Kategori: K

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 32

    kansız cansız * Kanıaz olan, zayıf, bitkin.
    kansızlaşma * Kansızlaşmak işi.
    kansızlaşmak * Kanıazalmak, kansız kalmak.
    kansızlık * Kanda alyuvar sayısının ve hemoglobin miktarının azalmasından ileri gelen bir hastalık durumu, anemi.
    * Duygusuzluk, korkaklık.
    * Soysuzluk.
    kant * Şeker ve limonla içilen sıcak su.
    kantar * Ağırlık sıfırken yatay duran bir kaldıraç koluna dik olarak tutturulmuş bir ibrenin sapmasıyla kütleleri
    tartan araç.
    * Tartılacak kütle, alttaki çengele takılınca sarmal bir yaya bağlı olan ve normal olarak sıfırı gösteren bir
    okun, yanlarda gösterilmişağırlık birimleri hizasına gelmesiyle kütle ağırlığını belirleyen bir tür tartıaleti, el kantarı.
    * Baskül.
    * 56,452 kg ağırlığında veya kırk dört okkalık bir ağırlık ve sığa birimi.
    kantar ağası * Çarşıve pazarlarda tartıaraçlarınıdenetleyen görevli.
    kantar kabağı * Su kabağı.
    kantar kolu * Üzerinde kantar topunun bulunduğu ve hareket ettiği demir çubuk.
    kantar topu * Kantarda bir ağırlık tartılırken, dengeyi sağlayan kantar kolu üzerinde hareket ettirilebilen metal küre.
    kantara çekmek (veya vurmak) * (bir şeyi) tartmak.
    * birini sınama.
    kantarcı * Kantar yapıp satan kimse.
    * Çarşıya, pazara getirilen şeyleri tartıp vergisini toplayan görevli.
    kantarcılık * Kantarcının yaptığı iş.
    kantarı belinde * gözü açık, aldatılmaz.
    kantarın topunu kaçırmak * ölçüyü kaçırıp aşırıdavranmak.
    kantariye * Çarşıya, pazara getirilen şeylerden alınan tartıvergisi.
    kantarlama * Kantarlamak işi.
    kantarlamak * Kantarla ağırlığınıölçmek.
    * Düşünüp taşınmak.
    * Birini denemek, sınamak.
    kantarlı * Ağır sövgü, ağır sövmek” anlamına gelen kantarlıküfür ve kantarlıyısavurmak deyimlerinde geçer.
    kantarlıküfür * Ağır sövgü.
    kantarlık * Kantar ölçüsünde olan.
    kantarma * Azılıatlarızapt etmek için dillerini bastıracak biçimde yapılmışdemir araç.
    kantaron * Kızıl kantarongillerden, hekimlikte kullanılan, sarıçiçekli, acıköklü, küçük bir bitki (Gentiana lutca).
    * Birleşikgillerden, sarı, mavi, kırmızıçiçekli türleri bulunan otsu bir bitki (Centaurea). Bu cinsin tahıl
    tarlalarında sık rastlanan mavi çiçekli bir türü, peygamber çiçeği, belemir (Centaurea cyanus).
    kantat * Kahramanlık veya din konularında yazılıp bestelenen şiir veya bu şiirin orkestra eşliğindeki tek veya çok
    sesli bestesi.
    Kantçı * Kant’ın felsefesine ilişkin veya Kant felsefesi yanlısı olan.
    Kantçılık * Kant felsefesi öğretisi.
    kantin * Kışla, fabrika, okul gibi yerlerde yiyecek ve içecek maddelerinin satıldığıyer.
    * Bu gibi kurumlarda işletilen ve yalnız o kuruma bağlıkimselerin yemek yediği lokanta.
    kantinci * Kantin işleten kimse.
    kantincilik * Kantin işletme işi.
    kantiyane * Kızıl kantarongillerden, hekimlikte iştah açıcı olarak kullanılan bir tür bitki (Gentiana).
    kanto * Tulûat tiyatrolarında oyundan önce genellikle kadın sanatçıların şarkısöyleyip dans ederek yaptığı gösteri.
    * Bu gösteri sırasında söylenen şarkı.
    kantocu * Kanto söyleyen kadın.
    kantoculuk * Kantocunun yaptığı iş.
    kanton * İsviçre Konfederasyonunu oluşturan devletlerden her biri.
    kantonit * Doğal bakır sülfürü.
    kanun * Yasa.
    * Geçerli olan kural.
    kanun * Dikdörtgen biçiminde, bir köşesi kesik, yassı bir sandık üzerine gerilmiştellerden oluşan, tırnak adıverilen
    çalgıçlarla çalınan ince saz çalgısı.
    kânun * Yılın ilk (kânunuevvel) ve son (kânunusani) ayı.
    kanun adamı * Yöneticiliği sırasında kanunlara uymaktan vazgeçmeyen kimse.
    kanun dışı * Yasa dışı.
    kanun hükmünde kararname * Bakanlar Kurulunca yayınlanan ve kanun değerinde olan karar.
    kanun koyucu * Kanun yapma veya kanun koyma yetkisi olan.
    kanun lâhiyası * Kanun tasarısı.
    kanun maddesi * Kanun, tüzük ve yönetmeliklerinin ayrıayrıhükümlerinin gösteren bölüm, bent, fıkra.
    kanun sözcüsü * 343 yasa sözcüsü.
    kanun tasarısı * Hükûmetin Büyük Millet Meclisine sunulmak üzere hazırladığı onaylanmamış, yürürlüğe konmamışkanun.
    kanun teklifi * Meclis üyelerinin Büyük Millet Meclisine sunulmak üzere hazırladıklarıkanun örneği.
    kanun yoluyla * kanuna göre, kanunun belirttiği gibi.
    kanuncu * Kanun çalan kimse, kanunî.
    * Kanun yapan veya satan kimse.
    kanunen * Yasa gereğince, yasal olarak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 33

    kanunî * Yasaya uygun, yasal, yasalı.
    kanunî * Kanun çalan, kanuncu.
    kanuniyet * Yasa olma gücünü kazanma.
    kanuniyet kesp etmek * yasa niteliğini kazanmak, yasa durumu almak, yasalaşmak.
    kanunlaşma * Kanunlaşmak işi, yasalaşma.
    kanunlaşmak * Yasalaşmak.
    kanunlaştırılma * Kanunlaştırılmak işi veya durumu.
    kanunlaştırılmak * Yasalaştırılmak.
    kanunlaştırma * Yasalaştırma.
    kanunlaştırmak * Yasalaştırmak.
    kanunname * Yasa kitabı.
    kanunsuz * Yasası olmayan, yasasız.
    * Yasaya aykırı.
    kanunsuzluk * Yasaya aykırılık, yasasızlık.
    kanunuesasi * Anayasa.
    kânunuevvel * Aralık ayı.
    kânunusani * Ocak ayı.
    kanyak * İspirto derecesi yüksek, özel kokulu, sarımtırak renkte bir tür içkinin patent adı, konyak.
    kanyon * Bir akarsuyun kalkerli bir alanda oyarak oluşturduğu derin, dar boğaz, kapuz.
    kaolin * Arıkil.
    kaolinit * Arıkilin temel maddesini oluşturan hidratlıalüminyum silikat.
    kaolinli * Birleşiminde arıkil bulunan.
    kaos * Evrenin düzene girmeden önceki biçimden yoksun, uyumsuz ve karışık durumu.
    * Karışıklık, kargaşa.
    kap * İçi gaz, sıvıveya katıherhangi bir maddeyi alabilen oyuk nesne.
    * Kap kacak.
    * Türlü şeylerin taşınmasıveya saklanması için kullanılan torba, kılıf, çanta, sepet, sandık vb.
    * Kapak, cilt.
    * Kabın içindeki yemek, çeşit.
    kap * Gövdeyi omuzların üstünden çepeçevre saracak biçimde yapılmışolan bir tür üst giysisi.
