmışşişe.
    hasis * Cimri, pinti, kısmık.
    * Bayağı, insanıküçülten, alçak.
    hasislik * Hasis olma durumu.
    * Hasis davranış.
    hasislik etmek * cimrice davranmak.
    hasiyet * Özgülük, hassa.
    * (yiyecek ve içecek için) Yarar, etki.
    hasiyetli * (yiyecek ve içecek için) Yararlı, etkili.
    haslet * İnsanın yaradılışından gelen özellik, huy.
    haspa * Kız veya kadınlara şaka veya alay yollu söylenen söz.
    hasret * Özlem.
    hasret çekmek * özlem duymak.
    hasret gitmek * özlemini çektiği, sevdiği bir yere veya kimseye kavuşamadan ölmek.
    hasret kalmak * özlemek.
    hasretini çekmek * çok özlemek.
    * ihtiyaç duyduğu hâlde o şeyi elde edememenin üzüntüsü içinde bulunmak.
    hasretli * Hasreti olan, özlemli.
    hasretlik * Sevilen bir şey veya kimseden ayrıkalma durumu, ayrılık.
    hasretme * Hasretmek işi.
    hasretmek * Bir şeyin bütününü birine, bir şeye ayırmak, vermek.
    hasrolunma * Hasrolunmak durumu.
    hasrolunmak * Bir şey bütünüyle birine verilmek, ayrılmak.
    hassa * Özgülük, özellik, hasiyet.
    hassa askeri * Hükümdarıkorumakla görevli askerî sınıf.
    hassas * Duyum ve duygularıalgılayan.
    * Çabuk duygulanan, duygun, duyar, duyarlı, içli, alıngan.
    * Çabuk etkilenen.
    * Yapımıve bakımıözen isteyen, aksamadan çok doğru çalışan, kesin ölçüler gerektiren işlerde kullanılan
    (alet).
    hassas olmak * duyarlı bulunmak, çabuk duygulanmak.
    hassasiyet * Hassaslık, duygunluk, duyarlık.
    hassaslık * Hassas olma durumu, hassasiyet.
    hassaten * Ayrıca, özellikle, bilhassa.
    hasse * Bir çeşit pamuklu kumaş, patiska.
    hasta * Sağlığı bozuk olan, esenliği yerinde olmayan (kimse, hayvan).
    * Zihinsel yetenekleri bozulmuşolan.
    * Parasız, züğürt.
    hasta bakıcı * Tedavi ile ilgili hekimin buyruklarınıyerine getirip hastaya bakan hemşirelere yardım eden kimse.
    hasta bakıcılık * Hasta bakıcı olma durumu.
    * Hasta bakıcının işi.
    hasta etmek * hasta olmasına yol açmak.
    hasta ol benim için, öleyim senin için * kişi kendisi için bir fedakârlıkta bulunan kimseye karşısırası gelince daha büyük fedakârlıkta bulunur.
    hasta olmak (veya düşmek) * hastalanmak.
    hastahane * Hastaların yatırılarak tedavi edildikleri sağlık kurumu.
    hastahanelik * Hastahaneye kaldırılacak durumda olan.
    hastahanelik etmek * birini aşırıderecede dövmek.
    hastahanelik olmak * hastahaneye yatmayı gerektirecek kadar hastalanmak.
    * çok dayak yemek.
    hastahaneye kaldırmak (veya yatırmak) * tedavi amacıyla hastahaneye götürmek.
    hastalandırma * Hastalandırmak işi veya biçimi.
    hastalandırmak * Hasta etmek, hastalanmasına sebep olmak.
    hastalanış * Hastalanmak işi veya biçimi.
    hastalanma * Hastalanmak işi.
    hastalanmak * Sağlığı bozulmak, esenliği yerinde olmamak, hasta olmak.
    hastalık * Organizmada birtakım değişikliklerin ortaya çıkmasıyla fizyoloji görevlerinin bozulmasıdurumu, sayrılık,
    maraz, esenlik karşıtı.
    * Ruh sağlığının bozulmasıdurumu.
    * Bitkilerin yapılarında görülen bozukluk.
    * Aşırıdüşkünlük, tutku.
    hastalık almak (hastalık kapmak veya hastalığa tutulmak) * bulaşıcı bir hastalığa yakalanmak.
    hastalık tablosu * Hastanın yatağının başında bulunan ve hastalığın seyrini gösteren levha.
    hastalıklı * Vücut direnci az olan, çabuk hastalanan, mariz.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 22

    hastası olmak * bir şeye çok düşkün olmak.
    hastel * Daha ziyade gençlerin ve araştırmacıların konaklaması için yapılmışve belirli kurallara göre yönetilen
    ekonomik tesisler.
    hasut * Kıskanç, günücü.
    haşa * Belleme (II).
    hâşâ * Bir durum veya davranışın kesinlikle kabul edilmediğini anlatır.
    * Dine aykırı görülen bir ihtimalden söz edilirken, zorunlu olarak kullanılır.
    hâşâ huzurdan (veya huzurunuzdan) * uygunsuz bir şey söylemek zorunda kalındığında bağışlanma dileği anlatır.
    hâşâ sümme hâşâ * “öyle olmasına ihtimal yok, öyle değildir” anlamında kullanılır.
    haşarat * Böcekler.
    * Değersiz ve zararlıkimseler.
    haşarı * Çok yaramaz, ele avuca sığmayan (çocuk).
    * Huysuz, azgın (hayvan).
    haşarıca * Biraz haşarı.
    * Haşarıya yakışır biçimde, haşarı gibi.
    haşarılaşma * Haşarılaşmak işi.
    haşarılaşmak * Haşarıdavranışlarda bulunmak.
    haşarılık * Haşarı olma durumu.
    * Haşarıca davranış.
    haşat * Darmadağınık, işe yaramaz, bozuk, kötü.
    * Yorgun, bitkin.
    haşat etmek * bozmak, kullanılmaz duruma getirmek.
    * (birini) dövmek, perişan etmek, aşırıölçüde hırpalamak.
    haşat olmak * bozulmak, kullanılamaz duruma gelmek.
