Kategori: F

  • Türkçe Sözlük F Sayfa 14

    fıkramak * Herhangi bir yiyecek mayalanarak ekşimek, fışlamak.
    fıldır * Çabuk, hızlı, telâşlı.
    fıldır fıldır * Çabuk ve sürekli bir biçimde.
    fındık * Kayıngillerden, kuzey yarım kürenin ılık yerlerinde ve yurdumuzun daha çok Doğu Karadeniz bölgesinde
    yetişen bir ağaççık (Corylus avellana).
    * Bu ağaççığın sert bir kabuk içinde bulunan yağlı, nişastalıürünü.
    * Hileli zar.
    fındık altını * Osmanlıİmparatorluğunda kenar süsleri fındığa benzediğinden bu adla anılan altın sikke, fındıkî.
    * Küçük ve değerli şey.
    fındık ateşi * Nargilede tütünün üstüne ortalamasına konulan yuvarlak, küçük, yanar kömürler.
    fındık biti * Kın kanatlılardan, fındık kurdu dediğimiz kurtçuklarıdolayısıyla fındık ürününün en büyük düşmanı olan,
    uzun gagalı böcek (Balaninus nucum).
    fındık faresi * Kemiricilerden, karnı beyazımsı, sırtı boz renkli, fındıklılarda çok zarara yol açan bir memeli türü
    (Muscardinus avellanarius).
    * Evlerde rastlanan küçük fare türü.
    fındık kabuğu * Fındığın kabuk rengini andıran bir tür kahverengi.
    fındık kabuğunu doldurmaz * çok önemsiz, değersiz.
    fındık kırmak * çapkınlık yapmak.
    fındık kurdu * Fındık bitinin fındık içinde gelişerek onun dökülmesine, değerini yitirmesine yol açan kurtçuğu.
    fındık kurdu gibi * ufak tefek tombulca (kadın).
    fındık sıçanı * Bkz. fındık faresi.
    fındık yağı * Fındıktan elde edilen yağ.
    fındık yuvası * Tombul ellerin dışyüzünde, parmak diplerinde görülen çukurluklar.
    fındıkçı * Fındık yetiştiren veya satan kimse.
    * Cilveli, oynak kadın.
    fındıkçılık * Fındık yetiştirme veya satma işi.
    * Cilveli, oynak olma durumu.
    fındıkî * Fındık kabuğunun rengi.
    * Fındık altını.
    fındıkkıran * Fındık ve buna benzer kabuklu yemişlerin kabuğunu kırmaya yarayan araç.
    * İşveli, şuh, baştan çıkarıcı(kadın).
    fındıklık * Fındık ağaçlarıçok olan yer, fındık korusu.
    fır * Fırıl fırıl.
    * Piç, fırlama.
    fır dönmek * bir kimseye yaranmak veya yardım etmek için üstün çaba harcamak.
    fır fır * Fırıl fırıl.
    fırça * Bir şeyin tozunu, kirini gidermekte veya bir şeye boya, cilâ sürmekte kullanılan, bir araya getirilerek
    bağlanmışkıl veya kıla benzer başka tellerden yapılan araç.
    * Resim yapma sanatıve biçimi.
    * Çökmeyi engelleyen bağların oynamasınıveya kaymasınıönlemek için aralara yerleştirilen direk parçası.
    fırça çekmek * kendinden alt düzeyde olan birini çok azarlamak, fırçalamak.
    fırça gibi * dik, sık ve sert (saç, sakal).
    fırçacı * Fırça yapıp satan kimse.
    fırçacılık * Fırça ve fırçaya benzer araçların yapım ve satımı.
    fırçalama * Fırçalamak işi.
    fırçalamak * Temizlemek veya parlatmak için fırça ile sürtmek.
    * (avcılıkta) Sık ve bataklık ormandan geçmek.
    * Kendinden alt düzeyde olan birini çok azarlamak, fırça çekmek.
    fırçalanma * Fırçalanmak işi.
    fırçalanmak * Fırça ile ovulmak, düzgünleştirilip parlatmak veya temizlenmek.
    * Çok azarlanmak.
    fırçalatma * Fırçalatmak işi.
    fırçalatmak * Fırçalamak işini yaptırmak.
    fırçalayış * Fırçalamak işi veya biçimi.
    fırçalı * Fırçası olan.
    fırçalık * İçine resim yapmada kullanılan fırçaların konulduğu süzgeçli kap.
    fırdolayı * Çepeçevre.
    fırdöndü * Biri döndüğünde ötekinin de dönmesini engellemek için uç uca getirilerek serbest bir eksenle bağlanmış
    çift halka.
    * Topaç gibi çevrilerek oynanan, tunçtan, altıköşeli bir kumar aracı.
    * Bir ipe bağlı olarak birden fazla çipa atıldığında çipaların karışmaması için tekne zinciri ile parçaların
    bağlandığızincir arasına konulan metal araç.
    * Belirli bir görüşveya düşünce sahibi olmayan.
    fırfır * Giysi, perde gibi şeylerin kenarlarına dikilen kırmalıveya büzgülü süs, farba, farbala.
    fırfırlı * Fırfırı olan.
    fırıl fırıl * Bir şey sürekli ve hızla dönerek.
    fırıldak * Rüzgârla dönen, çember biçiminde çocuk oyuncağı.
    * Havalandırmak amacıyla oda veya mutfak pencerelerine takılan kanatlıaraç.
    * Ocak veya soba borusunun iyi çekmesini sağlamak için tepesine takılan ve rüzgârın gittiği yöne
    dönebilecek biçimde yapılan şapka.
    * Dolap, düzen, hile.
    fırıldak çevirmek (veya döndürmek) * istediğini yapmak için hileli yollara başvurmak.
    fırıldak çiçeği * Çarkıfelek.
    fırıldak gibi * sürekli düşünce değiştiren, sözünden dönen (kimse).
    fırıldakçı * Fırıldak yapan veya satan kimse.
    * Düzen çeviren, düzenci, dolap çeviren kimse.
    fırıldakçılık * Fırıldakçının işi veya mesleği.
    fırıldanma * Fırıldanmak işi veya durumu.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 15

    fırıldanmak * Fırıl fırıl dönmek.
    fırıldatma * Fırıldatmak işi.
    fırıldatmak * Fırıl fırıl çevirmek.
    fırın * Her yandan aynıderecede ısıalarak ekmek, pasta vb. pişirmeye yarayan, tavanıtonoz biçiminde, önünde
    tek açıklık bulunan ocak.
    * Ekmek, pasta vb. nin pişirildiği ve satıldığıdükkân.
    * Isıverici bir düzenekle çalışan, yiyecekleri pişirmeye veya ısıtmaya yarayan alet.
    * Bir maddeyi fiziksel veya kimyasal değişikliğe uğratmak amacıyla ısıtılan alet.
    * Fırında pişirilmiş.
    fırın gibi * çok sıcak (yer).
    fırın kebabı * Büyük tencerelere yerleştirilerek fırında pişirilen et yemeği, et kebabı.
    fırıncı * Fırın işleten kimse.
    fırıncılık * Fırın işletme işi.
    fırında makarna * Haşlanmışmakarnaların arasına özellikle kaşar peyniri konularak üzerine süt dökülüp fırında pişirilen
    makarna yemeği.
    fırınlama * Fırınlamak işi.
    fırınlamak * Pişirmek için fırına koymak.
