Kategori: K

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 21

    kaligrafi * Harfleri güzel biçimler vererek yazma sanatı, güzel yazısanatı, hüsnühat.
    kaliko * Pamuk iplikleriyle yapılan ilk cilt bezi.
    kalinis * Bir tür yağmur kuşu, su tavuğu.
    kalinos * Levreğe benzer bir balık.
    kalipso * Jamaika’dan yayılmış, iki zamanlı bir dans.
    * Bu dansın müziği.
    kaliptra * Kökün büyüme bölgesinin üzerini örten yüksük şeklindeki koruyucu doku.
    kalite * Bir şeyin iyi veya kötü olma özelliği, nitelik.
    * (Fransızcada kullanılmaz) Üstün nitelikli.
    kalite çemberleri * Bir işyerinde işin daha etkili ve verimli yapılabilmesi için, bilgi akışının hızlanması, bilgi paylaşımının
    artmasısâyesinde, gönüllülerin ekipler oluşturması.
    kalite kontrolü * Her türlü malın üretiminin başlangıcından mal çıkışına kadar nitelik ve özelliğinin belirlenmesi için yapılan
    analiz ve denetim.
    kalite riski * Alıcının, varışyerine gelen malının kalitesi için yüklendiği riziko.
    kaliteli * Nitelikli.
    kalitesiz * Niteliksiz.
    kalitesizlik * Niteliksizlik.
    kalk borusu * Bir kıtayıveya bir gemideki tayfalarıuyandırmak için belirli saatte boru ile verilen işaret.
    kalkan * Oktan veya kılıçtan korunmak için savaşçıların kullandığıkorunmalık.
    * Toplum olaylarında güvenlik görevlilerinin çeşitli saldırıaraçlarından kendilerini ve başkalarınıkorumak
    için kullandıkları, özel olarak yapılmışkorumalık.
    * Koruyucu.
    kalkan * Yan yüzergillerden, büyük, yassı, derisi düğme veya çivi denilen birtakım sivri kemiklerle örtülü, beyaz etli
    balık (Scophtalmus maximus).
    kalkan balığı * Kalkan.
    kalkan balığı giller * Denizlerin kumlu, çamurlu diplerinde yaşayan, yassı bedenli, kemikli balıklar familyası.
    kalkan bezi * Gırtlağın ön ve alt bölümünde bulunan, salgısınıkana veren, çok damarlı, önemli bir bez, tiroit.
    kalkan böcekleri * Bir çok türü, tarım ve orman bitkilerinde asalak olarak yaşayan, kın kanatlarıkalkanımsı böcekler familyası.
    kalkancık * Tohum içerisinde embriyonu besi dokuya bağlayan, onu besin deposundan ayıran ve besin maddelerini
    absorbe ederek embriyona veren zar gibi ince ve kalkan şeklinde bir parça.
    kalker * Kireç taşı.
    kalkerleşme * Kalkerleşmek işi.
    kalkerleşmek * (toprak) Kireçlenmek.
    kalkerli * Birleşiminde kireç taşı bulunan.
    kalkersiz * Birleşiminde kireç taşı bulunmayan.
    kalkık * Düzeyine göre yüksekte olan.
    * Kabararak yerinden ayrılmış.
    * Dik durumda, ucu yukarıdoğru olan.
    kalkıklık * Kalkık olma durumu.
    kalkındırma * Kalkındırmak işi.
    kalkındırmak * Kalkınmasını sağlamak, kalkınmasına yol açmak.
    kalkınış * Kalkınmak işi veya biçimi.
    kalkınma * Kalkınmak işi.
    * İyileşme, şifa bulma.
    kalkınma hızı * Belirli iki tarih arasında ekonomide büyüme veya gelişme durumu.
    kalkınmak * Durumunu düzeltmek, aşamalı bir biçimde gelişmek, ilerlemek.
    kalkıp kalkıp oturmak * öfkesini vücut kımıldanışlarıyla belli etmek.
    kalkış * Kalkmak işi veya biçimi.
    kalkışa geçmek * (uçak) havalanmak için pistten ayrılmak.
    kalkışılma * Kalkışılmak durumu.
    kalkışılmak * Kalkışmak işine konu olmak.
    kalkışma * Kalkışmak işi.
    * İsyan, ayaklanma, kıyam.
    kalkışmak * Yetenek, imkân ve gücü aşan bir işe girişmek.
    * Girişmek, başlamak.
    kalkma * Kalkmak işi.
    kalkmak * Oturuşdurumundan dik duruma gelmek, doğrulmak.
    * Uyanarak yataktan ayrılmak.
    * Gitmek üzere yerinden ayrılmak.
    * Yukarıdoğru yükselmek.
    * (taşıtlar için) Yola çıkmak.
    * Uçmak.
    * Yerinden ayrılıp yol almaya başlamak.
    * (hayvan) İki art ayağıüzerinde dik durum almak.
    * Kabarmak, ayrılmak.
    * (kapak, örtü) Kaldırılmak, alınmak.
    * Derlenip götürülmek.
    * İyileşerek gezecek duruma gelmek.
    * Varlığı, hayatıson bulmak.
    * Yok olmak, artık bulunmamak.
    * Girişmek, başlamak, davranmak, yeltenmek.
    * Geçerli olmamak, geçerliğini yitirmek, geçmez olmak.
    * Uygulanmaz olmak.
    * Güncelliğini yitirmek.
    * Geçmek.
    * Başka yere gitmek, taşınmak.
    * Ayakta beklemek.
    kalkojen * Periyodik dizgede, altıncı gruptaki oksijen, kükürt, selenyum, tellür, polonyum elementlerinin genel adı.
    kalkolitik * Bakırın kullanılmaya başlamasıyla nitelenen (tarih öncesi dönem).
    kallavi * Vezir ve sadrazamların giydikleri bir çeşit kavuk.
    * Çok iri, kocaman.
    kallavi fincan * İri, kulpsuz fincan.
    kallem * “Allem etmek, kallem etmek” sözünde geçer.
    kalleş * Sözünde durmayıp bir işin yüzüstü kalmasına yol açan; birine gizlice kötülük eden.
    kalleşçe * Kalleşe yaraşır (biçimde).
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 19

    kalemkârlık * Kalemkâr olma durumu veya sanatı.
    kalemlik * Kalem koyacağı, kalem kutusu.
    kalemşor * Yazılarıyla sürekli olarak başkalarına saldıran yazar.
    kalemtıraş * Kamışkalemleri açmak için kullanılan, uzun saplıküçük bıçak.
    * Kurşun kalemlerin ucunu açmak için kullanılan türlü biçimlerdeki keski.
    kalender * Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü (kimse), ehlidil, rint.
    * Özensiz giyinmiş, kılıksız.
    * (kâğıtçılıkta) Aslında yalnız birisi tahrikli üst üste konulmuş belirli sayıda silindirden meydana gelen ve
    düzgün yüzeyli kâğıt üretmek için kullanılan bir makine.
    kalenderce * Kalendere yakışır (bir biçimde).
    kalenderî * Bir halk şiiri türü.
    * Bu şiirin, halk şairlerince yapılmış bestesi.
    Kalenderiye * Dünya malına, gösterişe önem vermeyen bir İslâm tarikatı.
    kalenderleşme * Kalenderleşmek işi.
    kalenderleşmek * Kalenderce davranmak veya yaşamak.
    kalenderlik * Kalender olma durumu.
    kalensöve * Sivri tepeli külâh.