    * yorulmak, perişan olmak.
    haşatıçıkmak * bozulmak, işe yaramaz duruma gelmek.
    * çok yorulmak, bitkinleşmek.
    haşefe * Başçık.
    haşere * Böcek.
    haşhaş * Gelincikgillerden, kapsüllerinden afyon, tohumlarından yağçıkarılan bir yıllık ve otsu bir kültür bitkisi
    (Papaver somniferum).
    haşhaşyağı * Haşhaştan çıkarılan ve yiyecek olarak kullanılan yağ.
    haşhaşhane * Haşhaşın işlendiği yer.
    haşıl * Dokumacılıkta kullanılan unlu veya çirişli sıvı.
    haşıllama * Haşıllamak işi.
    haşıllamak * Dokumayıunlu veya çirişli sıvıya batırmak.
    haşım haşım * Haşlanmak fiili ile birlikte kullanılarak bu fiili pekiştirir.
    haşır haşır * (sert ve kuru şeyler için) Haşırdayarak, haşırtılıses çıkararak.
    haşır huşur * Haşırdayarak, haşırtılıses çıkararak.
    haşırdama * Haşırdamak işi.
    haşırdamak * Kâğıt, kolalıkumaşgibi sert şeyler birbirine sürtünürken kalın ve boğuk ses çıkarmak.
    haşırtı * Haşırdarken çıkan ses.
    haşırtılı * Haşırtısı olan, haşırdayan.
    haşin * Sert, kırıcı, gönül kırıcı olan.
    haşinleşme * Haşinleşmek işi.
    haşinleşmek * Sertleşmek, gönül kırıcıdavranışlarda bulunmak.
    haşinlik * Haşin olma durumu, haşin davranış.
    haşir * Toplanma, bir araya gelme.
    * Kıyamet gününde ölüleri diriltip mahşere çıkarma.
    haşir neşir * Kaynaşma, bir arada olma.
    haşir neşir etmek * kaynaştırmak, bir arada bulundurmak.
    haşir neşir olmak * kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak.
    haşiş * Hint kenevirinden çıkarılan esrar.
    * Kuru ot.
    haşiv * Doldurma.
    * Yazıyıveya konuşmayı gereksiz ayrıntılarla uzatma.
    haşiye * Bir yazısayfasının altına, metnin herhangi bir noktasıyla ilgili olarak yazılan açıklama, dipnot.
    haşlak * Kızgın, kaynar, çok sıcak.
    haşlama * Haşlamak işi.
    * Haşlanarak pişirilen.
    haşlamak * Bir şeyin üstüne kaynar su dökmek veya bir şeyi kaynar suya daldırmak.
    * Suda kaynatarak pişirmek.
    * (kaynar sıvı için) Yakmak.
    * (don, kırağı için) Bitkilere zarar vermek.
    * Dalamak.
    * Sertçe paylamak, azarlamak.
    haşlamlılar * Bir hücrelilerden, vücutlarında hareketi sağlayan kirpiğimsi titrek tüyleri veya beslenme işini gören
    çekmeleri olan, çoğu sularda yaşayan ve ancak mikroskopla görülebilen hayvanlar sınıfı.
    haşlanış * Haşlanma biçimi.
    haşlanma * Haşlanmak işi.
    haşlanmak * Haşlamak işi yapılmak.
    * Kaynar su vb. dökülmek, kaynar su vb. ile yanmak.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 16

    haraca kesmek * zorbalıkla para koparmak veya çıkar sağlamak.
    haraç * OsmanlıTürklerinde genel olarak toprak sahiplerinden devletçe alınan vergi.
    * OsmanlıTürklerinde Müslüman olmayanların devlete ödemekle yükümlü olduklarıvergi.
    * Bir yerden, bir kimseden zorbalıkla alınan para.
    haraç mezat satmak * açık artırma ile satmak.
    haraç yemek (veya almak) * başkasının sırtından geçinmek.
    haraççı * Haraç toplamakla görevli olan kimse.
    * Zor kullanarak bir yerden veya kimseden para sızdıran kimse.
    haraççılık * Haraççının görevi.
    * Zor kullanarak bir yerden veya kimseden para sızdıran kimsenin yaptığı iş.
    haraçlı * Haraca bağlanmış, vergi ödeyen.
    harakiri * Japonlarda karnını bıçakla deşme yoluyla kendini öldürme.
    harala gürele * Telâşile.
    haram * Din kurallarına aykırı olan, dince yasak olan.
    * Yasak.
    haram etmek * o şeyden umulan yarar ve rahatıtattırmamak.
    haram olmak * bir şeyden gereği gibi yararlanamamak.
    haram olsun! * “hayrını görme, görmesin!” anlamında kullanılan bir söz.
    haram para * Yasa dışıyollardan kazanılan para.
    haram yemek * dinî inançlara aykırı olarak, haksız olarak bir şeye el atmak, sahip olmak.
    harama uçkur çözmek * nikâhsız olarak cinsel ilişkide bulunmak.
    harami * Hırsız, haydut.
    haramilik * Hırsızlık, haydutluk.
    haramsız * Haram olmayan, haram karışmamış.
    haramzade * Yasa dışı birleşmelerden doğan çocuk, piç.
    haranı * Büyük tencere.
    harap * Bayındırlığıkalmamış, yıkılacak duruma gelmiş, yıkkın, viran.
    * Bitkin, yorgun, perişan.
    * Çok sarhoş.
    harap etmek * harap duruma getirmek.
    harap olmak * harap duruma gelmek, haraplaşmak, perişan olmak.
    haraplaşma * Haraplaşmak işi.
    haraplaşmak * Harap duruma gelmek, viran olmak, perişan olmak.
    haraplık * Harap olma durumu, yıkkınlık.
    harar * Çoğu kıldan dokunmuş, büyük çuval.
    harar gibi * içine çok şey alabilen, geniş, büyük eşyalar için kullanılır.
    hararet * Isı.
    * Sıcaklık.
    * Susama, susuzluk.
    * Coşkunluk, ateşlilik.
    hararet basmak * çok susamak.