    * Fırında kurutmak.
    fırınlanma * Fırınlanmak işi.
    fırınlanmak * Fırına konulmak veya fırında kurutulmak.
    fırınlatma * Fırınlatmak işi.
    fırınlatmak * Fırınlamak işini yaptırmak.
    fırınlı * Fırınlanmış.
    fırınlık * Fırında pişirilmeye hazır yemek.
    * Bir fırının alacağıkadar.
    fırka * İnsan topluluğu.
    * Tümen.
    * Siyasî parti.
    fırkacı * Parti üyesi.
    * Bir partiye çok bağlı olan, partici.
    fırkacılık * Particilik.
    fırkata * 10 – 15 çift kürekli, hızlı, eski bir savaşgemisi.
    fırkate * Bkz. firkate.
    fırlak * Dışarıdoğru fırlamış, çıkmış, çıkık.
    fırlama * Fırlamak işi.
    * Arsız, terbiyesiz çocuk.
    * Piç.
    fırlamak * Hızla, birdenbire bulunduğu yerden çıkmak, ayrılmak.
    * Yerinden oynayıp ileriye doğru çıkıntıyapmak.
    * Fiyatı birdenbire yükselmek.
    fırlatılma * Fırlatılmak işi.
    fırlatılmak * Fırlatmak işi yapılmak.
    fırlatış * Fırlatmak işi veya biçimi.
    fırlatma * Fırlatma işi.
    * Kol ve bacağın vücudun orta çizgisinden türlü yönlere, son eklemine kadar hızla ve gergin olarak
    uzaklaştırılması(açılması).
    fırlatmak * Hızla atmak, bulunduğu yerden dışarıatmak.
    fırlayış * Fırlamak işi veya biçimi.
    fırsat * Uygun zaman, uygun durum veya şart, vesile.
    fırsat beklemek (veya aramak) * en uygun şartıkollamak.
    fırsat bilmek * bir şeyden belli bir amaçla hemen yararlanmak.
    fırsat bu fırsat * yararlanılacak en uygun zaman.
    fırsat bulmak * uygun, elverişli zaman bulmak.
    fırsat düşkünü * Kötülük yapmak için fırsat kollayan (kimse).
    fırsat düşmek (veya çıkmak) * bir imkâna kavuşmak.
    fırsat kollamak (veya gözlemek) * yapmak istediği işiçin uygun bir zaman veya bir durum beklemek.
    fırsat vermek * bir işi yapmak için uygun, elverişli şartı sağlamak.
    fırsat yoksulu * Eline fırsat geçmediği için zararsız gibi görünen (kişi).
    fırsatçı * Fırsatları iyi değerlendiren, fırsat kollayan.
    fırsatçılık * Fırsatçı olma durumu.
    fırsatı ganimet bilmek * çıkan fırsattan en iyi biçimde yararlanmak.
    fırsatıkaçırmamak * elverişli durumdan yararlanmak.
    fırsatınıdüşürmek * kolayını bulmak.
    fırsattan istifade etmek * ele geçirilen imkân veya durumdan en iyi biçimde yararlanmak.
    fırt * Bir solukta veya bir yudumda içilebilecek miktarda sigara veya içki.
    fırt fırt * (yer değiştirme için) Sürekli olarak, ikide bir.
    fırtına * Yağmur ve kasırga getiren çok güçlü rüzgâr.
    * Bu rüzgârın denizde veya kum çöllerinde yarattığıdalgalanma.
    * Güç atlatılan kötü durum.
    * Karşıt düşünce veya durumların yarattığıkarışıklık; sıkıntı.
    * Saatteki hızı70 mil olan rüzgâr.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 16

    fırtına çıkmak * sert rüzgâr esmeye başlamak.
    fırtına gibi * hızla, birdenbire.
    * telâşlı, aceleci.
    fırtına kopmak (veya patlamak) * şiddetli fırtına çıkmak.
    * bir yerde kavga ve gürültü çıkmak.
    fırtına kuşu * Perde ayaklılardan, kıvrık gagalı, açık denizlerde yaşayan bir kuş, deniz ördeği (Thalassidroma pelagica).
    fırtına kuşugiller * Omurgalıhayvanlardan kuşlar sınıfına giren bir familya.
    fırtına uğrağı * Fırtınalıyer veya fırtınanın çok olduğu yer.
    fırtınalı * Çok rüzgârlı.
    * Çok tartışmalı, çekişmeli, gürültülü, karışık.
    fırttırma * Fırttırmak işi veya durumu.
    fırttırmak * Aklınıkaçırmak, delirmek, aklınıyitirmek, çıldırmak.
    fıs fıs * Gizli ve yavaşkonuşulurken çıkan sesi anlatır.
    fısfıs * Koku, ilâç vb. sıvılarıpüskürtmek için kullanılan araç.
    fısfıslama * Fısfıslamak işi.
    fısfıslamak * Koku, ilâç vb. sıvılarıpüskürtmek.
    fısfıslanma * Fısfıslanmak işi veya durumu.
    fısfıslanmak * Koku, ilâç vb. sıvılar püskürtülmek.
    fısıl fısıl * Fısıltıhâlinde, fısıldayarak, alçak sesle.
    fısıldama * Fısıldamak işi.
    fısıldamak * Başkalarının duyamayacağıkadar alçak sesle konuşmak, fıslamak.
    fısıldanma * Fısıldanmak işi.
    fısıldanmak * Fısıltıhâlinde söylenmek.
    fısıldaşma * Fısıldaşmak işi.
    fısıldaşmak * Birbirine fısıldamak.
    fısıltı * Fısıldarken çıkan, güçlükle duyulan ses.
    fısıltı gazetesi * Toplumu ilgilendiren bir konu ile ilgili dedikodu.
    fısır fısır * İnce bir şey yanarken veya dar bir delikten su geçerken çıkan sesi anlatır.
    * Gizli olarak, alçak bir sesle.
    fısırtı * Fısıltı.
    fıskiye * Havuzda suyu yukarıya doğru, türlü biçimlerde fışkırtan ağızlık, fışkırık.
    fıslama * Fıslamak işi.
    fıslamak * Bkz. fısıldamak.
    * Gizlice haber vermek.
    fıslanma * Fıslanmak işi.
    fıslanmak * Fıslamak işi yapılmak.
    fıstık * Antep fıstığı, çam fıstığıveya yer fıstığıdenilen yemişlerin genel adı.
    * Tombul, kısa boylu, tıknaz (kimse).
    fıstık çamı * Bkz. çam fıstığı.
    fıstık ezmesi * Fıstıkla yapılan bir şekerleme.
    fıstık gibi * dolgun, besili ve canlı.
    * çok güzel.
    fıstıkçı * Fıstık yetiştiren veya satan kimse.
    fıstıkçılık * Fıstık yetiştirme işi.
    * Fıstık alıp satma işi.
    fıstıkî * Sarıya çalan açık yeşil renk.
