Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük L Sayfa 8

    lâvman * Kalın bağırsağıanüs yoluyla su fışkırtarak yıkama.
    * Bu işiçin kullanılan alet ve sıvı.
    lâvrensiyum * Bkz. lorentiyum.
    lâvrovit * Piroksen grubundan doğal silikat.
    lâvsonit * Hidratlıalüminyum ve kalsiyum çift silikatı.
    lâvta * Mızrapla çalınan, gövdesi uttan küçük bir çalgı.
    lâvta * Ebe.
    * Doğacak çocuğu ana rahminden çekmeye yarayan alet.
    * Erkek doğum hekimi.
    lâvtacı * Lâvta (I) çalan kimse.
    lâvtacılık * Lâvtacının mesleği.
    lâyemut * Ölümsüz, ölmez.
    lâyenkati * Kesintisiz, aralıksız.
    lâyığını bulmak * dengini, yaraşır eşini bulmak.
    * hak ettiği cezayı bulmak.
    lâyık * Nitelikleri, özü, hareketleri, davranışlarıyla bir şeyi elde etmeye hak kazanmışolan; bir kimseye uygun olan
    yaraşan.
    lâyık görmek * yakıştırmak, uygun görmek.
    lâyık olmak * hak kazanmışolmak.
    * Uygun olmak.
    lâyıkıyla * Gerektiği gibi, gerektiğince.
    lâyiha * Herhangi bir konuda bir görüşve düşünceyi bildiren yazı.
    * Tasarı.
    lâytmotif * Bir eserde, bir duyguyu, bir düşünceyi veya kişiliği göstermek için sürekli tekrarlanan motif, ana motif.
    * Bir edebî eserde, bir kültür ürününde pek çok tekrarlanan formül.
    lâyuhti * Hata işlemeyen, yanlışyapmayan.
    Lâz * Güney Kafkasyalı bir halk veya bu halktan olan kimse.
    * Bu halkla ilgili olan.
    lâza * Bal koymaya yarayan küçük tekne.
    lâzanya * Bir çeşit İtalyan makarnası.
    Lâzca * Lâzların kullandığıdil.
    lâzer * Çok güçlü ışık pırıltıları oluşturan, iletişimde ve biyolojide yararlanılan ışık kaynağı.
    lâzım * Gerek, gerekli.
    * Geçişsiz (fiil).
    lâzım gelmek (veya olmak) * gerekmek.
    lâzıme * Yapılması gerekli olan şey.
    * Gerekçe.
    lâzımlık * Oturak.
    lâzlık * Lâz olma durumu, lâz gibi davranma.
    lâzut * Mısır.
    le * Türk alfabesinin on beşinci harfinin adı.
    -le * Bkz. -la / -le.
    -le * 343 -la / -le.
    leb * “Daha söze başlanırken ne denmek istenildiğini çabucak anlamak” anlamında leb demeden lebleyi anlamak
    deyiminde geçer.
    lebalep * Ağzına kadar dolmuş(olarak), silme.
    lebbeyk * Buyrun, efendim, emredin.
    lebiderya * Deniz kenarı.
    leblebi * Dışkabuğu çıkarıldıktan sonra fırında kavrulup eğlencelik olarak yenen nohut.
    leblebi şekeri * İçinde leblebi olan şeker.
    leblebici * Leblebi yapan veya satan kimse.
    leblebicilik * Leblebi yapma veya satma işi.
    leblebiden nem kapmak * en küçük bir olay veya davranıştan olumsuz etkilenmek.
    leçe * Taşlıtarla.
    leçek * Başörtüsü, yün atkı.
    leçelik * Leçe.
    ledün * Tanrıkatı.
    ledün ilmi * Tanrı ile ilgili bilgi.
    lef * İçine sokma, iliştirme.
    lef etmek * Bkz. leffetmek.
    leffetme * Leffetmek işi veya durumu.
    leffetmek * İçine sokmak, iliştirmek.
  • Türkçe Sözlük L Sayfa 7

    lâterit * Sıcak, nemli iklimlerde oluşan, parlak kırmızıveya kahverengiye çalan kırmızırenkli, demir oksit ve
    alüminyum bakımından zengin toprak.
    lâteritli * Özünde lâterit bulunduran.
    lâterna * Kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir tür org.
    lâternacı * Lâterna yapan, satan veya çalan kimse.
    lâtif * Yumuşak, hoş, ince bir güzelliği olan.
    lâtifçe * Lâtif olarak, hoş.
    lâtife * Şaka.
    lâtife etmek * şaka etmek.
    lâtife götürmek * şaka kaldırmak.
    lâtife lâtif gerek * şaka yaparken bile incelikten ayrılmamak gerek anlamında kullanılır.
    lâtifeci * Şakacı.
    lâtiflik * Lâtif olma durumu.
    lâtifundia * İlkel yöntemlerle ve düşük verimle işletilen geniştarım alanları.
    lâtifundiacılık * Lâtifundia sistemi ile geniştarım alanlarını işletme yöntemi veya biçimi.
    lâtilokum * Bkz. lokum.
    Lâtin * İtalya’da Lâtium bölgesi halkından olan kimse.
    * 343 Lâtin halkları.
    * Lâtinlerle ilgili olan (şey).
    Lâtin çiçeği * Lâtin çiçeklerinden, kalkan biçiminde yuvarlak yapraklı, sarıve kırmızıçiçekli, bir süs bitkisi (Tropeoalum).
    Lâtin çiçeğigiller * İki çeneklilerden, örneği Lâtin çiçeği olan bir familya.
    Lâtin çiçekleri * Bkz. Lâtin çiçeği.
    Lâtin dilleri * Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce gibi dillerin ortak adı.
    Lâtin halkları * Dilleri Lâtinceden türemişİtalyan, Fransız, İspanyol, Portekiz halkları.
    Lâtin yelkeni * Bir serene bağlanarak direğe eğik bir durumda kaldırılan üçgen yelken.
    Lâtince * Lâtin dili.
    Lâtinlik * Lâtin gibi olma, davranma.
    lâubalî * Saygısız, çekinmesi olmayan.
    * Senli benli, teklifsiz.
    * Aşırısamimî, teklifsizce.
    lâubalî olmak * aşırısamimî veya teklifsizce davranmak.
    lâubalice * Lâubaliye yakın.
    lâubalîleşme * Lâubalîleşmek işi.
    lâubalîleşmek * Lâubalî davranışta bulunmak.
    lâubalîlik * Lâubalî olma durumu veya lâubalîye yakışır davranış.
    lâubaliyane * Saygısızca, terbiyesizce.
    lâv * Yanardağların püskürme sırasında yeryüzüne çıkardıklarıdünyanın derinliklerinden gelen kızgın, erimiş
    maddeler.
    lâv silâhı * Uzun menzilli, ateşli bir silâh türü.
    lâv taşması * Lâvın püskürme sırasında yanardağağzından çıkarak alçak yerlere doğru yayılması.
    lâva * Herhangi bir yere yanaşmışfilikanın kürek çekmeksizin ilerlemesi için verilen emir.
    lâva etmek * bir filikayı ilerletmek.
    * birini çekiştirmek.
    lâvabo * Üzerinde sıcak ve soğuk su muslukları bulunan, porselen, emaye veya sacdan yapılmış, el, yüz, bulaşık
    yıkamaya yarar, çukur yer veya eşya.