    * vücut ısısıartma.
    hararet kesmek (veya söndürmek) * susuzluğu gidermek.
    hararet vermek * susatmak.
    hararetlendirme * Hararetlendirmek işi.
    hararetlendirmek * Hararetlenmesine yol açmak.
    hararetlenme * Hararetlenmek işi.
    hararetlenmek * Isısıartmak.
    * Canlanmak, kızışmak.
    hararetli * Isısı, sıcaklığıfazla olan.
    * Coşkun, ateşli, canlı.
    hararetli hararetli * Yoğun ve heyecanlı bir biçimde, ateşli ateşli.
    haraşo * “iyi, güzel” Bir tür yün örgüsü.
    haraza * Kavga, gürültü, karışıklık.
    * Öfke, sinir.
    haraza * Sığırın öt kesesinden çıkan taş.
    harbe * Kısa mızrak.
    * Harbi.
    harbi * Ateşli silâhların içini temizlemekte kullanılan çubuk, harbe.
    * Doğru, hilesiz, temiz, mert.
    harbî * Savaşla ilgili.
    * OsmanlıDevletiyle henüz barışdurumunda bulunmayan, bir antlaşma yapmamışdevletler ve bu
    devletlerin uyrukları.
    * Osmanlıülkelerinde ticaretle uğraşan yabancıuyruklara verilen ad.
    harbi basmak * doğru, hızlıyürümek.
    harbi konuşmak * dosdoğru, gerçeği gizlemeden konuşmak.
    harbilik * Doğruluk, temizlik, mertlik.
    * Ateşli silâhlarda harbinin yerleştirildiği yer.
    harbiye * Savaşişleri.
    * (büyük H ile) Subay yetiştiren yüksek okul, harp okulu.
    Harbiye Nezareti * Osmanlıİmparatorluğunda Millî Savunma Bakanlığına verilen ad.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 17

    Harbiyeli * Harp okulu öğrencisi.
    harcama * Harcamak işi, parayıelden çıkarma, sarf.
    * Bir şey almak için elden çıkarılan para, gider.
    harcama kalemi * Muhasebe işlemleri içinde en fazla satın alınan maddelerin bütünü.
    harcamak * Bir işgörmek veya bir şey satın almak için parayıelden çıkarmak, sarf etmek.
    * Bir şey yapmak için kullanmak, tüketmek.
    * Birinin değer ve onurunu kırıcı bir durum yaratmak.
    * Manevî yönden kötü duruma düşürmek, feda etmek.
    * Yok olmasına, ölmesine sebep olmak.
    harcanabilir * Harcanma özelliği olan.
    harcanma * Harcanmak işi.
    harcanmak * Harcamak işi yapılmak, harcamak işine konu olmak.
    harcayış * Harcamak işi veya biçimi.
    harcı * Ucuz, her keseye uygun.
    harcı olmak * bir iş, birinin yapabileceği nitelikte olmak.
    harcıâlem * Herkesin alabileceği, herkesin kullanabileceği, herkesin işine yarayan, her keseye uygun.
    * Hiçbir özelliği olmayan, yeniliği olmayan, basmakalıp.
    harcırah * Yolluk.
    harç * Harcanan para, masraf.
    * Resmî işlerde devlet veznesine ödenen para.
    * Yapıda tuğla veya taşların örgüsünü pekitmek, duvarlarısıvamak için kullanılan, toprak, saman veya kum,
    kireç, çimento gibi şeyleri su ile kararak yapılan çamur, karışım.
    * Bir yemeğin yapılmasında kullanılan ve tat veren maddelerin bütünü.
    * Giysiler dikilirken kullanılan tamamlayıcıveya süsleyici şeyler.
    * Bahçıvanlıkta değişik nitelikteki toprak vb. maddelerin karıştırılmasıyla hazırlanmıştoprak.
    harçlı * Yapılması için harç ödenen.
    * Harç ile örülmüş.
    * Süslerle bezenmiş(giysi).
    harçlık * Ufak tefek ihtiyaçlar için ayrılmışpara.
    harçsız * Harcı olmayan.
    hardal * Turpgillerden 100-150 cm yükseklikte, sarıçiçekli, deriyi yakıcınitelikte olan ve tohumu hekimlikte
    kullanılan, tadıacıve bir yıllık bir bitki (Brassica nigra).
    * Bu tohumun toz durumuna getirilmişveya sirke ile karıştırılarak yapılmışmacunu.
    hardal rengi * Kirli sarırenkte.
    hardaliye * İçine hardal katılarak yapılan üzüm şırası.
    hardallı * Hardalı olan.
    hardallık * Hardal yapımında kullanılan malzeme.
    * Hardal konulan kap.
    hardalsı * Uzun iki çenetli meyve.
    hardalsız * Hardalı olmayan.
    hare * Bazınesne, canlı, göz vb. nde dalgalanır gibi görünen parlak çizgiler, meneviş, dalgır.
    * Üzerinde dalgalıçizgiler bulunan kumaş.
    * Çok sert taş, mermer.
    harekât * Davranışlar, işler.
    * Belli bir amaç gözetilerek bir askerî birliğe yaptırılan manevra, çarpışma, çevirme, kovalama gibi işler.
    hareke * Arap harfleriyle yazılmışmetinlerde kısa ünlüleri göstermek için kullanılan işaret.
    harekeleme * Harekelemek işi.
    harekelemek * Bir ünsüze hareke koymak.
    harekeli * Hareke konulmuş.
    harekesiz * Hareke konulmamış.
    hareket * Bir cismin durumunun ve yerinin değişmesi, devinim.
    * Vücudu oynatma, kıpırdatma veya kımıldanma.
    * Davranış.
    * Yola çıkma.
    * Belirli bir amaca varmak için birbiri ardınca yapılan ilerlemeler, akım.
    * Yer sarsıntısı, deprem.
    * Devinim.
    * (demir yollarında) Katarların düzenlenmesi ve hangi saatlerde yola çıkıp hangi duraklarda karşılaşacaklarını
    düzenleme işleri.
    * Bir parçanın yavaşlık, çabukluk derecesi.
    * Kas ve eklemlerin, belli doğal şartlar içersinde işlemeleri sonucu vücut bölümlerinde düzenli ve olumlu
    etkilerle oluşturduklarıyer değişimi.