    * Bu renkte olan, açık yeşil.
    fıstıkî makam * Çok ağır, ağır ağır, yavaşyavaş.
    fıstıklamak * Kışkırtma amacıyla araya nifak sokmak.
    fıstıklık * Fıstık ağaçlarıdikilmişyer, fıstık bahçesi.
    fışfış * Fışır fışır.
    fışıldama * Fışır fışır ses çıkarma.
    fışıldamak * Fışır fışır ses çıkarmak.
    fışıltı * Fışırdama sesi.
    fışır fışır * İpek kumaş bir yere sürtünürken veya su hafif hafif akarken çıkan ses.
    fışırdama * Fışırdamak sesi.
    fışırdamak * Fışır fışır ses çıkartmak.
    fışırdatma * Fışırdatmak işi.
    fışırdatmak * Fışır fışır ses çıkartmak.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 17

    fışırtı * Fışırdama sesi.
    fışkı * Atgillerin taze dışkısı, tersi.
    fışkılama * Fışkılamak işi.
    fışkılamak * Toprağıfışkı ile gübrelemek.
    fışkılık * Fışkının biriktirildiği yer.
    fışkın * Bir ağacın dibinden süren ince dal, sürgün, filiz, dal, piç.
    * Asma kütüğünde hereğin üst yanında biten dal.
    fışkırdak * Sıvılarıfışkırtmaya yarayan araç.
    * Ağzındaki iki cam borudan biri üflenince ötekinden su fışkıran, lâboratuvarlarda yıkama işlerinde
    kullanılan bir deney aracı.
    fışkırık * Su fışkırtmaya yarayan araçların genel adı, fıskiye.
    fışkırış * Fışkırmak işi veya biçimi.
    fışkırma * Fışkırmak işi.
    * Güneşyüzeyinden uzaya sıcak gaz kütlelerinin fırlaması.
    fışkırmak * Gaz veya sıvılar bir yerden basınç etkisiyle yukarıya doğru birdenbire ve hızla çıkmak.
    * (bitkiler için) Toplu hâlde, gür olarak yetişmek.
    * Bir şey bir yerde bol bol görülmek.
    fışkırtı * Fışkıran bir şeyin çıkardığıses.
    fışkırtıcı * Belli hızla hareket eden bir akışkan yardımıyla, başka bir akışkanın boşalmasınısağlayan alet, ejektör.
    fışkırtılma * Fışkırtılmak işi.
    fışkırtılmak * Fışkırmasısağlanmak.
    fışkırtma * Fışkırtmak işi.
    fışkırtmak * Fışkırmasını sağlamak.
    fışlama * Fışlamak işi.
    fışlamak * Fıkramak.
    fıtık * İç organlardan bir parçanın, daha çok bağırsak bölümünün karın çeperlerini geçip deri altında ur gibi bir
    sişkinlik yapması, kavlıç, yarımlık.
    fıtık olmak * büyük sıkıntıduymak, kahrolmak, çaresiz kalmak.
    fıtıklı * Fıtığı olan, kavlıç.
    fıtrat * Yaradılış, hilkat.
    fıtraten * Doğuştan, yaradılışı gereğince.
    fıtrî * Yaradılışla ilgili, yaradılıştan, doğuştan (olan).
    fıtriye * Doğuştancılık.
    fıttırmak * Bkz. fırttırmak.
    fi * “-de, içinde” anlamlarında sözlerin başında kullanılan edat.
    fi tarihinde * oldukça eski bir zamanda.
    fiber * Sıkıştırılmış bitki tellerinden yapılmışmukavva veya tahta.
    fiberglas * Plâstik maddelerden, özellikle polyesterden parçalar yapımında kullanılan sağlamlaştırma maddesi.
    fibrin * Kan ve lenf serumunda bulunan albüminli bir madde.
    fibrinojen * Pıhtılaşma sırasında fibrine dönüşen bir kan proteini.
    fidan * Ağaç ve ağaççıkların yeni yetişeni.
    * Başka bir yere dikilmek için bulunduğu yerden çıkarılan taze ağaç, dikme.
    fidan biti * Yaprak biti.
    fidan boylu * İnce uzun ve biçimli (kimse).
    fidan gibi * ince ve uzun boylu.
    fidancık * Küçük fidan.
    fidanlık * Fidan yetiştirilen yer, dikmelik.
    fide * Bahçıvanlıkta yastıklarda tohumdan yetiştirilip başka yerlere dikilmek için hazırlanan sebze veya körpe
    çiçek.
    fideci * Fide yetiştirip satan kimse.
    fidecilik * Fide yetiştirip satma işi.
    fideizm * İnancılık, imaniye.
    fideleme * Fidelemek işi.
    fidelemek * Fidan dikmek.
    fidelik * Fide yetiştirilen yer.
    * Fide olmaya uygun.
    fidye * Tutsak edilen veya rehin alınan bir kimsenin serbest bırakılması için istenen para, kurtulmalık.
    * Fidyeinecat.
    fidyeinecat * Kurtulma bedeli, kurtulmalık.
    fifre * Yanlamasına çalınan, altıdeliği olan, tahtadan bir tür flüt.
    figan * Acı ile bağırma, inleme.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 18

    figan etmek * acı ile bağırmak, inlemek.
    figür * Resim ve heykel sanatlarında varlıkların biçimi.
    * Bir dansı oluşturan ölçülü adımlarla beliren zincirleme hareketlerden her biri.
    * Birbirini izleyerek melodik ve ritmik bakımdan bir bütün oluşturan notalar grubu.
    figüran * Genellikle tiyatro ve sinemada, konuşması olmayan veya konuşmasıçok az olan rollere çıkan kimse.
    * Bir toplumda, bir toplulukta sönük, etkisiz olan kimse.
    figüranlık * Figüran olarak çalışma.
    figüratif * Figürlü, figürcü.
    figüratif sanat * İçinde insan, hayvan ve doğa ögeleri yer alan, figürcü sanat.
    figürlü * Figürü olan.
    fiğ * Baklagillerden, hayvan yemi olarak yetiştirilen bir bitki (Vicia sativa).
    fihrist * İçindekiler.
    * Katalog.
    * Alfabetik sıralamalar için kullanılan, kenarında bütün harflerin yer aldığınot defteri.
    fihristleme * Fihristlemek işi.
    fihristlemek * Fihriste geçirmek.
    fiil * İş, davranış.
    * Olumlu veya olumsuz olarak çekimli durumda zaman kavramıtaşıyan veya zaman kavramı ile birlikte şahıs
    kavramıveren kelime.
    fiil cümlesi * Bildirme veya isteme kiplerinden biriyle kurulan ve olumsuzu ancak -ma/ -me eki ile yapılabilen cümle.
    fiil çekimi * Fiil isim kök veya gövdelerine zaman kavramı ile birlikte şahıs kavramıda veren eklerin getirilmesi, fiil
    tasrifi.
    fiil gövdesi * Kökü bir başka yapım eki almışfiil.
    fiil kökü * Fiil soyundan bir kelimenin bölünmeyen anlamlıkısmı.
    fiil tabanı * Fiil kök ve gövdelerinin çekim eki almamışhâli.
    fiile koymak * eyleme geçirmek.
    fiilen * Gerçekten, gerçekten yaparak, çalışarak.
    fiilî * Eylemli, edimsel, gerçekten yapılan (iş).
    fiili bozuk * Ahlâkça düşük (kimse).
    fiilî hizmet * Memur, işçi gibi çalışanların bağlı olduklarısosyal güvenlik kurumunda tam kesenek vermek suretiyle
    geçirdikleri süre.
    fiilî hizmet zammı * Yıpratıcı işlerde çalışanların yaptıklarıağır ve tehlikeli işten dolayıfiilî hizmet yıllarına eklenen süre.
    fiilimsi * Olumsuzu yapılan ve tümleç olabilen mastar, sıfat-fiil, zarf-fiil gibi türleri bulunan fiilden türemişşekillere
    verilen ad, eylemsi.
    fiiliyat * İşolarak yapılanlar, edim, edimler, işler, gerçekleştirilen işler.
    fikir * Düşünce, mülâhaza, mütalâa.