    * Lokanta, gar gibi yerlerde bu düzenin bulunduğu yer.
    * Ayak yolu, helâ, yüz numara, tuvalet.
    lâvabo bataryası * Lâvabolarda kullanılan birkaç aygıtın bir araya getirilerek belirli biçimde eklenmesinden oluşan takım.
    lâvabo musluğu * Lâvaboya gelen soğuk ve sıcak suyu açıp kapayan ve akmasınıayarlayan musluk.
    lâvaj * (metalürjide) Bir işlem sonrası, metal yüzeyleri su ile yıkama.
    * Bir organısu vererek yıkayıp temizleme.
    lâvaj yapmak * herhangi bir organımikroplardan temizlemek amacıyla yıkamak, arıtmak.
    lâvanta * Lâvanta çiçeğinden yapılan ispirtolu esans.
    lâvanta çiçeği * Ballı babagillerden, mavi veya mor renkli çiçekleri koku sanayiinde kullanılan bir bitki (Lavandula
    angustifolia).
    lâvanta mavisi * Lavanta rengindeki mavi.
    lâvantacı * Lâvanta yapan veya gezici olarak esans satan kimse.
    lâvantacılık * Lâvanta yapma ve satma işi.
    lâvantalık * Lâvanta kokusunu koymaya yarayan şişe.
    lâvantin * Lâvanta çiçeğinin bir başka türü.
    lâvaş * Mayalıhamurdan tandırda pişirilerek yapılan ve yapıldığıyere göre büyüklüğü değişen ince ekmek türü.
    * Yufka inceliğinde açılmışuzun sade pide.
    lâvdanom * İçinde afyon bulunan sulu bir ilâç.
  • Türkçe Sözlük L Sayfa 6

    lânolin * Yapağıdan elde edilen, eczacılıkta ve parfümeride kullanılan, sarımtırak renkte bir yağ.
    lânse * İleri atılmış, ortaya çıkarılmış.
    lânse etmek * tanıtmak amacıyla öne sürmek, ortaya çıkarmak.
    lântan * Atom numarası57, atom ağırlığı138,9, yoğunluğu 6,1 olan, beyaz, havada çabuk oksitlenen, parlak bir
    alevle yanan, seyrek bulunur bir element. KısaltmasıLa.
    lântanit * Birbirine çok yakın kimyasal özellikler gösteren, atom numarası57 ile 71 arasında olan, seyrek bulunan
    elementlerin genel adı.
    lâp * Yumuşak ve ağır bir şey düştüğünde çıkan sesi anlatır.
    lâp lâp * Köpek ve kedi gibi hayvanların su içerken çıkardıklarısesi anlatır.
    lâpa * Nişastalıtanelerin, su ile kaynatılarak bulamaç kıvamına getirilmişdurumu.
    * Keten tohumu ve benzeri bitkilerin kaynatılmasıyla elde edilen, sıcak olarak tülbent içinde vücuda dıştan
    uygulanan ilâç.
    lâpa gibi * yumuşak, gevşek.
    lâpa lâpa * Yassıve iri taneler durumunda.
    lâpa vurmak * ağrıyıkesmek, iyileştirmek amacıyla lâpa koymak.
    lâpacı * Vücutça toplu ve iri olmasına rağmen direnci az olan.
    * Yorgun, bitmiştükenmiş.
    lâpacılık * Tembellik gevşeklik.
    lâpçın * Tabanımeşinden olan, mest, edik.
    lâpçınlı * Ayağına lâpçın giymişolan.
    lâpilli * Yanardağlardan fırlayan çok küçük katıparça.
    lâpina * Lapinagillerden, kayalık kıyılarda, sığsularda yaşayan 25, 35 cm uzunluğunda, kırmızı benekli, mavi veya
    yeşil balık (Crenilabrus pavo).
    lâpinagiller * Kemikli balıklar takımına giren bir familya.
    Lâpon * Lâponya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
    * Lâponya veya Lâponlara özgü olan (şey).
    Lâponca * Lâpon dili.
    Lâponyalı * Bkz. Lâpon.
    lâppadak * Bir şeyin düşerken lâp sesi çıkardığınıanlatmak için kullanılır.
    lârenjit * Gırtlaktaki aşırıve süreğen iltihap.
    larghetto * Bir parçanın lârgodan çabuk ve hafif çalınacağınıanlatır.
    * Bu biçimde çalınan müzik parçası.
    largo * Bir parçanın ağır ve görkemli çalınacağınıveya söyleneceğini anlatır.
    * Bu ağırlıkta çalınan müzik parçası.
    lârp * Ansızın ve güçlü bir biçimde.
    lârpadak * Lârp diye, ansızın.
    lârva * Kurtçuk.
    lârvacıl * Lârvayla beslenen hayvanlar.
    laser * Bkz. lâzer.
    lâskî * Yakı ile ilgili.
    lâskine * İskambil kâğıtlarıyla oynanan bir oyun.
    lâso * Kement.
    lâsta * Kuzey Avrupa’da kullanılan, 2000 kg’a yakın gemi yüklerine ve büyük miktardaki ticaret mallarına değer
    biçmeye yarayan kütle ölçü birimi.
    lâsteks * Kauçuk, ipek, pamuk veya yün karışımı bir tür yapma kumaş.
    * Bu kumaştan yapılmışolan.
    lâstik * Kauçuktan yapılmış(şey).
    * Yağmurlu havalarda ayakkabıüzerine giyilen kauçuktan pabuç.
    * Kauçuktan yazısilgisi.
    * Bazıtaşıtların tekerleklerine geçirilen kauçuk çember.
    * Esnek, ince kauçuk veya kauçuklu şerit.
    * Bir tür esnek örgü.
    * Korse.
    lâstik ağacı * Kauçuk.
    lâstik gibi * çevik.
    * (et için) az pişmiş,sert.
    lâstik tutkalı * Lâstiklerin kasnağa yapıştırılmasınısağlayan madde.
    lâstikçi * Lâstik ürünlerini yapan veya satan kimse.
    * Otomobil lâstiğini satan kimse.
    lâstikli * İçinde veya üzerinde lâstik bulunan.
    * Türlü anlamlar verilebilen (söz, konuşma).
    lâstikli söz * Değişik anlamlara gelebilen, farklıdeğerlendirilebilen konuşma.
    lâstikotin * İnce iplik ile çok sık dokunmuşyünlü kumaş.
    * Bu kumaştan yapılmışolan.
    lâşe * Leş.
    lâşka * Bkz. lâçka.
    lâta * Dar ve kalınca tahta.
    lâta * Osmanlılarda ilmiyenin giydiği bir tür üstlük.
    lâtanya * (Karaip dilinden) Bazıtürleri evlerde süs bitkisi olarak yetiştirilen, bazıtürlerinden de dokumalık iplik elde
    edilen bir tür palmiye (Latania rubra).
    lâteks * Bazı bitkilerin genellikle süt görünüşünde olan öz suyu.
    lâteksli * Özünde lâteks bulunduran.