    * Devinim.
    hareket dairesi * Demir yollarında hareket işlerini düzenleyen, izleyen daire.
    hareket etmek * yola gitmek, yola çıkmak.
    * vücudu oynatmak, kıpırdatmak veya kımıldamak, devinmek.
    * davranmak.
    * devinmek.
    hareket noktası * Bir işin, bir yolculuğun vb.nin başladığıyer.
    * Bir sorunun incelenmesinde başlangıç olarak alınan nokta.
    harekete geçirmek * bir işin yapılmasına sebep olmak, kımıldatmak, canlandırmak.
    harekete geçmek * bir işi yapmaya başlamak, bitirmek amacı ile bir işe girişmek.
    harekete getirmek * kımıldatmak, canlandırmak.
    hareketlendirme * Hareketlendirmek işi.
    hareketlendirmek * Hareketlenmesine yol açmak.
    hareketlenme * Hareketlenmek işi.
    hareketlenmek * Hareket kazanmak, harekete geçmek.
    hareketli * Hareketi olan, yer değiştirebilen, devingen, müteharrik.
    * Canlılık gösteren, canlı, kıpırdak.
    hareketlilik * Hareketli olma durumu, devingenlik.
    hareketsiz * Hareket etmeyen, yerinden kımıldamayan, durgun, durağan.
    hareketsizlik * Hareketsiz olma durumu.
    harekî * Hareket durumunda, devinim durumunda olan.
    harelenme * Harelenmek işi.
    harelenmek * Kımıldadıkça üzerinde parlak çizgiler görünmek, dalgalanmak.
    hareli * Haresi olan.
    harem * Saray ve konaklarda kadınlara ayrılan bölüm.
    * Bu bölümde oturan kadınların hepsi.
    * Karı, eş.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 18

    harem ağası * Osmanlısaraylarında ve büyük konaklarda haremle selâmlık arasında hizmet gören hadım, zenci köle,
    hadım ağası.
    harem kâhyası * Haremin alışverişine bakan erkek görevli.
    haremlik * Saray ve konaklarda kadınlara ayrılan bölüm, selâmlık karşıtı.
    * Karılık, eşlik.
    haremlik selâmlık olmak * bir yerde kadınlar ayrı, erkekler ayrı oturmak.
    Harezmî yolu * Bkz. algoritma.
    harf * Dildeki bir sesi gösteren ve alfabeyi oluşturan işaretlerden her biri.
    harf atmak * söz atmak, tanımadığı bir kadına uygunsuz sözler söyleyerek yaklaşmaya çalışmak.
    harf çevirisi * Transliterasyon.
    harfendaz * Onur kırıcısöz söyleyen.
    harfendazlık * Harfendaz olma durumu.
    harfi harfine * Tastamam, uygun, gerçekte olduğu gibi.
    harfitarif * Arapçada addan önce gelen ve adın belirli olduğunu gösteren elif, lâm harfleri, tanımlık.
    harfiyen * Harfi harfine, hiçbir değişiklik yapmadan.
    harharyas * Harharyasgillerden, boyu 2 m’ yi bulan çok tehlikeli bir köpek balığıtürü (Carcharhinus lamia).
    harharyasgiller * Köpek balıklarıtakımına giren bir familya.
    harı başına vurmak * çok kızmak; azmak, kendini tutamayacak duruma gelme.
    harı geçmek * kızgınlığı, sıcaklığı, hevesi, isteği veya öfkesi azalmak.
    harıl harıl * Aralıksız olarak, durmaksızın, bütün gücüyle.
    harılanma * Harılanmak durumu.
    harılanmak * (hayvan) Huysuzlanmak, huysuzluk etmek.
    harıldama * Harıldamak durumu.
    harıldamak * Gürültüyle ve sürekli olarak akmak; yanmak; çalışmak.
    harıltı * Harıldarken çıkan ses.
    harım * Sebze ve meyve bahçesi.
    * Tarla ve bahçe çevresindeki çit.
    harın * Bir şeyden huylanıp yürümeyen, geri geri giden (hayvan).
    * Hain, huysuz.
    * Obur.
    haricen * Dıştan, dışarıdan.
    haricî * Dışla ilgili, dıştan olan.
    hariciye * (devlet yönetiminde) Dışişleri.
    * Ameliyatıveya tedaviyi gerektiren hastalıklarla ilgilenen hekimlik kolu.
    * Hastahanelerde bu hastalıklarla ilgilenen bölüm.
    hariciye nazırı * Dışişleri bakanı.
    hariciyeci * Dışsiyaset ile uğraşan meslek adamı.
    * Hariciye hastalıklarıuzman hekimi.
    hariciyecilik * Hariciyeci olma durumu.
    hariç * Dış, dışarı.
    * Yabancıülke, dışarı.
    * Dışta kalmak üzere, dışında sayılmak üzere.
    hariç olmak * o işin içinde olmamak.
    hariçten gazel okumak (veya atmak) * bir konuyu iyice bilmeden, üzerinde görüşve düşünce ileri sürmek.
    * bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak.
    harika * Yaradılışın ve imkânların üstünde nitelikleriyle insanda hayranlık uyandıran (şey).
    * Çok büyük bir hayranlık uyandıran, eksiksiz, kusursuz, tam, mükemmel.
    harikalar yaratmak * hayranlık uyandıracak başarılar kazanmak.
    harikulâde * Eşi görülmemiş, şaşkınlık yaratıcı, olağanüstü.
    * Çok güzel.
    harikulâdelik * Harikulâde olma durumu veya özelliği, olağanüstülük.
    harim * Girilmesi yabancıya yasak olan, kutsal tutulan, korunulan yer.
    harir * İpek.
    haris * İstekli, aç gözlü, bir şeyi çok fazla isteyen, hırslı.
    harita * Coğrafya, tarih, dil, nüfus vb. olgularla ilgili yeryüzünün veya bir parçasının, belli bir orana göre
    küçültülerek düzlem üzerine çizilen taslağı.
    haritacı * Harita yapan kimse, kartograf.
    haritacılık * Haritacı olma durumu.