    * Kadınların giydiği kolsuz üstlük.
    kâp * Aşık kemiği.
    kap kacak * Tencere, tava, sahan gibi mutfak eşyası.
    kapacık * Bkz. kapakçık.
    kapağıatmak * sıkıntısız, rahat bir yere sığınmak, kaçıp kurtulmak.
    kapak * Her türlü kabın üstünü örtmeye veya bir deliği kapamaya yarayan nesne.
    * Dolap, sandık gibi şeyleri örtmeye yarayan parça.
    * Kitap, defter gibi şeylerin en üstüne geçirilen kılıf.
    * Biçilen ağaç kütüklerinin iki yanından çıkan düzgün olmayan tahta.
    * Zıvanada iki dışyan parça.
    kapak atmak * aşırı, tıka basa dolmuşolmak.
    kapak bıçkıcısı * Kapak bıçkısında çalışan işçi.
    kapak bıçkısı * Kaba tahtaları boylamasına biçen ve düzelten, birkaç testereli bıçkıtezgâhı.
    kapak kızı * Resimli dergilerin kapak resimleri için poz veren genç kız.
    kapak tahtası * Biçilen tomruğun tahtalarından en dışta kalan tahta parçası.
    kapak takımı * Alafranga tuvaletlerde tuvaleti örten kapak, oturak ve vidaların bütünü.
    kapak taşı * Lâğım, su yolu vb. nin gereken yerlerinde bırakılan deliğin üzerini örten genişve yassıtaş.
    * Mezarlarda en üstte bulunan taş.
    kapak yıldızı * Resimli dergilerin kapak sayfaları için fotoğrafıçekilen ünlü kimse.
    kapakçık * Küçük kapak.
    * Yürekte veya damarlarda kanın veya başka sıvıların geri dönmesini önleyen supap durumunda küçük
    kapak.
    kapaklanma * Kapaklanmak işi.
    kapaklanmak * Bulunduğu yerden yüzüstü düşmek.
    * (yelkenli tekne) Güçlü rüzgâr veya ansızın gelen sağanak etkisiyle devrilmek.
    kapaklı * Kapağı olan.
    * Bkz. gizli kapaklı.
    kapaklık * Kapak taşı.
    * Kapak yapmağa özgü.
    kapaksız * Kapağı olmayan.
    * Görgüsüz, terbiyesiz.
    kapalı * Kapanmışolan, açılmamış, mestur.
    * Geçilmez durumda olan.
    * (işyeri için) Çalışma süresi sona ermiş.
    * Başıörtülü (kadın).
    * Açık ve kesin söz kullanmadan söylenen, müphem.
    * Gizli, saklı.
    * Dışa dönük yaradılışta olmayan.
    * (giyecek için) Açık olmayan.
    * (hava için) Bulutlu, karanlık.
    kapalı bölge * Ulaşım, ekonomi, nüfus hareketleri ve iletişim bakımından dışarıyla bağlantısı bulunmayan yer.
    kapalıçarşı * Dükkân ve ara yollarının üzeri tonoz ve kubbelerle örtülü çarşı.
    kapalıdevre * İçinden sürekli akım geçen elektrik devresi veya televizyon sistemi.
    kapalıduruşma * Mahkemede görevlilerden ve izinli olanlardan başkasının bulunmadığıduruşma.
    kapalıduruşma yapmak * duruşmaları gizli sürdürmek.
    kapalı geçmek * (bir konuda) önemli noktaya değinmemek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 34

    kapalı gişe * Bütün biletleri satılmışolan.
    kapalıhava * Bulutlu hava.
    kapalıhece * Ünsüzle biten hece: Kalk, bak gibi.
    kapalıkalp ameliyatı * Kalbin fizyolojik çalışmasıdurdurulmadan yapılan kalp ameliyatı.
    kapalıkutu * İçindekini belli etmeyen, sır saklayan.
    * Niteliği gizli kalan.
    kapalı olmak * işyapmamak.
    * ilgisiz kalmak.
    kapalı oturum * Gizli celse.
    kapalırejim * Dışülkelerle ilişki kurmayan siyasî düzen.
    kapalıtohumlular * Açık tohumlularla tohumlu bitkileri içine alan bitkiler âleminin bir alt şubesi.
    kapalıtribün * Açık sahadaki spor müsabakalarında seyircileri yağmurdan ve güneşten korumak için özel olarak üstü
    kapatılmış bölüm.
    kapalıyer korkusu * Dar ve kapalıyerlerde duyulan kaygıveya korku, klostrofobi.
    kapalıyetişmek * toplum hayatına girmeden, karışmadan yetişmek.
    kapalıyüzme havuzu * Kapalı bir mekân içine alınmış, suyu ısıtılan, yüzme sporunun yapıldığıhavuz.
    kapalılık * Kapalı olma durumu.
    * Anlatımın açık ve kesin olmama özelliği, ipham.
    kapama * Kapamak işi.
    * Taze soğan ve marulla pişirilmişkuzu eti yemeği.
    * Üst baş, giyecek takımı.
    * Kapatma.
    kapamacı * Hazır giysi takımısatan kimse.
    kapamaç * Kilit, sürgü, toka gibi unsurlarıkapalıtutmaya yarayan düzenek.
    kapamak * Bir açıklığıörtmek için, bir şeyi, açık yerin üzerine getirmek.
    * (hava için) Bulutlarla kaplanmak, sıkıntılı bir hâl almak, bir şeyin görünmesine engel olmak.
    * Geçişi engellemek.
    * Tıkamak, içini doldurmak.
    * (su, elektrik için) Gelişini kesmek.
    * Çalışamaz, görev ve işyapamaz duruma getirmek.
    * Üzerinde durmamak, bir şey üzerinde konuşmayı bırakmak.
    * Bir yere sokup dışarıçıkmasına engel olmak, hapsetmek.
    * Ortalıktan alıp saklamak.
    * Karşılamak, denk gelmek.
    kapan * Bazıhayvanlarıyakalamak için kullanılan, hayvanın ayağının değmesiyle işleyen tuzak.
    * Düzen, hile.
    * Pazara satılmak üzere gelen yiyecek maddelerinin tartıldığıresmî büyük kantar ve bu kantarın bulunduğu
    yer.
    kapan duygu * Yalnız başına ilerleyen, öbür hastalıklıdurumlara bağlı olmayan hastalık, idiopati.
    kapan kapana * Alıcısıçok.
    kapan kapana * bir şeyin yağma edildiğini veya çok ucuz fiyatla satıldığınıanlatır.
    kapan kurmak * bir hayvanıtuzağa düşürmek için kapan hazırlamak.
    kapana düşmek (girmek, kısılmak, kaymak, tutulmak veya yakalanmak) * içinden çıkılmaz bir duruma düşmek, ele geçmek.
    kapana düşürmek (veya kıstırmak) * hile ile yakalamak.
    kapana sıkıştırmak * birini zor durumda bırakmak.
    * birini düzenle ele geçirmek.
    kapanca * Küçük kapan.
    * Düzen, hile.
    kapanca * Tütün fidelerini örtmek için kullanılan hasır veya ottan örtü.
    kapancı * Kapanın başında bulunan görevli, tartıcı.
    kapanık * Kapanmış.
    * İç karartıcı, ruh sıkıcı.
    * Kaçınık.
    kapanıklık * Kapanık olma durumu.
    * İç karartıcı olma durumu.
    kapanın elinde kalmak * çok istenir ve aranır olmak.
    * bir şeyden ancak çabuk davranabilenler yararlanmak.
    kapanış * Kapanmak işi veya biçimi.
    kapaniçe * Padişah ve yüksek rütbeli din ve devlet görevlilerinin giydiği kolsuz, genişyakalıkürk.
    kapanma * Kapanmak işi.
    kapanmak * Kapalıduruma gelmek.
    * Dışarı ile ilişiğini kesmek.