  • Türkçe Sözlük L Sayfa 4

    lâkacı * Lâka veya vernik süren işçi.
    lâkap * Bir kimseye veya bir aileye kendi adından ayrı olarak sonradan takılan, o kimsenin veya o ailenin bir
    özelliğinden kaynaklanan ad.
    lâkap takmak * bir kimseye onun bir özelliğini belirtecek bir ad vermek.
    lâkaplı * Herhangi bir lâkabı olan; lâkap takılmışolan.
    lâkaydî * Aldırmazlık, ilgisizlik, umursamazlık, kayıtsızlık.
    lâkayt * İlgisiz, aldırmaz, umursamaz, kayıtsız.
    lâkayt kalmak * ilgisiz davranmak, aldırmamak.
    lâkaytlık * Lâkayt olma durumu.
    lâke * Lâka ile cilâlanmış.
    lâkerda * Palamut, torik gibi balıklardan dilim dilim kesilerek yapılan salamura.
    lâkerdacı * Lâkerda yapan veya satan kimse.
    lâkırdı * Söz.
    * Boşsöz, dedikodu, lâf.
    lâkırdıtaşımak * Bkz. lâf taşımak.
    lâkırdıağzından dökülmek * isteksiz konuşmak.
    lâkırdıaltında kalmamak * Bkz. lâf altında kalmamak.
    lâkırdıçıkarmak * Bkz. lâf çıkarmak.
    lâkırdıebesi * Geveze.
    lâkırdıetmek * konuşmak.
    * dedikodu konusu etmek.
    lâkırdıkavafı * Geveze.
    lâkırdı olmak * sohbet edilmek.
    lâkırdıyetiştirmek * bir söze karşılık vermekte gecikmemek.
    lâkırdıcı * Lâkırdı bulup söyleyen, konuşkan.
    * Geveze.
    * Dedikoducu.
    lâkırdısıağzında kalmak * konuşan kimsenin, bir başkasının söze başlamasıveya anî bir olay sonucunda sözü yarım kalmak.
    lâkırdısıaz * sessiz, az konuşan, durgun kimse.
    lâkırdısımı olur? * konuşulan bir şeyin önemsizliğini veya yersizliğini anlatmak için söylenir.
    lâkırdısınıetmek lâkırdısınıetmek * hakkında konuşmak.
    lâkırdıya boğmak * gereksiz ve boşsözlerle konuşmayıuzatmak.
    lâkırdıya tutmak * konuşarak oyalamak.
    lâkırdıyıağzına tıkamak * birinin sözünü bitirmesine imkân vermeden onu ters bir karşılıkla susmak zorunda bırakmak.
    lâkırdıyıezip büzmek * konuşmasını beceremeyip aynışeyleri tekrarlamak.
    lâkin * Ama, fakat.
    lâklâk * Leyleğin gagasıyla çıkardığıses.
    * Ara vermeden söylenilen saçma sapan söz dizisi, gevezelik.
    lâklak etmek * karşılıklı, gelişigüzel, havadan sudan konuşmak.
    lâklâka * Gereksiz, anlamsız, boşsöz.
    lâklâkıyat * Boşlâkırdılar, değersiz sözler.
    lâkonik * Kısa ve özlü (söz), Veciz.
    lâkoz * Hanigiller familyasından yuvarlak kuyruğu bulunan bir balık türü (Epinephelus zeneus).
    lâkrimal * Gözyaşı ile ilgili.
    lâktaz * Süt şekerini (laktoz) üzüm şekerine (glikoz) çeviren bir bağırsak enzimi.
    lâktik asit * Ekşi sütte ve bitkilerin çoğunda bulunan asit alkol, süt asidi.
    lâktoz * Sütte bulunan, sütün buharlaşmasıyla kristal durumunda toplanan şeker, süt şekeri (C12H22O11).
    lâl * Dili tutulmuş, konuşamaz hâle gelmiş, dilsiz.
    lâl * Parlak kırmızırenkte, billûrlaşmış, saydam bir alüminyum oksidi olan değerli bir taş.
    * Kırmızırenkli bir çeşit mürekkebe verilen ad.
    * Parlak kırmızırenkte olan.
    lâl etmek * konuşamaz duruma sokmak.
    lala * Çocuğun bakım, eğitim ve öğretimiyle görevli kimse.
    * Şehzadelerin özel eğitmenleri.
    * Padişahların vezirlerine seslenirken kullandıklarıhitap sözü.
    lala paşa eğlendirmek * işini gücünü bırakıp karşısındakinin hoşvakit geçirmesini sağlamak.
    lalalık * Lala olma durumu veya lalanın görevi.
    lâlanga * Yağda kızartılarak, üzerine şeker veya şerbet dökülen bir hamur tatlısı.
    lâle * Zambakgillerden, yapraklarıuzun ve mızraksı, çiçekleri kadeh biçiminde, türlü renkte bir süs bitkisi (Tulipa
    Gesneriana).
    * Meyve koparmak için ucuna üçlü veya dörtlü bir çatal geçirilmişsırık.
    * Ağır hapis mahkûmlarının boynuna geçirilen demir halka.
    lâle ağacı * Manolyagillerden, ana yurdu Güney Amerika olan, çiçekleri lâleye benzeyen bir süs ağacı(Liriodendron
    tulipifera).
  • Türkçe Sözlük L Sayfa 5

    lâleli * Lâle bulunan veya yetiştirilen (yer).
    * Üzerinde lâle deseni veya motifi bulunan.
    lâlelik * Osmanlıseramik ve cam sanatının güzel örneklerinden olan ve içine lâle konulan vazo.
    lâlettayin * Ayırt etmeksizin, gelişigüzel, özensiz, rastgele.
    lâlezar * Lâle yetiştirilen yer, lâle bahçesi.
    lâlüebkem * Dili tutulmuş, konuşamaz hâle gelmiş, dilsiz.
    lâm * Arap alfabesinde l harfinin adı.
    * Ebcet hesabında otuz sayısının adı.
    lâm * Mikroskopta incelenecek maddelerin üzerine konulduğu dar, uzun cam parçası.
    * Dar, çok ince metal parça.
    lâm elif çevirmek (veya çizmek) * kısa bir süre dolaşıp gelmek.
    lâma * Gevişgetirenlerden, Güney Amerika’nın dağlık bölgelerinde yaşayan, yük hayvanı olarak kullanılan,
    karadan aka kadar türlü renklerde olabilen, tüyleri uzun, boyu yüksek, boynu uzun hayvan (Lama).
    lâma * Tibetlilerde ve Moğollarda Buddha rahibi. Lâmaların en büyüğüne dalay lâma denir.
    lâmacı * Lâmacılık yanlısı olan (kimse).
    lâmacılık * Budizmin Orta Asya ve özellikle Tibet’te yaşayan biçimi.
    * Tibet Budizminde oluşan hiyerarşik düzen.
    lâmaist * Lâmacı.
    lâmaizm * Lâmacılık.
    lâmba * Petrol gibi yanıcı bir madde yakarak veya elektrik akımıyla içindeki teller akkor durumuna geçerek ışık
    veren alet.
    * Radyo alıcılarında ve televizyon yayınlarında kullanılan, havası boşaltılmışveya içine düşük basınçlı bir gaz
    doldurulmuş cam, seramik veya çelikten ampul.