    * Düşün, ide.
    * Kuruntu.
    fikir (veya birinin fikrini) almak * (birinin) düşüncesinden yararlanmak.
    fikir adamı * Herhangi bir düşünce alanındaki görüşlerine değer verilen kimse.
    fikir danışmak * bilgi edinmek için bir yetkiliden bilgi almak.
    fikir edinmek * kanaat sahibi olmak.
    fikir hürriyeti * Düşünce özgürlüğü.
    fikir işçisi * Bilim ve fikir alanında çalışan kimse.
    fikir vermek * düşüncesini bildirmek.
    * bir konuda yol gösterici bilgi edinmek.
    fikir yazısı * Düşünce yönü ağır basan yazıveya makale.
    fikir yormak * bir konuda çok düşünmek.
    fikir yürütmek * bir konu üzerine düşüncesini söylemek.
    fikirli * Herhangi bir konu üzerinde düşüncesi olan, akıllı, düşünceli.
    fikirsiz * Herhangi bir konu üzerinde düşünemeyen, görüşü olmayan, düşüncesiz.
    fikirsizlik * Fikirsiz olma durumu, düşüncesizlik.
    fikren * Düşünce yoluyla, düşünerek, zihnen.
    fikrî * Düşünce ile ilgili.
    fikrini çelmek * kandırmak, düşüncesini değiştirtmek, ikna etmek.
    fikrisabit * Saplantı, idefiks.
    fikriyat * Düşünceler.
    fiks mönü * Türü ve fiyatıönceden belirlenen yemek.
    fikstür * Yarışmaların zamanınıve sırasını belirleyen çizelge.
    fiktif * İtibarî.
    fil * Filgillerin hortumlular takımından, Afrika ve Asya’nın sıcak bölgelerinde yaşayan, çok iri, kalın derili
    hayvan (Elephas).
    * Satrançta çapraz hareket ettirilen taş.
    fil dişi * Filin silâh olarak kullandığı iki uzun ve eğri dişi.
    * Diştacında mine, köklerde ise seman denilen ve dişin sert bölümünü oluşturan doku.
    * Fil dişinden yapılmış.
    fil elması * Turunçgillerden, Hindistan’da yetişen bir ağaç (Feronia elephantum).
    * Bu ağacın yenilen meyvesi.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 19

    fil faresi * Memeliler sınıfından, burun bölümü hortum gibi uzun olan, uzun kuyruklu, kanguru gibi sıçrayabilen bir
    hayvan (Macroscelides proboscideus).
    fil gibi * çok şişman, çok yemek yiyen kimse.
    fil hastalığı * Çoğunlukla bacakların şişip fil ayağı biçimini almasıyla beliren bir hastalık.
    fil yürüyüşü * Ellerin ve ayakların gergin kol ve bacaklarla birbirine çok yakın basarak oluşturduğu bir yürüyüş biçimi.
    filâman * Elektrik ampullerinden akım geçtiğinde akkor duruma gelen ince iletken tel.
    filân * İstenmeyen durum veya söylenmesi sakıncalıözel adların yerine kullanılır.
    * Cümlede “ve benzerleri” anlamında kullanılır.
    filân falan * Bkz. falan filân.
    filân festekiz * Bkz. falan filân.
    filânca * Falanca.
    filânıncı * Falanıncı.
    filântrop * İnsansever, insanların iyiliği için çalışan kimse.
    filâriz * Keten dövmeye yarayan tokmak.
    filârizleme * Filârizlemek işi.
    filârizlemek * Keteni döverek tel durumuna getirmek.
    filârmoni * Güçlü müzik sevgisi.
    * Müzik konserleri derneği.
    filârmonik * Müziği seven (kimse).
    * Müzik sevenlerin kurduklarıdernek veya konser dernekleri için kullanılır.
    filbahar * Taşkırangillerden, ilkbaharda beyaz ve güzel kokulu çiçekler açan, park ve bahçelerde süs bitkisi olarak
    yetiştirilen ağaççık, akasma, filbahri (Philadelphus).
    filbahri * Bkz. filbahar.
    fildekoz * Bir çeşit pamuk ipliği.
    * İskoçya ipliği denilen ince ve sağlam pamuk ipliğinden dokunmuş.
    fildişi * Fil dişinin donuk beyaz rengi.
    fildişi gibi * donuk, beyaz (ten).
    fildişi karası * Fil dişi külünden yapılan kara boya.
    fildişi rengi * Fildişi.
    file * Yün, pamuk vb. ipliklerden düğümlerle oluşmuşağ.
    * Alışverişte kullanılan ilmeklerden oluşmuşağtorba.
    * Saçların dağılmaması için kullanılan ağbiçiminde örgü.
    filenk * Ağır cisimleri bir yerden bir yere kaydırmak ve özellikle deniz teknelerini karaya çekmek için bunların
    altına sürülen yuvarlak ağaç, felek.
    filet * Derinliği aynı olan sığsu alanı.
    fileto * Kasaplık hayvanların sırtında, dikensi çıkıntı boyunca iki yandaki et.
    filgiller * Memeliler sınıfının hortumlular takımının bir familyası.
    filhakika * Gerçekten, doğrusu, hakikaten.
    filibit * Bkz. flebit.
    filigran * Bazıkâğıtların dokusunda bulunan ve ancak aydınlığa tutulunca görülen çizgi, resim ve yazı gibi biçimler.
    filigranlı * Filigranı olan.
    filika * Gemilerde bulundurulan sandal.
    filikacı * Filikalara bakmakla görevli kimse.
    filinta * Namlusu kısa, kurşun atan bir çeşit küçük tüfek.
    * Güzel, yakışıklı.
    filinta gibi * genç, ince uzun boylu, çevik, yakışıklı(kimse).
    Filipinli * Filipin adalarıhalkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
    filiskin * Yerden 2-3 karışyükseklikte, çok yıllık ve otsu bir bitki (Mentha pulegium).
    Filistinli * Filistin halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
    filiz * Yeni sürmüşkörpe ve küçük dal veya yaprak, sürgün.
    filiz * Ocaktan çıkarılan işlenmemiş, başka maddelerle karışık hâlde bulunan, ham maden birleşiği.
    filiz gibi * ince ve güzel vücutlu.
    filiz vermek * sürgün çıkmaya başlamak.
    filizcik * Küçük sürgün.
    filizî * Asma filizinin rengi, açık yeşil renk.
    * Bu renkte olan.
    filizkıran * Mayıs ayında ağaçların filizlendiği mevsimde esen bir fırtına.
    filizleme * Filizlemek işi.
    filizlemek * Bitkilerin gereğinden çok olan filizlerini kırmak.
    filizlenme * Filizlenmek işi.