    * Çeşitli amaçlara yönelik haritaların yapım yöntemi, kartografi.
    haritada olmak * göz önünde bulundurulması gerekmek.
    haritadan silinmek * bir ülke, başka devletin hâkimiyeti altına girmek.
    * (bir köy, kasaba) savaşveya deprem gibi bir olay sonunda yok olmak.
    haritalık * Haritaların saklandığıyer.
    hark * Bkz. ark.
    harlak * Harıltı ile akan su, çağlayan.
    harlama * Harlamak işi.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 19

    harlamak * (ateşiçin) Kuvvetlenmek, harlı bir biçimde yanmak.
    * Birden öfkelenerek bağırmak, birine çıkışmak.
    harlatma * Harlatmak işi.
    harlatmak * (ateşi) Kuvvetlendirmek, alevlendirmek.
    harlı * Kuvvetli, harıl harıl yanan.
    harman * Tahıl demetlerinin üzerinden düven geçirilerek tanelerin başaklarından ayrılması işi.
    * Bu işin yapıldığıyer veya mevsim.
    * Birçok çeşitten birer parça alıp yeni birleşim oluşturma işi.
    * (kâğıtçılıkta) Selüloz açılmasıaşamasından başlayıp kâğıt veya karton sayfasının meydana gelmesine kadar
    kullanılan bir veya birkaç kâğıt hamuru ile diğer malzemelerin meydana getirdiği sulu süspansiyon.
    harman çevirmek * harmanlamak.
    harman çorman * Bkz. karman çorman.
    harman dövmek * ekin tanelerini saptan ayırmak işini yapmak.
    harman etmek (veya yapmak) * birçok çeşitten birer parça alıp yeni bir birleşim oluşturmak.
    harman savurmak * tahılısamandan ayırmak için dövülmüşünü rüzgâra karşısavurmak.
    harman sonu * Harmandan sonra kalan, toprakla karışmıştahıl.
    * Büyük bir varlık veya işten sonra kalan bölüm.
    harman sonu dervişlerin * bir işin sonunda iyi pay alanlar için söylenir.
    harman yeri * Üzerinde harman dövülen, sıkıştırılmışsert toprak alan.
    harmancı * Harman işi ile uğraşan kimse.
    harmancılık * Harmancı olma durumu.
    * Harmancının yaptığı iş.
    harmandalı * (Ege bölgesinde) Bir çeşit zeybek oyunu.
    harmani * Bütün vücudu saran, kolsuz ve bazen kukuletalı bir çeşit üst giysisi, pelerin.
    harmaniye * Bkz. harmani.
    harmanlama * Harmanlamak işi.
    harmanlamak * Harman etmek.
    * Bir çember oluşturacak biçimde dolaşmak.
    * (gemi) Az bir dümen açısıyla büyük bir eğri çizerek yürümek.
    harmanlanma * Harmanlanmak işi.
    harmanlanmak * Tütün, çay, içki gibi şeylerin birkaç çeşidi birbirine katılıp karıştırmak.
    * (Ay) Çevresinde ağıl oluşmak.
    harmanlatma * Harmanlatmak işi.
    harmanlatmak * Harman yaptırmak.
    harmanlık * Harman için gerekli eşya.
    * Harman yeri.
    harmoni * Armoni.
    harmonyum * Dışgörünüşü piyanoya benzeyen, körüğü ayakla işletilen küçük org.
    harnup * Keçiboynuzu.
    harp * Savaş.
    harp * Dik tutularak parmakla çalınan, üç köşeli ve telli, büyük çalgı, arp.
    harp açmak * Bkz. savaşaçmak.
    * Bir konuda güçlü biçimde mücadele etmek, bir konuyu şiddetle savunmak.
    harp akademileri * Türk SilâhlıKuvvetlerine kumandan ve kurmay subay yetiştiren okullar.
    harp dairesi * Millî Savunma Bakanlığında savaşgereçleri ile uğraşan daire.
    harp malûlü * Savaşta sakat kalmışasker.
    harp okulu * Türk SilâhlıKuvvetlerine subay yetiştiren yüksek okul, harbiye.
    harp zengini * Savaşsırasında yolsuz kazançlar sağlayarak kısa sürede zengin olan kimse.
    Harput köftesi * Kıyma, ince bulgur ve fesleğen gibi değişik koku ve baharatla hazırlanan sulu köfteli yemek.
    harrangürra * Gürültü ile ve özensiz olarak.
    harrup * Harnup.
    hars * Tarla sürme.
    * Kültür.
    hart * (ısırmak, yemek vb. için) Birden ve sert bir biçimde.
    hart hart * Sert ve kaba ses çıkararak.
    hart hurt * Ağız dolusu ısırarak ve ses çıkararak (yemek).
    harta * “Sırasız, saygısız davranışlarda bulunmak” anlamında hartasıhurtası olmamak deyiminde geçer.
    hartadak * Ansızın ve sertçe (ısırmak, kapmak).
    hartadan * Bkz. hartadak.
    hartama * Kiremit yerine kullanılan veya kiremit altına konulan ince tahta.
    harttadak * Bkz. hartadak.
    hartuç * Merminin arkasından namluya sürülen bezden veya kartondan barut kesesi.
    has * Özgü, mahsus.
    * Katışıksız, en iyi cinsten; saf.
    * İyi nitelikleri kendinde toplamışolan (kişi).
    * OsmanlıDevletinde yüz bin akçeyi aşan dirlik.
    * Hükümdara özgü olan.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 20

    has un * Kepeğinden bütünüyle ayrılmış birinci sınıf un.
    hasa * Bkz. hasse.
    Hasanpaşa köftesi * Fırında kaşar ve maydanoz, soğan karışımı ile hazırlanan sosla pişirilen köfte.
    hasar * Herhangi bir olayın yol açtığı, kırılma, dökülme, yıkılma gibi zarar.
    hasara uğramak * zarar görmek, yıkılmak, harap olmak.
    hasarlı * Hasara uğramış.
    hasat * Ürün kaldırma, ekin biçme işi.
    * Bu biçimde toplanmışürün.
    hasatçı * Ürün kaldırma, toplama, ekin biçme işi ile uğraşan kimse.
    hasatçılık * Hasatçı olma durumu.
