Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük D Sayfa 70

    dökmek * Sıvıveya tane durumunda olan şeyleri bulunduklarıyerden, kaptan başka bir yere boşaltmak.
    * Belli bir yere boşaltmak.
    * Akıtmak, düşürmek.
    * Saçmak, serpmek.
    * Salmak, bırakmak.
    * Üstünde bulunan bir şeyi düşürmek.
    * Teninde kızamık, kızıl, su çiçeği hastalıklarında olduğu gibi kırmızılekeler çıkmak.
    * Maden, mum eriyiği veya çimento, alçı gibi şeyleri kalı ba akıtarak biçim vermek, döküm yapmak.
    * Sulu hamuru kızgın yağveya tepsinin içine akıtarak pişirmek.
    * Bir yere çokça bir şey yığmak, taşımak.
    * Bol bol vermek, ödemek, sarf etmek.
    * Çok söylemek.
    * Bir şeyi yok etmek için atmak.
    * Çok sayıda öğrenciyi sınavda veya bir üst sınıfa geçirmede başarısız saymak.
    * Bir işte veya bir konuyu ele alış biçiminde değişiklik yapmak.
    * Açığa vurmak, söylemek, ortaya koymak.
    * Yakmak, tutuşturmak.
    * Kullanmak, harcamak, sarf etmek.
    döktürme * Döktürmek işi.
    döktürmek * Dökmek işini yaptırmak.
    * Kolaylıkla ve güzel söylemek, yazmak veya oynamak.
    dökük * Dökülmüş.
    * Çok eskimiş.
    * Dökümlü.
    döküklük * Dökülmüşolma durumu.
    dökülgen * Bir çeşit üzüm.
    dökülme * Dökülmek işi.
    dökülmek * Dökmek işi yapılmak veya dökmek işine konu olmak.
    * Kır, sokak gibi yerlerde insanlar çokça birikmek.
    * Çok eskimişolmak, değerini ve güzelliğini yitirmek.
    * (kumaşiçin) Dökümlü olmak.
    * Çok yorgun, hasta olmak.
    * Bir işi, bir konuyu ele alış biçiminde değişiklik olmak.
    * (akarsular için) Göl veya denizde son bulmak.
    * Yerinden ayrılmak, düşmek.
    * Çıkmak, ortaya konulmak.
    * Salınmak, serbest bırakılmak.
    * Kaplamak, yayılmak.
    dökülüp saçılmak * soyunmak, çok açılmak.
    * bir şey uğruna çok para harcamak.
    dökülüş * Dökülmek işi veya biçimi.
    döküm * Kalı ba dökme işi ve bunun yapılışyöntemi.
    * Kalı ba dökme yoluyla yapılmış(nesne).
    * Kumaşın dökümlü olma niteliği.
    * Bir şeyi ayrıntılı olarak ortaya koyma.
    * Dökülme zamanı.
    döküm evi * Fabrikalarda döküm yapılan yer.
    dökümcü * Döküm işleri yapan kimse, dökmeci.
    dökümcülük * Dökümcünün işi ve zanaatı, dökmecilik.
    dökümhane * Döküm evi.
    dökümleme * Dökümlemek işi.
    dökümlemek * Bir işin dökümünü yapmak.
    dökümlü * Niteliğinden ötürü kolayca istenilen biçim verilebilen (kumaş).
    dökünme * Dökünmek işi.
    dökünmek * Kendi üstüne dökmek.
    * Rahat bir kıyafet giymek.
    döküntü * Dökülmüş, saçılmışşeyler.
    * Bir topluluktan geri kalmışkimseler.
    * Bazıhastalıklarda görülen çı ban, leke, uçuk gibi hastalık belirtisi.
    * Deniz yüzüne yakın, üzerinde dalgaların çatladığıkaya kümesi.
    * İşe yaramayan, değersiz, kötü, berbat.
    * Değersiz, bayağı, ayak takımından olan.
    * Parçalanan taşların yamaç aşağıkayması, yuvarlanması, etekte birikmesiyle oluşan yer.
    * (kâğıtçılıkta) Üretimin herhangi bir safhasında ıskartaya çıkan, genellikle tekrar hamur hâline getirilen, yaş
    ve kuru biçimleri olan kâğıt veya karton artığı.
    döküntülü * Döküntüsü olan.
    * Deride döküntü ile görülen, döküntü ile beliren (hastalık).
    döküntüsüz * Döküntüsü olmayan.
    döküp saçmak * dağıtmak, ziyan etmek.
    döl * Canlıların üremesi sonucu ortaya çıkan yeni birey veya yeni bireylerin bütünü, zürriyet, nesil.
    * Yavru, çocuk.
    döl almak * cins bir hayvandan yararlanarak iyi cins yavru almak.
    döl ayı * Hayvanların yavruladıklarıay.
    döl döş * Çocuklar ve torunlar, soy sop.
    döl döşsahibi olmak * çocuk ve torunları bulunmak.
    döl eşi * Etene, son, meşime.
    döl vermek * yavru vermek, üremek.
    * ürün vermek.
    döl yatağı * Memelilerde dölün ana karnında iken, içinde bulunduğu organ, rahim.
    döl yolu * Döl yatağının ağzından dışarıya doğru uzanan yol, vagina.
    dölek * Ağır başlı, uslu, ağır davranışlı.
    * Düz, engebesiz (toprak parçası).
    dölleme * Döllemek işi, ilkah.
    döllemek * Erkek gamet bir yumurtacıktaki dişi gametle kaynaşmayısağlayarak yumurtacığıtam bir hücre durumuna
    getirmek, ilkah etmek.
    dölleniş * Döllenmek işi veya biçimi.
    döllenme * Erkek gametle dişi gametin kaynaşmasıyla yumurtacığın embriyon durumuna gelmesi, aşılanma, ilkah.
    * Tozlaşma.
    döllenmek * Döllemek işine konu olmak, aşılanmak.
    döllenmesiz * Döllenmemişolan.
    döllenmesiz üreme * Döllenmemişyumurtanın gelişmesiyle oluşan üreme biçimi, partenogenez.
    döllü döşlü * Dölü döşü olan.
    * Çocuk veya torun sahibi olarak.
    dölüt * Embriyonun, bütün organları belirdikten sonra aldığı ad, cenin.
    dömifinal * Yarıfinal.
    dömivole * Futbolda topun yere vurup sektiği anda, ayakla yapılan vuruş.
    dönbaba * Turnagagası.
    döndürme * Döndürmek işi, irca, tahvil.
    döndürmek * Dönmesini sağlamak.
    * Çevirmek.
    * Sınıfta bırakmak.
    * Düzene koymak, yönetmek.
    döndürülme * Döndürülmek işi.
    döndürülmek * Döndürmek işine konu olmak.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 71

    döndürüp dolaştırmak * dolaylıyoldan anlatmak.
    döndürüş * Döndürmek işi veya biçimi.
    döne döne * Dönerek, çevrilerek.
    döneç * Dalgalıakımlıelektrik motor veya dinamolarında hareketli bölüme verilen ad, rotor.
    dönek * İnanç ve düşüncesini sık sık değiştiren, sözüne güvenilmeyen, kaypak.
    dönekçe * Döneğe yakışacak biçimde (olan).
    döneklik * Dönek olma durumu.
    * Döneğe yakışacak biçimde davranış.
    dönel * Kendi ekseni çevresinde dönerek oluşmuş.
    döneleme * Dönelemek işi.
    dönelemek * Dolaşmak, dolaşıp durmak.
    dönelme * Dönelmek işi.
    dönelmek * En yüksek noktaya çıktıktan sonra alçalmaya başlamak.
    dönem * Belli özellikleri olan zaman parçası, devre, devir, periyot.
    * Bir çağiçinde belli özellikleri olan sınırlısüresi.
    * Yasama meclisinin iki seçilişi arasındaki zaman süresi, devre.
    * Bir yıl içindeki iki ayrıöğretim süresi.
    * Boksta üçer dakikalık dövüşme sürelerinden her biri, raunt.
    dönemeç * Bir yolun yön değiştirdiği yer, viraj.
    * Bir durumda, tutumda, davranışta, düşüncedeki aşama.
    dönence * Yer küresi üzerinde, güneş ışınlarının yılda iki kez dik açı ile geldiği, sıcak kuşağın kuzey ve güney
    sınırlarını oluşturan ve eşliğin 23° 27° kuzey ve güneyinden geçen çemberleri.
    dönence yıl * Güneş’in ilkbahar noktasından art arda iki geçişi arasındaki süre (365 gün 5 saat 48 dakika 46 saniye).
    dönencel * Dönence ile ilgili.
    dönencel ay * Ay’ın ilkbahar noktasından geçen saat dairesinden art arda iki geçişi arasındaki süre (27 gün 1 saat 43
    dakika).
    dönenceli * Münavebeli.
    dönenme * Dönenmek işi.
    dönenmek * Olduğu yerde veya bir şeyin çevresinde dönmek.