    * Kapı, pencere kenarlarına açılan, genellikle dik açılı girinti.
    lâmba açmak * kapı; pencere kenarlarında genellikle dik açılı girinti açmak.
    lâmba karpuzu * Işığıyumuşatmak için lâmbalara geçirilen, mat camdan, basık vazo biçiminde nesne.
    lâmbada * Güney Amerika’da yapılan bir dans.
    lâmbada dansı * Bkz. lâmbada.
    lâmbalama * Lâmbalamak işi.
    lâmbalamak * Lâmba ışığıyla incelemek.
    * Kapıve pencere kenarlarına girinti açmak.
    lâmbalı * Herhangi bir sayıda lâmbası olan.
    * Lâmba ile çalışan.
    * Birbirinin içine geçebilecek biçimde yapılmış.
    lâmbalık * Eski evlerde lâmba koyacak veya takılacak yer.
    * Bir lâmbanın alabileceği kadar.
    lâmbasız * Lâmbası olmayan.
    lâmbayıaçmak * ışığıyakmak.
    * lâmbanın fitilini yükseltip ışığınıçoğaltmak.
    lâmbri * Bir yapının iç duvar kaplaması.
    * Tavan kaplaması.
    lâme * Dokusunda çoğunlukla gümüşve altın renginde tel bulunan (kumaş) veya metal parlaklığıverilmiş(deri).
    * Böyle bir kumaşveya deriden yapılmışolan.
    lâmekân * Mekânı olmayan, mekânsız (Allah’ın sıfatlarından).
    * Yersiz yurtsuz, belli bir adresi olmayan.
    lâmekân takımı * Yersiz yurtsuz, adresi belirsiz kişiler topluluğu.
    lâmel * Mikroskopla yapılan incelemede bazen lâmların üstüne kapatılan dört köşe, küçük ve ince cam parçası.
    * Çok ince tabaka.
    lâmıcimi yok * değişmez, kesin, başka yolu yok.
    lâminarya * Bütün denizlerde yetişen, sarıveya esmer renkte, emici köklerle kayalara tutunan, uzun şeritler durumunda
    bir deniz yosunu (Laminaria).
    lâmise * Dokunum.
    * Duyarga.
    * Anten.
    lan * Ulan sözünün kısa söylenişi, kaba hitap, ey.
    lânarkit * Hidratlıdoğal kurşun sülfat.
    lândo * Dört tekerlekli, içinde dingillere paralel olarak düzenlenmişkarşılıklı iki oturma sırası bulunan, üstü açılıp
    kapanabilen çift körüklü binek arabası.
    lândon * Bkz. lândo.
    lânet * Tanrı’nın sevgi ve ilgisinden mahrum olma, beddua.
    * Ters, berbat, çok kötü.
    lânet etmek * ilenmek, kötülüğünü istemek.
    lânet okumak * bir kimsenin Tanrı’nın merhametinden mahrum kalmasınıdilemek.
    lânet olsun! * ilenme sözü olarak kullanılır.
    lânetleme * Lânetlemek işi.
    * Lânetlenmiş.
    lânetlemek * Kargımak, lânet etmek.
    * (Tanrı) Merhametinden mahrum bırakmak.
    * Dinden kovmak.
    lânetlenme * Lânetlenmek işi.
    lânetlenmek * Lânet edilmek, lânete uğramak.
    lânetli * Lânetlenmiş, kargınmış, kargışlı, mel’un.
    langır lungur * Metalsi bir ses çıkararak.
    * Dikkatsizce, savruk bir biçimde.
    lângırt * Dikdörtgen masa üzerinde türlü aletleri yönetmek yoluyla küçük bilyeleri belirli deliklere sokmak veya bu
    deliklere girmesini önlemek amacına dayanan oyun.
    lângur * Maymunlardan, Hindistan’da yaşayan, kül rengi veya kırmızıya çalan sarıtüylü, büyük bir maymun
    (Presbytis entellus).
    lângust * Kabuklulardan, makasları olmaması, duyargalarının daha uzun ve güçlü olmasıyla istakozdan ayrılan, eti
    için avlanan bir deniz hayvanı(Palinurus vulgaris).
  • Türkçe Sözlük L Sayfa 2

    lâf cambazı * Etkileyici ve kandırıcısöz söyleyebilen kimse.
    lâf cambazlığı * Kandırıcıve etkileyici söz söyleme.
    lâf çıkarmak * yeni bir şey söylemek, ortaya atmak.
    * dedikodu yapmak.
    lâf çıkmak * dedikodu başlamak.
    lâf ebeliği * Lâf ebesi olma durumu.
    lâf ebesi * Çok konuşan, herkese lâf yetiştiren.
    lâf kalabalığı * üzerinde konuşulan konuyla, esasla veya sorunla ilgisi olmayan boşsöz yığını.
    lâf kaynayıp gitmek * söz boşa söylenmek, anlaşılmaz olmak, hiçbir etki yapmamak.
    lâf lâfıaçar * “bir konu üzerinde konuşulurken ilgisi dolayısıyla söz başka bir konuya geçer, sohbet uzar, gider”
    anlamında kullanılır.
    lâf ola beri gele! * konuşulan konu ile ilgili olmayan bir söz söylendiğinde veya bir sorun tartışılırken hiç ilgisiz bir şey ifade
    edildiğinde söylenir.
    lâf olsun âdet yerini bulsun * konuşacak herhangi bir konu bulunmadığıdurumlarda rastgele söz sarfetmek.
    lâf oturtmak * gerektiği yerde, beklenilmeyen bir durumda, karşıtarafa esaslıve gereken bir lâf söylemek.
    lâf salatası * Çeşitli konuları içine alan anlamsız, boşsözler.
    lâf söyledi bal kabağı * biri konu ile ilgisi olmayan saçma bir söz söylediği zaman kullanılır.
    lâf söyledi bal kabağı! * konuşurken gereksiz yere ve aptalca söz söylendiği zaman, bunu alaya almak için kullanılır.
    lâf taşımak * dedikodu ederek lâf götürüp getirmek.
    lâf yakıştırmak * konuşma sırasında yerinde söz söylemek, gerekeni ifade etmek.
    lâf yapmak * dedikodu yapmak.
    lâf yetiştirmek * birinin söylediklerine olur olmaz karşılık vermek, çene yarıştırmaya kalkmak.
    lâf yok! * “mükemmel, çok güzel, kusursuz, eleştirilecek bir tarafıyok” anlamında kullanılır.
    lâfa boğmak * üzerinde konuşulan konu içerisinde, hiç ilgisiz, gereksiz ve anlamsız bir biçimde söz edip asıl konuyu
    değiştirmek, unutturmak, karıştırmak.
    lâfa dalmak * uzun süren bir sohbette bulunmak, çok konuşmak.
    lâfa karışmak * biri veya birileri konuşurken bir başkasıkonuşmak, konuşmaya katılmak.
    lâfa tutmak * yersiz ve zamansız olarak ve sürekli konuşarak meşgul etmek, oyalamak.
    lâfazan * Geveze.
    lâfazanlık * Gevezelik.
    lâfçı * Çok konuşan, geveze.
    * İyi, etkili konuşan.