    * Yumruların üzerinde ince uzun filizlerin belirmesi biçiminde görülen patates hastalığı.
    filizlenmek * (bitki) Filiz vermek.
    * Gelişmeye, büyümeye başlamak.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 20

    filizli * Filizi olan.
    filkulağı * Yılan yastığı gillerden ana yurdu tropikal Amerika olan, kökü yumrulu bir süs bitkisi (Caladium).
    * Pazarlarda satılan bir tür sünger.
    film * Fotoğrafçılıkta, radyografide ve sinemacılıkta resim çekmek için kullanılan, selülozdan, saydam, bükülebilir
    şerit.
    * Sinemacılıkta, bir oyunun bütününü taşıyan şerit veya şeritlerin bütünü.
    * Sinema makinesiyle gösterilen eser.
    * Camlara yapıştırılarak içerinin görünmesini engelleyen bir tür ince yaprak.
    film çekmek * bir sinema kamerasıyla görüntüleri tespit etmek veya bir hareket ve görünüşün sıralıresmini çekmek.
    * vücudun röntgenini almak.
    film çevirmek * beyaz perdede oynatılacak bir eseri filme almak veya bu eserin çekilişi sırasında rol yapmak.
    * eğlenmek, hoşvakit geçirmek.
    film müziği * Filmin görüntülerine eşlik etmek amacıyla özel olarak bestelenmişveya hazırlanmışmüzik.
    film oynamak * bir film, sinemada gösterilmekte olmak.
    film oynatmak * bir filmi sinemada göstermek.
    film yıldızı * Sinema dünyasında çok ünlü olan oyuncu, star.
    filmci * Sinemacı.
    filmcilik * Sinemacılık.
    filmleştirmek * Film durumuna getirmek, filmleştirmek işi.
    filo * Bir arada ve bir komuta altında bulunan savaşgemilerinin veya uçaklarının bütünü.
    * Aynıtür yük taşıyan ticaret gemilerinin veya kara taşıtlarının bütünü.
    * Bit.
    filojenez * Soy oluş.
    filoksera * Asma biti.
    * Asma bitinin yol açtığı bağhastalığı.
    filolog * Filoloji ile uğraşan bilgin.
    filoloji * Dili ve yazılı belgeleri dil ve tarih açısından inceleme.
    * Dil yoluyla bir toplumun kültürünü inceleyen bilim, lisaniyat.
    filolojik * Filoloji ile ilgili.
    filotillâ * Torpidolardan oluşan filo.
    filoz * Balıkçıların ağlarısu yüzünde tutmak için kullandıklarıkabak veya mantardan yapılmışağşamandırası.
    filozof * Felsefe ile uğraşan ve felsefenin gelişmesine katkıda bulunan kimse, felsefeci, feylesof.
    * Felsefe yapmaya meraklı olan (kimse).
    * Sakin, kendi hâlinde yaşayan.
    filozofça * Filozofa yaraşır biçimde (olan).
    filozofik * Felsefe ile ilgili, felsefeye dayanan.
    filozoflaşma * Filozoflaşmak işi veya durumu.
    filozoflaşmak * Filozof özelliği kazanmak.
    filozofluk * Filozof olma durumu.
    filtre * Süzgeç.
    * Süzek.
    filtreli * Filtre takılmışolan.
    filtresiz * Filtre takılmamışolan.
    filum * Canlıların bölümlenmesinde, dalların bir araya gelmesiyle oluşan birlik.
    filvaki * Gerçekte, gerçekten, vakıa.
    filvaki … ama * her ne kadar ise de.
    Fin * Finlandiya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
    * Fin halkına özgü olan.
    Fin hamamı * Çok sıcak yerden ve sudan çok soğuk yere ve suya girme gibi vücudu uyarıcıniteliği olan hamam, sauna.
    Fin Ugor * Ural dillerinden bir dil öbeği.
    * Bu dil öbeği ile ilgili olan.
    final * Sona eren, biten.
    * Elemeli yarışmalarda sonucu belirten karşılaşma.
    * Bir müzik parçasının son bölümü, bitiş.
    * Dönem sonu sınavı.
    finale kalmak * son yarışmaya katılma hakkınıkazanmak.
    finalist * Son yarışmaya kalan sporcu veya takım.
    finalizm * Bkz. erekçilik.
    finanse * “Bir girişim için gereken parayı, krediyi sağlamak” anlamında kullanılan finanse etmek birleşik fiilinde
    geçer.
    finansman * Bir girişime işleyebilmesi, gelişebilmesi için gereken para ve krediyi sağlamak işi.
    fincan * Çay, kahve gibi genellikle sıcak şeyler içmekte kullanılan küçük kap.
    * Elektrik tellerinin eklem noktalarına konulan porselenden yapılmışyalıtkan araç.
    * Bir fincanın alabildiği ölçü.
    fincan böreği * Tepsiye serildikten sonra fincan ağzı biçiminde bir kalıpla yuvarlaklar kesilerek yapılan bir çeşit börek.
    fincan fincan * Fincanıandırarak, fincan biçiminde.
    fincan gibi * iri ve patlak (göz).
    fincan oyunu * Fincanların altına yüzük saklayarak oynanan bir oyun.
    fincancı * Porselen veya cam eşya satan kimse.
    fincancıkatırlarınıürkütmek * zararıdokunabilecek bir kimsenin hoşuna gitmeyen bir davranışta bulunmak.
    fincanlık * Miktarıherhangi bir fincan kadar olan.
    * Herhangi bir sayıda fincan alabilecek genişlikte olan.
    Fince * Fin dili.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 5

    farklılaştırmak * Farklıduruma getirmek.
    farklılık * Farklı olma durumu, ayrımlılık, başkalık.
    * Doğal, toplumsal ve bilince dayanan her olay ve olguyu bütün ötekilerden ayıran özellik.
    farksız * Farkı olmayan.
    farksızlaşma * Farksızlaşmak işi.
    farksızlaşmak * Farksız duruma gelmek.
    farksızlık * Farksız olma durumu, ayrımsızlık.
    farmakodinami * Hasta veya normal organizmalar üzerinde, ilâçların etkisini deneysel olarak inceleyen veya araştıran bilim.
    farmakodinamik * İlâçların etki gücü.
    * Hasta veya normal organizmalar üzerinde ilâçların etkisini inceleyen eczacılık dalı.
    farmakognozi * İlâçların doğada bulunduklarıdurumda incelenmesi.
    farmakolog * Farmakoloji ile uğraşan, farmakoloji uzmanı.
    farmakoloji * İlâçların etkisini ve kullanılışını inceleyen bilim dalı.
    farmason * Mason.
    * Dinsiz, imansız.
    farmasonluk * Masonluk.
    Fars * İran’ın güneybatısında yaşayan halk veya bu halkın soyundan olan kimse.
    fars * İlkel, yalın güldürme ögelerinden yararlanan, bazen inanırlığın sınırınıaşan, güldürmeyi amaç edinen oyun.
    Farsça * İran devletinin resmî dili.
    fart furt * Anlamsız, boşsözlerle böbürlenerek.
    fart furt, farta furta etmek * anlamsız, boşsözlerle böbürlenmek.
    farta furta * Bkz. fart furt.
    fartasıfurtası olmamak * patavatsızca konuşmak.
    farz * Müslümanlıkta, özür olmadıkça yapılmasızorunlu, yapılmaması günah sayılan.