    * Fırsat kollayarak istediği bir şeyin çevresinde dönmek.
    döner * Dönmekte olan, dönen, dönecek biçimde düzenlenen.
    * Bir eksene geçirilmişetlerin döndürülerek pişirilmesiyle yapılan kebap, döner kebap.
    döner ayna * Arkalıönlü ayna, iki tarafıda aynalıcam.
    * İki yüzlü, riyakâr (kimse).
    döner kapı * Üç veya dört kanatlı, düşey ekseni çevresinde dönerek geçişsağlayan kapı.
    döner kavşak * Yol ortalarına inşa edilmişaksi yöne veya sola dönüşleri sağlayan ada.
    döner kebap * Bkz. döner.
    döner kule * Kulelerin üzerine kurulmuşkendi ekseni etrafında yavaşça dönen kule.
    döner sahne * Bir oyunun sergilenmesi sırasında kolayca dönüp seyircilerin önüne geçebilecek, kullanıma hazır sahne.
    döner sermaye * Kamu maliyesi alanında belirli ve sürekli bir amacın elde edilmesi için genel veya katma bütçeden bir
    miktar paranın, azaltılmamak şartı ile kuruluşa veya bu kuruluşla ilgili işletmelere verilmesi, mütedavil sermaye.
    dönerci * Döner yapıp satan kimse.
    dönercilik * Dönercinin işi.
    döngel * Muşmula.
    döngel orucu * Sürekli olarak aç kalma.
    döngü * Bkz. kısır döngü.
    dönme * Dönmek işi.
    * Biçimi değişmeyen bir şeklin ekseni çevresindeki hareketi.
    * Başka bir dinde iken Müslüman olan, mühtedi.
    dönme dolap * Eğlence alanlarında, bir eksen çevresinde yukarıdan aşağıdönen ve oturma yerleri olan eğlence aracı.
    * Büyük konaklarda bir yerden bir yere yemek geçirmek için duvardaki bir açmaya yerleştirilmişolan
    dönebilen dolap.
    dönme ekseni * Dönen bir cismin her noktasının çizdiği çemberlerin merkezlerinden geçen doğru.
    dönmek * Kendi ekseni üzerinde veya başka bir şeyin dolayında hareket etmek.
    * Geri gelmek, geri gitmek.
    * Yönelmek.
    * Sapmak.
    * Bir şeyi andıracak duruma girmek, benzemek.
    * Sınıfta kalmak.
    * İnanç, din veya düşüncesini değiştirmek.
    * Durumdan duruma geçmek, değişmek, olduğundan daha değişik bir durum almak.
    * Dolap, dalavere vb. kelimelerle “gizlice yapılmak, çevrilmek” anlamında kullanılır.
    * Belirli bir yerde dolaşmak.
    * Kendini bir yandan bir yana çevirmek.
    * Yönetilmek, düzene konulmak, çekip çevrilmek.
    * Bırakılan bir konu veya işe başlamak; söz konusu etmek, hatırlamak.
    * Benzemek.
    dönmeli * Bir tür halımotifi.
    dönük * Dönmüş, çevrilmiş.
    * Yönelmiş.
    dönülme * Dönülmek işi veya durumu.
    dönülmek * Dönmek işi yapılmak.
    dönüm * 1000 m² lik bir alan ölçüsü.
    * Tekrarlanan belli bir olayın tamamlanmasıve yenisinin başlaması.
    * Eni boyu kırkar mimar arşını olan alan ölçüsü.
    * Gidip gelme ile yapılan bir işin her seferi.
    * Dönmek işi.
    dönüm noktası * Bir olayın yeni bir duruma geçme zamanı.
    dönümlük * Dönüm ölçüsünde.
    * Dönüme yetecek ölçüde olan.
    dönüp dolaşmak (veya döne dolaşa) * uzun süre gezmek.
    * arayışiçinde olmak, her çareye başvurmak.
    dönüş * Dönmek işi veya biçimi.
    * Oyuncunun bir ayağınıyerden kesmeden yaptığıdönme hareketi.
    dönüşlü * Dönüşü olan.
    * Öznesi ile nesnesi bir olan fiil, mutavaat.
    dönüşlü çatı * Fiildeki kavramın özneye döndüğünü bildiren çatı. Türkçede bu çatıçoğu kez -n-, bazen de -I- veya -ş- çatı
    ekleriyle kurulur: Sevinmek (sev-in-mek), yorulmak (yor-ul-mak), alışmak (al-ış-mak) gibi.
    dönüşlü fiil * Kavramın özneye dönüşmesini sağlamak için çoğu kez -n- bazen de -I- veya -ş- çatıekleriyle kurulan fiil,
    mutavaat fiili: Öğrenciler sınıflarını geçince çok sevinirler gibi.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 62

    doğurganlaşmak * Doğurgan duruma gelmek.
    doğurganlaştırma * Doğurganlaştırmak işi veya durumu.
    doğurganlaştırmak * Doğurgan duruma getirmek.
    doğurganlık * Çok doğurma durumu, doğurgan olma durumu.
    doğurgu * Ortaya çıkan sonuç.
    doğurma * Doğurmak işi.
    doğurmak * Yavru dünyaya getirmek, doğum yapmak.
    * Ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak.
    doğurtma * Doğurtmak işi veya durumu.
    doğurtmak * Doğurmasını sağlamak, doğurmasına yardım etmek.
    doğurucu * Doğurmasınısağlayan.
    * Yeni düşünceleri ortaya koyan (kimse).
    doğuruş * Doğurmak işi veya biçimi.
    doğuş * Doğmak işi veya biçimi.
    doğuştan * Doğumla beraber (gelen), yaradılıştan, fıtrî.
    * Kişinin doğduğu andan beri var olan, öğrenilmişşeylerin sonucu olmayarak, doğuşla birlikte gelen,
    yaradılıştan, fıtrî.
    doğuştancılık * Herhangi bir canlıtürünün yapısal ve görevsel gelişiminde yaşantı, öğrenme gibi edinilmişfaktörlere değil,
    kalıtımla ilgili olanlara ağırlık ve öncelik veren görüş, fıtriye, nativizm.
    dok * Gemilerin yükünün boşaltıldığıveya onarıldığı, üstü örtülü havuz.
    * Ticaret mallarınısaklamak için rıhtımda yapılan büyük depo.
    doksan * Seksen dokuzdan sonra gelen sayının adıve bu sayıyı gösteren rakam, 90, XC.
    * Dokuz kere on, seksen dokuzdan bir artık olan.
    doksan (veya kırk, seksen) kapının ipini çekmek * birçok yere uğramak.
    doksanar * Doksan sıfatının üleştirme biçimi, her birine doksan, her defasında doksanı bir arada olan.
    doksanıncı * Doksanın sıra sıfatı, sırada seksen dokuzuncudan sonra gelen.
    doksanlık * İçinde doksan tane bulunan.
    * Doksan yaşında olan.
    doktor * Hekim.
    * Bir fakülteyi veya bir yüksek okulu bitirdikten sonra belli bir bilim dalında en yüksek öğrenim basamağına
    vardığını, geçirdiği özel sınavla ve başarılı bir eserle gösterenlere verilen unvan.
    doktor doktor dolaşmak (veya gezmek) * tedavide çabuk ve kesin sonuç almak ümidiyle birçok doktora başvurmak.
    doktora * Doktor unvanınıkazanmak için verilen sınav.
    * Bir fakülte veya yüksek okulu bitirdikten sonra o bilim dalında sınav ve bilimsel bir eserle erişilen derece,
    basamak.
    doktoralı * Doktorası olan.
    doktorasız * Doktorası olmayan.
    doktorluk * Hekim olma durumu, hekimlik, tabiplik.
    * Doktor olma durumu.
    doktrin * Öğreti.
    doktrinci * Doktrinle ilgili (kimse veya görüş).
    doku * Bir vücudun veya bir organın yapıögelerinden birini oluşturan hücreler bütünü, nesiç.
    * Bir bütünün yapısıve özelliği.
    doku bilimci * Doku bilimiyle uğraşan kimse, bilgin.
    doku bilimi * Canlılardaki dokuların oluşum, evrim ve birleşimini inceleyen bilim dalı, histoloji.
    doku bozukluğu * Yara, darbe, iltihap, ur gibi sebeplerle bir organda ortaya çıkan bozukluk, yıpranma, lezyon.
    dokuma * Dokumak işi, mensucat, tekstil.