    * Çalışamaz, etkinliğini sürdüremez duruma getirilmek.
    * Son verilmek, kesilmek.
    * Yüzü, gövdesi bir yere gelecek biçimde eğilmek.
    * Tatile girmek.
    * (yara için) İyileşmek.
    * (göz için) Kör olmak.
    * Gökyüzü bulutlanmak.
    kapantı * Patlayıcıünsüzün oluşmasından önceki boğumlanma noktasının kapanması: Kap, kat, top gibi.
    kapari * Yemişinden turşu yapılan gebre otunun bir adı.
    kaparo * Pey akçesi.
    kaparo vermek * bir kimseye pazarlığında anlaşılmış bir paranın küçük bir bölümünü önceden vermek.
    kaparolu * Kaparosu olan.
    kaparosuz * Kaparosu olmayan.
    kaparoz * Yolsuzca veya zorla elde edilen mal.
    kaparozcu * Yolsuzca veya zorla birinin malınıele geçiren (kimse).
    kaparozculuk * Kaparozcu olma durumu.
    kaparozlama * Kaparozlamak işi.
    kaparozlamak * Yolsuzca veya zorla birinin malınıele geçirmek.
    kapasite * (bir şeyi )İçine alma, sığdırma sınırı, kapsama gücü.
    * Bir kondansatörün elektrik yığma sınırı, sığa.
    * Anlama, kavrama yeteneği.
    kapasiteli * Kapasitesi olan.
    kapasitesiz * Kapasitesi olmayan.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 26

    kamu kesimi * Devlet eliyle yürütülen ekonomik işlerin bütünü.
    kamu kurumu * Belirli kamu hizmetlerini yerine getirmek amacıyla oluşturulan kamu tüzel kişisi.
    kamu personeli * Devlet hizmetinde çalışan kişiler.
    kamu sağlığı * Bir toplumda büyük halk kitlelerinin sağlık koşullarıaçısından içinde bulunduğu durum.
    kamu sektörü * Bkz. kamu kesimi.
    kamu tanrıcı * Tüm tanrıcı, panteist.
    kamu tanrıcılık * Tüm tanrıcılık, panteizm.
    kamu yararı * Devletin ihtiyaçlarına cevap veren ve bu ihtiyaçlarıkarşılayan, devlete yarar sağlayan değerler bütünü.
    kamu yönetimi * Devletin yönetim faaliyetlerinin faydalıve verimli bir biçimde düzenlenmesiyle uğraşan bilim dalı, amme
    idaresi.
    kamuflâj * Örtme, saklama, gizleme, peçeleme, alalama.
    kamufle * Görünmeyecek, tanınmayacak biçimde örtülmüş, saklanmış, gizlenmiş, alalanmış, maskelenmiş.
    kamufle etmek * gizlemek, maskelemek, alalamak, peçelemek.
    kamulaştırılma * Kamulaştırılmak işi.
    kamulaştırılmak * Kamulaştırmak işi yapılmak.
    kamulaştırma * Kamulaştırmak işi, istimlâk.
    * Devletleştirme.
    kamulaştırmak * Taşınmaz bir malısahibinden satın alarak kamuya mal etmek, kamu yararına almak, istimlâk etmek.
    * Devletleştirmek.
    kamuoyu * Bir sorun üzerine halkın genel düşüncesi, halk oyu, amme efkârı, efkârıumumiye.
    kamuoyu oluşturmak (veya yaratmak) * bir düşünceyi yaygınlaştırmak ve halkın dikkati o düşünce etrafında toplamak ve yoğunlaştırmak.
    kamus * Büyük sözlük.
    kamusal * Kamu ile ilgili.
    kamusallaşma * Kamusallaşmak işi.
    kamusallaşmak * Kamusal duruma gelmek.
    kamutay * (dil inkılâbının ilk yıllarında) Türkiye Büyük Millet Meclisinin genel kurulu.
    kamyon * Motorlu büyük yük taşıtı.
    * Kamyonun taşıyabildiği mal, kimse vb.
    kamyoncu * Kamyonla taşıyıcılık yapan kimse.
    * Kamyon kullanan sürücü.
    kamyonculuk * Sahip olduğu kamyonu başkasıaracılığıyla çalıştırtma işi.
    * Kamyon sürücülüğü.
    kamyonet * 1500 kilogram yük taşıyan küçük kamyon, pikap.
    kamyonetçi * Kamyonet kullanan kimse.
    kamyonetçilik * Taşımacılıkta kamyonet kullanma işi.
    kan * Atardamar ve toplardamarların içinde dolaşarak hücrelerde özümleme, yadımlama görevlerini sağlayan
    plâzma ve yuvarlardan oluşmuşkırmızırenkli sıvı.
    * Soy.
    -kan / -ken * 343 -gan / -gen.
    kan ağlamak * büyük bir üzüntü içinde bulunmak.
    kan akçesi * Birini yaralayandan alınıp yaralanana veya ölenin mirasçılarına verilen para.
    kan akıtmak * kurban kesmek.
    kan akmak * kanlıçarpışma olmak.
    kan aktarımı * Hasta veya yararlıya, kendi veya uygun başka bir kan grubundan damar yoluyla kan verme, kan nakli,
    transfüzyon.
    kan alacak damarı bilmek * nereden veya kimden çıkar sağlanabileceğini bilmek.
    kan almak * bir damardan bir miktar kan çekmek veya akıtmak.
    kan bağı * Aynısoydan gelme durumu.
    kan bankası * Gereğinde hastalara aktarmak için sağlam kimselerden alınan kanların saklandığıyer.
    kan basıncı * Bkz. tansiyon.
    kan başına sıçramak (veya beynine çıkmak) * çok sinirlenip öfkelenmek.
    kan beynine çıkmak * çok sinirlenmek, hiddetlenmek, kontrolü yitirmek.
    kan bilimci * Kan bilimi uzmanı, hematolog.
    kan bilimi * Kanın morfolojik, fizyolojik, kimyasal ve genetik açıdan incelenmesi.
    * Kan hastalıkları bilimi, hematoloji.
    kan boğmak * beynine kan hücumuyla ölmek.
    kan çanağı gibi * Bkz. gözleri kan çanağına dönmek.
    kan çekmek * yüz ve huy, ana veya baba tarafının yüzüne ve huyuna benzemek.
    * (akraba için) yakınlık duymak.
    kan çı banı * Kıl kökünden başlayarak deri altıdokusunu saran ve deride şişkinlikle beliren irinli kabartı.
    kan çıkmak * kan dökülmek, cinayet işlenmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 27

    kan davası * Geçmişte, aralarında cinayetten, kan akmışolmaktan veya başka bir sebepten kökleşmiş bir düşmanlık
    bulunan iki ailenin karşılıklıkan gütmesi.
    kan doku * Plâzmasıve taşıdığıyuvarlar bakımından bir doku gibi görünen kana, doku bilimine verilen ad.
    kan dolaşımı * 343 dolaşım.
    kan dökmek * ölüme yol açmak, cana kıymak.
    kan gelmek * kanamak.
    kan gitmek * büyük abdestini ederken kan gelmek.
    * (kadınlarda) aybaşıçok kanlı olmak.
    kan gövdeyi götürmek * çok kan dökülmüşolmak.
    kan grubu * Bireyde serum ve alyuvarların taşıdığı antijen veya antikorların türüne göre ayırıcıözellikler taşıyan grup.
    kan gütmek * kan dökerek öç almak istemek.
    kan istemek * öldürülen bir kimsenin öcünün alınmasını istemek.
    kan kanseri * Kanda akyuvarların olağanüstü çoğalmasıyla beliren bir hastalık, lösemi.
    kan kardeşi * Birinin kanınıemerek veya yalayarak kardeşlik andı içmek yoluyla kardeşolanlardan her biri, ant kardeşi.
    kan kaybetmek * herhangi bir sebeple vücuttan çok kan akmak.
    kan kırmızı * Çok kırmızı.