    * Hasatçının işi.
    hasbelkader * Rastlantısonucu olarak, tesadüfen.
    hasbetenlillâh * Tanrı için, Tanrıuğruna, Tanrırızası için, hiçbir karşılık beklemeksizin.
    hasbıhâl * Söyleşi, sohbet.
    hasbıhâl etmek * söyleşmek, karşılıklıkonuşmak, sohbet etmek.
    hasbî * Gönüllü ve karşılıksız yapılan.
    * Sebepsiz.
    hasbî geçmek * (bir şeye) önem vermemek, ilgi göstermemek, kısa kesmek.
    hasbîlik * Gönüllü ve karşılıksız işyapma, gönüllülük.
    hasebi nesebi * Soyu sopu.
    hasebiyle * Dolayısıyla, …-dan / -den ötürü.
    haseki * OsmanlıDevletinde bir görevde eskimişolanlara verilen unvan.
    * Bostancı ocağının küçük dereceli subayları.
    * Osmanlısarayında karavaşlar arasından seçilen padişah gözdesi.
    haseki sultan * Padişahtan çocuğu olan karavaş.
    hasekiküpesi * Düğün çiçeğigillerden bir süs bitkisi (Aquilegia).
    hasenat * Yararlı, iyi, güzel işler.
    hasep * Kişisel özellikler, nitelikler.
    haset * Kıskançlık, çekememezlik, günü.
    haset etmek * kıskanmak, çekememek, günülemek.
    hasetçi * Kıskanç, günücü.
    hasetlenme * Hasetlenmek işi.
    hasetlenmek * Kıskanmak, çekememek.
    hasetli * Haset dolu.
    hasetlik * Haset olma durumu, hasetçi davranış, kıskançlık, günücülük.
    hasıl * Yeni başak tutmaya başlamışyeşil ekin.
    hâsıl * Olan, ortaya çıkan; görünen.
    hâsıl olmak * ortaya çıkmak, türemek.
    hâsıla * Bir işten elde edilen sonuç.
    hâsılat * Ürün.
    * Gelir, kazanç.
    hâsılatlı * Gelir getiren; ürün veren.
    hâsılı * Sözün kısası, kısacası.
    hâsılıvelkelâm * Sözün kısası, kısacası, özetlersek.
    hâsılıkelâm * Bkz. hâsılıvelkelâm.
    hasım * Düşman, yağı.
    * Bir oyun, dava veya yarışta karşıtaraf.
    hasımca * Hasım gibi davranarak.
    hasımlık * Hasım olma durumu.
    * Düşmanlık, yağılık.
    hasır * Saz, kabuk, yaprak gibi bir bitki maddesiyle örülmüştaban veya tavan örtüsü.
    * Tamamıveya bir bölümü böyle bir örgüden yapılmışolan.
    hasır * Ayırma, (bir şeyi) özgü kılma.
    hasır otu * Hasır otugillerden, bataklıklarda yetişen düz, ince uzun ve dayanıklı olan yapraklarıkıtık yapmaya, hasır ve
    zembil örmeye yarayan bir saz, zembil otu, semerci sazı, su kamışı, kofa, kiliz (Typha).
    hasır otugiller * Su kıyılarında yetişen, örneği hasır otu olan bir bitki familyası.
    hasıraltı * “Bir işi isteyerek, bilerek ve haksız olarak yürütmemek, örtbas etmek” anlamında hasıraltıetmek deyiminde
    geçer.
    hasırcı * Hasır ören veya satan kimse.
    hasırcılık * Hasır örme zanaatıveya satma işi.
    hasırlama * Hasırlamak işi.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 15

    hap * Kolayca yutulabilmesi için küçük toparlak durumuna getirilmişilâç.
    * Bir içimlik afyon.
    hap * (çocuk dilinde) Yutma sesi.
    hap etmek * yemek, yutmak.
    hapaz * Avuç.
    hapazlama * Hapazlamak işi.
    hapazlamak * Avuçlamak.
    hapçı * Afyon vb. uyuşturuculara alışmışolan (kimse).
    hapçılık * Uyuşturucu madde özelliği taşıyan haplara düşkün olma durumu.
    hapıyutmak * kötü bir duruma düşmek.
    hapır hapır, hapır hupur * İştahlıve gürültülü bir biçimde (yemek).
    hapis * Bir yere kapatıp salıvermeme.
    * Yasalara göre suçu belirlenen bir kimseyi ceza evine koyma cezası.
    * Cezaya çarptırılmışsuçluların kapatıldıklarıyer, ceza evi, hapishane.
    * Ceza evine kapatılmışkimse, mahpus.
    * Pullarısalıvermemek, kapatmak temeline dayanan bir çeşit tavla oyunu.
    hapis giymek * hapis cezasına çarptırılmak.
    hapis yatmak * hükümlü olduğu süreyi hapishanede geçirmek.
    hapishane * Hapis cezasına çarptırılanların kapatıldıklarıyer, dam, ceza evi, kodes.
    hapishane kaçkını * suçlu olup da henüz tutuklanmamışkimse.
    * kötü, serseri, hoyrat kimse.
    hapislik * Hapiste bulunma durumu veya süresi.
    haploit * Olgun bir üreme hücresinde bulunan kromozom takımı.
    haploloji * Bkz. Orta hece yutumu.
    hapsedilme * Hapsedilmek işi.
    hapsedilmek * Hapsetmek işi yapılmak.
    hapsetme * Hapsetmek işi.
    hapsetmek * Bir suçluyu hapishaneye koymak.
    * Bir yere kapatıp salıvermemek.
