Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 111

    kinestezi * Devin duyum.
    kinetik * Hareketle ilgili, hareket sebebiyle oluşan.
    * Hareket olaylarını inceleyen bilim dalı.
    * Kimyasal tepkimelerin hızlarını inceleyen bilim dalı.
    kinetik enerji * Hareket durumunda olan cismin enerjisi; bir cismin hareketini sağlayan veya hareket eden cisimlerde
    bulunan enerji.
    kinik * Kinizm taraftarı(kimse veya görüş), sinik.
    kinin * Kınakınadan elde edilen ve sıtmanın tedavisinde kullanılan beyaz alkaloit. Halk arasında, tuzlarından biri
    olan kinin sülfatısözünden kısaltılarak sülfata denir.
    kinin gibi * çok acı.
    kinin sülfatı * Kinin.
    kininli * İçinde kinin bulunmak.
    kiniş * Marangozlukta tahta üzerine boydan boya açılan, kesiti kare veya dikdörtgen biçiminde kanal.
    kinizm * İnsanın erdem ve mutluluğa, hiçbir değere bağlı olmadan, bütün gereksinmelerden sıyrılarak bağımsız
    olarak erişebileceğini savunan Antisthenes’in öğretisi, sinizm.
    kinlenme * Kinlenmek işi.
    kinlenmek * Öç almak istemek, kin tutmak.
    kinli * Öç almak isteyen, kin tutan.
    kinsiz * Kini olmayan, kin taşımayan.
    kip * Örnek, kalıp.
    * Değişebilen, geçici nitelik, san karşıtı.
    * Fiillerde belirli bir zamanla birlikte konuşanın, dinleyenin ve hakkında konuşulanın, teklik veya çokluk
    olarak belirtilmiş biçimi, sıyga.
    * Uygun, tıpatıp gelen.
    kip gelmek * tıpatıp, uygun gelmek.
    kipe * Hızla bükülen kalçanın sert ve birden gerilişiyle, vücudun yatıştan ayak üstü duruşa veya asılmadan
    dayanmaya geçmesi.
    kipkirli * Çok kirli, çamura ve pisliğe bulaşmış.
    kiplik * Önermelerin yalın, belkili veya mecburî olma nitelikleri.
    kir * Herhangi bir şeyin veya vücudun üzerinde oluşan, biriken pislik.
    * Utanılacak durum, leke, şaibe.
    kir götürmek * kirini belli etmeyecek bir renkte olmak.
    kir götürmek * bir şey çok kirli olmak.
    kir pas * Kir.
    kir tutmak * kirini hemen belli edecek bir renkte olmak, çok kirlenmek.
    kira * Bir konutun, bir mülkün veya taşıt gibi herhangi bir şeyin belli bir bedel karşılığında, bir süre için sahibi
    tarafından başkasına verilmesi, icar.
    * Bu biçimde tutulan bir şey için karşılık olarak ödenen para.
    kira arabası * Kiralık kullanılan araba.
    kira bedeli * Kiralanan mal için ödenen karşılık.
    kira kontratı * Kiralamak işinde karşılıklıyükümlülükleri belirten resmî belge.
    kiracı * Bir şeyi, bir yeri kira ile tutan kimse, müstecir.
    kiracılık * Kiracı olma durumu.
    kirada olmak (veya oturmak) * kira karşılığında verilmişolmak.
    * kira ile tutulmuş bir yerde oturmak.
    kiralama * Kiralamak işi.
    kiralamak * Kira ile vermek.
    * Kira ile tutmak.
    kiralanma * Kiralanmak işi.
    kiralanmak * Kiraya verilmek.
    * Kira ile tutulmak.
    kiralayan * Kiraya veren.
    kiralayıcı * Kiralayan kimse.
    kiralı * Kiralanmışolan.
    kiralık * Kiraya verilecek olan.
    kiralık adam * Bir işyaptırmak için tutulan adam.
    kiralık ev * Kiralanmak üzere hazırlanmışolan ev.
    kiralık kadın * Para veya başka bir çıkarıkarşılığında erkeklerle cinsel ilişki kuran kadın.
    kiralık kasa * Bankalarda müşterilerin değerli eşya, senet gibişeylerinin saklandığıkasa.
    kiralık katil * Bir kimseyi öldürmek için bir başkasıtarafından tutulan kimse.
    kiralık kız * 343 kiralık kadın.
    kiraya vermek * kira karşılığında vermek, icara vermek.
    kiraz * Gülgillerden bir meyve ağacı(Cerasus avium).