    * Kumaşolabilen, kumaşyapılabilen.
    * Tezgâhta dokunarak elde edilen (kumaş).
    * Minder örtüsü, yatak kılıfı gibi şeyler için kullanılan ve boyalıpamuk ipliğinden dokunan bez.
    * Yapı, oluşum.
    dokuma tezgâhı * Dokuma işinin yapıldığımakine veya araç.
    dokumacı * Dokumacılık yapan kimse.
    dokumacılık * Kumaşdokuma işi, sanatıveya dokuma ticareti, tekstil.
    * Dokuma sanayii.
    dokumahane * Dokuma tezgâhlarının bulunduğu ve çalıştığıyer.
    dokumak * Tezgâhta ipliği, çözgü ve atkıdurumunda kullanarak kumaşyapmak.
    * En ince noktalarına kadar özen göstererek, emek vererek ortaya çıkarmak.
    * Ağacın yemişlerini sırıkla vurarak indirmek.
    dokumalı * Dokuması olan.
    * Dokunmuş.
    dokunaç * Birçok omurgasız hayvanın başında bulunan, dokunmaya, tutmaya yarayan hareketli uzantı.
    dokunaklı * Etkili, insanın içine işleyen, müessir.
    dokunaklılık * Dokunaklı olma durumu.
    dokunca * Kötülüğe yol açan, sağlığı bozan.
    * Zarar, yıkım, tahrip.
    dokunca görmek * zarara uğramak, harap olmak.
    dokuncalı * Dokuncası olan, zararlı.
    dokuncasız * Dokuncası olmayan, zararsız.
    dokundurma * Dokundurmak işi.
    dokundurmak * Dokunmasını sağlamak.
    * Bir şeyi üstü kapalıve sitem yollu hatırlatmak, tariz etmek.
    dokunma * Dokunmak (I) işi, temas.
    dokunma * Dokunmak (II) işi.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 63

    dokunma duyusu * Deri üzerine yapılan değme, vurma, bastırma, çekme gibi etkileri alan duyu.
    dokunmabana * Kanser.
    dokunmak * Nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık gibi türlü niteliklerini derinin altındaki sinir uçları
    aracılığıyla duymak, değmek, el sürmek, temas etmek.
    * Karıştırmak.
    * Almak, kullanmak, el sürmek.
    * Sağlığını bozmak.
    * Tedirgin etmek, sataşmak.
    * (iyilik, kötülük gibi kavramlarda) Olmak.
    * (insan için) İçine işlemek, duygulandırmak, etkilemek, koymak, batmak.
    * İlişkin, ilgili olmak, değinmek.
    * Hafifçe değmek.
    * Onur, anlayışvb. ile uyuşmaz bir durum ortaya çıkmak.
    dokunmak * Dokumak işi yapılmak.
    dokunmatik * Dokunma ile çalışan makine.
    dokunsal * Dokunum ile ilgili olan.
    dokunulma * Dokunulmak işi.
    dokunulmak * Dokunmak işine konu olmak.
    dokunulmaz * İlişilmez, el sürülmez, taarruzdan korunmuş.
    * Hiçbir biçimde eleştirilemez.
    dokunulmazlığınıkaldırmak * ilişilmez olma durumunu, masuniyetini saymamak.
    dokunulmazlık * Dokunulmaz, ilişilmez, karışılmaz olma durumu, masuniyet.
    * Anayasa veya uluslar arası gelenekler gereğince, kişilere tanınan ilişmez olma durumu veya ayrıcalık.
    dokunum * Çevremizdeki nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık gibi niteliklerini derimiz aracılığıyla bildiren
    duyarlık yeteneği, lâmise.
    dokunuş * Dokunmak (I) işi veya biçimi, temas.
    dokunuş * Dokunmak (II) işi veya biçimi.
    * Dokunma ipliklerinin çaprazlama biçimi.
    dokurcuk * Desenli veya yollu dokunmuşyün kumaş.
    dokurcun * Ot veya ekin yığını, tokurcun.
    * Dokuztaşoyunu.
    * Çizgili şayak kumaş.
    dokutma * Dokutmak işi.
    dokutmak * Dokumak işini yaptırmak.
    dokuyucu * Dokumacı.
    dokuyuş * Dokumak işi veya biçimi.
    dokuz * Sekizden sonra gelen sayının adıve bu sayıyı gösteren rakam, 9, IX.
    * Sekizden bir artık olan.
    dokuz ayın çarşambası bir araya gelmek * birçok iş birden ortaya çıkıp sıkışık bir durum yaratmak.
    dokuz babalı * Babası belli olmayan birçok erkekle düşüp kalkan bir anadan doğma.
    dokuz canlı * Çok sağlam, kolay kolay ölmeyen.
    dokuz doğurmak * merakla, heyecanla, sabırsızlıkla beklemek.
    dokuz körün bir değneği * birçok kimsenin tek yardımcısı, tek dayanağı.
    dokuz köyden kovulmuş * geçimsizliği veya başka davranışlarıyüzünden birçok yerden atılmış.
    dokuz yorgan eskitmek (veya paralamak) * çok uzun yaşamak.
    dokuzaltmış beş * Bkz. dokuzaltmış beşlik.
    dokuzaltmış beşlik * Bir tabanca türü.
    dokuzar * Dokuz sayısının üleştirme biçimi, her birine dokuz, her defasında dokuzu bir arada olan.
    dokuzgen * Dokuz kenarı olan çokgen.
    dokuzlu * Dokuz parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden dokuz tane bulunan.
    * Üzerinde dokuz işareti bulunan iskambil kâğıdı.
    dokuztaş * Dokuz taşla oynanan ve taşların yerleri ile yürütme yollarıçizgilerle gösterilen oyun, dokurcun.
    dokuzuncu * Dokuz sayısının sıra sıfatı, sırada sekizinciden sonra gelen.
    doküman * Belge, vesika.
    dokümantasyon * Belgeleme, bir çalışma için gerekli belgeleri arama ve sağlama, belgelere dayandırma.
    dokümanter * Belgesel.
    dolaba girmek (veya gelmek) * aldatılmak, oyuna gelmek.
    dolabı bozulmak * kurduğu işdüzeni bozulmak.
    dolak * Tozluk yerine bacaklara ayak bileğinden dize kadar dolanan ensiz ve uzun kumaşparçası.
    * Başörtüsü, yazma.
    * Boyun atkısı.
    dolaksız * Dolağı olmayan, büzgüsü bulunmayan.
    dolam * Dolamak işinin her defası.
    * Bir kez dolanacak miktar.
    dolama * Dolamak işi.
    * Tırnak yöresindeki yumuşak bölümlerin, bazen de kemiğin iltihaplanmasından ileri gelen ağrılışiş.
    * Giysilerin üstüne giyilen, önü açık bir tür üstlük.
    * Başa sarılan bir çeşit örtü, poşu, sarık.
    * Çeşitli eserlerdeki barok ve rokoko üslûbunda iç içe süsleme motifi.
    dolama otu * Dolama otugillerden, çiçekleri küçük, yeşil veya beyaz bir bitki (Paronychia serpilifolia).
    dolama otugiller * İki çeneklilerden, örnek bitkisi dolama otu olan ve içine kasık otunu da alan karanfilgillerin alt familyası.
    dolamak * İplik, şerit, tel gibi nesneleri bir şeyin üzerine döndürerek sarmak.
    * Sarmak, kavuşturmak.
    dolambaç * Dolanarak giden, dönerek uzanan yolun kıvrıntısı.
    * İç kulak.
    * Başlık.
    dolambaçlı * Dolambacı olan.
    * İçinden zor çıkılır, çapraşık.
    dolambaçsız * Dolambacı olmayan.
    * Açık, doğrudan doğruya olan.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 64

    dolamık * Bir tür ağ, bir tür avcıtuzağı.
    dolan * 343 yalan dolan.
    dolan taşı * Mineralleri gözle görülebilen, benekli ve yeşilimtırak renkli gabro ile bazalt arasıpüskürük kütle.
    dolandırıcı * Birini aldatarak mal veya parasınıalan (kimse).
    dolandırıcılık * Dolandırıcı olma durumu veya dolandırıcıya yakışır iş.
    dolandırılış * Dolandırılmak işi veya biçimi.
    dolandırılma * Dolandırmak işine konu olmak.
    dolandırılmak * Dolandırmak işine konu olmak.
    dolandırış * Dolandırmak işi veya biçimi.
    dolandırma * Dolandırmak işi.
    dolandırmak * Birini aldatarak parasınıveya malınıelinden almak.