    * Bir kimseyi veya bir şeyi boşu boşuna tutmak, alıkoymak.
    hapsettirme * Hapsettirmek işi.
    hapsettirmek * Hapsedilmesine yol açmak.
    hapşırık * Aksırık.
    hapşırıklı * Aksırıklı.
    hapşırma * Hapşırmak işi, aksırma.
    hapşırmak * Aksırmak.
    hapşırtma * Hapşırtmak işi.
    hapşırtmak * Aksırtmak.
    hapşu * Hapşırma sesi.
    hapt * “Bir tartışmada karşısındakini susturmak ve karşılık veremez duruma getirmek” anlamında haptetmek
    birleşik fiilinde geçer.
    haptetme * Haptetmek işi.
    haptetmek * Karşısındakini susturmak, cevap veremez durumunda bırakmak.
    har * Birtakım ikileme ve deyimlerde çeşitli anlamlarla geçer.
    har * Sıcak, kızgın, yakıcı.
    har gür * tartışıp çekişme, tartışıp çekişerek.
    har gür * Bkz. har.
    har har * Gürültülü, bol ve sürekli olarak.
    har hur * karışıklık ve anlaşmazlık.
    har hur * Bkz. har.
    har vurup harman savurmak * düşüncesizce ve hesapsızca harcamak, bol bol harcayıp tüketmek.
    hara * At üretilen çiftlik, aygır deposu.
    hara * Hare.
    harabat * Yıkıntılar, harabeler, viraneler.
    * (Divan edebiyatında) İçkili eğlence yeri, meyhane.
    harabatî * Maddî şeylere değer vermediği için üstüne başına özenmeyen, dağınık, derbeder.
    * Vaktini meyhanelerde veya zevk ve sefada geçiren (kimse).
    harabatîlik * Harabatî olma durumu, dağınıklık, derbederlik.
    harabe * Eski çağlardan kalmışşehir veya yapı, ören, kalıntı.
    * Yıkılmışveya yıkılmaya yüz tutmuşyapı, yıkı.
    harabelik * Harap olmuşyer, ören.
    haraca bağlamak * bir kimseyi belli zamanlarda kendisine belli miktarda para vermeye zorlamak.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 8

    Halaçça * Halaç Türkçesi.
    halaoğlu * (birine göre) Halanın oğlu veya çocuğu, halazade.
    halâs * Bir yerden, bir şeyden kurtulma, kurtuluş.
    halâs olmak * kurtulmak.
    halâskâr * Kurtarıcı.
    halat * Kenevirden yapılmışçok kalın ip.
    halat çekme * Bir halatı birer ucundan tutan iki tarafın birbirini çekmesiyle yapılan yarışma.
    halâvet * Sevimlilik, şirinlik, tatlılık.
    halay * Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde davul ve zurna eşliğinde toplu olarak oynanan bir halk oyunu.
    halay çekmek (veya tepmek) * halay oyunu oynamak.
    halayık * Kadın köle, cariye.
    halayıklı * Halayığı olan.
    halayıklık * Halayık olma durumu.
    halaza * Ekinler biçilirken tarlaya dökülen tanelerden ertesi yıl kendiliğinden yetişen ekin.
    halazade * Halaoğlu veya halakızı.
    hâlbuki * Oysa, oysaki.
    hâlden anlamak (veya bilmek) * bir kimsenin içinde bulunduğu güç durumu anlayarak, sezerek, anlayışgöstermek.
    haldır haldır * Hızla ve ses çıkararak.
    hale * Ayın çevresinde görülen ışık halkası, ağıl, ayla.
    * Hristiyanlıkta aziz sayılanların resimlerinde başlarıçevresinde çizilen daire.
    hâle yola koymak * iyi bir düzen vermek, tertiplemek.
    Halebî * Halep halkından olan kimse.
    Halebî ordaysa arşın burada * bir iddiayıveya sözü abartılmış bularak kanıtını istemek için kullanılır.
    halef * Birinin ardından gelip onun yerine geçen kimse, ardıl, selef karşıtı.
    halef selef * Biri ötekinin yerini alma.
    halef selef olmak * biri ötekinin yerini almak, yerine geçmek.
    halel * Bozma, bozukluk.
    halel gelmek * bozulmak, zarara uğramak.
    halel getirmek (veya getirmemek) * zarar vermek, engel olmak, ket vurmak.
    halel vermek * bozmak, sarsmak.
    haleldar * Bozukluğu olan.
    haleldar olmak * bozulmak, sarsılmak.
    halelenme * Halelenmek işi.
    halelenmek * (Ay) Çevresinde ışık halkası oluşmak, ağıllanmak.
    haleli * Halesi olan.
    hâlen * Şimdi, şu anda, bugünkü günde.
    Halep çı banı * Şark çı banı.
    halet * Durum.
    haletiruhiye * Ruhî durum, ruh durumu.
    hal’etme * Hal’ etmek işi veya biçimi.
    hal’etmek * Tahttan indirmek.
    halfa * Buğdaygillerden, lifleri ip, çuval ve kâğıt yapımında kullanılan bir bitki (Sitipa tenacissima).
    half-time * Bkz. haftaym.
    halhal * Kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik.
    halı * Yere veya mobilya üstüne serilmek, duvara gerilmek için, çoğu yünden dokunan, kısa ve sık tüylü, nakışlı,
    kalın yaygı.
    halıcı * Halıdokuyan veya satan kimse.
    halıcılık * Halıdokuma sanatıveya sanayii.
    * Halıalıp satma işi.
    hali * Boş, ıssız, tenha.
    hâli (veya hâlleri) duman olmak * kötü duruma düşmek.
    hâli harap olmak * bitkin, perişan olmak, kötü duruma düşmek.
    hâli kalmamak * gücü takatı, eski durumu olmamak.
  • Türkçe Sözlük H Sayfa 9

    hâli tavrıyerinde * durumu, görünüşü, davranışıdüzgün.
    hâli üzere * olduğu gibi.
    hâli vakti yerinde * paraca durumu iyi, zengince.
    haliç * Koy, körfez.
    * Gelgit olayının belirgin olduğu yerlerde, bu olaydan doğan akıntıların etki yaptığıkıyılarda akarsu
    ağızlarının huni biçiminde genişlemişdurumu.
    halife * Hz. Muhammed’in vekili olarak Müslümanların imamlığınıve şeriatın koruyuculuğunu yapmakla görevli
    kimse.
    * Hükümdar.
    * Osmanlıpadişahlarının kullandıklarıunvanlardan biri.
    * Babıali kalemlerinde kâtip.