    * Yapmak zorunda kalınan şey, boyun borcu.
    farz etmek * öyle kabul etmek, var saymak.
    farz olunmak * var sayılmak.
    farzımuhal * Olmayacak, gerçekleşmeyecek bir şeyi olacakmış, gerçekleşecekmişgibi düşünerek, sayarak, tutalım ki,
    sayalım ki.
    fasa fiso * Değer ve önemi olmayan, boş(şey veya söz).
    fasarya * Boş, anlamsız (söz).
    * İşe yaramaz, yeteneksiz.
    faset * Baskı işlerinde harf ve satırlarıformada tutmak ve sıkmak için kullanılan kama.
    * Dişin ön yüzüne estetik amaçla yapılan kaplama.
    faseta * Bkz. façeta.
    fasıl * Bölüm, kısım, devre.
    * Orta oyununa başlamadan önce saz takımının çaldığıköçek havasıve curcuna.
    * Peşrev, nakış, şarkı, saz semaisi gibi parçaların belli bir sıraya göre çalınıp söylenmesi.
    * Osmanlıve Arap tiyatrosunda oyunun perde bölümü.
    * Belli bir sürede yapılan iş, karşılaşılan durum veya olay.
    fasıl heyeti * Gerekli sazlarla tam olarak bir fasıl yapabilecek durumdaki alaturka saz topluluğu.
    fasıla * Aralık, ara, kesinti.
    fasıla vermek * ara vermek, kesmek.
    fasılalı * Aralı, aralıklı, kesintili.
    fasılasız * Arasız, aralıksız, durmadan, ara vermeden, kesintisiz, biteviye.
    fasih * (anlatışiçin) Açık ve düzgün.
    * Açık ve düzgün konuşma yeteneği olan.
    fasikül * Cüz.
    fasile * Familya.
    fasit * Kötü, bozuk.
    * Ara bozucu, fesat çıkaran, müfsit.
    fasit daire * Kısır döngü.
    fasit olmak * (namaz, oruç, aptes gibi şeyler için) bozulmak.
    faska * Kundak çocuklarının beline, zı bının üzerinden sarılan genişsargı.
    fasla fasla * Yer yer.
    fasletme * Fasletmek işi.
    fasletmek * Ayırmak, bölmek.
    * Çözmek, sonuçlandırmak.
    Faslı * Fas halkından olan kimse.
    fason * Kesim.
    fasone * Çözgü veya atkının kumaşyüzeyi üzerinde, kendiliğinden bir desen oluşturduğu her tür kumaş.
    * Bu tür kumaşları oluşturan desen örneği.
    fassal * İftira atan, gerçek olmayan isnatlarda bulunan (kimse).
    fassallık * Fassal olma durumu.
    fast food * 343 festfut.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 6

    fasulye * Fasulyegillerden, barbunya, çalı, Ayşe kadın, horoz gibi birçok türleri bulunan bitki (Phaseolus vulgaris).
    * Bu bitkinin sebze olarak yararlanılan yeşil ürünü ve kuru tohumları.
    fasulye gibi kendini nimetten saymak * kendine çok değer vermek.
    fasulye pilâkisi * Kuru fasulyenin pişirilmesi ile yapılan pilâki.
    fasulye piyazı * Haşlanmışkuru fasulye ile katıyumurta ve kuru soğan karışımıpiyaz.
    fasulye sırığı gibi * zayıf, sıska ve çok uzun boylu.
    fasulyegiller * Kapalıtohumlu, iki çenekli, ayrıtaç yapraklıçiçekli bitkiler familyası.
    faş * Açığa vurulmuş, ortaya dökülmüş.
    faşetmek * (gizliyi) açığa vurmak, duyurmak, ortaya dökmek, dile vermek.
    faşolmak * belli olmak, açıklanmak, ortaya çıkmak.
    faşır faşır * Su veya başka sıvıların bol ve çok akmasınıanlatır.
    faşing * Hristiyanlarda büyük perhizden önce düzenlenen şenlik ve eğlenceler, karnaval.
    faşist * Faşizm yanlısı olan (kimse, görüşvb.).
    faşistleşme * Faşistleşmek durumu.
    faşistleşmek * Faşist duruma gelmek.
    faşistleştirme * Faşistleştirmek işi.
    faşistleştirmek * Faşistleşmesini sağlamak.
    faşistlik * Faşizm.
    faşizan * Faşist eğilimli.
    faşizm * İtalya’da 1922-1943 yıllarıarasında etkinliğini sürdüren, meslek kuruluşlarına dayanan, devlet sınırlarını
    genişletmeyi amaçlayan, yetkinin, tek partinin elinde toplandığı düzen.
    * Demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayıamaçlayan öğreti.
    fatalist * Yazgıcı, kaderci.
    fatalite * Alın yazısı, yazgı, kader.
    * Uğursuzluk.
    fatalizm * Yazgıcılık, kadercilik, cebriye.
    fatih * Zafer kazanan, fetheden (kimse).
    * İslâm devletlerinde bir ülkeyi veya bir şehri savaşarak alan hükümdar ve komutanlara verilen unvan.
    * Büyük ve önemli bir iş bitiren kimse.
    fatiha * Ölülere Tanrı’nın rahmetini dilemek için dua olarak okunan Kur’an’ın ilk suresi.
    fatiha okumak * o şeyden umudunu kesmek.
    fatihane * Fatih gibi, fatihe benzercesine.
    fatura * Satılan bir malın cinsini, miktarınıve fiyatını bildirmek için satıcının alıcıya verdiği hesap pusulası.
    faturalama * Faturalamak işi.
    faturalamak * Bir malın faturasını düzenlemek.
    faturalı * Faturası olan.
    faturalıyaşam * Yapılan alışverişte fatura alma alışkanlığı.
    faturasını(birine) çıkarmak (veya ödetmek) * sorumluluğu birine yüklemek.
    faturasız * Faturası olmayan.
    faul * Maç ve karşılaşmalarda bir sporcunun hareketini önlemek için yapılan kural dışı hareket.
    faullü * Faulü olan, faul yapan.
    faulsüz * Faulü olmayan, faul yapmayan.
    fauna * Belli bir bölgede yetişen hayvanların tümü, direy.
    * Bu hayvanların tanımınıyapan eser.
    fava * Bakla tanelerinin kabuğu soyulduktan sonra yapılan zeytin yağlıyemek.
    favori * Herhangi bir işveya yarışmada üstünlük kazanacağına inanılan (kimse, takım vb.).
    * Yarışıkazanacağıdüşünülen at.
    * Yüzün iki yanında bırakılan sakal demeti.
    * En çok beğenilen.