    * Bitkilerde kökün ucunu örten koruyucu bölüm, yüksük.
    kaleska * Dört tekerlekli, hafif, bir tür gezinti arabası.
    kalevî * Alkalik, antiasit.
    kalevra * Bkz. kalavra.
    kaleydoskop * Bir ucu buzlu camla kapatılan, metal veya mukavvadan bir boru içine yerleştirilmişaynaların aracılığıyla,
    boru içine konulmuşrenkli küçük cisimlerin ve görüntülerin oluşturduğu çeşitli biçimleri gösteren araç, çiçek
    dürbünü.
    kaleyi içinden fethetmek * davasınıkarşıtaraftan birinin yardımıyla kazanmak.
    kalfa * Aşamasıçırakla usta arasında bulunan zanaatçı.
    * Ustalıktan yetişme mimar yardımcısı.
    * Saraylarda ve büyük konaklarda halayıkların başında bulunan kadın.
    * İlkokullarda hoca yardımcısı.
    * Çocuklarıevlerinden alarak okula, okuldan evlerine götüren kimse.
    kalfalık * Kalfa olma durumu veya kalfanın işi.
    * Kalfa ücreti.
    kalgıma * Kalgımak işi.
    kalgımak * Sıçramak, fırlamak, şaha kalkmak.
    * Öfkeyle kalkmak.
    * Çapkınlık, serserilik yapmak.
    kalhane * Kal işi yapılan yer.
    kalı ba dökmek * dökmecilikte erimişmadeni kalı bın içine akıtmak.
    kalı ba vurmak * biçimi bozulmuş bir şeyi düzeltmek için kalı ba geçirmek.
    kalı bıdeğiştirmek (veya dinlendirmek) * ölmek.
    kalı bıkıyafeti yerinde * görünüşü gösterişli olan kimse.
    kalı bını basmak * bir şeyi güvenle doğrulamak.
    kalı bının adamı olmamak * görünüşünden beklendiği gibi olmamak.
    kalıcı * Sürekli, daimi, geçici karşıtı.
    * Her zaman geçerliğini sürdürecek olan.
    * Bir süre için belli bir yerde kalan, mihman.
    kalıcıruj * Uzun süre dayanıklılığınıkoruyan ruj.
    kalıcılık * Kalıcı olma durumu.
    * Mıknatıslayan etki kalktıktan sonra da mıknatıs olarak kalabilen cisimlerin özelliği.
    * Tözün kendi bağımsızlığı içinde var olma biçimi, tözün var oluşunu sürdürmesi ilkesi, ayrılmazlık karşıtı.
    kalıç * Orak.
    kalık * Kalmış, artmış, eskimiş.
    * Evlenme çağı geçmiş, evde kalmış(kız).
    kalıklık * Eksiklik, noksanlık.
    kalım * Kalmak işi.
    * Bkz. Ölüm kalım.
    kalımlı * Kalıcı, yok olmayan, ölümsüz, zevalsiz, bakî, payidar.
    kalımlılık * Kalımlı olma durumu.
    kalımsız * Kalımlı olmayan, kalıcı olmayan, yok olacak, fanî.
    kalın * (cisimlerde) Uzunluk ve genişlik dışında üçüncü boyutu çok olan, ince karşıtı.
    * Enli ve gür.
    * Düzlem biçimindeki şeylerde, iki yüz arasındaki uzaklık kendi cinsindekilere göre çok olan.
    * Yoğun, akıcılığı az olan.
    * Etli, dolgun.
    * (ses için) Gür.
    kalın * Gelin olacak kıza verilen para veya armağan, ağırlık.
    kalın * Mayalıhamurun parçalara ayrılıp ve tandırda pişirilmesiyle elde edilen ekmek türü.
    kalın bağırsak * Sindirim borusunun ince bağırsaktan anüse kadar ortalama 1,5 m uzunluğundaki bölümü.
    kalın kafa * Budala, aptal, anlayışsız.
    kalın kafalı * Geç veya güç anlayan, gabi.
    kalın kafalılık * Kalın kafalı olma durumu.
    kalın ses * Titreşim sayısıaz olan.
    kalın ünlü * Dilin geri çekilmesiyle art damakta oluşan ünlü: a, ı, o, u.
    kalın yağ * Ham petrolden elde edilen, makinelerin hareketli bölümlerini yağlamakta kullanılan yoğun yağ, ağır yağ.
    kalınca * Kalına yakın.
    kalınlaşma * Kalınlaşmak işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 20

    kalınlaşmak * Kalın duruma gelmek.
    kalınlaştırma * Kalınlaştırmak işi veya durumu.
    kalınlaştırmak * Kalın duruma getirmek.
    kalınlatma * Kalınlatmak işi.
    kalınlatmak * Kalınlaştırmak.
    kalınlık * Kalın olma durumu.
    * (cisimler için) Uzunluk ve genişlik dışında üçüncü boyut.
    kalınma * Kalınmak işi veya durumu.
    kalınmak * (bir kimse için) Kalmak.
    kalıntı * Artıp kalan şey, bakiye.
    * Bir kentten veya mimarlık eserinden artakalan bölüm, yıkıntı, harabe, enkaz.
    * İz, işaret.
    * Bir toplum, kültür, uygarlık vb.den artakalan şey.
    kalıp * Bir şeye biçim vermeye veya eski biçimini korumaya yarayan araç.
    * Genellikle küp biçiminde bir kalı ba dökülerek yapılmışolan.
    * Biçki modeli, patron.
    * Belirli bir biçim.
    * Gösterişli görünüş.
    * Biçim, durum.
    kalıp gibi * durumunu bozmadan.
    kalıp gibi oturmak * (giysi) vücuda tam uymak.
    kalıp gibi serilmek * (yorgunluktan) upuzun yatmak.
    kalıp gibi uyumak * kımıldamadan uzun ve derin bir uyku uyumak.
    kalıp kesilmek * olduğu gibi kalmak.
    kalıp kıyafet * Dışgörünüş.
    kalıp sigarası * Sigara sarma makinesinden çıkmışsigara.
    kalıpçı * Kalıp yapan veya satan kimse.
    * Görevi herhangi bir şeyi kalı ba vurmak olan kimse.
    * (yapı işlerinde) Beton kalıplarınıyapan kimse.
    kalıpçılık * Kalıpçının yaptığı iş.
    kalıplama * Kalıplamak işi.
    kalıplamak * Biçimi bozulmuş bir şeyi düzeltmek için kalı ba geçirmek, kalı ba vurmak.
    kalıplanma * Kalıplanmak işi.
    kalıplanmak * Belli bir kalıp verilmek, kalı ba vurulmak.
    kalıplaşma * Kalıplaşmak işi.
    kalıplaşmak * Belli bir biçim almak, klişeleşmek.
    * Görevini yitirmek: birisi, hepisi kelimelerindeki -i iyelik eki kalıplaşmıştır.
    kalıplaşmış * Durumunu sürdüren, belli bir durumun dışına çıkmayan.
    kalıplatma * Kalıplatmak işi.
    kalıplatmak * Kalı ba vurdurmak.
    kalıplı * Kalıplanmışolan.
    * Düzgün, biçimli.
    kalıplıkıyafetli * Gösterişli, bakımlı.
    kalıpsız * Kalıplanmışolan.
    * Biçimsiz, düzgün olmayan.
    kalıpsız kıyafetsiz * Gösterişsiz, bakımsız.
    kalıptan kalı ba girmek * çıkar sağlamak için her duruma uymak.
    kalır yeri yok * ayrımsız, farksız.
    kalış * Kalmak işi veya biçimi.
    kalıt * Ölen bir kimseden yakınlarına geçen mal veya mülk, miras.
    * Kalıtım yoluyla geçmişolan şey.