    * Çok iyi yetişmiş, eğitilmişkimse.
    halifelik * Halifenin görevi, hilâfet.
    * Halife niteliği ve makamı.
    * Halifenin egemenliği altındaki ülkeler.
    hâlihazır * Şimdiki durum, bugünkü durum.
    hâlihazırda * Bu günlerde, son zamanlarda.
    * Şimdi, şu anda.
    halik * Yaratıcı, yaratan, yoktan var eden.
    * öz. (büyük H ile) Yaradan, Tanrı.
    Halil İbrahim bereketi * İbrahim Peygamber’i işaretle bolluk, refah anlatır.
    halile * Doğu Hindistan’da yetişen bir bitki (Terminalia citrina).
    halim * (insanlar için) Yumuşak huylu.
    halim selim * Yumuşak ve doğru (kimse).
    hâlinde * (görünümünde) olarak.
    hâline bakmamak * kendisinin ne durumda olduğunu düşünmeden gücünü aşan işlere kalkışmak.
    hâline gelmek * gibi olmak.
    hâline köpekler gülüyor * çok kötü bir duruma düşenler için kullanılır.
    hâlini almak * herhangi bir duruma gelmek.
    halis * Katışık olmayan, katışıksız, saf.
    halis muhlis * Katışıksız, eksiksiz, öz.
    halisane * Her türlü çıkar düşüncesinden uzak olarak, temiz yürekle, içtenlikle.
    halisüddem * Katışıksız, saf kan.
    halita * Alaşım.
    * Birden çok ögeden oluşmuşkarmaşık bir bütün.
    haliyle * Olduğu gibi.
    * Olağan bir sonuç olarak, ister istemez.
    halk * Aynıülkede yaşayan, aynıuyrukta olan insan topluluğu.
    * Aynısoydan gelen, ayrıülkelerin uyruğu olarak yaşayan insan topluluğu.
    * Bir ülke içerisinde yaşayan değişik soylardan insan topluluklarının her biri.
    * Belli bir bölgede veya çevrede yaşayanların bütünü.
    * Yöneticilere göre bir ülkedeki yurttaşların bütünü.
    * Aydınların dışında kalan topluluk.
    halk * Yaratma.
    halk adamı * İçinden çıktığıhalk kesiminin bütün özelliklerini yakından bilen, halk tarafından sevilen kimse.
    halk ağzı * Aynılehçe içinde daha küçük ayrılıklar gösteren ve belli yerleşim bölgelerine özgü olan konuşma dili.
    halk avcılığı * Demagoji.
    halk avcısı * Demagog.
    halk bilgisi * Halk biliminin, çevreyi oluşturan canlı, cansız doğal nesnelerle ilgili inanç ve uygulamalarıkonu alan dalı.
    halk bilimci * Halk bilimiyle ilgili araştırma, derleme, incelemeler yapan kimse, folklorcu.
    halk bilimi * Bir ülkede yaşayan halkın kültür ürünlerini, sözlü edebiyatını, geleneklerini, törelerini, inançlarını,
    mutfağını, müziğini, oyunlarını, halk hekimliğini vb. ni inceleyerek, bunların birbirleriyle ilişkilerini belirten; kaynak,
    evrim, yayılım, değişim, etkileşim gibi sorunlarınıçözmeye, sonuç, kural, kuram ve yasaları bulmaya çalışan bilim dalı,
    folklor, halkiyat.
    halk bilimsel * Halk bilimi ile ilgili, folklorik.
    halk dili * Halk ağızlarından ortak dile geçerek, ortak dildeki karşılığı ile birlikte dile bir çeşni katmak üzere yaygın bir
    biçimde kullanılan ağız özelliklerinin bütünü.
    halk edebiyatı * Adı belli olan veya olmayan kimselerin, halk ozanlarının yarattıklarışiir, destan ve hikâye gibi edebiyat
    türlerine verilen ad.
    halk etmek * yaratmak.
    halk evi * Halk evleri kuruluşunun görev yaptığıyapı.
    halk evleri * Halkıeğitip millî birliğe ve ülküye yöneltmek amacıyla kurulmuşolan kuruluşlar.
    halk matinesi * Tiyatro, sinema vb. eğlence yerlerinin düzenledikleri ucuz matine.
    halk müziği * Yazılıhiçbir kurala dayanmadan, yalnızca işitme yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan, halkın ortak malı olan
    geleneksel müzik türü.
    halk odası * Küçük yerleşim bölgelerinde toplu görüşme için yapılmışküçük yer, oda.
    halk okulu * Halk için gerekli olan bilgilerin verildiği okul.
    halk oylaması * Büyük bir topluluğun türlü siyasî ve toplumsal sorunlar karşısında olumlu veya olumsuz görüşünü
    belirlemek için başvurulan oylama, referandum.
    halk ozanı * Halk içinde yetişen, deyişlerini genellikle sazla söyleyen, sözlü şiir geleneğine bağlı ozan, âşık.
    halk yardakçılığı * Halkıkışkırtma işi, tahrikçilik.
    halk yardakçısı * Halkıkışkırtan, halkıkötü yola sevkeden kimse.
    halka * Çeşitli metallerden veya tahtadan yapılmışçember.
    * Çember biçiminde çeşitli nesnelerden yapılmıştutturma aracı.
    * Değerli metallerden yapılan çember biçimindeki süs eşyası.
    * Su gibi sıvıların içine katı bir nesnenin düşmesiyle oluşan, gittikçe büyüyerek açılan çembere benzeyen
    biçim.
    * Çember biçiminde dizilmiştopluluk.
    * Uykusuzluk, yorgunluk, üzüntü gibi sebeplerle göz altında beliren koyuluk.
    * Bir tür ufak, yağlıve tuzlu simit.
    * Yerden yüksekliği ayarlanabilen aralıklara asılı iki halatın uçlarına takılan 18 cm çapında, 28 mm
    kalınlığında tahta veya deri kaplı iki demir halkadan oluşan asılma araçlarından her biri.
    halka (veya âleme) verir talkını(telkini), kendi yutar salkımı * verdiği öğüde kendi uymayan kimseler için kullanılır.
    halka dizilişli * Aynıeksen çevresinde dizilmiş.