    * üstün, yaman.
    kan kusturmak * çok eziyet çektirmek.
    kan kusup kızılcık şerbeti içtim * çok eziyet çektiği hâlde durumunu iyi göstermek.
    kan nakli * 343 kan aktarımı.
    kan olmak * insan öldürülmek.
    kan olmak * aralarında kan davası bulunmak.
    kan otu * Gelincikgiller familyasından kan kırmızırenkte çok yıllık zehirli bir bitki.
    kan oturmak * bir damarın çatlamasıyla sızan kan, dokular arasına akıp kalmak.
    kan parası * Diyet.
    kan plâzması * Kanın hücrelerarasısıvımaddesi.
    kan portakalı * İçi kırmızı bir portakal türü.
    kan revan içinde * her yanıkana bulanmış.
    kan serumu * Kanın çökmesinden sonra üstünde kalan sıvıkısmı.
    kan taşı * Hematit.
    kan ter içinde (kalmak) * çok terli, yorgun ve perişan bir durumda (kalmak).
    kan tere batmak * kan ter içinde kalmak.
    kan tutmak * kan görünce bayılmak.
    * (adam öldüren kimse) şok geçirmek.
    kan unu * Kıl, mide içeriği, idrar ve benzeri yabancımaddeden arıtemiz, taze hayvan kanından normal işlemle elde
    edilmiş, genellikle koyu, siyaha benzer bir renkte, suda çözünmeyen kurutulmuş bir ürün.
    kan vermek * (hastaya, yaralıya) kan aktarmak.
    * kan nakli için kan aldırmak.
    kan yürümek * bir organda aşırıkan birikmek.
    kana * Geminin çektiği suyu göstermek için başve kıç bodoslamalarıüzerine konulan işaretler.
    kana boyamak (veya bulamak) * kan içinde bırakmak.
    kana kan * birinin öldürülmesinden sonra, öldürenin öldürülerek ceza verilmesi.
    kana kan istemek * öldürenin öldürülmesini istemek.
    kana kana * Kanıncaya kadar, doya doya, içine çeke çeke.
    kana susamak * öldürme hırsıduymak.
    kanaat * Elindekinden hoşnut olma durumu, kanıklık, yeter bulma, yetinme, fazlasını istememe, doyum.
    * Kanma, inanma.
    * Kanış, kanı, inanç, düşünce.
    kanaat etmek * yetinmek.
    kanaat getirmek * kanmak, aklıyatmak, inanmak.
    kanaatkâr * Azla yetinen, elindeki ile yetinen, kanık, kanaatli, yetingen.
    kanaatkârlık * Azla yetinme durumu, kanıklık, yetingenlik.
    kanaatli * Elindeki ile yetinen, kanık, yetingen.
    Kanada geyiği * Kuzey Afrika’da yaşayan iri gövdeli geyik türü (Cervus Canadensis).
    Kanada kavağı * Kuzey Afrika’da yetişen uzun bir kavak türü.
    Kanadalı * Kanada halkından olan kimse.
    kanadıaltına almak (veya birinin üstüne) kanat germek * korumak, himayesine almak.
    kanadıkolu * akrabası, en yakınları.
    * koruyucusu, desteği.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 28

    kanadiyen * Kanadalıtuzak avcılarının ceketlerine benzeyen içi kürklü veya pamuklu, şal yakalı, kemerli kruvaze ceket.
    * Yaz aylarında giyilen bol ve genişdikimli astarsız hafif ceket.
    kanal * Bazı bölgeleri sulamak, kurutmak amacıyla veya gemilerin işlemesine elverişli, insan eliyle açılmışsu yolu.
    * İki kıyıarasındaki dar ve derin deniz.
    * İçinden damar, sinir veya bir sıvı geçen yol.
    * Telefon, telgraf, televizyon gibi araçlarla iletişimi sağlayan yol, hat.
    * Tahtanın liflerine dik yönde açılan kırlangıç kuyruğu biçimli girinti.
    kanalcık * Küçük kanal.
    * Bir organizmadaki küçük kanal.
    kanalcıklı * Kanalcığı olan.
    kanalet * Küçük kanal.
    kanalıyla * Bir kimse veya bir şey aracılığıyla, yoluyla, eliyle.
    kanalizasyon * Pis ve atık suların özel kanallar aracılığıyla belli merkezlerde toplanıp atılmasınısağlayan sistem, şebeke.
    kanama * Kanamak işi, nezif.
    kanamak * Vücudun herhangi bir yerinden kan akmak, kan gelmek, kan kaybetmek.
    * (manevî acılar için) Yeniden etkisini duyurmak, depreşmek.
    kanamalı * Kanaması olan.
    kanara * Bkz. kesim evi, mezbaha.
    kanarya * İspinozgillerden, yeşilimsi veya sarıtüylü, koni biçiminde küçük gagalı, ötücü kuş(Serinus canaria).
    kanarya çiçeği * Çan çiçeğigillerden, sarırenkli bir çiçek (Tropaeolum peregrinum).
    kanarya otu * Çuha çiçeğigillerden, tohumlarıkafes kuşlarına yem olarak verilen bir bitki (Alsine media).
    kanaryalık * Kanarya yetiştirilen yer.
    kanasta * Bir tür kâğıt oyunu.
    kanat * Kuşlarda ve böceklerde uçmayısağlayan organ.
    * (balıklarda) Yüzgeç.
    * Bir uçağın havada durmasınısağlayan taşıyıcıaerodinamik güçlerin etkilediği yatay yüzey.
    * Kapı, pencere, dolap gibi dikine açılıp kapanan şeylerin kapağı.
    * Yan, taraf.
    * Meclis, parti gibi topluluklarda düşünce yönünden özellik gösteren taraflardan her biri.
    * Fırıldak biçiminde olan şeylerde kol.
    * Bkz. Angıç.
    * Savaşdüzenindeki ordunun iki yanından her biri, cenah.
    * Futbol, hentbol vb.takım oyunlarında hücum hattının sağve sol uçlarında yer alan oyuncular.
    kanat açmak * birini korumak, himaye etmek.
    kanat alıştırmak * bir işe alışmaya çalışmak.
    kanata * Ağzı geniştek kulplu su kabı.
    kanatçık * Küçük kanat.
    * Baklagillerin çiçek tacında bulunan, yan iki taç yapraktan her biri.
    * Kuşların eğreti kanadı; başparmak ve birinci parmak kemiklerine bağlıteleklerinin bütünü.
    kanatış * Kanatmak işi veya biçimi.
    kanatlandırma * Kanatlandırmak işi.
    kanatlandırmak * Çok sevinmesine sebep olmak.
    kanatlanış * Kanatlanmak işi veya biçimi.
    kanatlanma * Kanatlanmak işi.
    kanatlanmak * Uçmaya başlamak.
    * Uçmak, kanat açmak.
    * Çok sevinmek.
    kanatlı * Kanadı olan.
    kanatlılar * Böceklerin kanatlı olanlarını içine alan alt sınıf.
    kanatma * Kanatmak işi.
    kanatmak * Kanamasına yol açmak veya kanamasını sağlamak.
    kanatsız * Kanadı olmayan.
    kanatsızlar * Böcekler sınıfının kanatsız olan en ilkel biçimlerini kapsayan alt sınıfı.
    kanava * 343 kanaviçe.
    kanaviçe * El işleri için kullanılan seyrek dokunmuşketen bezi.
    * Bu bezin üzerine yapılmışolan işleme.
    * Çuval olarak kullanılan kendirden veya kenevirden yapılmışseyrek bez.
    kanayan yara olmak * sürekli sıkıntı, üzüntü ve zarar veren bir durumda olmak.
    kanayış * Kanamak işi veya biçimi.
    kanbiyit * Hidratlıdoğal demir silikat.
    kanca * Bir şey çekmeye yarar ucu demir çengelli çubuk.
    kancabaş * Altıveya sekiz çift kürekle çekilen, dar, uzun bir çeşit kayık.
    kancacı * Metal zincir imalâtında palet zincirlerine monte edilebilmesi için palet zincirlerinin uçtaki baklalarına özel
    kanca takan kimse.
    kancalama * Kancalamak işi.
    kancalamak * Kancayı bir şeye takmak.
