farklılaştırmak | * Farklıduruma getirmek. |
farklılık | * Farklı olma durumu, ayrımlılık, başkalık. * Doğal, toplumsal ve bilince dayanan her olay ve olguyu bütün ötekilerden ayıran özellik. |
farksız | * Farkı olmayan. |
farksızlaşma | * Farksızlaşmak işi. |
farksızlaşmak | * Farksız duruma gelmek. |
farksızlık | * Farksız olma durumu, ayrımsızlık. |
farmakodinami | * Hasta veya normal organizmalar üzerinde, ilâçların etkisini deneysel olarak inceleyen veya araştıran bilim. |
farmakodinamik | * İlâçların etki gücü. * Hasta veya normal organizmalar üzerinde ilâçların etkisini inceleyen eczacılık dalı. |
farmakognozi | * İlâçların doğada bulunduklarıdurumda incelenmesi. |
farmakolog | * Farmakoloji ile uğraşan, farmakoloji uzmanı. |
farmakoloji | * İlâçların etkisini ve kullanılışını inceleyen bilim dalı. |
farmason | * Mason. * Dinsiz, imansız. |
farmasonluk | * Masonluk. |
Fars | * İran’ın güneybatısında yaşayan halk veya bu halkın soyundan olan kimse. |
fars | * İlkel, yalın güldürme ögelerinden yararlanan, bazen inanırlığın sınırınıaşan, güldürmeyi amaç edinen oyun. |
Farsça | * İran devletinin resmî dili. |
fart furt | * Anlamsız, boşsözlerle böbürlenerek. |
fart furt, farta furta etmek | * anlamsız, boşsözlerle böbürlenmek. |
farta furta | * Bkz. fart furt. |
fartasıfurtası olmamak | * patavatsızca konuşmak. |
farz | * Müslümanlıkta, özür olmadıkça yapılmasızorunlu, yapılmaması günah sayılan. * Yapmak zorunda kalınan şey, boyun borcu. |
farz etmek | * öyle kabul etmek, var saymak. |
farz olunmak | * var sayılmak. |
farzımuhal | * Olmayacak, gerçekleşmeyecek bir şeyi olacakmış, gerçekleşecekmişgibi düşünerek, sayarak, tutalım ki, sayalım ki. |
fasa fiso | * Değer ve önemi olmayan, boş(şey veya söz). |
fasarya | * Boş, anlamsız (söz). * İşe yaramaz, yeteneksiz. |
faset | * Baskı işlerinde harf ve satırlarıformada tutmak ve sıkmak için kullanılan kama. * Dişin ön yüzüne estetik amaçla yapılan kaplama. |
faseta | * Bkz. façeta. |
fasıl | * Bölüm, kısım, devre. * Orta oyununa başlamadan önce saz takımının çaldığıköçek havasıve curcuna. * Peşrev, nakış, şarkı, saz semaisi gibi parçaların belli bir sıraya göre çalınıp söylenmesi. * Osmanlıve Arap tiyatrosunda oyunun perde bölümü. * Belli bir sürede yapılan iş, karşılaşılan durum veya olay. |
fasıl heyeti | * Gerekli sazlarla tam olarak bir fasıl yapabilecek durumdaki alaturka saz topluluğu. |
fasıla | * Aralık, ara, kesinti. |
fasıla vermek | * ara vermek, kesmek. |
fasılalı | * Aralı, aralıklı, kesintili. |
fasılasız | * Arasız, aralıksız, durmadan, ara vermeden, kesintisiz, biteviye. |
fasih | * (anlatışiçin) Açık ve düzgün. * Açık ve düzgün konuşma yeteneği olan. |
fasikül | * Cüz. |
fasile | * Familya. |
fasit | * Kötü, bozuk. * Ara bozucu, fesat çıkaran, müfsit. |
fasit daire | * Kısır döngü. |
fasit olmak | * (namaz, oruç, aptes gibi şeyler için) bozulmak. |
faska | * Kundak çocuklarının beline, zı bının üzerinden sarılan genişsargı. |
fasla fasla | * Yer yer. |
fasletme | * Fasletmek işi. |
fasletmek | * Ayırmak, bölmek. * Çözmek, sonuçlandırmak. |
Faslı | * Fas halkından olan kimse. |
fason | * Kesim. |
fasone | * Çözgü veya atkının kumaşyüzeyi üzerinde, kendiliğinden bir desen oluşturduğu her tür kumaş. * Bu tür kumaşları oluşturan desen örneği. |
fassal | * İftira atan, gerçek olmayan isnatlarda bulunan (kimse). |
fassallık | * Fassal olma durumu. |
fast food | * 343 festfut. |
Kategoriler