    * Görenekler yoluyla yerleşmişolan tutum veya davranış biçimi.
    kalıtçı * Bir kalıttan yasalar gereğince yararlanan kimse, mirasçı, varis, muris.
    kalıtım * Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilemediğine inanılan özelliklerin, döllenme sırasında, dişi ve erkeğin
    kromozomlarıyoluyla bir kuşaktan ötekine geçmesi, soya çekim, irsiyet, veraset.
    kalıtım bilimi * Bitki, hayvan ve insanların kalıtım olaylarını inceleyen bilim, genetik.
    kalıtımsal * Soydan geçme, soydan kalma, kalıtımla ilgili, ırsî.
    kalıtsal * Kalıtımsal, ırsî.
    kalıtsallık * Kalıtsal olma durumu.
    kaliborit * Hidratlıdoğal sodyum ve magnezyum boratı.
    kalibraj * Ayarlama.
    kalibrasyon * Ölçü, ayar.
    kalibrasyon testi * Doğru ölçüm için yapılan, uygulama veya işlem.
    kalibre * Mermilerde, ateşli silâhlarda çap.
    kalifiye * Bir şeyi yapabilme niteliğini ve ustalığınıkazanmışolan, nitelikli.
    kalifiye işçi * İstenilen nitelikleri taşıyan, iyi yetişmişusta işçi, nitelikli işçi, vasıflı isçi.
    kaliforniyum * Atom numarası98, atom ağırlığı244 olan, aktinit grubundan yapay bir radyoaktif element. KısaltmasıCf.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 15

    kaklık * (kaya ve ağaç oyuklarında) Su birikintisi.
    kakma * Kakmak işi.
    * Ağaç üzerinde veya diğer ahşap malzemede, mobilyada, belirlenmişdesen ve çizimlere göre oyulmuş
    yuvalara gümüş, sedef gibi süs maddeleri kakılıp oturtularak yapılan.
    kakma aşı * Tepesi düzgün şekilde kesilmişağacın bir kenarında açılan üçgen biçimindeki yarığa, ucu aynışekilde
    yontulmuşkalemin yerleştirilip aşı bağı ile bağlanmasıve aşımacunu ile örtülmesi şeklinde uygulanan bir kalem aşısı.
    kakmacı * Kakma işleri yapan usta.
    kakmacılık * Kakmacı olma durumu.
    * Kakmacının işi ve sanatı.
    kakmak * İtmek, vurmak.
    * Kakma yapmak.
    * Vurarak dar bir yere sokmak.
    kakmalı * Üzerinde kakma işi bulunan.
    kaknem * Çirkin, huysuz.
    * Kuru, sıska.
    kakofoni * Kakışma, tenafür.
    kaktüs * Kaktüsgillerden, yapraklarıyayvan ve dikenli, güzel, parlak renkte çiçekler açan bir bitki, atlas çiçeği
    (Cactus).
    kaktüsgiller * İki çelenklilerden, sıcak ve kurak ülkelerde yetişen, gövdesi, yapraklarıetli ve dikenli bir bitki familyası,
    atlas çiçeğigiller.
    kakule * Zencefilgillerden, sıcak iklimlerde yetişen ıtırlı bir bitki (Elettaria cardamomum).
    * Bu bitkinin bahar olarak kullanılan tohumu.
    kakuleli * İçine kakule katılmış.
    kakum * Bkz. kakım.
    kâkül * Alnın üzerine düşen kısa kesilmişsaç, perçem.
    kâküllü * Kâkülü olan.
    kal * Bir alaşımdaki madenlerin erime derecesi farkından yararlanarak bunları birbirinden ayırma işlemi.
    kal * Söz, lâkırdı, lâf.
    kala * (uzaklık veya herhangi bir saat başı için) Kalarak.
    kala kala * Bütünü, olup olacağı, en sonunda.
    kalaazar * Malta humması.
    kalaba * Kalabalık.
    kalabalık * Çok sayıda insan topluluğu.
    * Gereksiz, karışık seyler topluluğu.
    * Sayıca çok.
    kalabalık ağızlı * Geveze, bilir bilmez konuşan.
    kalabalık etmek * gereksiz olarak yer doldurmak.
    kalabalıkça * Biraz kalabalık.
    kalabalıklaşma * Kalabalıklaşmak işi.
    kalabalıklaşmak * Kalabalık duruma gelmek.
    kalafat * Geminin kaplama tahtalarıarasınıüstüpü ile doldurup ziftleyerek su geçirmez duruma getirme işi.
    * Aşağısıdar, yukarısı geniş bir çeşit yeniçeri başlığı.
    * Osmanlıİmparatorluğunda vezir veya yüksek mevkide devlet adamlarının giydikleri bir başlık.
    * Onarma, tamir etme.
    kalafat yeri * Gemi ve kayıkların onarıldığıyer.
    kalafata çekmek * gemiyi onarmak için karaya çekmek.
    * azarlamak, paylamak.
    kalafatçı * Gemi ve kayıklarıkalafat eden kimse.
    kalafatçılar * Tersane halkını oluşturan bölüklerden her biri.
    kalafatçılık * Kalafat yapma işi.
    kalafatlama * Kalafatlamak işi.
    kalafatlamak * Geminin kaplamasınıkalafatla onarmak.
    * Onarılmak, çeki düzen verilmek.
    kalafatlanma * Kalafatlanmak işi.
    kalafatlanmak * Kalafatlanmak işi yapılmak.
    kalafatsız * Kalafatıçıkmış.
    kalak * Burun, burun ucu.
    * Gelin tacı.
    * Tezek yığını.
    kalakalma * Kalakalmak işi.
    kalakalmak * Bir şey veya durum karşısında şaşırmak.
    * Güç durumda kalmak.
    kalamar * Mürekkep balığının bir türü (Loligo vulgaris).
    kalamata * Bir tür etli ve büyük zeytin.
    kalamin * Doğada az bulunan, güç işlenen, hidratlıçinko silikat.
    * Havada, yüksek ısıda işlenen metal parçaların yüzeyinde oluşan oksit katmanı.
    kalamit * Amfibol cinsinden bir mineral türü.
    * İlk Çağağaç taşılı.
    kalan * Kalmak işini yapan.
    * Artan, mütebaki.
    * Bir çıkarmanın sonucu.
    * Bölme işleminde bölünenden artan sayı.
    kalandır * Dokunmuşkumaşve bezleri buhar altında veya belli bir ısıda silindir arasından geçirerek ütüleme,
    parlatma, istenilen boy ve ene göre çektirip germe.
    kalandır makinesi * Kalandır işini yapan makine.
    kalandırcı * Kalandır işini makine aracılığıyla yapan kimse.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 16

    kalanlı bölme * Bölünenden artanın, sıfırdan farklı bir sayı olduğu bölme işlemi.
    kalantor * Gösterişi seven, varlıklı(kimse).
    kalantorca * Kalantor gibi, kalantora uygun düşen biçimde.
    kalantorluk * Kalantor olma durumu.
    kalas * Kalın biçilmişuzun tahta.
    * Ahşap yapılarda kirişolarak kullanılan kalın biçilmişuzun tahta.
    * Kaba, anlayışsız, kereste.
    kalas gibi * kaba, kibar veya nazik olmayan, incelikten yoksun olarak.
    kalastra * Gemilerde cankurtaran filikalarını oturtmak için güvertelere konulan sehpa.
    kalavra * Ölçeksiz ayakkabı, yemeni.
    * Deriden yapılmışeşya.
    kalavrahane * Kundura atölyesi.
    kalay * Atom numarası50, atom ağırlığı118,7 olan, gümüş beyazlığında 232°C’ de eriyen, 7,29 yoğunluğunda,
    kolay işlenebilen, yumuşak bir element. KısaltmasıSn.
    * Kalaylanmış bir kabın üzerindeki alaşım tabakası.
    * (insan için) Aldatıcı görünüş.
    * Sövme, küfür.
    kalay balık * Balık avlamada oltanın ucuna yerleştirilen madde.
    kalaycı * Kap kalaylayan kimse.
    * Üstünkörü işyapan, sahtekâr.
    kalaycılık * Kalaycının işi.