    * Söz götürüp getiren, dedikoducu.
    lâfçılık * Lâfçı olma durumu.
    lâfıağzına tıkamak * birinin rahatça konuşmasınıengelleyip susturmak, söyleyeceğine imkân tanımamak.
    lâfıağzında bırakmak * birinin konuşmasınıkesmek, sözlerini bitirmesine fırsat vermemek.
    lâfıağzında kalmak * sözü ağzında kalmak.
    lâfı bağlamak * bir konu üzerinde son sözü söylemek.
    lâfıdeğiştirmek * başka konuyu dile getirmek, başka bir şeyden söz etmek.
    lâfı geçmek * sözü etkili olmak, sözü dinlenmek.
    * bahsedilmek.
    lâfıkıçından dinlemek (veya anlamak) * konuşulan konuyu ilgisiz, üstünkörü veya önem vermeden dinlemek (veya yanlış, ters anlamak).
    lâfıkısa kesmek * söyleyeceğini kısa veya özet olarak belirtmek, az ve öz konuşmak.
    lâfımı olur? * “şimdi onun sırasıdeğil, daha önemli konular var” anlamında kullanılır.
    * “(bir işyapmak için) seve seve zahmete girerim, hiç önemi yok” anlamında kullanılır.
    lâfısulandırmak * bir konu üzerinde ciddiyetle durup konuşurken araya ilgisiz, anlamsız veya tutarsız boşlâf katmak.
    lâfıuzatmak * konuşmayı gereksiz bir biçimde başka sözlerle sürdürmek.
    lâfıyabana atmamak * söylenen söze değer vermek.
    lâfını(veya lâfınızı) balla kestim * bir kimsenin sözünü kesmek gerektiğinde “izin verin” anlamında kullanılır.
    lâfını bilmek * akıllıuslu konuşup başkasınırahatsız etmemek, güzel ve tutarlıkonuşmak.
    lâfınıetmek * birinden veya bir konudan söz etmek, onunla ilgili olarak konuşmak.
    lâfınıkesmek * araya girip, birinin sözünü bitirmesine fırsat vermemek.
    lâfınışaşırmak * ne diyeceğini bilememek, şaşırarak başka şeyler söylemek.
    lâfınıyedirmek * iddialı olarak söylediği sözü geri alma zorunda bırakmak.
    lâfız * Söz, kelime.
    * Yasanın sözle anlatmak, bildirmek istediği anlam.
    lâflama * Lâflamak işi.
    lâflamak * Konuşmak, sohbet etmek.
    lâflaya lâflaya * Sürekli konuşarak, oradan buradan söz açıp sohbet ederek.
  • Türkçe Sözlük L Sayfa 3

    laforizma * Çok bilinen bir sözü veya atasözünü biraz değiştirip eklemeler yaparak güncel sorunları belirten cümle,
    kıssadan hayat hisseleri: Bir toplumda değerler haklandıkça, o toplumda hep hırsızlar aklanır. Akılsız başın cezasını
    halklar çeker. sözü gibi.
    lâfta kalmak * bir işdüşünce aşamasında kalıp gerçekleşmemek.
    lâftan anlamak * söyleneni dinleyip uymak veya uygulamak.
    lâfügüzaf * Boşsöz.
    lâfzen * Sözün gelişine, söylenişine, yapısına göre, yazılı olmayarak.
    lâfzî * Sözün söylenişine, yapısına ait, sözle ilgili.
    lâgar * Zayıf, çelimsiz, etsiz.
    lâgos * Bkz. lâhos.
    lâgün * Denizden dar bir kıyıkordonu veya bir kanal ile ayrılmışgöl, deniz kulağı.
    lâğım * Bir yerleşim merkezinde pis suların akıp gitmesi için yer altında açılmışkanal, geriz.
    * Düşmanın kale duvarlarınıyıkmak veya düşman ordugâhına zarar vermek amacıyla, düşman siperlerine
    doğru yer altından açılan dar yol.
    lâğım çukuru * Abdesthanelerin pis sularınıve pisliklerini toplamak için kazılmışkapalıkuyu, fosseptik.
    lâğım döşemi * Bkz. kanalizasyon.
    lâğımcı * Pis su kanallarınıaçıp temizleyen işçi.
    * Düşman kalelerini yıkmak için lâğım kazan asker.
    lâğımcılık * Lâğımcının yaptığı iş.
    lâğımla atmak * (bir kayayı) delip, içine patlayıcımaddeler koyduktan sonra bu maddeleri ateşleyerek parçalamak.
    lâğıv * (bir kuruluşu) Kaldırma.
    * Hükümsüz kılma, feshetme.
    lâğvedilme * Lâğvedilmek işi.
    lâğvedilmek * (bir kuruluş) Kaldırılmak.
    * Hükümsüz kılınmak, feshedilmek.
    lâğvetme * Lâğvetmek işi veya durumu.
    lâğvetmek * (bir kuruluş) Kaldırılmak.
    * Hükümsüz kılmak, feshetmek, dağıtmak.
    lâğvolma * Lâğvolmak işi.
    lağvolmak * (bir kuruluş) Kaldırılmak.
    * Hükümsüz kılınmak, dağıtılmak.
    lâğvolunma * Lağvolunmak işi veya durumu.
    lâğvolunmak * Lâğvedilmek.
    lâhana * Turpgillerden, güz ve kışsebzesi olarak yetiştirilen ve birçok türü olan bitki, kelem (Brassica oleracea).
    lâhavle * Sabrın tükendiğini belirtmek için söylenir.
    lâhavle çekmek (veya okumak) * bir sıkıntıyı, öfkeyi yatıştırmak için “lâhavle”ile başlayan Arapça duayı okumak.
    lâhika * Ek.
    lâhit * Kenarlarıkâgir, üstü kapak taşlarıyla örtülü mezar.
    * Taşveya mermerden oyma mezar.
    lâhmacun * Üstüne kıyma, kıyılmışsoğan ve baharat konularak fırında pişirilen pide.
    lâhmacuncu * Lâhmacun yapan ve satan kimse.
    lâhmacunculuk * Lâhmacuncunun işi veya mesleği.
    lâhos * Hanigillerden, Akdeniz ve Ege’de yaşayan lezzetli bir balık, kaya hanisi.
    lâhurakî * Lâhor’a ait.
    lâhurî * Lâhor’da yapılan her tür şal, Lahor şalı.
    lâhut * Tanrıâlemi.
    * Kutsal.
    lâhutî * İlâhî, Tanrısal.
    lâhza * Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, an.
    lâhzacık * Kısa bir an.
    lâhzada * Çarçabuk, bir anda, hemen, bekletmeden.
    lâik * Din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini dinden ayrıtutan.
    lâikleşme * Lâikleşmek işi veya durumu.
    lâikleşmek * Lâik duruma gelmek.
    lâikleştirme * Lâikleştirmek işi.
    lâikleştirmek * Dinle ilgili olmayan işleri dinî görüşlerin dışında tutmak.
    lâiklik * Lâik olma durumu, lâisizm.
    * Devlet ile din işlerinin ayrılığı; devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız
    olması, lâisizm.
    lâin * Lânetlenmiş, mel’un.
    lâisizm * Lâiklik.
    -lak / -lek * İsim ve sıfatlardan isim ve sıfat türeten ek: Teker-lek, yuvar-lak, diş-lek vb.
    lâka * Uzak Doğu’da yetişen Amerika elmasından çıkan zamk.
    * Boyacılıkta kullanılan, kırmız böceğinin üst deri bezlerinin salgıladığımadde.