    * Dolaştırmak.
    dolanıdolanı * Dolanarak, gezerek.
    dolanım * Tedavül, sirkülâsyon.
    dolanış * Dolanmak işi veya biçimi.
    dolanlı iflâs * Hileli iflâs.
    dolanma * Dolanmak işi.
    dolanmak * Bir şeyin çevresine sarılmak.
    * Bir şeyin çevresinde dönmek, gezmek.
    * Karışmak, dolaşmak.
    * Gelişigüzel gezmek.
    dolantı * Gezip dolaşılan yer, alan.
    dolap * Genellikle tahtadan yapılmış, bölme veya çekmelerine eşya konulan, kapaklımobilya.
    * Dönerek çalışan ve özellikle su çeken düzen.
    * Bkz. dönme dolap.
    * Düzen, hile, manevra.
    * (İstanbul bedesteninde) Dükkân.
    dolap beygiri * Kuyudan su çekip bahçe ve bostanlarısulamaya yarayan çarklı düzeni işleten, döndüren at, eşek veya katır.
    dolap beygiri gibi dönüp durmak (veya dolaşmak) * dar bir çevrede hiç değişmeyen yorucu bir işi yapmak.
    dolap çevirmek (veya döndürmek) * hile ve dalavere ile işyapmak.
    dolapçı * Dolap yapan veya satan kimse.
    * Dolap işleten kimse.
    * Hileci, düzenci.
    dolar * Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada gibi devletlerin para birimi.
    dolaş * Bkz. sarmaşdolaş.
    dolaşık * (saç, ip vb. için) Karışık.
    * Dolaşarak giden (yol).
    * Kolay çözülmeyecek veya içinden çıkılmayacak derecede karışık.
    * Amacıdoğrudan doğruya değil de, dolayısıyla sezdiren.
    dolaşıklık * Dolaşık olma durumu.
    dolaşıksız * Dolaşık olmayan.
    dolaşılma * Dolaşılmak işi.
    dolaşılmak * Gezilmek.
    dolaşım * Dolaşmak işi.
    * Kalbin sürekli olarak kasılıp gevşemesiyle kan ve lenfin damarlar içinde durmadan yer değiştirmesi,
    deveran.
    dolaşma * Dolaşmak işi.
    dolaşmak * Gezmek, gezinmek.
    * Doğru gitmeyip yolu uzatmak veya (yol) uzamak.
    * Dönüp başka bir yönden gelmek.
    * (kan için) Akmak.
    * Saç, iplik vb. şeyler birbirine karışarak güç çözülür duruma gelmek.
    * Çok kimse tarafından söylenmek.
    * Bir yeri belli bir amaçla gezmek.
    * Denetlemek amacıyla bir yeri gezmek.
    * (nefes, el için) Bir şey üzerinde hafifçe hareket etmek.
    * Gezinmek.
    * Belirmek.
    dolaştırılma * Dolaştırılmak işi.
    dolaştırılmak * Dolaştırmak işine konu olmak.
    dolaştırma * Dolaştırmak işi.
    dolaştırmak * Dolaşmak işini yaptırmak.
    dolay * Bir yeri saran başka yerlerin bütünü, çevre, havali, etraf.
    dolay kutupsal * Kutup yakınında olan.
    * Herhangi bir yere göre 24 saat içinde çizdiği çember ufkun üstünde kalıp kendisi hiç batmayan (yıldız).
    dolayı * Dolay, çevre.
    * Ötürü, yüzünden, sebebiyle.
    dolayıdolayı * Dolaşarak, dönerek.
    dolayısıyla * Bağlı olarak doğrudan doğruya olmayarak.
    * Sebebiyle, yüzünden, … -dan (-den) ötürü.
    dolaylama * Süslü, sanatlıedebî söz: Atatürk yerine Büyük Kurtarıcıveya Türkiye’nin kalbi Ankara demek gibi.
    dolaylı * Doğrudan doğruya olmayan, dolayısıyla olan, vasıtalı, bilvasıta.
    dolaylıanlatmak * anıştırmak, ima etmek.
    dolaylıözne * Bkz. sözde özne.
    dolaylıtümleç * Fiilin anlamını bütünleyen ve yönelme, kalma, çıkma durumlarından birinde bulunan veya edat alan
    tümleç.
    dolaylıvergi * Yükümlüsü önceden bilinmeyen, malısatın alanıyükümlendiren, tüketiciden alınan vergi.
    dolaysız * Doğrudan doğruya olan, araya herhangi bir araç girmeden, vasıtasız, bilâvasıta.
    dolaysız vergi * Yükümlüsü önceden bilinenden doğrudan doğruya alınan vergi.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 65

    doldurma * Doldurmak işi.
    * Bkz. yükleme.
    * Gereksiz sözler ve benzetmelerle dolu anlatım.
    doldurmak * Dolmasını sağlamak, dolu duruma getirmek.
    * (ateşli silâhlar için) İçine mermi sürmek.
    * Bildirge, çizelge, fişgibi basılıkâğıtların boşyerlerini tamamlamak.
    * Yaşını, yılını bitirmek.
    * Birini başkası için kötü düşünecek bir duruma getirmek.
    * (ses, koku için) Yayılıp kaplamak.
    * Belirli bir süreyi kaplamak, almak.
    * Canlandırmak.
    doldurtma * Doldurtmak işi.
    doldurtmak * Doldurmak işini yaptırmak.
    doldurulma * Doldurulmak işi.
    doldurulmak * Dolu bir duruma getirilmek.
    * (biri) Başkası için kötü düşünecek bir duruma getirilmek.
    dolduruş * Doldurmak işi veya biçimi.
    dolduruşa getirmek * (birini) önceden hazırlamak, kötü düşünecek hâle sokmak.
    dolgu * Bir oyuğun, bir kovuğun içine doldurulan madde.
    * Cevher alınmasından sonra oluşan boşlukların doldurulma işleminde kullanılan taş, toprak ve benzeri
    malzeme.
    * Toprak doldurma işlemi; bu işlemin sonucu.
    dolgu yapmak * doldurmak.
    * çürük dişleri temizleyip oyuğu, uygun bir madde ile doldurmak.
    dolgulu * İçinde dolgu maddesi olan, doldurulmuş.
    dolgun * Dolarak biçimi yuvarlaklaşmış.
    * Şişmana yakın, balık etinde.
    * (para için) Çok.
    * Öfke, kızgınlık, kırgınlık gibi duygularla dolu.
    * Birbirine uyan, uyum gösteren.
    dolgun maaş * Dolgun ücret.
    dolgun ücret * Yüksek ve tatmin edici ücret.
    dolgunca * Biraz şişman.
    * Fazlaca, çokça, bol.
    dolgunlaşma * Dolgunlaşmak işi.
    dolgunlaşmak * Dolgun duruma gelmek.
    dolgunluk * Dolgun olma durumu.
    dolikosefal * Uzun kafalı.
    dolma * Dolmak işi.
    * Bazısebze ve tavuk, kuzu gibi hayvanların içine pirinç ve başka şeyler doldurularak pişirilen yemek.
    * Doldurularak yapılan.
    * Yalan, hile, dalavere.
    dolma biber * Dolma yapmaya uygun, büyük biber türü.
    dolma kalem * İçine mürekkep doldurularak kullanılan yazıkalemi.
    dolma otu * Dolma otugillerden, çiçekleri küçük, yeşil veya beyaz bir bitki (Paronychia serpilifolia).
    dolma otugiller * İki çeneklilerden, örnek bitkisi dolma otu olan ve içine kasık otunu da alan karafilgillerin alt familyası.
    dolma yutmak * kanıp aldanmak.
    dolmak * (bitkilerde) Olgunlaşmak, erginleşmek.
    * Bir yere iyice yayılmak, kaplamak.
    * Bir yerde pek çok kimse toplanmak, kalabalık duruma gelmek.
    * (süre, hesap) Tamamlanmak.
    * Sabrıtükenip öfkesi taşacak duruma gelmek.
    dolmalık * Dolma yapmaya yarar.
    dolmen * İkisi dikili, üçüncüsü de bunların üzerine kapak gibi yatırılmışüç büyük taştan oluşturulmuştaşdevri
    mezarı.
    dolmuş * Boşyeri kalmamış, meş bu.
    * Teker teker yolcu alıp dolunca yola çıkan kayık, motor, otomobil gibi küçük taşıt.
    dolmuşdurağı * Dolmuşların yolcu indirip bindirdiği yer.
    dolmuşuçak * Belirli merkezler arasında bir tarifeye bağlı olmaksızın düzenlenen ucuz uçak seferi, çartır.
    dolmuşyapmak * teker teker yolcu alıp dolunca yola çıkan taşıtla yolcu taşımak.