    * Kancayıatıp çekmek.
    * Bir kimse veya şeyin üzerine bıktıracak kadar düşmek.
    kancalanma * Kancalanmak durumu.
    kancalanmak * Kanca ile tutulmak, kancaya takılmak.
    kancalı * Kancası olan.
    kancalı iğne * Çengelli iğne.
    kancalıkurt * İpsiler familyasından, 10 mm boyunda, ağzıçift çengelli, ince bağırsaklarda yaşayan asalak solucan.
    kancasız * Kancası olmayan.
    kancayıtakmak (veya atmak) * bir kimsenin kötülüğü için uğraşmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 29

    kancık * (hayvanlarda) Dişi.
    * Dönek, güvenilmez.
    * Kadın.
    kancıkça * Döneklik ederek, gizlice kötülükte bulunarak.
    kancıklık * Kancık olma durumu.
    * Kancıkça davranış.
    kancıklık etmek (veya yapmak) * döneklik, kalleşlik etmek.
    kancıl * Kanda yaşayan asalak.
    kancur * İzmarit balığının küçüğü.
    kançılar * Elçiliklerde, konsolosluklarda yazıve evrak işlerini yürüten görevli.
    kançılarlık * Kançılar eliyle yönetilen işler.
    * Bu işlerin görüldüğü yer.
    kançılarya * Elçilik ve konsolosluklarda yönetimle ilgili görevlilerin bütünü.
    * Bu görevlilerin çalıştığıyer.
    kandamlası * Asya ve Avrupa’da ılıman bölgelerde yetişen kırmızıveya sarıçiçekli otsu bir bitki (Adonis).
    kandaş * Aynıkanıtaşıyan, aynısoydan olan.
    kandaşlık * Kan birliği, soy birliği.
    kandelâ * Işık yoğunluğu birimi, mum. Kısaltmasıcd.
    kandıra ağacı * Mine çiçeğigillerden, ıtırlı bir süs bitkisi (Lipia citriodora).
    kandıra otu * Buğdaygillerden, çok yıllık, sürünücü, otsu bir bitki (Calamagrostis).
    kandırıcı * İnandırıcı.
    * Aldatıcı.
    * İçme isteğini giderici.
    kandırıcılık * Kandırıcı olma durumu.
    kandırılış * Kandırılmak işi veya biçimi.
    kandırılma * Kandırılmak işi.
    kandırılmak * Kandırmak işi yapılmak.
    kandırış * Kandırmak işi veya biçimi.
    kandırma * Kandırmak işi.
    kandırmaca * Kandırmak amacıyla yapılan düzen.
    kandırmak * Kanmasını sağlamak, inandırmak, ikna etmek.
    * Aldatmak.
    * İçme, yeme isteğini karşılamak.
    kandidoz * Pamukçuk.
    kandil * İçinde sıvı bir yağve fitil bulunan kaptan oluşmuşaydınlatma aracı.
    * Çok sarhoş.
    * Kandil gecesi.
    kandil çiçeği * Civanperçemi.
    kandil çöreği * Kandillerde yapılıp satılan geleneksel çörek.
    kandil gecesi * Berat, miraç, regaip ve mevlit (Hz. Muhammed’in doğum yıl dönümü) geceleri.
    kandil günü * Kandil gecesinden önceki gün.
    kandil simidi * Kandil günlerinde yapılıp satılan bol susamlısimit.
    kandil yağı * Kötü cins zeytinyağı.
    kandilci * Cami ve minarelerin kandillerini yakan kimse.
    * Kandil yapan veya satan kimse.
    kandilin yağıtükenmek * hayat sona ermek, ölmek.
    kandilisa * Yelkenleri yerlerine çekmekte kullanılan halatların genel adı.
    kandilleşme * Kandilleşmek işi.
    kandilleşmek * Birbirinin kandil gününü kutlamak.
    kandilli * Kandili olan.
    * Çok sarhoş.
    kandilli küfür * İşitilmedik, çok ağır bir sövgü.
    kandilli selâm * El etek öperek, yerlere kadar eğilerek verilen selâm.
    kandilli temenna * Eli eğilip yere kadar uzatarak ve başa götürerek verilen selâm.
    kandillik * Kandillerin konulduğu yer.
    * Kandil günü ile ilgili.
    kanepe * Birkaç kişinin oturabileceği genişlikte koltuk.
    * Genellikle çay ve kokteyller için hazırlanan, peynir, sucuk, salam gibi şeylerle süslenen çok küçük ekmek.
    kangal * Tel, kurşun boru gibi uzun ve bükülebilir şeylerin halka biçiminde sarılmasıyla yapılan bağ.
    * Bu biçimde bükülmüşşeylerin her bir halkası.
    kangal * Deve dikeni.
    kangal köpeği * Çoban köpeği olarak yetiştirilen, burnu ve ağzısiyah, kulaklarıdüşük, kuyruğısırtına doğru düzgün kıvrım
    yaparak duran, Anadolu’da Sivas yöresinde yetiştirilen ve çok tutulan bir tür köpek.
    kangallama * Kangallamak işi.
    kangallamak * Kangal durumuna getirmek.
    kangallanma * Kangallanmak işi.
    kangallanmak * Kangal durumuna getirilmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 30

    kangren * Vücudun bir yerindeki dokunun ölmesi.
    kangren olmak * vücudun bir yerindeki dokular ölmek.
    * kangrenleşmek.
    kangrenleşme * Kangrenleşmek işi.
    kangrenleşmek * Kangren olmak.
    * Bir durum veya işdüzelmeyecek duruma gelmek, uzamak.
    kangrenleştirme * Kangrenleştirmek durumu veya biçimi.
    kangrenleştirmek * Kangren durumunun ortaya çıkmasına sebep olmak.
    kangrenli * Kangreni olan.
    kanguru * Kangurugillerden, iri, otçul, memeli, ön ayaklarıkısa, art ayakları ile kuyruğu uzun ve güçlü, başıküçük,
    Avustralya’da yaşayan keseli hayvan; dişisinin karnında yavrularınıtaşıyacak bir kesesi vardır (Macropus giganteus).
    kangurugiller * Memelilerden, sıçrayıcı, keseli hayvanlar familyası.
    kanı * İnanılan düşünce, kanaat.
    kanıayaklı * Evli kadın.
    kanı başına çıkmak (veya sıçramak veya toplamak) * çok öfkelenmek.
    kanı bozuk * Soysuz.
    kanıdonmak * donakalmak; çok şaşırmak.
    kanıısınmak * (birine karşı) yakınlık duymak.
    kanı içine akmak * derdini dışa vuramamak.
    kanıkanla yumazlar, kanısuyla yurlar * kötülük, kötülük yapılarak düzeltilmez, ancak iyilik yapılarak ortadan kaldırılır.
    kanıkaynamak * coşkun ve kıpırdak olmak.
    kanıkaynamak * çabucak sevgi duymak.
    kanıkurumak * çok usanmak,çok bıkmak.
    kanıpahasına * yaralanmayıveya ölümü göze alarak.
    kanısıcak * Sevimli, kendini çabuk sevdiren.
    kanısulanmak * kansızlığa uğramak.
    kanıtemizlenmek * öldürülenin arkasından, öldüren kişi veya yakınlarından birini öldürerek öç almak.
    kanık * Elindekinden hoşnut olan, azla yetinen, yetingen, kanaatkâr.