  • Türkçe Sözlük L Sayfa 1

    L * Romen rakamlarıdizisinde 50 sayısını gösterir.
    -l * İsimden sıfat türeten ek: yeşil < yaş-ı-l, doğal < doğa-l, yasal < yasa-l vb.
    -l * Fiilden isim türeten ek: okul < oku-l, inal < ina-l vb.
    -l- * Fiilden fiil türeten ek; edilgen fiil çatılarıkurar: yaz-ı-l-, ver-i-l-, yedir-i-l-, içir-i-l-, düşün-ü-l- vb.
    L demiri * Sanayide kullanılan L biçiminde bükülmüşdemir çubuk.
    -l-, -al- / -el- * Sıfattan fiil türeten ek: kısa-l-, yüce-l-, sivri-l- vb.
    l, L * Türk alfabesinin on beşinci harfi. Le adıverilen bu harf, ses bilimi bakımından ötümlü dişeti-avurt
    ünsüzünü gösterir. L ünsüzünün biri art (kalın), öbürü de ön (ince) olmak üzere iki türü vardır.
    La * Lântan’ın kısaltması.
    * Gam dizisinde “sol” ile “si” arasındaki ses.
    * Bu sesi gösteren nota işareti.
    -la / -le * İsimden isim türeten ek; yer isimleri yapar.
    -la / -le * İsimden fiil türeten ek: su-la-, taş-la-, tuz-la-, göz-le-, gece-le-, hece-le- vb.
    lâakal * En azından, hiç olmazsa.
    lâbada * Karabuğdaygillerden, dere kıyılarında, sulak çayırlarda kendiliğinden yetişen, çok yıllık ve yapraklarısebze
    olarak kullanılan bir bitki, efelek (Rumex petientia).
    lâbirent * Çıkışyeri kolaylıkla bulunamayacak kadar karışık koridorları olan yapı.
    * İçinden çıkılması güç veya imkânsız durum, sorun.
    lâborant * Araştırmalarda, lâboratuvar deneylerinde yardımcı olarak çalıştırılan kimse.
    lâborantlık * Lâborantın işi veya mesleği.
    lâboratuvar * Bilimsel ve teknik araştırmalar, çalışmalar için gerekli araç ve gereçlerin bulunduğu yer.
    * Bkz. dil lâboratuvarı.
    lâboratuvar muayenesi * Bir hastalıkta teşhisin konmasıve gereken tedavinin belirlenmesi amacıyla yapılan tahlil ve muayene.
    lâbrador * Labrador kıyılarında parlak bir türüne rastlanan, feldspatlar grubundan ve plâjiyoklâz serisinden olan
    alüminyum, kalsiyum ve sodyum silikatı.
    lâbros * Lâpina balığının büyük cinsi.
    lâciverdî * Lâcivert renkli, lâciverde çalan.
    lâcivert taşı * İçinde düzgün bir biçimde dağılmışkükürt bulunan sodyumla alüminyum silikatın oluşturduğu değerli,
    lâcivert renkli taş.
    lâcivert,-di * Koyu mavi renk.
    * Koyu mavi renkte olan.
    lâcivertlik * Lâcivert renklilik.
    lâçin * Bir tür şahin, doğan.
    lâçka * Gemi halatının gevşetilip boşa bırakılması.
    * Gevşemiş, verimsiz duruma gelmiş, düzeni bozulmuş.
    lâçka etmek * bir halatıkoyuverip boşaltmak.
    * gevşetmek, bitkin bir duruma getirmek.
    lâçka olmak * vida, mil gibi makine bölümleri aşınarak veya yuvaları genişleyerek gevşemek.
    * herhangi bir düzen iyi işlemez olmak.
    lâçkalaşma * Lâçkalaşmak işi.
    lâçkalaşmak * Lâçka olmak.
    * Herhangi bir düzen iyi işlemez olmak, gevşemek, bozulmak.
    lâçkalık * Laçka olma durumu.
    lâden * Lâdengillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen tüylü ve genellikle yapışkan yapraklı, beyaz veya pembe çiçekli,
    reçinesi hekimlikte kullanılan bir bitki (Cistus creticus).
    * Bu bitkiden elde edilen sürme, rastık.
    lâdengiller * İki çeneklilerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, lâden ve benzeri türleri içine alan bir bitki familyası.
    lâdenli * Lâden sürmüşolan.
    lâdes * Tavuğun lâdes kemiğini iki kişinin birer ucundan tutarak kırması, birinin “aklımda” veya “hatırımda”
    demeden bir şeyi ötekinden almasıyla yenilmişsayılarak biten oyun.
    lâdes kemiği * Kuşlarda göğüs kemiğinin üstünde iki kanat arasında bulunan V biçimindeki ince kemik.
    lâdes oyunu * Bkz. lâdes.
    lâdes tutuşmak * tavuğun lâdes kemiğini birer ucundan karşılıklıtutup kırarak lâdes oyununa başlamak.
    lâdin * Çamgillerden, 50-60 m kadar yükseklikte olan, düz gövdeli, kozalağıaşağıya doğru sarkık, kerestesi ve
    reçinesi çok beğenilen, çam türüne çok yakın bir orman ağacı(Picea).
    lâdinî * Din dışı.
    lâedri * Yazarı bilinmeyen, anonim.
    * Bilinemezci.
    lâedriye * Bilinemezcilik.
    lâf * Söz, lâkırdı.
    * Sonuçsuz, yararı olmayan söz.
    * Konuşma.
    * Konu, mevzu, bahis.
    * “Öyle şey olamaz”, “bu sözün hiçbir değeri yok” anlamında hafifseme yollu kullanılır.
    lâf (veya söz) altında kalmamak * kendisini inciten, itham eden veya rahatsız bir duruma düşüren söze gereken karşılığıverip durumu
    düzeltmek.
    lâf açmak * söz etmek, söz açmak, konuya girmek.
    lâf anlamaz * söz dinlemeyip kendi bildiğinde inat eden.
    * kaba, aptal (kimse).
    lâf anlatmak * sözünü dinletmek, karşıdakini ikna edinceye kadar konuşmak.
    lâf aramızda * “söz aramızda, başkaları bilmesin, duymasın” anlamında kullanılır.
    lâf atmak * söyleşmek, konuşmak.
    * uzaktan, dolayısıyla dokunacak söz söyleyip işittirmek.
    * sözle sarkıntılık etmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 176

    küskütük * Çok sarhoş, körkütük.
    küslük * Küs olma durumu, dargınlık.
    küsme * Küsmek işi.
    küsmek * Darılmak.
    * Gelişememek, büyüyememek.
    * Görevini yerine getirememek.
    * Bir madde, herhangi bir sebeple istenilen niteliğini yitirmek.
    küspe * Hayvan yemi, yakacak ve gübre olarak kullanılan, yağıveya suyu çıkarılmışher türlü yağlıtohum ve bitki
    artığı.
    * Özü alınmışmeyvelerin kalan bölümü.
    küstah * Sıra, saygıtanımadan davranan (kimse).
    küstahça * Küstah, saygısız (bir biçimde).
    küstahlaşma * Küstahlaşmak işi.
    küstahlaşmak * Küstah duruma gelmek.
    küstahlık * Küstah olma durumu veya küstahça davranış.
    küstahlık etmek * küstahça davranışlarda bulunmak.
    küstere * Bir çeşit uzun rende.