    * birkaç kişi ortaklaşa bir taşıt tutmak.
    dolmuşçu * Dolmuşişleten kimse.
    dolmuşçuluk * Dolmuşçunun işi veya mesleği.
    dolomit * Kalsiyum ve magnezyumlu karbonat birleşiminde bir mineral.
    dolu * Havada su buğusunun birden yoğunlaşıp katılaşmasından oluşan, türlü irilikte, yuvarlak veya düzensiz
    biçimli saydam buz parçalarıdurumunda yere hızla düşen bir yağıştürü.
    dolu * İçi boşolmayan, dolmuş, meş bu, boşkarşıtı.
    * Bir yerde sayıca çok.
    * Boşyeri yok, her yeri tutulmuş.
    * Boşvakit olmayan, meşgul.
    * (iş, uğraş, olay vb. için) Çok olan.
    * (top, tüfek gibi ateşli silâhlar için) İçinde atılacak mermisi bulunan.
    * İçki doldurulmuş bardak.
    * Bir duygunun güçlü etkisinde olan.
    * (tornacılıkta) Delik açılmamış, (gereç).
    dolu dizgin * (süvari ve at arabası için) Son hızla.
    * Önüne geçilemeyecek biçimde; çok olarak.
    dolu dizgin gitmek * son hızla koşmak.
    * önüne geçilemeyecek biçimde olmak.
    dolu serpme * Zımpara üretiminde tanecikler arasında belirli boşluklar kalmayacak biçimde düzenlenen tane yapıştırma
    işlemi.
    dolu yağmak * dolu yere düşmek.
    dolukma * Dolukmak işi.
    dolukmak * Göz yaşarmak, ağlayacak duruma gelmek.
    doluluk * Dolu olma durumu.
    dolum * Doldurma işi.
    dolunay * Ayın tam bir daire olarak dolgun, parlak görüldüğü evre, bedir.
    dolup taşmak * gereğinden çok olmak, gereğinden çok kaplamak.
    dolusu * Doldurulacak miktar.
    doluş * Dolmak işi veya biçimi.
    doluşma * Doluşmak işi.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 66

    doluşmak * Bir yerde toplanmak, bir araya gelmek.
    doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı * içinden çıkılmayan güç bir durum karşısında söylenir.
    domalan * Asklımantarlardan, toprak içinde yumru biçiminde yetişen, yenilebilen bir bitki, yer mantarı, keme (Tuber
    melanosporum).
    domalış * Domalmak işi veya biçimi.
    domalma * Domalmak işi veya durumu.
    domalmak * Dizler bükük, başileride, çömelmiş bir durum almak.
    domaltma * Domaltmak işi veya durumu.
    domaltmak * Domalmasını sağlamak.
    domates * Patlıcangillerden, yapraklarıtüylü, çiçekleri salkım durumunda, vitamince zengin, kırmızıürünü için
    yetiştirilen bir bitki (Lycopersion esculentum).
    * Bu bitkinin yenilen ürünü.
    domates çorbası * Ana maddesi domates suyu olan çorba.
    domates salçası * Yemeklere tat ve lezzet vermek için domatesten yapılan salça.
    dombay * Manda, su sığırı.
    domdom kurşunu * Vahşî hayvanlarıöldürmek için kullanılan tüfek kurşunu, dumdum.
    domestik * Evcil.
    * İç, ülke içi.
    dominant * Hâkim, başta gelen, egemen, başat.
    domino * Üzerleri noktalarla işaretli dikdörtgen biçiminde 28 taşla masa üzerinde oynanan bir oyun.
    * Maskeli balolarda giyilen kukuletalıuzun giysi.
    dominyon * İngiliz uluslar topluluğuna üye olan bağımsız ülkelere verilen ad.
    domur * Kabarcık.
    * Tomurcuk.
    domur domur * Boncuk gibi iri taneler durumunda.
    * Kabarık kabarık.
    domuz * Çift parmaklılardan eti ve yağı için beslenen evcil hayvan (Susacrofa domestica).
    * Hain, aksi, ters, inatçı.
    domuz arabası * Ağır yükleri yakın yerlere taşımak için kullanılan, ufak tekerlekli, üstü düz, alçak araba.
    domuz ayrık otu * Buğdaygillerden, tarıma zararlı bir bitki (Cynodon dactylon).
    domuz balığı * Yunus balığı gillerden bir memeli türü (Phocaena communis).
    domuz damı * Maden kuyularında, çökme tehlikesi olan yerlerde her yanıdireklerle örülen boşluk.
    domuz dikeni * Yapraklarısapsız ve dikenli, çiçekleri etli otsu bir bitki.
    domuz gibi * kötü huylu ve hain.
    * adamakıllı, iyice.
    domuz gibi yemek (veya tıkınmak) * oburcasına çok yemek.
    domuz otu * Kumsallarda ve kayalıklarda yetişen sarıçiçekli ot.
    domuz yağı * Domuzdan çıkarılan yağ.
    domuzayağı * Tüfek namlusundan sıkıyıçıkarmaya yarar çengelli çubuk.
    domuzdan (bir) kıl çekmek (veya koparmak) * sevilmeyen veya eli sıkı olan birinden bir şey alabilmek.
    domuzgiller * Çift parmaklılar takımının, gevişgetirmeyenler alt takımına giren bir familya.
    domuzlan * Kın kanatlılardan bir böcek (Brachynus crepitans).
    domuzlaşma * Domuzlaşmak işi.
    domuzlaşmak * Hainlik etmek, aksilik etmek.
    domuzluk * Hainlik, haincesine inatçılık.
    * Su değirmeninde çarkın bulunduğu ve döndüğü yer.
    domuzluk etmek * hainlik etmek, haince davranmak, inatçılık etmek.
    domuztırnağı * Palanganın takılması için kullanılan, bir yanıçatal biçiminde çift tırnaklı, öbür yanıhalkalıdemir kanca.
    domuzuna * İnat olsun diye, inadına.
    * İyiden iyiye, adamakıllı, çok.
    don * Giysi.
    * Vücudun belden aşağısına giyilen uzun veya kısa iç giysisi, külot.
    * At tüyünün rengi.
    don * Hava sıcaklığının sıfırdan aşağıdüşmesiyle suların buz tutması.
    don çözülmek * hava ısınarak buzlar erimeye başlamak.
    don gömlek * Üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuşdurumda.
    don kesmek * (bitki) soğuktan bozulmak, donmak.
    don tutmak * buz tutmak, donmak.
    don yağı * Bayağısıcaklıkta katıdurumda bulunan ve iç yağlarının eritilmesiyle elde edilen hayvansal yağ.
    * Soğuk ve sevimsiz kimse.
    don yağı gibi * konuşmayan, hareketsiz kimseler için söylenir.
    dona çekmek * hava, sularıdonduracak kadar soğumak.
    donakalma * Donakalmak durumu.
    donakalmak * Şaşırıp bir süre ne yapacağını, ne diyeceğini bilememek.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 61

    doğruca * Doğruya yakın.
    * Hiçbir yöne sapmadan; dolaylı olmayarak, dolaşmayarak.
    doğrucu * Her şeyin doğrusunu söylemeyi huy edinmişolan (kimse).
    doğrucu davut * her şeyin doğrusunu yapmayıveya söylemeyi huy edinmişkimseler için kullanılır.
    doğruculuk * Doğrucu olma durumu.
    * Bir insanın söz ve hareketleriyle kanaat ve inançlarının, düşünüşünün uyuşması.
    doğrudan * Aracısız.
    doğrudan doğruya * Dolaysız, araçsız, araya başka bir şey girmeden, resen.
    doğrulama * Doğrulamak işi, teyit, tasdik.
    * Bir var sayımın doğruluğunu denetlemek için, deney ve mantıkî tanıtlama yoluyla yapılan işlemlerin
    bütünü.
    doğrulamak * Bir şeyin doğru olduğunu ortaya koymak, desteklemek, teyit etmek, tasdik etmek.
    * Bir önermenin doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemek amacıyla olayları inceleyip araştırmak.
    doğrulanma * Doğrulanmak işi.
    doğrulanmak * Doğrulamak işine konu olmak veya doğrulamak işi yapılmak.
    doğrulma * Doğrulmak işi.
    doğrulmak * Eğik veya eğri bir şey, düz bir duruma gelmek.
    * (oturan veya yatan bir kimse için) Toparlanmak, dik bir duruma gelmek.
    * (para için) Sağlanmak, kazanılmak.
    * Yönelmek.
    * Yeniden güçlenmek, kalkınmak.
    doğrultma * Doğrultmak işi.
    doğrultmaç * İki yönlü bir dalgalıakımı, bir yönlü doğru akıma çevirmeye yarayan aygıt, redresör.
    doğrultmak * Doğrulmasını sağlamak, doğru duruma getirmek.