    * Sahtekârlık.
    kalaydan çıkmak * kalaylanmak.
    kalayhane * Kalaycının çalıştığıyer.
    * Kalay işlerinin yapıldığıyer.
    kalayı basmak * adamakıllıküfretmek.
    kalaylama * Kalaylamak işi.
    kalaylamak * Oksitlenmeden korumak için bir metal parçasınıveya kabıkalay tabakası ile kaplamak.
    * Eksiklikleri, kusurları görünüşte gizlemeye çalışmak.
    * Çok sövmek.
    kalaylanma * Kalaylanmak işi.
    kalaylanmak * Kalaylanmak işi yapılmak veya kalaylamak işine konu olmak.
    kalaylatma * Kalaylatmak işi.
    kalaylatmak * Kalaylamak işini yaptırmak.
    kalaylı * Kalaylanmış(kap).
    * İçinde kalay bulunan.
    * Gösterişi ve süsü yapay olan.
    kalaysız * Kalaylanmamış(kap).
    * Kalayıkalmamış(kap).
    * İçinde kalay bulunmayan.
    kalbe doğmak * Bkz. içine doğmak.
    * kalbine doğmak.
    kalbe dokunmak * acıveya üzüntü vermek.
    kalbe işlemek * derin üzüntü uyandırmak.
    kalben * İçten, gönülden olarak, yürekten.
    kalbî * İçten, yürekten, gönülden (gelen).
    kalbi ağzına gelmek * çok heyecanlanmak, korkmak, endişelenmek.
    * yüreği ağzına gelmek.
    kalbi çarpmak * kalbi çok vurmak.
    * çok heyecanlanmak.
    * yüreği çarpmak.
    kalbi dayanmamak * aşırıheyecan, üzüntü, yorgunluk veya herhangi bir hastalık yüzünden kalbi durmak, ölmek.
    * yüreği dayanmamak.
    kalbi ferahlamak * yüreği ferahlamak.
    kalbi kararmak * inancınıkaybetmek.
    * yüreği kararmak.
    kalbi kırık * Üzgün, ümitsiz.
    kalbi parçalanmak * çok üzülmek, yüreği parçalanmak.
    kalbi sızlamak * üzüntü duymak, acımak, yüreği sızlamak.
    kalbi temiz * Kötü niyeti ve düşüncesi olmayan.
    kalbi yerinden oynamak * heyecanlanmak, yüreği yerinden oynamak.
    kalbi yıkmak kolay, yapmak zordur * insanlarıkırmak ve üzmek, mutlu etmekten daha kolaydır.
    kalbi yırtılmak * acıduymak.
    kalbine doğmak * içine doğmak.
    kalbine girmek * sevgisini kazanmak.
    kalbine göre * başkaları için beslediği duygulara göre.
    kalbini açmak * duygularını, düşüncelerini açık açık birine söylemek; içini dökmek.
    kalbini çalmak * sevgisini kazanmak, kendine âşık etmek.
    kalbini doldurmak * yüreğini sevgiyle ısıtmak.
    kalbini eritmek * merhametini çekmek, yumuşatmak.
    kalbini kazanmak * kalp kazanmak.
    kalbini kırmak * üzmek, incitmek, kalp kırmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 17

    kalbini okumak * birinin duygu ve düşüncelerini, niyetini anlamak.
    kalbiyle konuşmak * düşüncelerini, duygu ağırlıklı bir biçimde anlatmak.
    kalbur * Tahıl ve başka iri taneli maddeleri elemek için kullanılan büyük delikli veya seyrek telli elek.
    kalbur gibi * delikleri olan, delik deşik.
    kalbur kemiği * Alın kemiğinin arkasında, kalbur gibi küçük delikleri olan, kafa tasının alt ve ön bölümünü oluşturan
    kemik.
    kalbura çevirmek * delik deşik etmek.
    kalbura dönmek * delik deşik olmak.
    kalburabastı * Beze biçimine getirilmişhamur parçasının yassılaştırılıp ortasına ceviz içi ve yağkonmasıyla fırında
    pişirilen ve piştikten sonra üzerine soğuk şeker şerbeti dökülen bir tatlıtürü.
    kalburcu * Kalbur yapan veya satan kimse.
    * İşi, bir şeyi kalburdan geçirmek olan kimse.
    kalburculuk * Kalburcunun işi.
    kalburdan geçirmek * kalbur yardımıyla ayırmak, elemek.
    kalburla su taşımak * verimsiz, sonuçsuz bir işle uğraşmak.
    kalburlama * Kalburlamak işi.
    kalburlamak * Kalburdan geçirmek.
    kalburlanma * Kalburlanmak işi.
    kalburlanmak * Kalburdan geçirilmek.
    kalburlatma * Kalburlatmak işi.
    kalburlatmak * Kalburdan geçirtmek.
    kalburüstü * Seçkin, sivrilmiş.
    * Değerli, güzel, başarılı.
    kalburüstüne gelmek (veya kalburüstü kalmak) * benzerleri arasında sivrilmişolmak, seçkin duruma gelmek.
    kalcı * Kal işi yapan kimse.
    kalça * Vücudun bacakla böğür arasındaki iki yana doğru çıkıntılı bölümü.
    kalça kemiği * Yassı, geniş, girintisi ve çıkıntısıçok olan, leğen veya kemik çatının ön ve yan bölümlerini oluşturan bir çift
    kemik, oma.
    kalçalı * Kalçası olan.
    * Kalçası genişolan.
    kalçalık * Davulcuların, davulun sürtünmesine karşı giysilerini korumak amacıyla sol kalçalarına koyduklarıderi
    parçası.
    kalçasız * Kalçası olmayan.
    * Kalçasıdar olan.
    kalçete * Elle örülerek yapılan yassıhalat.
    kalçın * Üstüne başka bir şey giyilmek için abadan veya meşinden yapılan çizme biçiminde ayak giysisi.
    kalçıncı * Kalçın yapan veya satan kimse.
    kaldıki * Bundan başka, bununla birlikte.
    kaldıraç * Az bir güç ile büyük bir yükü kaldırmaya yarayan, bir dayanma noktasıüzerinde hareket edebilen, inip
    kalkabilen sert çubuk, manivelâ.
    kaldıran * Kaldırmak işini yapan.
    * Bazı organlarıyukarıya doğru kımıldatan kaslara verilen ad.
    kaldırıcı * Ağır bir yükü kaldırmak veya çok kısa mesafelerde yerini değiştirmek için kullanılan araç, kriko.
    kaldırılış * Kaldırılmak işi veya biçimi.
    kaldırılma * Kaldırılmak işi.
    kaldırılmak * Kaldırmak işi yapılmak.
    kaldırım * Yollarda taşlarla yapılan döşeme.
    * Yaya kaldırımı, trotuvar.
    kaldırım çiğnemek * şehirde yaşayarak görgüsü artmak.
    kaldırım işçisi * Kum, çimento veya hazırlanmışyataklar üzerine parke taşı, beton blok, tuğla veya bordür taşıdöşeyen
    kimse, kaldırımcı.
    kaldırım kabadayılığı * Adî ve basit, seviyesiz, yersiz veya gereksiz güç gösterisi.
    kaldırım kabadayısı * Basit, seviyesiz veya ucuz kahramanlık gösterisinde bulunan kimse.
    kaldırım mühendisi * İşsiz güçsüz sokaklarda dolaşan kimse.
    kaldırım süpürgesi * Sürtük.
    kaldırım taşı * Kaldırım döşemeye elverişli olan sert bir taştürü.
    kaldırım yosması * Kaldırım süpürgesi.
    kaldırıma düşmek * önemini, değerini yitirmek.
    * ucuz fiyatla sokakta satışa çıkarılmak.
    kaldırımcı * Kaldırım döşeyen kimse.