    * Değirmen taşıyapılan taş.
    * Bileği çarkı.
    küstüm otu * Baklagillerden, dokunulduğunda yapraklarıpörsüyen bir bitki, küseğen (Mimosa pudica).
    küstürme * Küstürmek işi.
    küstürmek * Küsmesine yol açmak.
    küsuf * Güneştutulması.
    küsur * Artan bölümler, geriye kalan bölümler, kesirler.
    * Tam sayıdan sonra gelen kesirli sayı.
    küsurat * Artan, geriye kalan parçalar, kesirler, küsur.
    küsurlu * Küsuru olan.
    küsursuz * Küsuru olmayan.
    küsü * Küskünlük.
    küsülü * Aralarında dargınlık, küskünlük bulunan.
    küsüşme * Küsüşmek işi.
    küsüşmek * Birbirine küsmek, karşılıklıdarılmak.
    küşade * Açık, açılmış.
    küşat * Açma, açılış.
    * Güzellik, hoşluk.
    * Tavlada bir çeşit oyun.
    küşayiş * Açıklık, ferahlık.
    küşne * Kara burçak.
    küşüm * Kuşku.
    * Kaygı.
    küşümlenme * Küşümlenmek işi.
    küşümlenmek * Kuşkulanmak.
    * Kaygılanmak.
    küt * Kısa ve kalınca; sivri ve uzun olmayan.
    * Keskin olmayan.
    küt * Tahta gibi katışeylere vurulduğunda çıkan sesi anlatır.
    küt küt * Üst üste küt sesi çıkararak.
    kütikül * Yaprakların her iki yüzünde bulunan ve suyu sızdırmadığı için bitkinin kurumasına engel olan ince zar.
    * Kabukluların ve böceklerin örteneğinin koruyucu, kitinli katmanı.
    kütin * Bitkilerin kutiküllerini oluşturan, geçirgen olmayan bal mumu yapısında madde.
    kütinleşme * Selülozun kütin biçimine dönüşmesi.
    kütle * (katımaddeler için) Büyük parça, küme, yığın.
    * Bir yerde toplanmış, bir araya gelmişinsan topluluğu, kitle.
    * Belirli işleviyle özellik gösteren büyük insan topluluğu.
    * İnsanların büyük çoğunluğu.
    * Bir nesneye uygulanan kuvvetle, oluşan ivme arasındaki orantıyıveren kat sayıveya nesne niceliği.
    kütleme * Kütlemek işi.
    kütlemek * Bir yere çarpıp küt diye ses çıkarmak.
    kütlesel * Kütle ile ilgili olan.
    kütleşme * Kütleşmek işi.
    kütleşmek * Küt duruma gelmek.
    kütleştirme * Kütleştirmek işi veya durumu.
    kütleştirmek * Küt duruma getirmek.
    kütletme * Kütletmek işi.
    kütletmek * Küt diye ses çıkartmak.
    kütlü * Çekirdekli, çiğitli (pamuk).
    kütlük * Küt olma durumu.
    küttedek * Birdenbire ve küt diye ses çıkararak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 177

    kütüğe geçirmek * ana deftere yazmak.
    kütük * Kalın ağaç gövdesi.
    * Kesilmişağaç gövdesi.
    * Kesimden sonra ağaç gövdesinin toprakta kalan bölümü.
    * Asma fidanı.
    * Resmî kayıt defteri, ana defter.
    * Görgüsüz, kaba (kimse).
    kütük gibi * çok şişmiş.
    * çok sarhoş.
    kütükleşme * Kütükleşmek işi.
    kütükleşmek * Sert ve duygusuz bir duruma gelmek.
    kütüklük * İçine şarjöre geçirilmiştüfek fişeği konulan ve palaska kayışına geçirilen kösele çanta, fişeklik.
    kütüphane * Kuruluşamaç ve görevine uygun kitap, film, plâk gibi her türlü düşünce ve sanat ürününü toplayan,
    düzenleyen ve genel olarak ilgilenen okurlara sunan kuruluş.
    * Kitap satılan dükkân, kitap evi.
    kütüphaneci * Kitaplıkta görevli kimse.
    * Kitaplık bilimci.
    * Kitap evi sahibi, kitapçı.
    kütüphanecilik * Kitaplık görevlisinin işi.
    * Kitaplık bilimi.
    kütür kütür * Elma, ayva, karpuz gibi gevrek meyveler kesilir veya ısırılırken çıkan sesi anlatır.
    * Bu türlü ses çıkaran, taze.
    kütürdeme * Kütürdemek işi.
    kütürdemek * Kütür kütür diye ses çıkarmak.
    kütürdetme * Kütürdetmek işi.
    kütürdetmek * Kütür kütür diye ses çıkartmak.
    kütürtü * Kütür kütür diye çıkan ses.
    küvet * İçinde bazışeyler veya el yıkanan kap.
    * Banyoda içinde yıkanılan tekne.
    Küveytli * Küveyt halkından olan.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 170

    küçük köyün büyük ağası * büyüklük taslayanlar için söylenir.
    küçük kumru * Kumru cinsi bir tür kuş.
    küçük martı * Martıcinsi bir tür kuş.
    küçük mevlit ayı * Kamer takviminin dördüncü ayı, rebiyülâhır.
    küçük oynamak * kumarda az para ile oynamak.
    küçük önerme * Bir tasımda, küçük terimi taşıyan öncül, minor.
    küçük parmak * Bkz. serçe parmak.
    küçük sakarca * Sakarya cinsi bir tür kuş.
    küçük sesli uyumu * Bkz. küçük ünlü uyumu.
    küçük şalgam * Turpgillerden, çiçekleri kokulu, tohumlarından ışık araçlarında ve sabun yapımında kullanılan bir yağ
    çıkarılan, kolzaya benzeyen bir bitki, yağşalgamı(Brassica rapa).
    küçük tansiyon * Kanın beyin içindeki basıncı.
    küçük terim * Bir tasımda, vargının konusu olan terim.
    küçük tövbe ayı * Kamer takviminin altıncıayı, cemaziyülâhır.
    küçük ünlü uyumu * Türkçe bir kelimede düz ünlülerden (a, e, ı, i) sonra düz ünlülerin, yuvarlak ünlülerden (o,ö,u,ü) sonra dar
    yuvarlak (u,ü) veya düz geniş(a,e) ünlülerin gelmesi: Evler. Etek. Salkımlar. Ördek, Okul, Sucuların gibi.
    Küçükayı * Göğün kuzey kutup bölgesinde, Büyük Ayı’nın tersi durumda, bir takım yıldız, Dübbüasgar.
    küçükbaş * Kasaplık hayvanlardan koyun ve keçiye verilen ortak ad.
    küçükçe * Biraz küçük.
    küçükle küçük, büyükle büyük olmak * her yaştaki kişilere karşıdostça, arkadaşça davranmak.
    * her makam ve durumdaki kişilere karşıdostça ve anlayışgösterek davranmak.
    küçükleşme * Küçükleşmek işi.
    küçükleşmek * Değerini yitirmek.
    küçüklü büyüklü * “Küçüğü de büyüğü de birlikte” anlamında kulanılır.
    küçüklük * Küçük olma durumu.