    * Düzeltmek.
    * Yöneltmek.
    * Yön bulmak.
    * (para için) Sağlamak, kazanmak.
    doğrultman * Bir nokta veya bir çizginin hareketine az veya çok yön vererek bu hareketi yöneten şey.
    * Çizgi oluşturan noktanın veya yüzey oluşturan çizginin yönelmesi gereken doğrultuyu gösteren çizgi veya
    düzlem.
    doğrultu * Yön, istikamet.
    * Tutulan, izlenen yol.
    * Paralel olmayan iki sonsuz doğruyu birbirinden ayırt ettiren durum veya belli bir sonsuz doğrunun
    belirttiği tek yol, istikamet.
    doğrulu * Bir doğru boyunca, olan, müstakim.
    doğruluk * Doğru olma durumu, doğru olana yakışır davranış, dürüstlük.
    * Düşüncenin gerçekle uyuşması; yargıve önermelerin gerçeğe uygun olması.
    doğrulum * Yönelim, tropizm.
    doğrusal * Bir doğru ile ilgili olan; bir doğruyu izleyen.
    * (bir doğrunun denklemi birinci dereceden olduğu için) Birinci derece ifadelerine, genel olarak verilen sıfat.
    doğrusu * Gerçeği söylemek gerekirse, gerçek şu ki.
    doğu * Güneşin doğduğu ana yön, gün doğusu, şark, maşrık.
    * Bulunulan yere göre güneşin doğduğu yönde kalan bölge.
    * Avrupa’ya göre Asya ve Kuzeydoğu Afrika’nın bir bölümü.
    * Bu yönle ilgili, bu yönde olan, şarkî.
    * Güneş’in 21 Mart ve 23 Eylülde doğduğu yön.
    doğu bilimci * Doğu bilimi uzmanı, şarkiyatçı, müsteşrik, oryantalist.
    doğu bilimi * Avrupa’ya göre doğuda yer alan ulusların dillerini, tarihlerini, kültür ve törelerini inceleyen bilim, şarkiyat,
    oryantalizm.
    Doğu Bloku * Doğu Avrupa ülkelerinin II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturduğu, 1990’lıyıllarda dağılan siyasî blok.
    doğu kayını * Doğu bölgelerinde yetişen bir tür kayın ağacı.
    doğu noktası * Güneşçemberi merkezinin 21 Mart ve 23 Eylülde ufkunda doğduğu nokta.
    Doğu Türkçesi * Hazar Denizi’nin ve Türkmenistan’ın doğusunda kalan Türklerin kullandığıdil.
    doğulu * Doğu ülkelerinden olan veya doğu uygarlığını benimsemiş(kimse), şarklı.
    doğululaşma * Doğululaşmak işi.
    doğululaşmak * Doğu yaşayışını benimsemek.
    doğululuk * Doğulu olma durumu, şarklılık.
    * Doğu ahlâk, görenek ve geleneklerine bağlı olma durumu.
    doğum * Doğmak fiili, tevellüt, velâdet.
    * Bir kimsenin doğduğu yıl.
    doğum evi * Doğum yapılan sağlık kuruluşu.
    doğum günü * Bir kimsenin doğduğu gün.
    doğum ilmühaberi * Çocuk doğunca resmî görevlilerce hazırlanan belge.
    doğum kontrolü * Doğumların sınırlandırılmasıveya istemeyerek gebe kalmanın önlenmesi için uygulanan yöntemlerin
    bütünü.
    doğum odası * İçinde doğum yapılan hastahane odası.
    doğum oranı * Bir ülkedeki doğumların sayısal durumu.
    doğum sancısı * Doğum yaparken duyulan sancı.
    * Yeni bir duruma geçilirken çekilen zorluklar.
    doğum tarihi * Bir kimsenin doğduğu tarih.
    doğum yapmak * doğurmak.
    doğum yeri * Bir kimsenin doğduğu köy, ilçe veya şehir.
    doğumhane * Doğum evi.
    doğumlu * Belirli bir yılda doğmuş, tevellütlü.
    doğumsal * Doğumdan, soydan gelen.
    doğuranlar * Hayvanların yavru doğurma yoluyla üreyen sınıfı.
    doğurgan * Çok doğuran.
    * Çok eser veren, velût.
    doğurganlaşma * Doğurganlaşmak işi veya durumu.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 60

    doğal coğrafya * Fizikî coğrafya.
    doğal gaz * Yer kabuğunun içinde bulunan, yakıt olarak önem sıralamasında ham petrolden sonra ikinci sırayıalan ve
    petrolün bir cinsi olan yanıcı gaz.
    * Hidrokarbon rezervuarısahalarında açılan kuyulardan elde edilen, esas itibarıyla metan gazı ile az miktarda
    propan, bütan gibi daha ağır moleküllü hidrokarbon gazlarıve eser miktarda su buharı, hidrojen, karbondioksit ve
    azot karışımı gaz.
    * Konutlarda ve işyerlerinde ısınma, üretim ve enerji amacıyla belli bir merkezden kontrollü olarak bir
    şebeke sistemiyle dağıtılan yanıcı gaz.
    doğal gaz enerjisi * Doğal gazdan elde edilen enerji.
    doğal sayı * 1, 2, 3, … sayılarından her biri.
    doğalcı * Doğalcılık yanlısı olan, natüralist.
    doğalcılık * Gerçeğin doğaya uygun biçimde yansıtılmasınıamaçlayan sanat akımı, natüralizm.
    * Gerçeğin yalnız doğa ile açıklanması, natüralizm.
    doğallaşma * Doğallaşmak işi.
    doğallaşmak * Doğal duruma gelmek, tabiîleşmek.
    doğallaştırma * Doğallaştırmak işi.
    doğallaştırmak * Doğal duruma getirmek, tabiîleştirmek.
    doğallık * Doğal olma durumu, tabiîlik.
    doğan * Kartalgillerden, küçük kuş, fare vb. ile beslenen ve alıştırılarak kuşavında kullanılan yırtıcı bir kuş(Falco).
    doğancı * Avcıdoğan yetiştiren veya doğanla avlanan kimse.
    doğancılık * Doğancının işi veya mesleği.
    doğasever * Doğanın kirlenmesine ve tahrip edilmesine karşıçıkan (kimse).
    doğaüstü * Doğa yasalarına uymayan, doğa yasalarıyla açıklanamayan, tabiatüstü.
    doğaüstücülük * Doğa yasalarıyla açıklanamayan olayların ve gerçeklerin varlığına inanmak gerektiğini ileri süren öğreti,
    sürnatüralizm, tabiatüstücülük.
    doğduğuna bin pişman * bezgin.
    * tembel.
    doğduğuna pişman etmek * Bkz. anasından doğduğuna pişman etmek.
    doğduğuna pişman olmak * aşırıüzülmek, olağanüstü sıkıntıda olmak, eziyete uğramak.
    doğdurma * Doğdurmak işi.
    doğdurmak * (Güneş, Ay, yıldız için) Doğmasını sağlamak.
    * Doğuncaya kadar beklemek.
    doğma * Doğmak durumu.
    * Doğmuş.
    * Dünyaya gelme.
    doğma büyüme * Herhangi bir yerde doğup yetişmiş.
    * Başlangıçtan beri.
    doğmaca * İçten geldiği gibi, irticalen, doğaçlama.
    doğmak * Dünyaya gelmek.
    * (Güneş, Ay, yıldız) Ufuktan yükselerek görünmek.
    * Ortaya çıkmak, sonucu olmak.
    * (düşünce, hayal gibi şeyler için) Zihinde birdenbire oluşmak.
    doğram * Doğrama sonucu ortaya çıkan parça.
    doğram doğram * Paramparça, darmadağın.
    doğrama * Doğramak işi.
    * Bir yapının kapı, pencere, dolap, raf gibi ağaç, metal veya plâstik bölmeleri.
    doğramacı * Ahşap doğrama yapan kimse.
    doğramacılık * Doğramacı olma durumu veya doğramacının sanatı.
    doğramak * Keserek parçalamak.
    doğranma * Doğranmak işi.
    doğranmak * Kesilmek, parça parça edilmek.
    * Kesilir gibi ağrımak.
    doğratma * Doğratmak işi.
    doğratmak * Doğramak işini yaptırmak.
    doğrayış * Doğramak işi veya biçimi.
    doğru * Bir ucundan öbür ucuna kadar yönü değişmeyen, eğri ve çarpık karşıtı.
    * Gerçek, yalan olmayan.
    * Akla, mantığa uygun.
    * Yasa, yöntem ve ahlâka bağlı, dürüst, namuslu.