    * Bir maçta, yarışmada veya karşılaşmada kazanması beklenilen taraf.
    fay * Kırık (III).
    fayans * Duvarlarıkaplayıp süslemek için kullanılan, bir yüzü sırlıve genellikle çiçek resimleriyle bezenmiş, pişmiş
    balçıktan levha.
    fayans döşemek * bir yeri fayansla kaplamak.
    fayansçı * Fayans döşeyen veya satan kimse.
    fayansçılık * Fayansçının işi veya mesleği.
    fayda * Yarar, kâr.
    fayda etmemek * etkisi olmamak, işe yaramamak, yararlı olmamak.
    fayda vermemek * yararlı olmamak.
    faydacı * Faydası olan, fayda sağlayan, fayda, yarar gözeten kimse.
    faydacıl * Yararcıl.
    faydacılık * Yararcılık.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 7

    faydalanma * Yararlanma.
    faydalanmak * Yararlanmak, istifade etmek.
    faydalı * Yararlı.
    faydalı olmak * yararlı olmak, yarar sağlamak.
    faydasıdokunmak * yararlı olmak, kâr sağlamak.
    faydası olmak * yararlı olmak, olumlu etki yapmak.
    faydasını görmek * yarar sağlamak.
    * kâr elde etmek.
    * iyileştirmek.
    faydasız * Yararsız.
    fayrap * Bir istim kazanının, istim oluşturacak biçimdeki yanar durumu.
    * Gemilerde ateşçiye ateşi harlandırmak için verilen komut.
    * Herhangi bir şeyi veya işi hızlandırma.
    * (kapı, pencere, giysi için) Açma, çıkarma.
    fayrap etmek * ocağın ateşini harlandırmak.
    * herhangi bir işi veya şeyi hızlandırmak.
    * açmak, çıkarmak.
    fayton * Tek körüklü, dört tekerlekli, genellikle çift atlı binek arabası, payton.
    * Perde ayaklılardan, sıcak deniz kıyılarında yaşayan, uzun kuyruklu bir kuş(Phaeton).
    faytoncu * Fayton süren kimse.
    * Fayton işleten kimse.
    faytonculuk * Faytoncunun işi.
    faz * Evre, safha.
    faz kalemi * Priz, dağıtma tabloları gibi yerlerde gerilim bulunup bulunmadığınıanlamaya yarayan araç.
    fazıl * Faziletli, erdemli (kimse).
    fazilet * Erdem.
    faziletkâr * Fazilet sahibi, faziletli.
    faziletli * Erdemli.
    faziletsiz * Erdemsiz.
    faziletsizlik * Faziletsiz olma durumu.
    fazla * Gereğinden, alışılmıştan çok, aşırı(olan), ziyade.
    * Daha çok, aşkın.
    * Artmışolan.
    * Gereksiz, yersiz.
    fazla gelmek (veya gitmek, kaçmak) * çekilmeyecek, bıktıracak, tedirgin edecek bir durum almak.
    fazla kaçırmak * alışılmışolan ölçüde çok içmek (veya yemek, konuşmak).
    fazla mal göz çıkarmaz * ne kadar ve ne türden mal olursa olsun elden çıkarılmamalıdır.
    fazla olmak * dayanma gücünü aşacak davranışlarda bulunmak, çok olmak.
    fazlaca * Gereğinden biraz daha çok olarak, bir hayli çok.
    fazladan * alışılana ek olarak, alışılandan çok, bol bol, çok çok.
    fazlalaşma * Fazlalaşmak işi, ziyadeleşme.
    fazlalaşmak * Çoğalmak, sayısıartmak, ziyadeleşmek.
    fazlalık * Çokluk, gereğinden artık olma durumu.
    fazlalık etmek * birinin varlığı, bulunduğu yerde gereksiz olmak.
    Fe * Demir’in kısaltması.
    fe * Türk alfabesinin yedinci harfinin adı.
    fecaat * Çok acıklı, yürekler acısıdurum.
    feci * Acıklı, çok acıklı, yürekler acısı, trajik.
    fecir * Tan vakti, gün ağarması.
    * Tan kızıllığı.
    fecrikâzip * Tan yerinde gün doğmadan beliren, sonradan kaybolan geçici aydınlık, yalancıtan, geçici tan.
    fecrisadık * Tan yerinde gün doğuncaya kadar süren kesiksiz aydınlık, gerçek tan.
    feda * Bir amaç uğrunda bir değer veya varlıktan vazgeçme, uğruna verme.
    feda etmek * kıymak, gözden çıkarmak.
    feda olsun * varsın gitsin, uğrunda yok olsun!.
    fedaî * Bir ülkü uğruna tehlikeli işlere girişerek canınıesirgemeyen kimse, serdengeçti.
    * Bir kimseyi veya bir yeri koruyan kimse.
    fedaîce * Fedaî gibi, fedaî olarak.
    fedaîlik * Fedaice davranış, serdengeçtilik.
    fedakâr * Özverili.
    fedakârca * Özverili (olarak).
    fedakârlığa katlanmak * bir amaca, bir emele ulaşmak için birçok sıkıntıya, üzüntüye, güçlüğe dayanmaya çalışmak.
    fedakârlık * Özveri.
    fedakârlık etmek * özverili davranmak.
    * azlığına katlanmak, az oluşu ile yetinmek, vazgeçmek.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 8

    fedakârlık yapmak (veya göstermek) * özverisini ortaya koymak.
    federal * Federasyon durumunda birleşmişolan.
    federalist * Federalizme bağlı olan.
    * Fedaralizm yanlısı.
    federalizm * Birçok devletin özel kanunlara ve bağımsızlığa sahip olarak tek bir devlet durumunda birleşmeleri yöntemi.
    federalleşme * Federalleşmek durumu.
    federalleşmek * Federal duruma gelmek.
    federasyon * Küçük devletlerin tek bir devlet durumuna gelmek için yaptıkları ortaklık, devletler birliği.
    * Birçok kuruluşlardan oluşan birlik.
    federatif * Federalizme bağlıveya uygun olan.
    federe * Bir federasyona bağlı olan.
    * Bir konfederasyonun üyesi.
    feding * Radyoda bir sesin gürlüğünün zaman zaman azalmasıveya büsbütün yok olmasıdurumu.
    fehamet * Büyüklük, ululuk.
    * Değer.
    fehametlu * Büyüklük, ululuk gösteren (kimse).
    * Osmanlı imparatorluğu zamanında sadrazamlara, Mısır hıdivi ve yabancıprenslere, eyalet beylerine verilen
    unvan.
    fehva * Anlam.
    * Kavram; terim, deyim.
    fehvasınca * Uyarınca, sözü gereğince.
    fek * Bozma, feshetme, kesme, ayırma, koparma.
    fekül * Patates gibi bazı bitkilerin yumrularında bulunan nişasta.
    fel * Görüngü.
    felâh * Kurtuluş, selâmet, onma.
    felâh bulmak * kurtulmak, onmak.
    felâket * Büyük zarar, üzüntü ve sıkıntılara yol açan olay veya durum, yıkım, belâ.
    * Çok kötü.
    * Şaşkınlık, hayret, aşırılık bildirir.
    felâketli * Felâket getiren.
    felâketzede * Felâkete uğramış.
    felce uğramak * bir işyarım kalmak, yürümez duruma gelmek, tam olarak durmak.
    felce uğratmak * bir işi yürüyemez duruma getirmek.
    felç * İnme, nüzul.
    felç gelmek * inme inmek.
    felç olmak * inme inmek.
    felçli * İnmeli, felç olmuş, meflûç.
    feldmareşal * Alman, Avusturya, İngiliz, Rus ve İsveç askerî hiyerarşisinde en yüksek rütbe.
    feldspat * Potasyumlu, sodyumlu ve kalsiyumlu olmak üzere üçe ayrılan en önemli silikatlımineral grubu.
    feleğe küsmek * talihten yakınmak, şanstan ümidini kesmek.
    feleğin çemberinden geçmiş * hayatta acıtatlı birçok günler görmüşgeçirmiş, olgunlaşmış, tecrübe kazanmış.
    feleğin sillesine uğramak (veya sillesini yemek) * büyük bir yıkıma uğramak.
    feleğini şaşırmak * ummadığı bir durumda kalmak, şaşkınlık içine düşmek.
    felek * Gök, gökyüzü, sema.