    * Dolandırıcı, yankesici.
    kaldırımcılık * Kaldırım döşeme işi.
    * Dolandırıcılık, yankesicilik.
    kaldırımlarıarşınlamak * işsiz güçsüz dolaşmak.
    kaldırımlı * Kaldırımı olan.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 18

    kaldırımsı * Oluşu, kaldırım görünüşünü andıran (doku).
    kaldırımsız * Kaldırımı olmayan.
    kaldırış * Kaldırmak işi veya biçimi.
    kaldırma * Kaldırmak işi.
    kaldırma kolcusu * Haddelenmekte olan sıcak metali gelberi ile kaldırıp paso makinesine girişi sağlayan kimse.
    kaldırmak * Bulunduğu yerden almak.
    * Yukarıdoğru hareket ettirmek.
    * Yükseltmek.
    * (ürün için) Toplamak, taşımak.
    * Çekmek, taşımak.
    * Katlanmak, tahammül etmek.
    * Uygun gelmek, götürmek, yakışmak.
    * Bir kuruluşun çalışmasına son vermek, feshetmek, lâğvetmek.
    * Hastayıhastahaneye yatırmak.
    * (ölü için) Gerekli töreni yaparak gömmek.
    * Çalmak, aşırmak.
    * Alıp başka yere götürmek; toplamak.
    * Uyandırmak.
    * Piyasadan çekmek.
    * Elin ulaşamayacağıyere koymak; saklamak.
    * Kaçırmak.
    * İyi etmek, iyileştirmek.
    * Bir şeyden çokça satın almak.
    * Tayin etmek, atamak.
    * Yok etmek, ortadan silmek.
    kaldırtma * Kaldırtmak işi.
    kaldırtmak * Kaldırmak işini yaptırmak.
    kale * Düşmanın gelmesi beklenebilen yollar üzerinde, askerî önem taşıyan şehirlerde, geçit ve dar boğazlarda
    güvenliği sağlamak için yapılan kalın duvarlı, burçlu, mazgallıyapı.
    * Genellikle bir düşüncenin savunulduğu, sürdürüldüğü yer.
    * Takımla oynanan bazıtop oyunlarında topun sokulmasına çalışılan yer.
    * Satranç tahtasının dört köşesine dikilen, tahtanın bir tarafından diğer tarafına kadar düz olarak boş
    hanelerde gidebilen kale biçiminde taş.
    kale almamak * önem vermemek, hesaba katmamak, ilgisiz kalmak, sözünü etmeye değer bulmamak.
    kale bedeni * Kalenin burçlarıarasında yer alan üstü mazgal ve siperlerle örülmüşkalın duvar.
    kale çizgisi * Futbol vb. top oyunlarında, oyun alanının sınırlarını gösteren ve kale hizasında olan çizgi.
    kale gibi * çok büyük, sağlam (yapı).
    * kendisine güvenilen güçlü (kimse).
    kale vuruşu * Futbolda topun karşıtakım oyuncularıtarafından kale çizgisi dışına çıkarılmasısonunda, genellikle kaleci
    aracılığıyla oyuna yeniden başlanması için yapılan atış.
    kalebent * Kale dışına çıkmamaya hüküm giyen suçlu.
    kalebent etmek * suçluluğu yüzünden mahkûm etmek.
    kalebentlik * Kalebent olma durumu.
    kaleci * Bazı oyunlarda kalenin önünde duran, topun kaleye girmesini önlemekle görevli oyuncu.
    kaleci eldiveni * Top tutmayıkolaylaştıran kalın eldiven.
    kalecilik * Kaleci olma durumu veya kalecinin görevi.
    kalem * Yazmak, çizmek gibi işlerde kullanılan çeşitli biçimlerde araç.
    * Resmî kuruluşlarda yazı işlerinin görüldüğü yer.
    * Yontma işlerinde kullanılan ucu sivri veya keskin araç.
    * Çeşit.
    * (bazıdeyimlerde) Yazı.
    * Yazar.
    kalem açacağı * Kurşun kalemlerin ucunu açmaya yarayan araç, kalemtıraş.
    kalem açmak * kalemin ucunu yontup kullanılabilecek bir duruma getirmek.
    kalem aşısı * Ucu kalem gibi kesilmişçubukla yapılan ağaç aşısı.
    kalem beyi * Kalem efendisinden daha üst görevli.
    kalem çekmek * gereksiz olduğunu belirtmek için üstünü çizmek.
    kalem efendisi * Kalemde çalışan görevli yazman, kâtip.
    kalem erbabı * Yazar.
    kalem işi * Elle yontularak veya çizilerek işlenmiş.
    kalem kaşlı * İnce ve düzgün kaşlı.
    kalem kavgası * Yazılarıyla birbirine sataşma, polemik.
    kalem kömürü * İyi cins mangal kömürü.
    kalem kulaklı * Kulaklarıdik ve düzgün (at, geyik, vb.).
    kalem kutusu * İçinde kalem bulunan küçük kutu.
    kalem oynatmak * yazıyazmak.
    * bir yazıyıdüzeltmek.
    * bir yazıda değişiklik yapmak.
    kalem parmaklı * Parmaklarıuzunca, düzgün ve buruşuksuz.
    kalem pil * İnce, uzun ve küçük pil.
    kalem sahibi * İyi yazıyazabilen, edip.
    kalem şuarası * Divan şiiri tarzından etkilenen okur yazar halk şairi.
    kalembek * Bir cins kokulu sandal ağacı, yalancıöd ağacı.
    * Bir cins mısır.
    kaleme (veya kaleme kâğıda) sarılmak * hemen yazmaya başlamak.
    kaleme almak * (bir konuyu) yazıdurumuna getirmek, yazıyla anlatmak.
    kaleme gelir * yazılabilir veya anlatılabilir.
    kaleme gelmemek * yazılır veya anlatılır gibi olmamak.
    kalemi olmak * herhangi bir nitelikte yazıyazabilmek.
    kaleminden çıkmak * herhangi biri tarafından yazılmak.
    kaleminden kan damlamak * yazılarıacıve dokunaklı olmak.
    * etkili yazmak.
    kalemis * Bir tür misk faresi (Civet tictis).
    kalemiyle yaşamak (veya geçinmek) * geçimini yazılarıyla sağlamak.
    kalemkâr * Tavan ve duvarlara kabartma gibi görünen resimler yapan sanatçı.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 12

    kâğıt oyunu * İskambil kâğıdı ile oynanan oyun.
    kâğıt torba * Ambalâjlamada kullanılan, gerektiğinde özel makinelerde dikilerek hazırlanan ve kâğıttan yapılan torba.
    kâğıt üzerinde (üstünde) kalmak * yapılmasıdüşünülmüşolduğu hâlde yapılmamak.
    kâğıtçı * Kâğıt yapan kimse.
    * Kâğıt ve yazı gereçleri satan kimse.
    kâğıtçılık * Kâğıtçı olma durumu.
    * Kâğıt sanayii.
    kâğıtlama * Kâğıtlamak işi.
    kâğıtlamak * Kâğıtla kaplamak, kâğıt yapıştırmak.
    kâğıtlanma * Kâğıtlanmak işi.
    kâğıtlanmak * Kâğıtla kaplanmak.
    kâğıtlı * Kâğıdı olan.
    kâğıtlık * El altında bulundurulacak kâğıtlarıkoymaya yarayan, gözlere ayrılmış bir çeşit kutu.