    * Gerçeğe veya kurala uygun.
    * Gerçek, hakikat.
    * İki nokta arasındaki en kısa çizgi.
    * Yanlışsız, eksiksiz.
    * Hiçbir yöne sapmadan, dosdoğru, doğruca.
    * Karşıyönünce.
    * (zaman anlatan kelimelerden sonra) Yakın, yakınlarında.
    doğru açı * 180 derecelik açı.
    doğru akım * İletken bir devre üzerinde yön değiştirmeyen sürekli elektrik akımı.
    doğru bulmak * uygun görmek, onamak.
    doğru çıkmak * gerçek olduğu anlaşılmak.
    doğru doğru dosdoğru * en doğrusu şudur ki.
    doğru durmak * dik durmak.
    * uslu durmak.
    doğru dürüst * Tam olarak, eksiksiz olarak, istenildiği gibi, kusursuz, yanlışsız.
    doğru orantılı * Birbirine bağlı olan ve biri artınca öteki de artan iki büyüklük arasındaki bağıntı.
    doğru oturmak * uslu oturmak.
    doğru parçası * Doğru üzerinde iki nokta ile sınırlanmışparça.
    doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar * doğru olmakla birlikte başkalarının işine gelmeyen sözleri söyleyenlerin sevilmediğini anlatır.
    doğru yol * Her türlü kötülükten uzak olan tutum.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 59

    dizilmek * Dizi durumuna getirilmek, dizmek işi yapılmak.
    * Sıraya girmek.
    dizim * Dizilmek işi, dizme.
    * Söz zincirinde birbirini izleyen ve belli bir birim oluşturan ögeler birleşimi, sentagma.
    dizim dizim * Dizilmişolarak, dizi dizi.
    dizin * Bir kitabın veya derginin kişi, konu, yer adıvb. bakımından içindekileri yer numarasıyla belirten ve eserin
    arkasında yer alan alfabetik liste, indeks, fihrist.
    * Belli bir konuda çıkan kitap ve dergideki yazılarla ilişkiyi sağlayan ve ayrı bir kitap veya süreli yayın
    biçiminde çıkan eser.
    * Kitaplık, belge vb. için düzenlenen belli bir bilginin veya belgenin bulunduğu yeri gösteren düzenli liste.
    dizini dövmek * çok pişman olmak.
    diziş * Dizmek işi veya biçimi.
    dizleme * Dizlemek işi.
    dizlemek * Dize kadar batmak.
    * Dizini kullanarak bastırmak.
    dizleri kesilmek (veya tutmamak) * dizlerinde derman, güç kalmamak.
    dizlerine kapanmak * çok yalvarmak.
    dizlerine kara su inmek * beklemekten veya yorgunluktan güçsüz kalmak.
    dizlerinin bağıçözülmek * korkudan ayakta duramayacak duruma gelmek.
    dizlik * Dize, korumak amacıyla geçirilen şey.
    * Dize kadar uzanan konçlu çorap.
    * İç donu.
    * Şalvar.
    * İşönlüğü.
    dizme * Dizmek işi.
    dizmek * Bazınesneleri ipliğe, tele vb. ne geçirmek.
    * Yan yana veya üst üste sıralamak.
    * (basım evinde) Harfleri yan yana getirerek yazı düzenlemek.
    * Düzenlemek, hazırlamak.
    dizmen * (basım evinde) Dizgici, mürettip.
    dizüstü * Dizler üzerinde durabilen veya dizler üzerine konduğunda çalıştırılabilen araç.
    dizyem * Sıcakölçerde santigradın onda biri.
    do * Gam (II) dizisinde “si” ile “re” arasındaki ses.
    * Bu sesi gösteren nota işareti.
    do anahtarı * Portenin üzerine çizilen ve o çizgideki notaya adınıveren anahtar.
    dobra dobra * Sakınmadan, çekinmeden (söylemek, konuşmak).
    doçent * Üniversitelerde profesörden önceki basamakta bulunan öğretim üyesi.
    doçentlik * Doçent olma durumu.
    * Doçentin görevi.
    Dodurga * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    dogma * Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.
    dogmacı * Dogmacılıkla ilgili.
    * Dogmacılık yanlısı olan kimse.
    dogmacılık * Öne sürülen öğreti ve ilkeleri eleştirmeden doğru olarak benimseyen ve benimsediği var sayımlardan katı
    bir yöntemle önermeler türeten anlayış, dogmatizm.
    dogmalaştırma * Dogmalaştırmak işi.
    dogmalaştırmak * Bir inancıdogma durumuna getirmek.
    dogmatik * Deney bilgisini, deneye dayanan kanıtlarıhiçe sayarak, kanılarını inanç öğretilerinden çıkaran (düşünce
    biçimi).
    * Felsefe ve din dogmalarının bilimsel (mantıksal) ve sıralı bir yolla ortaya konuluşu.
    dogmatik felsefe * Eleştirmeciliğin ve kuşkuculuğun tersine olarak, her türlü inkâr ve kuşkunun üstünde tutulan birtakım
    ilkeleri benimseyen felsefe.
    dogmatizm * Dogmacılık.
    doğa * Tabiat.
    * İnsan eliyle büyük değişikliğe uğramamışdoğal güzelliklerini koruyan, genellikle şehir dışıkesim.
    doğa bilgisi * Tabiat bilgisi.
    doğa bilimci * Tabiatın çeşitli özellikleri üzerinde çalışan, araştırma yapan, tabiatçı.
    doğa bilimcilik * Doğa bilimcisinin işi, uğraşısı.
    doğa bilimleri * Tabiat bilimleri, olaylarıve yasaları olan fizik, kimya, gök bilimi gibi bilimler.
    doğa dışı * Doğaya aykırı, tabiata aykırı, gayritabiî.
    doğa ötesi * Duyularımızla algılayamadığımız varlıkların sebeplerini ve temellerini araştıran felsefe, fizik ötesi,
    metafizik.
    * Akıl ve sezgiyle elde edilen ilk ilkeleri veya mutlak bilgiyi konu alan felsefe, fizik ötesi, metafizik.
    * Bu felsefeyle ilgili olan.
    doğa yasası * Doğa olaylarının bağlı olduğu yasa.
    doğacak * Gelecek.
    doğacı * Doğacılık yanlısı olan, natürist.
    doğacılık * Toplumsal kuruşların ve yaşayış biçiminin doğaya dönük olmasınıamaç edinen öğreti, natürizm.
    doğaç * Şiir veya sözü birdenbire, düşünmeden, içine doğduğu gibi söyleme, irtical.
    doğaçlama * Doğaçlamak işi.
    * O anda, birdenbire.
    doğaçlama tiyatro * İçten geldiği gibi, irticalen gerçekleştirilen oyun.
    doğaçlamak * İçten gelerek söylemek, irticalen dile getirmek.
    * O anda şiir söylemek, irticalen şiir söylemek.
    doğaçtan * Birdenbire, düşünmeden, içine doğduğu gibi (söylemek, konuşmak), irticalen.
    doğal * Tabiî.
    * Tabiatın düzenine ve gereklerine uygun, tabiî.
    * Kendiliğinden, insan eliyle yapılmamış.
    doğal ayıklanma * Darwin’e göre doğada ve toplumda canlıtürlerin arasındaki var olma savaşınıen güçlülerin, çevreye en iyi
    uyabilenlerin kazandıklarını; güçsüzlerin, çevreye uyamayanların ise ortadan kalktıklarınısavunan öğreti.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 57

    diyabetolog * Diyabet uzmanı.
    diyabetoloji * Diyabet bilimi.
    diyafram * Göğüs ve karın boşluklarını birbirinden ayıran ince ve genişkas.
    * Bir ışık demetinde uçtaki ışıklarıtutmak ve optik cihazlarda daha net bir görüntü elde etmek için çapı
    ayarlanabilir ışık geçirmez levha.
    diyagonal * Kenarlarına oranla eğrilemesine dokunmuşkumaş.
    * Köşegen.
    diyagram * Herhangi bir olayın değişimini gösteren grafik.