    * Dünya, âlem.
    * Talih, baht, şans.
    * Askerî mızıkada zilli bir müzik aracı.
    felek * Bkz. filenk.
    felek yâr olursa * Tanrıyardım eder, bir terslik çıkmazsa, şartlar uygun giderse.
    felekiyat * Gök bilimi, astronomi.
    felekten bir gün (veya gece) çalmak * güzel bir gün (gece) geçirmek.
    felekten kâm almak * güzel bir vakit geçirmek, istediği gibi eğlenmek.
    Felemenk * Bugünkü Hollanda, Belçika ve Kuzeydoğu Fransa’ya eskiden verilen ad.
    Felemenkçe * Felemenk dili.
    Felemenkli * Felemenk halkından veya bu halkın soyundan olan (kimse).
    felfelek * Küçük bir kelebek türü.
    * Hurmagillerden, kestane büyüklüğündeki yemişi şerit düşürücü nitelik taşıyan Asya bitkisi (Areca catechu).
    felfelek sokmak * birini kuşkuya düşürmek.
    felfelleme * Felfellemek işi.
    felfellemek * Eski canlılığınıyitirmek.
    * Afallamak, şaşırmak.
    * Dönen, hareket eden bir cisim, durmadan önce hızınıyitirmek.
    feliks * Palmiye yaprağına benzeyen, park ve bahçelerde süs için kullanılan iri gövdeli bir bitki (Phoenix
    canariersis).
    fellâh * Çiftçi.
    * Mısır köylüsü.
    * Zenci, Arap.
    fellek fellek * Telâşla, heyecanla, koşarak, koşuşturarak.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 9

    fellik fellik * Telâşla, koşuşturmayla.
    felsefe * Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması.
    * Bir bilimin veya bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü.
    * Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi.
    * Dünya görüşü.
    * Bir konuda soyut düşünüş.
    felsefe yapmak * olayların sebep ve sonuçlarıüzerine kendince soyut birtakım düşünceler ileri sürmek.
    * bilgiçlik taslamak.
    felsefeci * Felsefe incelemeleri yapan kimse.
    * Felsefe öğretmeni.
    felsefî * Felsefe ile ilgili olan, felsefeye ilişkin.
    feminist * Feminizm yanlısı(kimse, görüş).
    feminizm * Toplumda kadının kısıtlı olduğuna inanılan ve yararlanması gereken haklarıçoğaltıp ve erkeğinkiler
    düzeyine çıkarmak, eşitlik sağlamak amacını güden düşünce akımı.
    fen * Fizik, kimya, matematik ve biyolojiye verilen ad.
    * Fizik, kimya, matematik ve biyolojiden elde edilen verileri işve yapım alanında uygulama, teknik.
    * Bilim, bilgi.
    * Hile, hilekârlık.
    fen bilimi * Fizik, kimya, biyoloji gibi bilimlerin ortak adı.
    fena * İyi nitelikte olmayan, kötü.
    * Üzücü.
    * Çok.
    * (kişiler için) İstenilen ve gereken nitelikte olmayan.
    * Hoşa gitmeyen, rahatsız edici.
    * Davranışlarıtoplumun ahlâk anlayışına uymayan.
    * Çok, fazla, aşırı biçimde.
    fena * Ölümlü olma durumu, ölümlülük.
    fena bulmak * ölmek, yok olmak.
    fena değil (veya fena sayılmaz) * oldukça iyi.
    fena etmek * kötü davranmak.
    * kötü bir duruma düşürmek.
    fena gözle bakmak * kötü niyetini anlatır biçimde bakmak.
    fena hâlde * fazlaca.
    fena hâlde * Aşırıölçüde, son derece, pek çok, adamakıllı.
    fena kalpli * Herkesin kötülüğünü isteyen, başkaları için kötülük düşünen.
    fena olmak * hasta gibi olmak, fenalaşmak.
    * çok üzülmek, bozulmak.
    fena yapmak * kötü duruma düşürmek.
    fena yerine vurmak * tehlike yaratabilecek bir organa veya başka bir yere darbe indirmek.
    fenafillâh * Allah yolunda yok olma.
    fenalaşma * Fenalaşmak işi.
    fenalaşmak * Kötü bir duruma girmek.
    * (hasta) Ağırlaşmak.
    * Ansızın bayılacak gibi olmak.
    fenalaştırma * Fenalaştırmak işi durumu.
    fenalaştırmak * Fenalaşmasına sebep olmak, fena duruma getirmek.
    fenalık * Kötülük, şer.
    * Uygunsuz durum, rahatsızlık veren yapı.
    fenalık etmek * kötülük etmek, kötülükte bulunmak.
    fenalık geçirmek (veya gelmek) * kendini bilmeyecek veya bayılacak bir duruma gelmek.
    fenasına gitmek * üzülmek, gücenmek, kırılmak, sinirlenmek.
    fenaya çekmek * (söze) kötü anlam vermek.
    fenaya sarmak * işveya durum kötüye gitmek.
    fenci * Fenle uğraşan kimse.
    * Fen konularında ders veren öğretmen.
    fener * Saydam bir maddeden yapılmışveya böyle bir madde ile donatılmış, içinde ışık kaynağı bulunan aydınlatma
    aracı.
    * Gemilere yol gösteren ışık kulesi, deniz feneri.
    * Tepesinden kulplu kahveci tepsisi, askı.
    fener alayı * Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları
    gösteri.
    fener balığı * Fener balığı gillerden, vücudunda pek çok ışık verme organı bulunan, tropik denizlerde yaşayan bir balık
    (Lophius piscatorius).
    fener balığı giller * Kemikli balıklar takımının, vücutları basık, derileri çıplak, ağızlarıçok büyük olan, derin denizlerde yaşayan
    balıklar familyası.
    fener çekmek * elinde fenerle önden gitmek.
    * bir kalabalığa önderlik etmek.
    fenerci * Fener yapan veya satan kimse.
    * Deniz feneri bekçisi.
    * Sokak fenerlerini yakan kimse.
    fenercilik * Fener yapmak veya satmak işi.
    feneri nerede söndürdün * geç kalanlara takılmak için söylenen bir söz.
    fenerli * Feneri olan.
    fenerli burgu * Ahşap bölümleri delmeye yarayan matkap.
    fenersiz * Feneri olmayan.
    fenersiz yakalanmak * beklenmedik bir zamanda istenmeyen bir durumla karşılaşmak.
    fenik * Alman markının yüzde biri.
    Fenike portakalı * Fenike ve yöresinde yetiştirilen sulu ve kokulu bir tür portakal.
    Fenikeli * Fenike halkından olan (kimse).
    fenlenme * Fenlenmek işi veya durumu.
    fenlenmek * Yaşına göre bilmemesi gereken şeyleri öğrenmişolmak.