    * Bu ağacın kırmızıve beyaz renkte, etli, sulu, tek çekirdekli meyvesi.
    kiraz elması * Kırmızı, küçük ve sert bir elma türü.
    kiraz reçeli * Kirazın şeker ile kaynatılmasısonucu elde edilen reçel.
    kiraz zamkı * Kiraz, badem, erik, kayısıve şeftali gibi ağaçların gövde ve dallarında meydana gelen zamk.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 112

    kirazlık * Kiraz ağaçlarıçok olan yer, kiraz bahçesi.
    kirde * Genellikle mısır unuyla yapılan bir tür pide.
    kirdeci * Kirde yapan veya satan kimse.
    kirebolu * Arıların kovan deliğini kapamak için kullandıklarısarıve yumuşak madde.
    kireç * Mermer, tebeşir, kireç taşı, alçıtaşı gibi birçok taşın maddesini oluşturan kalsiyum oksit, (CaO).
    * Kalsiyum hidroksit, Ca(OH).
    kireç fabrikası * Kireç üreten fabrika.
    kireç gibi (olmak) * yüzünde hiç renk kalmamak, rengi solmak.
    kireç kaymağı * Bazıeşya ve yerleri mikroplardan arıtmakta, çamaşırlarıağartmakta kullanılan, sarımsı beyaz renkte ve klor
    kokusunda, toz veya sulandırılmışkireç klorürü.
    kireç kuyusu * İçinde kireç söndürülen genişçukur.
    kireç ocağı * Kireç yapmak için kireç taşlarının yakıldığıfırın.
    kireç söndürmek * kireci kullanmadan önce üzerine bolca su dökerek kalsiyum hidroksit durumuna getirmek.
    kireç suyu * İçinde erimiş bir durumda kireç bulunan su.
    kireç sütü * Badana için hazırlanmışsulu kireç.
    kireç taşı * Kireç elde etmekte kullanılan, kalsiyum karbon tuzundan bileşik kayaç, kalker, kireç.
    kireççi * Kireç taşından kireç elde eden veya satan kimse.
    kireççil * (bitki için) Kireçli topraktan hoşlanan, kireçli toprakta yetişen, kireçyeren karşıtı.
    kireçleme * Kireçlemek işi.
    kireçlemek * Kireç katmak veya kireç sürmek.
    * Kireç kullanarak badana yapmak.
    kireçlenme * Kireçlenmek işi.
    * Organik dokuların içinde kireç birikmesi durumu.
    kireçlenmek * Kireç dökülmek veya saçılmak.
    * Kireç sürülmek.
    * Kireç bulaşmak.
    * Bitkilerin hücre zarlarında kalsiyum karbonat ve kalsiyum oksalat gibi kalsiyum tuzlarıtoplanmak.
    * (kalsiyum tuzları için) Organik dokularda, dokunun görevine engel olacak derecede birikmek.
    kireçleşme * Kireçleşmek işi, kireçlenme.
    kireçleşmek * Kireç durumuna gelmek, kireçlenmek, kalkerleşmek.
    kireçli * Birleşiminde kireç olan veya kireci çok olan.
    * Kirece sürülmüş, kireç bulaşmış.
    kireçlik * Kireç konulan yer.
    * Kireci çok olan.
    kireçsileme * Kireçsilemek işi.
    kireçsilemek * Isıyardımıyla kirece çevirmek.
    * Yüksek ısı ile kurutmak.
    kireçsiz * Birleşiminde kireç olmayan veya çok az olan.