    * Bir çiçeğin bütün ayrıntılarını gösteren taslak.
    diyaklâz * Yer altındaki basınç ve gerilim dolayısıyla, taşkütlelerinin yer değiştirmeden çatlayıp yarılması, çatlak.
    diyakoz * Hristiyanlıkta papazın yardımcısı olan din adamı.
    diyakroni * Art zamanlık.
    diyakronik * Art zamanlı.
    diyalâj * Piroksen cinsinden, doğal kalsiyum, magnezyum ve demir silikatı.
    diyalekt * Lehçe.
    diyalektik * Gerçekliği ve onun çelişmelerini incelemeye yarayan ve bu çelişmeleri aşmaya yarayan yollarıaramayı
    öngören akıl yürütme yöntemi.
    diyalektikçi * Diyalektik yöntemini uygulayan kişi.
    diyalektolog * Diyalektoloji uzmanı.
    diyalektoloji * Lehçe bilimi.
    diyalel * Bir önermeyi başka bir önerme ile tanıtlamak yoluyla yapılan sofizm, üstü örtülü bir tür kısır döngü.
    diyaliz * Bazıcisimlerin gözenekli zarlardan geçebilmesi temeline dayanan bir çözümleme veya arıtma yöntemi.
    diyalog * Karşılıklıkonuşma.
    * Oyun, roman, hikâye gibi eserlerde iki veya daha çok kimsenin konuşması.
    * Konuşmaya dayanılarak yazılmışeser.
    * Anlaşma, uyum sağlama veya bu yolda çalışma.
    diyalog kurmak * anlaşma ve uyum sağlayacak yolda karşılıklıkonuşmak.
    diyanet * Din kurallarına tam bağlı olma durumu.
    * Din.
    diyanet işleri * Dinle ilgili işler.
    diyapazon * Titreştirilince ana seslerden birini veren, U biçiminde, küçük bir çelik araç.
    diyapozitif * Saydam bir yüzey üzerine alınmış, projeksiyonda kullanılmaya özgü, pozitif görüntü, slâyt.
    diyar * Ülke.
    * Dünya.
    diyarı gurbet * İş, eğitim vb. sebeplerle göç edilen yabancıyer.
    diyastaz * Nişastayıdekstrin ve glikoz durumuna getiren, tükürükte ve pankreasın salgısında bulunan bir enzim.
    diyastol * Sistolden sonra karıncıkların genişlemesi.
    diyatome * Silisli sert kabukları olan ve fosilleri, kalın yer katmanları oluşturan bir algler familyası.
    diye * İki cümleyi sebep bildirerek birbirine bağlar.
    * Herhangi bir yargıya vararak, niteleyerek, sanarak, diyerek.
    * Adlı.
    diye diye * Söyleyerek.
    diyecek * Söylenecek söz.
    diyecek yok * eleştirilecek bir yanıyok, söz yok.
    diyet * İslâm hukukunca öldürme ve yaralamalarda suçlunun ödemek zorunda olduğu para veya mal.
    diyet * Perhiz, rejim.
    diyet peyniri * Tuzsuz ve yağıalınmış bir peynir türü.
    diyetetik * Kötü beslenmenin yol açtığıhastalıkları, yiyeceklerin besin değerlerini inceleyen sağlık bilgisi dalı.
    diyetisyen * Diyet uzmanı.
    diyez * Bir sesin yarım ton inceltileceğini gösteren nota işareti.
    * Böylece inceltilmiş(ses).
    diyoptri * Optik sistemlerin yakınsaklık birimi.
    diyorit * Özellikle plâjiyoklazdan oluşan, saydam, üstü tanecikli derinlik kayacı.
    diz * Kaval, baldır ve uyluk kemiğinin birleştiği yer.
    * Oturulduğunda uyluğun üst yanı.
    diz ağırşağı * Diz kapağıkemiği.
    diz bağı * Dizde çorabın tutturulduğu bağ.
    diz boyu * Dize kadar.
    diz çökmek * dizlerini yere koyarak oturmak.
    * Bkz. dize gelmek.
    diz dize * Dizleri birbirine değecek biçimde birbirine yakın (oturmak).
    diz kapağı * Dizin diz kapağıkemiği ile kaplı bölümü.
    diz kapağıkemiği * Dizin önünde bulunan, kapak biçiminde oynar kemik.
    diz üstü çökmek * dizleri yere gelecek biçimde eğilmek veya oturmak.
    diz(leri)ini dövmek * pişmanlık duymak.
  • Türkçe Sözlük D Sayfa 58

    dizanteri * Ağrılıve kanlı ishalle beliren, bağırsakta yaralara yol açan bulaşıcı, salgın hastalık, kanlı basur.
    dizanterili * Dizanteriye yakalanmışolan (kimse).
    dizayn * Çizim.
    dizayncı * Dizayn işiyle uğraşan kimse.
    dizdar * Kale muhafızı, kale bekçisi.
    dizdirme * Dizdirmek işi.
    dizdirmek * Dizmek işini yaptırmak.
    dize * Şiirin satırlarından her biri, mısra.
    dize gelmek * başeğmek, boyun eğmek.
    dize getirmek * kendisine karşı geleni yenerek buyruğuna uyacak duruma getirmek.
    dizel * Sıkıştırılmışhava içine püskürtülen yakıtla çalışan motor.
    dizeleme * Dizelemek işi.
    dizelemek * Dize durumuna getirmek.
    dizeleştirme * Dizeleştirmek işi.
    dizeleştirmek * Dize durumuna getirmek.
    dizem * Bir dizede veya notada vurgu, uzunluk veya ses özelliklerinin, durakların düzenli bir biçimde
    tekrarlanmasından doğan ses uygunluğu, tartım, ritm.
    dizemli * Dizemli olan, tartımlı, ritmli, ritmik.
    dizemsiz * Dizemi olmayan, tartımsız, ritmsiz.
    dizge * Bir bütün oluşturacak biçimde karşılıklı olarak birbirine bağlıögelerin bütünü, manzume, sistem.
    * Bir ilkeye veya dünya görüşüne göre düzenlenmişdüşünceler, bilgiler, öğretiler bütünü, manzume, sistem.
    dizgeli * Dizgesi olan, dizgesel, sistemli, sistematik.
    dizgesel * Dizge ile ilgili, sistemli, sistematik.
    dizgesiz * Dizgesi olmayan, dizgeye bağlı olmayan, sistemsiz.
    dizgi * Basım için harfleri, kelimeleri, satırları, sayfalar oluşturacak biçimde düzenleme, tertip.
    dizgi yeri * Dizgi işlerinin yapıldığıyer, mürettiphane.
    dizgici * Basım evinde dizgi işiyle uğraşan kimse, mürettip.
    dizgicilik * Dizgicinin işi, mürettiplik.
    dizgin * Gemin uçlarına bağlanarak hayvanıyöneltmeye yarayan kayış.
    dizgin vurmak * dizgin takmak.
    dizgine gelmek * düzelmek, belli bir disipline ve sisteme girmek.
    dizginini çekmek * birinin aşırıdavranışlarına engel olmak.
    dizginini kesmek * üzerindeki baskıyıartırmak.
    dizginleme * Dizginlemek işi.
    dizginlemek * Ata dizgin takmak veya atıyürütmek için dizginini oynatmak.
    * Birinin aşırıdavranışlarınıönlemek.
    dizginlenme * Dizginlenmek işi.
    dizginlenmek * Dizginlemek işi yapılmak veya dizginlemek işine konu olmak.
    dizginleri (ele) vermek * başkasının yönetimini kabullenmek.
    dizginleri ele almak * yönetimi eline geçirmek.
    dizginleri gevşetmek * birinin üzerindeki baskıyıazaltmak.
    dizginleri koparmak * her türlü bağve baskıdan kurtulmak.
    dizginleri salıvermek * başı boş bırakmak.
    dizginsiz * Dizgini olmayan.
    * Aşırı olan, engel tanımayan, ölçüsüz.
    dizi * Bir iplik veya tel üzerine dizilmişinci, boncuk gibi şeylerin oluşturduğu bütün, sıra.
    * Herhangi bir bakımdan bir bütün oluşturan şeylerin tümü, seri.
    * Yan yana, art arda veya zaman sırasına göre sıralanmış birbiriyle ilişkili nesne veya olayların oluşturduğu
    bütün sıra.
    * Saf durumundaki bir kıtanın, birbiri arkasında duran erlerine verilen ad.
    * Değerleri artarak veya eksilerek art arda gelen terimler takımı.
    * Aynısöz dizimsel bağlam içinde birbirinin yerini alabilecek olan ve güçlü bir karşıtlık bağlantısıkuran
    ögelerin oluşturduğu bütün, paradigma.
    * Dizi film.
    * Bir oktavın içinde sıralanan sekiz sesin bütünü.
    dizi (veya dizinin dibi) * yanı başı.
    dizi dizi * Dizilerek, dizim dizim, diziler durumunda.
    dizi film * Birbirini izleyen ve ayrı bölümlerden oluşan filmler.
    dizici * Dizgici.
    dizilemek * Dizi durumunda sıralamak.
    dizili * Dizilmişolan, sıralanmış, mürettep.
    diziliş * Dizilmek işi veya biçimi.
    dizilme * Dizilmek işi.