    * Tok gözlü.
    kanıklanma * Kanıklanmak işi.
    kanıklanmak * Edindiği bir şeyi yeter bulmak, yetinmek, kanaat etmek.
    kanıklık * Elindekinden hoşnut olma durumu, kanaat, kanaatkârlık.
    kanıkma * Kanıkma işi.
    kanıkmak * Kanmak, gönlü kanmak.
    kanıksama * Kanıksamak işi.
    kanıksamak * Çok tekrarlama sebebiyle etkilenmez olmak; alışmak.
    * Bıkkınlık getirmek, usanmak.
    kanıksayış * Kanıksamak işi veya biçimi.
    kanıma göre (veya kanımca) * düşünceme, inancıma göre.
    kanına dokunmak * çok sinirlendirmek.
    kanına ekmek doğramak * birinin ölümüne yol açarak sevinmek.
    * birini küçük düşürmek, birine zarar vermek.
    kanına girmek * birini öldürmek veya öldürtmek.
    * (bir kızın) kızlığını bozmak.
    kanına susamak * belâsınıaramak.
    kanınıemmek * insafsızca sömürmek.
    kanını içine akıtmak * sıkıntısını belli etmemek.
    kanınıkaynatmak * heyecanlandırmak, coşturmak.
    kanınıkurutmak * canından bezdirmek.
    kanınıyerde koymak * birini öldüreni ölümle cezalandırmamak.
    kanırma * Kanırmak işi.
    kanırmak * (bir şeyi) Eğip zorlayarak yerinden çıkarmak veya çıkarmaya çalışmak.
    kanırtma * Kanırtmak işi.
    kanırtmaç * Bir şeyi kanırmak için kullanılan değnek veya araç, bir tür kaldıraç.
    kanırtmak * Büküp zorlayarak yerinden oynatmak.
    kanısında olmak * inancında olmak, kanaatinde olmak.
    kanış * Kanı, kanaat.
    * Aldanış, kanma.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 25

    kamer balığı * Ay balığı.
    kamera * Alıcı, fotoğraf makinesi.
    * Bir çekime başlanırken, yönetmenin alıcıyıçalıştırmaları için verdiği buyruk.
    kameraman * Alıcıyönetmeni.
    kamerî * Ayla ilgili.
    kamerî ay * Ayın tam bir devriyle hesap edilen veya ayın hareketine göre düzenlenen süre.
    kamerî takvim * Bkz. ay takvimi.
    kamerî yıl * Bkz. ay yılı.
    kameriye * Bahçelerde yazın oturulmak için yapılan, kafes biçiminde, kubbeli, üstü yeşilliklerle sarılan süslü çardak.
    kameriyeli * Kameriyesi bulunan.
    kamersiz * Aysız, ayı olmayan.
    Kamerunlu * Kamerun halkından olan.
    kamet * Boy, endam.
    * Camide namaza kalkmak için okunan ezan.
    kamet getirmek * (cemaatin namaza kalkması için) müezzin, ezanın “namaza kalkınız” anlamındaki sözlerini okumak.
    kameti artırmak * bağırarak konuşmak.
    kamga * Yonga.
    kamış * Buğdaygillerden, sulak, nemli yerlerde yetişen, boğumlu, sert gövdesi olan bitkilere verilen ad (Phragmites
    australis).
    * Bu bitkiden yapılmış.
    * Erkeklik organı, penis.
    kamışatmak (veya koymak) * birine oyun etmek, arabozanlık etmek.
    kamışkalem * Yazıyazmak için kullanılan ince kamıştan yapılmışkalem.
    kamışkemik * Baldırın arka tarafında yer alan ince uzun kemik.
    kamışkulak * Kulakları ince, düzgün ve dik at.
    kamışçık * Kuyumcuların kullandığıüfleç.
    kamışlı * Kamışı olan.
    kamışlık * Kamışıçok olan yer.
    kamışsı * Gövdesi kamışgibi boşve boğumlu olan.
    kamikaze * (İkinci Dünya Savaşıyıllarında Japonya’da) İntihar uçağı.
    kâmil * Yetkin, erişkin, eksiksiz, ağırbaşlı, mükemmel.
    kâmilen * Büsbütün, toptan, hep birden.
    kamineto * Küçük ispirto ocağı, ispirtoluk.
    kamkaz * Kesme özelliğini yitirmiş, körleşmiş, keskin olmayan bıçak, orak vb. araç.
    kamp * Çadır veya baraka gibi eğreti araçlardan oluşturulan konak yeri.
    * Bu yerde konaklama.
    * Tutsakların veya siyasî sürgünlerin toplanıldığıyer.
    * Belli bir düşünce çevresinde birleşen topluluk.
    kamp kurmak * kamp için kalınacak yerde gerekli düzeni sağlamak.
    kampa girmek (veya kamp yapmak) * genellikle yarışma öncesi, yarışmaya gerektiği gibi hazırlanmak.
    kampana * Çan.
    kampana çalmak * (gemi, istasyon gibi yerlerde) belirli vakitlerde çan çalmak.
    kampanacı * Düzenbaz, hilekâr, sahtekâr.
    kampanya * (politika, ekonomi, kültür gibi alanlarda) Belirli bir süredeki etkinlik dönemi.
    kampanyacı * Kampanyaya katılan kimse.
    kampçı * Kamp kuran, kampta kalan kimse.
    kampçılık * Kamp kurma işi.
    * Kamp hayatı.
    kamping * Kamp kurma yeri.
    kamplaşma * Kamplaşma durumu.
    kamplaşmak * Kamplara ayrılmak, bölünmek.
    kampus * Şehir dışında kurulmuş bir üniversitenin alanıve yapıları, yerleşke.
    kamu * Hep, bütün.
    * Bir ülkedeki halkın bütünü, halk, amme.
    kamu davası * Kamu adına savcının açtığıdava, amme davası.
    kamu düzeni * Bütün toplumu ilgilendiren düzen.
    kamu güvenliği * Bir devlette zabıta hizmetleriyle halka sağlanan can ve mal güvenliği.
    kamu hizmeti * Devlet ve öteki kamu tüzel kişileri tarafından halkın genel ve ortak ihtiyaçlarının karşılanması.
    kamu hukuku * Devlet ile kişi arasında karşılıklı olarak hak ve ödevleri düzenleyen hukuk kolu, amme hukuku.
    kamu idaresi * Kamu yönetimi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 21

    kaligrafi * Harfleri güzel biçimler vererek yazma sanatı, güzel yazısanatı, hüsnühat.
    kaliko * Pamuk iplikleriyle yapılan ilk cilt bezi.
    kalinis * Bir tür yağmur kuşu, su tavuğu.
    kalinos * Levreğe benzer bir balık.
    kalipso * Jamaika’dan yayılmış, iki zamanlı bir dans.
    * Bu dansın müziği.
    kaliptra * Kökün büyüme bölgesinin üzerini örten yüksük şeklindeki koruyucu doku.
    kalite * Bir şeyin iyi veya kötü olma özelliği, nitelik.
    * (Fransızcada kullanılmaz) Üstün nitelikli.
    kalite çemberleri * Bir işyerinde işin daha etkili ve verimli yapılabilmesi için, bilgi akışının hızlanması, bilgi paylaşımının
    artmasısâyesinde, gönüllülerin ekipler oluşturması.
    kalite kontrolü * Her türlü malın üretiminin başlangıcından mal çıkışına kadar nitelik ve özelliğinin belirlenmesi için yapılan
    analiz ve denetim.
    kalite riski * Alıcının, varışyerine gelen malının kalitesi için yüklendiği riziko.
    kaliteli * Nitelikli.
    kalitesiz * Niteliksiz.
    kalitesizlik * Niteliksizlik.
    kalk borusu * Bir kıtayıveya bir gemideki tayfalarıuyandırmak için belirli saatte boru ile verilen işaret.
    kalkan * Oktan veya kılıçtan korunmak için savaşçıların kullandığıkorunmalık.
    * Toplum olaylarında güvenlik görevlilerinin çeşitli saldırıaraçlarından kendilerini ve başkalarınıkorumak
    için kullandıkları, özel olarak yapılmışkorumalık.