    * Kâğıt yapmaya uygun olan.
    kâğıtsı * Kâğıda benzer, kâğıt görünüşünde.
    kağnı * İki tekerlekli, tekerlekleri tek parça, dingili tekerlekle birlikte dönen öküz arabası.
    kağnı gibi (gitmek) * çok yavaş(gitmek).
    kağnımazısı * Kağnının iki tekerleğini birbirine bağlayan ve onlarla birlikte dönen, baltayla kabaca yontulmuşkütük.
    kağşak * Eskimiş, gevşemiş, dağılmaya yüz tutmuş(eşya, yapı).
    kağşama * Kağşamak işi.
    kağşamak * Eskimek, dağılmaya yüz tutmak.
    * Herhangi bir şey ek yerlerinden ayrılmak, oynamak.
    * İhtiyarlamak.
    * Zayıflamak, gevşemek, güçsüzleşmek.
    kâh * Bazen, kimi vakit, bazı bazı, gâh.
    kahhar * Kahredici, kahreden, yok edici.
    kahır * Yok etme, ezme, perişan etme, mahvetme.
    * Derin üzüntü veya acı, sıkıntı.
    kahır (veya kahrını) çekememek * birinin huysuzluğuna veya verdiği sıkıntıya katlanamamak.
    kahır (veya kahrını) çekmek * uzun süre sıkıntıya katlanmak.
    kahır yüzünden lütfa uğramak * birine kötülük olsun diye yapılan bir iş, tersine onun iyiliğine yardım etmek.
    kahırlanma * Kahırlanmak işi.
    kahırlanmak * Çok ve için için üzülmek, kederlenmek.
    kahırlı * Çok üzüntüsü veya acısı olan.
    kâhil * Erişkin.
    kâhillik * Erişkinlik.
    kâhin * Doğaüstü yollardan gizli, bilinmeyen şeyleri, geleceği bilme iddiasında bulunan kimse.
    kâhinlik * Kâhin olma durumu veya kâhince söz, kehanet.
    kahir * Kahredici, zorlayan.
    * Baskın gelen, ezen, ezici.
    kahir ekseriyet * Ezici çoğunluk.
    kahir kuvvet * Ezici, baskın güç.
    kahkaha * Gülerken çıkan ses.
    kahkaha atmak * yüksek sesle gülmek.
    kahkaha çiçeği * İki çeneklilerden, çoğu kenarlarımavi bir çizgi ile çevrili beyaz, mavi, pembe veya morumsu çiçekler açan,
    bir veya çok yıllık, tırmanıcıve otsu bir süs bitkisi, gündüzsefası.
    kahkahadan kırılmak * çok gülmek.
    kahkahayı basmak (koparmak veya salıvermek) * kendini tutamayıp yüksek sesle gülmek.
    kahpe * Orospu.
    * Dönek.
    kahpe dölü * Bkz. kahpenin dölü.
    kahpe felek * (talih ve kader için) “Rast gelmeyen, yâr olmayan” anlamında kullanılır.
    * Kadere ve talihe küskünlüğü anlatmak için kullanılır.
    kahpece * Kahpe gibi, kahpeye yaraşır (biçimde).
    kahpecik * Küçük kahpe.
    * Oynak, kırıtkan.
    kahpelenme * Kahpelenmek işi veya durumu.
    kahpelenmek * Kahpelik etmek, kahpece davranmak.
    kahpeleşme * Kahpeleşmek işi veya durumu.
    kahpeleşmek * Kahpece davranmak.
    kahpelik * Kahpe olma durumu.
    * Kahpece davranış.
    kahpelik etmek * sözünden dönerek birine kötülük etmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 13

    kahpenin dölü * Piç, soysuz.
    kahraman * Savaşta veya tehlikeli bir durumda yararlık gösteren kimse, alp, yiğit.
    * Bir olayda önemli yeri olan kimse.
    * Olağanüstü yararlıklar göstererek düşmanıyenen komutanlara veya şehirlere devlet tarafından verilen onur
    unvanı.
    * Roman, hikâye, tiyatro ve benzeri edebiyat türlerinde en önemli kişi.
    kahramanca * Kahramana yaraşır (bir biçimde), yiğitçe.
    kahramanlaşma * Kahramanlaşmak işi.
    kahramanlaşmak * Kahraman durumuna gelmek, yiğitleşmek.
    kahramanlık * Kahraman olma durumu.
    * Kahramanca davranış, yiğitlik.
    kahretme * Kahretmek işi.
    kahretmek * Ezmek, perişan etmek.
    * Çok üzmek.
    * Kendine dert etmek, içlenmek, çok üzülmek.
    * İlenmek, beddua etmek.
    kahreyleme * Kahreylemek işi.
    kahreylemek * Üzülmesine sebep olmak.
    kahreyleyiş * Kahreylemek işi veya biçimi.
    kahrıçekilir * katlanılabilir, katlanmaya değer.
    kahrıçekilmez * huysuz veya çok sıkıntılı.
    kahrından ölmek * çok üzülmek.
    * aşırıüzüntü, ölümüne sebep olmak.
    kahrolası * Yok olası, perişan olası(kimse, şey, durum).
    kahrolma * Kahrolmak işi.
    kahrolmak * Çok üzülmek, içlenmek.
    kahrolsun! * “yok olsun; mahvolsun” anlamında ilenme bildirir, yaşasın karşıtı.
    kahroluş * Kahrolmak işi veya biçimi.
    kahvaltı * Genellikle sabahlarıve ikindi üstü yenilen hafif yemek.
    * Bu biçimde düzenlenmişyemek.
    kahvaltıetmek * hafif yiyeceklerle karın doyurmak.
    kahvaltıcı * Otellerde kahvaltı işlerini yapmakla görevli kimse.
    kahvaltılık * Kahvaltıda yenen (yiyecek).
    kahve * Sıcak iklimlerde yetişen, kök boyası gillerden bir ağaç (Coffea arabica).
    * Bu ağacın meyve çekirdeği.
    * Bu çekirdeklerin kavrulup dövülmesiyle, çekilmesiyle elde edilen toz.
    * Bu tozla hazırlanan içecek.
    * Kahve, çay, ıhlamur, bira, nargile içilen, hafif yiyecekler bulunduran, tavla, domino, bilârdo, kâğıt oyunları
    vb. oynanan yer, kahvehane, kafe.
    kahve ağabeyi * Kahve ağası.
    kahve ağası * Kahvehane ve benzeri yerlerde sözü geçen ve ağırlığı olan kimse.
    kahve cezvesi * İçinde kahve pişirilen metal kap.
    kahve değirmeni * Çekirdek durumundaki kahveyi öğütmeye yarayan, elle veya elektrikle işleyen araç.
    kahve dibeği * Kahve çekirdekleri dövmek ve çöplerini ayıklamaya yarayan içi oyuk taşveya ağaç kap.
    kahve dolabı * Kahve kavrulan döner kap.
    kahve dövücünün hınk deyicisi * Bkz. havan dövücünün hınk deyicisi.
    kahve falı * Kahve içildikten sonra fincanda kalan telvenin aldığı biçimlere bakarak geleceğe ilişkin tahmin, varsayım
    veya görüşleri açıklama.
    kahve fincanı * Kahve içmeye yarayan kulplu veya kulpsuz küçük kap.
    kahve kaşığı * Kahve karıştırmak için yapılan ve kullanılan küçük kaşık.
    kahve makinesi * Kahve çekmek veya öğütmek üzere özel yapılan otomatik makine.
    kahve ocağı * Kahve, işyeri, han gibi yerlerde kahve vb. pişirilen yer.
    kahve parası * Bahşiş.
    kahve tabağı * Kahve fincanının altına konulmak üzere yapılmıştabak.
    kahve takımı * Cezve, fincan, tabak vb. oluşan takım.
    kahve tepsisi * Üstünde kahve fincanlarınıvb. ni taşımaya yarayan sapsız, düz, küçük kap.
    kahveci * Kahve üreten veya satan kimse.
    * Kahve işleten veya kahve pişirip satan kimse.
    kahvecilik * Kahve üretme veya satma işi.