    * İnsana yakışmayacak, insanın değerini azaltacak davranış.
    küçüksemek * Küçümsemek.
    küçülme * Küçülmek işi.
    küçülmek * Büyükken herhangi bir sebeple ufak duruma gelmek.
    * Büzülmek, hacimce ufalmak.
    * Değer ve onurunu azaltacak davranışta bulunmak.
    küçültme * Küçültmek işi, tasgir.
    * Bir şeyin küçüğünü gösteren söz biçimi.
    küçültme eki * Kelimelerin anlamına küçüklük, azlık, sevgi, acıma kavramlarıkatan ekler. Türkçede bu kavramlar şu
    eklerle sağlanır.
    küçültmek * Büyükken daha küçük duruma getirmek.
    * Değerini ve onurunu azaltmak.
    * Yaşını gizleyerek küçük göstermek.
    küçülüş * Küçülmek işi veya biçimi.
    küçümen * Benzerlerinden daha küçük olan, pek küçük.
    küçümencik * İyi ve küçük.
    küçümseme * Küçümsemek işi.
    küçümsemek * Değer ve önem vermemek, küçük görmek, küçümsemek.
    küçümsenme * Küçümsenmek işi.
    küçümsenmek * Küçümsemek işi yapılmak.
    küçümseyiş * Küçümsemek işi veya biçimi.
    küçürek * Biraz küçük.
    küf * Ekmek, peynir gibi organik maddelerin üzerinde, nem ve ısının etkisiyle oluşan, çoğu yeşil renkli mantar.
    * Pas.
    küf bağlamak (veya tutmak) * küflenmek.
    * unutulmak.
    * bitmek, kalmamak.
    küf kokmak * kapalı, nemli yerler gibi ağır kokmak.
    küf kokusu * Ağır, pis ve bunaltıcıkoku.
    küf yeşili * (renk için) Açık yeşil.
    küfe * Genellikle söğüt veya başka ağaç dallarından örülen, yük taşımaya yarayan, kaba ve dayanıklısepet.
    * Kaba et, kıç.
    * Bir küfenin alabildiği miktar.
    küfeci * Küfe yapan veya satan kimse.
    * Küfe ile sırtında öte beri taşıyan hamal.
    küfecilik * Küfecinin işi.
    küfelik * Bir küfeyi dolduracak miktarda.
    * Kendi kendine yürüyemeyecek derecede sarhoş(kimse).
    küfelik olmak * çok sarhoşolmak.
    küffar * Müslüman olmayanlar, kâfirler.
    küflendirme * Küflendirmek işi.
    küflendirmek * Küf bağlamasına yol açmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 171

    küflenme * Küflenmek işi.
    küflenmek * Küf oluşmak.
    * Zamanı geçmek, köhneleşmek.
    * Çalışma fırsatı bulamayarak özelliklerini veya yeteneğini yitirmek.
    küfletme * Küflendirme.
    küfletmek * Küflendirmek.
    küflü * Küflenmişolan.
    * Zamanı geçmiş, köhne.
    * Saklanmışaltın para.
    küflüce * Bkz. mantar hastalığı.
    küfran * Nankörlük.
    küfretme * Küfretmek işi, sövme.
    küfretmek * Sövmek.
    küfür * Sövme, sövmek için söylenen söz, sövgü.
    * Tanrı’nın varlığıve birliği gibi dinin temellerinden sayılan inançları inkâr etme ve bu yolda söylenen söz.
    * Olumlu işleri kötü gösterme, varlıkları inkâr etme.
    küfür küfür * (rüzgâr için) Tatlı, serin ve hafif bir biçimde eserek.
    küfür savurmak * küfretmek.
    küfür yemek * kendisine küfredilmek.
    küfürbaz * Kaba sövgüleri çok kullanan, ağzı bozuk.
    küfürbazlık * Küfürbaz olma durumu.
    küfürü basmak * küfretmek.
    küfüv * Birbirine benzeyen veya yakışan, denk.
    küheylân * Soylu Arap atı.
    kükre * Öfke veya cinsel istek yüzünden saldırıcı bir durum alan (hayvan).
    kükreme * Kükremek işi.
    kükremek * (aslan) Bağırmak.
    * Coşmak, taşkınlık göstermek.
    * (deniz, nehir için) Kabarmak, taşmak.
    * Kızgınlık ve öfke ile yüksek sesle bağırmak.
    * Coşkuyla saldırmak.
    * Mayalanıp kabarmak.
    * Gür bir biçimde yetişmek.
    kükreyiş * Kükremek işi veya biçimi.
    kükürt * Atom numarası16, atom ağırlığı32,06 olan, doğada saf veya başka cisimlerle birleşik olarak bulunan, sarı
    renkli, 119 C° de eriyen ve 444 C° de kaynayan element, sulf. KısaltmasıS.
    kükürt çiçeği * Kükürt buharının birdenbire soğutulmasıyla elde edilen kükürt.
    kükürtatar * Kükürtlü buhar çıkaran ve üzerinde kükürt biriken alan.
    kükürtleme * Kükürtlemek işi.
    kükürtlemek * Toz kükürt serpmek.
    kükürtlenme * Kükürtlenmek işi.
    kükürtlenmek * Kükürtlemek işine konu olmak veya kükürtlemek işi yapılmak.
    kükürtlü * İçinde kükürt bulunan.
    kükürtsüz * İçinde kükürt bulunmayan.
    kül * Yanan şeylerden arta kalan toz madde.
    * Yanmış bir yapının kalıntısı.
    kül * Bütün, tüm.
    kül bağlamak * (ateşiçin) sönmek.
    * gücünü, etkisini yitirmek.
    kül çöreği * Külde pişirilen çörek.
    kül etmek * yakmak, kavurmak.
    * birinin varınıyoğunu yok etmek.
    kül gibi * (bet beniz için) soluk, renksiz.
    kül kesilmek * heyacandan rengi solmak.
    kül olmak * bütünüyle yanmak.
    * varınıyoğunu yitirmek.
    kül rengi * Odunun yanmasıyla oluşan, külün akla kara arasındaki rengi, gri.
    * Bu renkte olan.
    kül rengi et sineği * Eklem bacaklıların böcekler sınıfından, larvalarınıhayvan ölüsü veya et üzerine bırakan bir tür sinek
    (Sartophaga carnaria).
    kül tablası * Sigara külünün, içine dökülüp biriktirildiği cam veya metal kap.
    kül ufak olmak * çok küçük parçalara ayrılmak.
    kül yemek (veya yutmak) * kurnazca yapılan bir oyuna düşmek, aldatılmak.
    külâh * Erkeklerin giydiği genellikle keçeden, ucu sivri veya yüksek başlık.
    * İçine bazışeyler koymak için huni biçiminde bükülmüşkâğıt kap.
    * Bu kabın alabileceği miktar.
    * Oyun, hile.
    külâh giydirmek * hile ile, oyunla aldatmak.
    külâh kapmak * düzen, dalavere ile bir işin başına geçmek.
    külâh peşinde olmak * yalan ve dolanla bir işin başına geçmeye çalışmak.
    külâh takmak * hile ile, oyunla kandırıp parasınıalmak.
    külâhçı * Külâh yapan veya satan kimse.