    * Koruyucu.
    kalkan * Yan yüzergillerden, büyük, yassı, derisi düğme veya çivi denilen birtakım sivri kemiklerle örtülü, beyaz etli
    balık (Scophtalmus maximus).
    kalkan balığı * Kalkan.
    kalkan balığı giller * Denizlerin kumlu, çamurlu diplerinde yaşayan, yassı bedenli, kemikli balıklar familyası.
    kalkan bezi * Gırtlağın ön ve alt bölümünde bulunan, salgısınıkana veren, çok damarlı, önemli bir bez, tiroit.
    kalkan böcekleri * Bir çok türü, tarım ve orman bitkilerinde asalak olarak yaşayan, kın kanatlarıkalkanımsı böcekler familyası.
    kalkancık * Tohum içerisinde embriyonu besi dokuya bağlayan, onu besin deposundan ayıran ve besin maddelerini
    absorbe ederek embriyona veren zar gibi ince ve kalkan şeklinde bir parça.
    kalker * Kireç taşı.
    kalkerleşme * Kalkerleşmek işi.
    kalkerleşmek * (toprak) Kireçlenmek.
    kalkerli * Birleşiminde kireç taşı bulunan.
    kalkersiz * Birleşiminde kireç taşı bulunmayan.
    kalkık * Düzeyine göre yüksekte olan.
    * Kabararak yerinden ayrılmış.
    * Dik durumda, ucu yukarıdoğru olan.
    kalkıklık * Kalkık olma durumu.
    kalkındırma * Kalkındırmak işi.
    kalkındırmak * Kalkınmasını sağlamak, kalkınmasına yol açmak.
    kalkınış * Kalkınmak işi veya biçimi.
    kalkınma * Kalkınmak işi.
    * İyileşme, şifa bulma.
    kalkınma hızı * Belirli iki tarih arasında ekonomide büyüme veya gelişme durumu.
    kalkınmak * Durumunu düzeltmek, aşamalı bir biçimde gelişmek, ilerlemek.
    kalkıp kalkıp oturmak * öfkesini vücut kımıldanışlarıyla belli etmek.
    kalkış * Kalkmak işi veya biçimi.
    kalkışa geçmek * (uçak) havalanmak için pistten ayrılmak.
    kalkışılma * Kalkışılmak durumu.
    kalkışılmak * Kalkışmak işine konu olmak.
    kalkışma * Kalkışmak işi.
    * İsyan, ayaklanma, kıyam.
    kalkışmak * Yetenek, imkân ve gücü aşan bir işe girişmek.
    * Girişmek, başlamak.
    kalkma * Kalkmak işi.
    kalkmak * Oturuşdurumundan dik duruma gelmek, doğrulmak.
    * Uyanarak yataktan ayrılmak.
    * Gitmek üzere yerinden ayrılmak.
    * Yukarıdoğru yükselmek.
    * (taşıtlar için) Yola çıkmak.
    * Uçmak.
    * Yerinden ayrılıp yol almaya başlamak.
    * (hayvan) İki art ayağıüzerinde dik durum almak.
    * Kabarmak, ayrılmak.
    * (kapak, örtü) Kaldırılmak, alınmak.
    * Derlenip götürülmek.
    * İyileşerek gezecek duruma gelmek.
    * Varlığı, hayatıson bulmak.
    * Yok olmak, artık bulunmamak.
    * Girişmek, başlamak, davranmak, yeltenmek.
    * Geçerli olmamak, geçerliğini yitirmek, geçmez olmak.
    * Uygulanmaz olmak.
    * Güncelliğini yitirmek.
    * Geçmek.
    * Başka yere gitmek, taşınmak.
    * Ayakta beklemek.
    kalkojen * Periyodik dizgede, altıncı gruptaki oksijen, kükürt, selenyum, tellür, polonyum elementlerinin genel adı.
    kalkolitik * Bakırın kullanılmaya başlamasıyla nitelenen (tarih öncesi dönem).
    kallavi * Vezir ve sadrazamların giydikleri bir çeşit kavuk.
    * Çok iri, kocaman.
    kallavi fincan * İri, kulpsuz fincan.
    kallem * “Allem etmek, kallem etmek” sözünde geçer.
    kalleş * Sözünde durmayıp bir işin yüzüstü kalmasına yol açan; birine gizlice kötülük eden.
    kalleşçe * Kalleşe yaraşır (biçimde).
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 22

    kalleşlik * Kalleşolma durumu veya kalleş ce davranış.
    kalleşlik etmek * sözünde durmayarak döneklik etmek; birine gizlice kötülük etmek.
    kalma * Kalmak işi.
    * Herhangi bir kimseden veya bir dönemden kalmışolan.
    kalma durumu * İsim soyundan bir sözün, taşıdığıkavramda bulunuşunu bildiren durum. Türkçede bu durum -da / -de, –
    ta / -te ekleri ile bildirilir, -de hâli, lokatif.
    kalmak * Olduğu yeri ve durumu korumak, sürdürmek.
    * (zaman, uzaklık veya nicelik için) Belirtilen miktarda bulunmak.
    * Konaklamak, konmak.
    * Oturmak, yaşamak, eğleşmek.
    * Hayatınısürdürmek, yaşamak.
    * Varlığınıkorumak, sürdürmek.
    * Oyalanmak, vakit geçirmek.
    * Sınıf geçmemek.
    * İşlemez, yürümez duruma gelmek.
    * Geriye atılmak, ertelenmek.
    * Görevi veya yetkisi içinde olmak, düşmek, durumu itibarıyla aşağıseviyede bulunmak.
    * Bir şeyle kaplanmak, bir şeye bulanmak.
    * Bir işi belli bir noktada bırakmak, ara vermek.
    * Geçmek.
    * Geri kalmak, yapamamak.
    * Belli bir gelirle geçinmek zorunda bulunmak.
    * Yetinmek.
    * (olumsuz olarak) Olmak, meydana gelmek.
    * Olmak, herhangi bir durumda bulunmak.
    * Herhangi bir durumu sürdürmek.
    * Kök veya gövdeleri sonuna -e ( -a ) eki almışfiillerle sürerlik bildiren birleşik fiiller oluşturur.
    * Bazı-ip ekiyle yapılmışzarf fiillerden sonra da gelerek sürerlik bildirir.
    kalmalı * Kalma durumunda olan.
    kalmalıtümleç * Çoğu kez fiilin, bazen de ismin anlamınıtümleyen ve kalma durumunda bulunan dolaylıtümleç.
    kaloma * Demir atmış bir geminin zincirinin su içindeki bölümü.
    kalomel * Tatlısülümen.
    kalori * Normal atmosfer basıncında, ısınma ısısı15°C’ lik suyunkine eşit olan bir cismin, bir gramının sıcaklığını
    10°C yükseltmek için gerekli ısımiktarına eşit olan ısı birimi.
    * Besinlerin, dokular içinde yanarak vücudun sıcaklık ve enerjisini sağlama değerleri de kalori ile ölçülür.
    KısaltmasıKal.
    kalorifer * Merkez ve depo durumunda olan bir kazandan çıkan sıcak hava, su veya buharı, borularla dolaştırmak
    yoluyla bir yapının her yanınıısıtan araç veya tesisat.
    * Radyatör.
    kalorifer borusu * Kalorifer ısısını ileten boru.
    kalorifer dairesi * Kalorifer kazanının bulunduğu bölüm.
    kalorifer kazanı * Kalorifer suyunun içinde bulunduğu kazan.
    kalorifer peteği * Kalorifer ısısını oda içinde dağıtan metal bölüm.
    kaloriferci * Kalorifer döşeyen veya onaran kimse.
    * Kaloriferi yakan kimse.
    kalorifercilik * Kalorifer döşeme veya onarma işi.