    * Kahve pişirme veya kahve işletme işi.
    kahvehane * Kahve, çay, ıhlamur, bira, nargile içilen, tavla, domino, bilârdo, kâğıt oyunlarıvb. oynanan yer, kahve.
    kahvehaneci * Kahvehane işleten kimse.
    kahverengi * Kavrulmuşkahvenin rengi.
    * Bu renkte olan.
    kâhya * Konak, çiftlik vb. yerlerde türlü işleri yapmakla görevli kimse.
    * Esnaf kuruluşlarında lonca başkanı.
    * Başkasının işine karışan kimse.
    * (motorlu taşıtlar için) Değnekçi.
    kâhya kesilmek * olur olmaz her işine karışmak.
    kâhyalık * Kâhya olma durumu.
    * Kâhyanın görevi.
    * Kâhyaya verilen ücret.
    * Kendisini ilgilendirmeyen işlere karışma durumu.
    kâhyalık etmek * kâhyalık görevinde bulunmak.
    * her şeye karışmak.
    kaide * Kural.
    * Taban, duraç, ayaklık.
    * Kalça.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 14

    kaideci * Kurallara bağlı, kuralcı.
    kaideli * Kurallı.
    kaidesiz * Kuralsız.
    * Tabanı olmayan.
    kail * Söyleyen.
    * İnanmış, aklıyatmış.
    kail olmak * inanmak; razı olmak.
    kaim * (başka bir şeyin yerine) Geçen.
    * Ayakta duran, var olan.
    * (Tanrı için) Her zaman var olan.
    kaim olmak * yerine geçmek.
    kaime * Buyruk, resmî kâğıt, ferman.
    * Kâğıt para, kâğıt lira, kayme.
    kaimelik * Kâğıt para cüzdanı.
    kâin * Bulunan, olan.
    kâinat * Evren.
    * Dünya.
    * Herkes.
    kak * Elma, armut gibi meyvelerin kurutulmuşu.
    * Zayıf ve kuru.
    kak * (kaya ve ağaç oyuklarında) Su birikintisi.
    kaka * (çocuk dilinde) Kötü, çirkin.
    * Pislik, dışkı.
    kaka yapmak * (bebek için) büyük abdest yapmak.
    kakaç * Tuzlanıp kurutulmuşyiyecek.
    * Manda pastırması.
    kakalama * Kakalamak işi.
    kakalamak * Sürekli çekiştirmek, itmek, kakıp durmak.
    * (alışverişte) Aldatmak, kötü mal satmak, kazıklamak.
    kakalamak * (bebek) Kakasınıyapmak.
    kakalanma * Kakalanmak işi.
    kakalanmak * Kakalamak işine konu olmak.
    kakalanmak * Kaka ile kirlenmek.
    kakao * İki çeneklilerden, Amerika’nın sıcak bölgelerinde yetişen bir ağaç, Hint bademi (Theobroma cacao).
    * Bu ağacın meyve çekirdeği.
    * Bu çekirdeklerin öğütülmesiyle elde edilen toz.
    * Bu tozdan su veya sütle hazırlanan içecek.
    kakaolu * İçinde kakao bulunan.
    kakaolu kek * İçinde ağırlıklı olarak kakao bulunan kek.
    kakavan * Kendini beğenmiş, sevimsiz, düşüncesiz, bilgisiz, budala.
    kakavanlık * Kakavan olma durumu; kakavanca davranış.
    kakavanlık etmek * kakavanca davranmak.
    kakıç * Balık avında kullanılan, ucu demir kancalı bir çeşit zıpkın.
    kakılıp kalmak * beklemek zorunda kalmak, hiçbir yere gidememek.
    kakılma * Kakılmak işi.
    kakılmak * Kakmak işi yapılmak.
    kakım * Sansargillerden, yazın esmer kırmızı, kışın beyaz renkli kürkü değerli, etçil hayvan, as, ermin (Mustela
    erminea).
    kakıma * Kakımak işi.
    kakımak * Bir kimsenin yaptığı işin beğenilmediğini kendisine sert sözlerle söylemek; öfkelenmek, kızmak, darılmak,
    paylamak.
    kakınç * Öfke, kızgınlık.
    * Bkz. başına kakınç etmek.
    kakıntı * Sözü dinlenmeyen, rezil, itilip kakılan kimse.
    kakır kakır * Kakırtısesi çıkararak.
    kakır kakır gülmek * sesli ve sürekli gülmek.
    kakırca * Fındıkfaresi adıyla bilinen küçük memeli hayvan.
    kakırdak * Kuyruk yağının eritildikten sonra kalan gevrek posası, kıkırdak.
    kakırdak poğaçası * Kakırdaktan yapılan çörek.
    kakırdama * Kakırdamak işi.
    kakırdamak * Kakır kakır diye ses çıkarmak.
    * Kurumak.
    * Ölmek.
    kakırtı * Kuru şeylerin birbirine sürtünmesinden veya kırılmasından çıkan ses.
    kakış * Kakmak işi veya biçimi.
    kakışma * Kakışmak işi.
    * Bazısözlerde, söz öbeklerinde, çıkaklarıyakın seslerin art arda gelmesi sonucu söyleyişin güçlüğe uğraması,
    kulağırahatsız etmesi, tenafür, kakofoni.
    kakışmak * Dürtüşmek, itişmek.
    kakıştırma * Kakıştırmak işi.
    kakıştırmak * Sürekli ve hafif hafif kakmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 7

    kadı * Tanzimat’a kadar her türlü davalara, Tanzimat’la Medenî Kanun arasındaki dönemde ise yalnız evlenme,
    boşanma, nafaka, miras davalarına bakan mahkemelerin başkanlarına verilen ad.
    Kadıköy taşı * Kuvars ve opal liflerinden oluşan, mühür ve süs eşyasıyapımında kullanılan, yarı billûr silis.
    kadılık * Kadı olma durumu veya kadının görevi.
    * Bir kadının davalarına baktığı il sınırları içindeki bölge.
    kadın * Dişi cinsten erişkin insan, erkek veya adam karşıtı.
    * Evlenmişkız.
    * Bayan anlamında kullanılan bir unvan.
    * Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri olan.
    * Hizmetçi.
    kadın avcısı * Kadınları baştan çıkaran erkek.
    kadın berberi * Kadınların saçınıkesen ve saç tuvaleti yapan berber, kuaför.
    kadın evi * Yoksul, mağdur veya başka bir özelliği dolayısıyla muhtaç durumda kalan kadınların geçici olarak
    barındıklarıev.
    kadın hareketi * Bkz. feminizm.
    kadın hastalıkları * Kadın cinsel organlarınıve bunlarla ilgili hastalıklarını inceleyen bilim dalı, jinekoloji.
    kadın kadına * Yalnız kadınlar arasında, kadınlar baş başa.
    kadın kadıncık * Evinin işini iyi yöneten, hanımefendi, terbiyeli, ağırbaşlı(kadın).
    kadın olmak * kızlığınıyitirmek.
    * (kadın) evini, kocasınıyönetmesini iyi bilmek.
    kadın terzisi * Kadın elbiseleri diken terzi.
    kadın ticareti * Kız çocukları ile kadınların ülkeler arasında gizlice kaçırılıp satılması.
    kadınana * Tecrübeli, yaşlı, saygı gösterilen kadın.
    kadınbudu * Yumurtaya bulanarak yağda kızartılan bir tür pirinçli köfte.
    kadınca * Kadına yakışır (biçimde).
    * Kadın gibi, kadına benzer.
    kadıncağız * Kendisine karşışefkat ve acıma duyulan kadın.
    kadıncık * Küçük kadın; zavallıkadın.
    kadıncıl * Kadınlara düşkün, kadın düşkünü, zendost.
    kadındüğmesi * Süs bitkisi olarak yetiştirilen, düğme biçiminde çiçek açan otsu bir bitki.
    kadıngöbeği * Kızartılarak yapılan, ortasıçukurca, bir tür yumurtalıhamur tatlısı.
    kadınımsı * Kadına benzeyen.
    kadının fendi, erkeği yendi * kadınlar kurnazlıkta erkeklerden üstündürler.
    kadının yüzünün karasıerkeğin elinin kınası * yolsuz ilişkiler kadınlar için hoşkarşılanmadığıhâlde erkekler bu gibi ilişkilerden övünme payıçıkarırlar.
    kadınlar hamamı * Herkesin aynıanda ve yüksek sesle konuşmasıyla çok gürültü edilen yerler için söylenir.
    kadınlaşma * Kadınlaşmak işi.
    kadınlaşmak * Kadına benzer bir durum almak.
    kadınlı * Kadını olan.
    kadınlıerkekli * Kadın erkek karışık olarak.
    kadınlık * Kadın olma durumu.
    * Kadının gerekli erdem ve nitelikleri taşımasıdurumu.
    kadınnine * Büyük anne.
    * Yaşıepey ilerlemişkadın.
    kadınsal * Kadına özgü ve kadınla ilgili.
    kadınsı * Kadına özgü olan, kadına yaraşır.
    * Kadın davranışlı, kadına benzer (erkek).
    kadınsılaşma * Kadınsılaşmak durumu.
    kadınsılaşmak * Kadın özelliği kazanmak.
    kadınsılık * Kadınsı olma durumu.
    * Kadın özelliği kazanmak.
    kadınsız * Kadını bulunmayan.
    * Karısı olmayan, eşsiz.
    kadıntuzluğu * Bkz. sarıçalı.
    kadırga * Hem yelken, hem kürekle yol alan, özellikle Akdeniz’de kullanılmış bir savaşgemisi.
    kadırga balığı * Bkz. ispermeçet balinası.
    kadidi çıkmak * çok zayıflamak, bir deri bir kemik durumuna gelmek.
    kadife * Yüzeyi belirli uzunlukta bırakılmışham madde lifleriyle kaplı, parlak, yumuşak kumaş.
    * Kadifeden yapılmış, kadife ile kaplanmış.
    kadife çiçeği * Birleşikgillerden, çiçekleri genellikle parlak sarırenkte ve kadife görünümünde bir süs bitkisi (Tagetes).
    kadife gibi * (ses, ten vb. için) yumuşak, pürüzsüz ve parlak.
    kadifeleşme * Kadifeleşmek işi.
    kadifeleşmek * Yumuşamak, samimî olmak.
    kadifeleştirme * Kadifeleştirmek işi.
    kadifeleştirmek * Kadifeleşmek işini yaptırmak.
    kadifelik * Kadife gibi olma durumu.
    * Kadife yapmaya elverişli olan.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 8

    kadifemsi * Kadifeyi andıran, kadife görünümünde olan.
    kadim * Başlangıcı olmayan, eski, ezelî.
    kadim dost * Eski dost.
    kadimi * Sürekli.
    kadinne * Bkz. kadınnine.
    kadir * Değer, kıymet.
    * Bir yıldızın parlaklık bakımından bulunduğu basamak.
    kadir * Güçlü, gücü yeter, erkli.
    * “Her şeye gücü yeter” anlamında Tanrı’nın sıfatlarından biri.
    Kadir Gecesi * Ramazan ayının kutsal sayılan yirmi yedinci gecesi.
    Kadir Gecesi doğmuş * çok şanslı, kısmetli kimseler için söylenir.
    kadir olmak * güçlü olmak, gücü olmak, gücü yetmek.
    kadirbilir * Değerbilir.
    kadirbilirlik * Değer bilirlik.
    kadirbilmez * Değerden anlamayan, değerbilmez.
    kadirbilmezlik * Kadirbilmez olma durumu.
    Kadirî * Şeyh Abdülkadir Geylanî’nin kurduğu tarikata girmişolan kimse.
    Kadirîlik * Şeyh Abdülkadir Geylanî tarafından XI. yüzyılda kurulan bir tarikat.
    Kadiriye * Kadirîlik.
    kadirşinas * Değerbilir, iyilikbilir.
    kadirşinaslık * Değerbilirlik, iyilikbilirlik.
    kadit * Çok zayıf.
    * Güneşte veya hafif alevde kurutulmuşet.
    kadmiyum * Atom numarası48, atom ağırlığı112,40 olan, 320° C’ de ergiyen, 8.6 yoğunluğunda, gümüş beyazlığında,
    elektrik ve seramik sanayiinde kullanılan yumuşakça bir element. KısaltmasıCd.
    kadmiyumlu * İçinde kadmiyum bulunan.
    kadran * Saat, pusula gibi araçlarda, üzerinde yazı, rakam veya başka işaretler bulunan düzlem.
    kadrat * (basımcılıkta) Dizgide harfler arasına konulan yazısız metal parçası.
    * (basımcılıkta) Dizgi işinde kullanılan bir aralık ölçüsü birimi.
    kadril * Eski salon danslarından biri.
    * Bu dansın müziği.
    kadrini anlamak * değerinin farkına varmak.
    kadrini bilmek * değerini bilmek, yararlanmak.
    kadro * Bir kamu kuruluşunun, bir işletmenin, denetim veya yönlendirme işlerini gerçekleştirenler ve bunların
    taşıdığıödev, yetki ve sorumlulukların hepsi.
    * Bu kişi ve sorumluluklarısayı, nitelik ve aşamalarıyla gösteren çizelge.
    * Bu çizelgedeki yer.
    * Bisiklet ve motosiklette iskeleti oluşturan metal bölüm.
    kadrolandırma * Kadrolandırmak işi veya durumu.
    kadrolandırmak * Kadroda yer almak.
    kadrolaşma * Kadrolaşmak durumu.
    kadrolaşmak * Yeniden kadro oluşturmak.
    kadrolu * Kadrosu olan, kadroya girmişolan.
    kadrosuz * Kadrosu olmayan.
    kadrosuzluk * Kadrosuz olma durumu.
    kadük * Değerini, önemini yitirmiş, eskimiş.
    kadük olmak * yasama meclisinin değişmesi ile önceden sunulan yasa tasarılarıdeğerini yitirmek.
    kadüklük * Gerçek durumu sonradan ortaya çıkan bir hukukî işlemin son bulması.
    kaf * Arap alfabesinin yirmi dördüncü harfi.
    kafa * Baş(özellikle insan başı), ser.
    * Hayvanlarda genellikle ağız, göz, burun, kulak gibi organların bulunduğu vücudun en ön bölümü.
    * Görüşve inançların etkisi altında beliren düşünme ve yargılama yolu, zihniyet.
    * Kavrama ve anlama yeteneği, zekâ, zihin.
    * Bellek.
    * Çocuk oyunlarında kullanılan zıpzıp taşının veya cevizin büyük boyu.
    * Mekanik bir bütünün parçası.
    kafa atmak * kavga sırasında karşıdakinin yüzüne, sert ve şiddetli bir biçimde kafayla vurmak.
    kafa bulmak * içki içmek.
    * alay etmek.
    kafa cilâlamak * içki içmek.
    kafa çekmek * Bkz. kafayıçekmek.
    kafa çıkışı * Futbolda topa, kafa ile yapılan vuruş.
    kafa değiştirmek * Bkz. kafayıdeğiştirmek.
    kafa dengi * Görüşve anlayışları birbirine uymuşkimselerden her biri.
    kafa dinlemek * zihni yoran sorunlardan uzak kalmak.
    kafa eskitmek * zihni yoran sorunlarla sürekli uğraşmak.
    kafa göz yarmak * beceriksizlik göstermek.