    * Kaloriferi yakma görevi.
    kalorimetre * Isıölçer.
    kalorimetri * Isıölçümü.
    kaloş * 343 galoş.
    kaloşsuz * 343 galoşsuz.
    kalotip * Yarısaydam durumdaki kâğıt üzerinde fotoğraf negatifleri elde etme yöntemi.
    kalp * Göğüs boşluğunda, iki akciğer arasında, vücudun her yanından gelen kanıakciğerlere ve oradan gelen
    temiz kanıda vücuda dağıtan organ, yürek.
    * Kalp hastalığı.
    * Sevgi, gönül.
    * Bir ülkenin, bir kuruluşun işleyiş, yönetim ve varlığınısürdürme bakımından en önde gelen yeri.
    * Duygu, his.
    kalp * Bir durumdan başka bir duruma çevirme, dönüştürme.
    kalp * Düzme, sahte, geçmez (para).
    * Yalancı, kendine güvenilmeyen.
    * İşe yaramaz, tembel.
    kalp acısı * Büyük üzüntü.
    kalp ağrısı * Aşktan doğan üzüntü.
    kalp akçe * Sahte metal veya kâğıt para.
    * Yaramaz kimse.
    kalp aksesi * Kalp krizi.
    kalp çarpıntısı * Kalbi veya kalbinin çalışması bozuk olan kimse.
    kalp etmek * bir durumdan başka bir duruma çevirmek, dönüştürmek.
    kalp kalbe karşıdır * sevgi karşılıklıdır.
    kalp kası * Kalbin ana duvarını çeviren ve düzenli hareket edeb kas örgüsü.
    kalp kazanmak (veya fethetmek) * ince bir davranışveya güzel bir sözle birinin sevgisini kazanmak; ilgisini çekmek.
    kalp kırmak * gönül kırmak, incitmek.
    kalp krizi * Kalbin normal çalışmasını birdenbire engelleyen, önlem alınmazsa ölüme yol açan rahatsızlık.
    kalp olmak * sahte, düzme olmak.
    kalp olmamak * acıma duygusu olmamak.
    kalp sektesi * Kalbin birdenbire durması.
    kalp spazmı * İrade dışıkalbin kasılıp gevşemesi ve bundan doğan rahatsızlık, kalp sıkışması.
    kalp yarası * Yürek yarası.
    kalpak * Kesik koni biçiminde deri, kürk veya kumaştan yapılmış başlık.
    kalpakçı * Kalpak yapan veya satan kimse.
    kalpakçılık * Kalpak yapma veya satma işi.
    kalpaklı * Kalpak giymiş.
    kalpaklık * Kalpak yapmaya elverişli.
    kalpazan * Sahte para basan veya piyasaya süren kimse.
    * Yalan ve hile ile işgören (kimse).
    kalpazanlık * Kalpazan olma durumu veya kalpazanca iş.
    kalpçi * Kalp hastalıklarıuzmanı(hekim).
    kalplaşma * Kalplaşmak işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 23

    kalplaşmak * (bir kimse) Çeviklik, doğruluk veya çalışkanlığınıyitirmek.
    kalplık * Düzmelik, sahtelik.
    * İşyapma isteksizliği.
    kalpli * Kalp hastalığı olan.
    kalpsiz * Acıması olmayan, katıyürekli, duygusuz, acımasız, merhametsiz.
    kalpsizlik * Katıyüreklilik, acımasızlık, duygusuzluk, merhametsizlik.
    kalsa (veya kalırsa) * herhangi birinin kanısınca.
    * elinden gelse, elinde olsa.
    kalseduan * Yapısında billûrlaşmışkuvars ve biçimsiz silis bulunan, mavimtırak beyaz renkte bir cins akik, Kadıköy
    taşı.
    kalsemi * Kanda bulunması gerekli kalsiyum miktarı.
    kalsifikasyon * Kireç taşıhâline dönüşme.
    kalsit * Billûrlaşmışdoğal kalsiyum karbonatı.
    kalsiyum * Atom numarası20, atom ağırlığı40,80, yoğunluğu 1,55 olan, 845°C’de eriyen, kireç ve alçının birleşimine
    giren, sarımtırak beyaz bir element. KısaltmasıCa.
    kalsiyum fosfat * Üç kalsiyum atomu içeren ve formülü Ca3(PO4)2. olan fosfat.
    kalsiyum karbonat * En az % 38 kalsiyum içeren bir ürün.
    kalsiyum klorür * Hidroklorik asidin kimyasal formülü CaCl2 olan kalsiyum tuzu ve bunun hidrotlaştırılmış biçimi.
    kalsiyum oksit * Kalsiyumun kimyasal formülü CaO olan kireç taşının kalsinasyon ürünü.
    kalsiyumlu * Birleşiminde kalsiyum bulunan.
    kalsiyumsuz * Birleşiminde kalsiyum bulunmayan.
    kaltaban * Namussuz.
    * Şarlatan, yalancı, hileci.
    kaltabanlık * Kaltaban olma durumu.
    * Kaltabanca davranış.
    kaltak * Üzeri meşin, halı gibi şeylerle kaplanmamışolan eyerin tahta bölümü.
    * Kuskunsuz eyer.
    * İffetsiz, namussuz kadın.
    kaltakçı * Kaltaklık yapan kimse.
    kaltaklık * Toplumca hoşkarşılanmayan davranışlarda bulunan kadının durumu.
    * Böyle bir kadına yakışır davranış.
    kalubelâ * Arapça “evet dediler” anlamında.
    kalubelâdan beri * dünya kurulalı beri, çok eskiden beri.
    Kalvenci * Kalvenizmi benimseyen.
    Kalvencilik * Tanrı ile kul arasına hiçbir otoritenin giremeyeceğini, Hristiyanlığın eski sadeliğine dönmesini savunan I.
    Calvin tarafından ileri sürülen Protestanlığın özel bir kolu.
    Kalvenizm * Kalvencilik.
    kalya * Sadeyağile pişirilen bir çeşit kabak veya patlıcan yemeği.
    kalyon * Yelkenle ve kürekle yol alan savaşgemilerinin en büyüğü.
    kalyoncu * Kalyon eri.
    * Deniz eri.
    kam * Bkz. şaman.
    kâm * Dilek.
    * Zevk, mutluluk, tat.
    kâm almak * umduğunu ve istediğini elde etmek, dilediği biçimde zevk almak, keyfini çıkarmak.
    kama * Silâh olarak kullanılan, ucu sivri, iki ağzıda keskin uzun bıçak.
    * Açılmışolan boşluklarda tavan ve yanlardan taşveya cevher parçalarının düşmesini önlemek amacıyla
    tahkimat elemanlarıüstüne veya arkasına yerleştirilen bir tahkimat parçası.
    * Kütüğü yarmak için kullanılan ucu sivri, yassı, enli çivi, takoz, kıskı.
    * Topun gerisini kapayan kapak.
    * Oyunda kazanılan her parti.
    * Oyunda sayı.
    kama basmak * oyunda yenmek.
    kamacı * Kama yapan veya satan (kimse).
    * Top kamasıyapan veya onaran kimse.
    kamacılık * Kamacının işi veya mesleği.
    kamalama * Kamalamak işi.
    kamalamak * Kama ile yaralamak.
    kamalı * Kaması olan.
    kamamsı * Kamaya benzeyen, kama biçiminde olan.
    kamanço * Yükleme, aktarma, elden ele geçirme.
    kamanço etmek (veya edilmek) * yüklemek, aktarmak, elden ele geçirmek.
    kamara * Gemilerde oda.
    * İngiltere yasama meclisi.
    kamaramsı * Kamaraya benzeyen, kamara gibi, kamarayıandıran yer.
    kamarillâ * Bir büyük güç sahibini perde arkasından yöneten kimse.
    kamarot * Gemilerde yolcuların hizmetine bakan görevli.
    kamarotluk * Kamarotun görevi.
    kamasız * Kaması olmayan.
    kamaşma * Kamaşmak işi.