    * Birleşiminde karbon tuzlarının oranıdüşük olan (su).
    kireçsizlenme * Kayaçların içinde bulunan kalsiyum karbon tuzunun sularla eritilerek alınması.
    kireçsizleştirme * Kireçten arıtma.
    kireçsizleştirmek * Kireçsiz duruma getirmek.
    kireçyeren * Kireçli topraktan hoşlanmayan, kireçli toprakta yetişmeyen, kireççil karşıtı.
    kiremit * Yapıların çatılarınıörtmekte kullanılan, yan yana dizilerek, suyu aşağıya geçirmeden dışarıakıtacak biçimde
    yapılmış, kızıl toprağın renginde, pişmiş balçık levha.
    kiremit fabrikası * Modern usullerle hazırlanmış balçığın kiremide dönüştürüldüğü işyeri.
    kiremit rengi * Kahverengine çalan kızıl kırmızırenk, kiremidin rengi.
    * Bu renkte olan.
    kiremitçi * Kiremit yapan, satan veya döşeyen kimse.
    kiremitçilik * Kiremitçi olma durumu veya kiremitçinin yaptığı iş.
    kiremithane * Kiremit yapılan yer.
    kiremitli * Kiremiti olan.
    kiri kabarmak * nem, ısı gibi sebeplerle kir, üzerinde bulunduğu yüzeyden ayrılabilir duruma gelmek.
    kiril alfabesi * Yunan büyük harfi tipinde düzenlenmişSlav alfabe ve yazısı.
    kiriş * Bazıtelli müzik araçlarında kullanılan, hayvan bağırsaklarından yapılan tel.
    * Ok atılan yayın iki ucu arasındaki esnek bağ.
    * Dört köşe kalın keresteden, demirden veya betonarmeden yapılmışyatay destek parçası.
    * Bir eğrinin iki noktasını birleştiren doğru parçası.
    * Kasların uçlarında bulunan, kaslarıkemiklere ve başka organlara bağlayan beyazımsıkordon.
    kirişçi * Kirişyapan veya satan kimse.
    kirişhane * Kirişin yapıldığı işlik.
    kirişi kırmak * bulunduğu yerden ayrılmak, kaçıp gitmek.
    kirişleme * Kirişlemek işi.
    * Ahşap döşemelerde yaklaşık 50 cm ara ile kirişler koyma.
    * Çapraz olarak, kılıçlama.
    kirişlemek * (yay için) Kirişi çekip germek.
    * Kiriş, olarak kullanılan keresteyi döşemek.
    kirişli * Kirişi olan.
    * Kirişyapısında olan.
    kirişlik * Kirişolarak kullanılmaya uygun.
    kirişsiz * Kirişi olmayan.
    kirizma * Toprağıderince kazarak altınıüstüne getirme.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 113

    kirizma yapmak (veya etmek) * toprağıderince kazarak altınıüstüne getirerek sürmek.
    kirizmalama * Kirizmalamak işi veya durumu.
    kirizmalamak * Kirizma yapmak.
    kirizme * 343 kirizma.
    kirkit * Dokumacılıkta atkı ipliğini sıkıştırmak için kullanılan, demirden veya ağaçtan yapılmışdişli araç.
    kirlenme * Kirlenmek işi.
    kirlenmek * Kirli duruma gelmek, pislenmek.
    * Onuru lekelenmek.
    * (kadın için) Irzına geçilmek, iffeti bozulmak, lekelenmek.
    * (kadın) Ay başı olmak.
    kirletme * Kirletmek işi.
    kirletmek * Kirli duruma getirmek, pisletmek.
    * Küçük veya büyük abdestini yapmak, pislemek.
    * Namusuna, onuruna zarar verecek bir suç yüklemek, lekelemek.
    * (kadın için) Irzına geçmek, namusuna zarar vermek.
    kirli * Leke, toz vb. ile kaplı, pis, murdar, mülevves.
    * (kadın için) Aybaşıdurumunda bulunan.
    * Toplumun değer yargılarına aykırı olan.
    kirli çamaşır * Yasal olmayan, saklı gizli iş.
    kirli çamaşırlarını ortaya dökmek * (birinin) ayıp, kusur veya suçlarınıaçıklamak, söylemek.
    kirli çıkı * Cimrilikle zengin olmuşkimseler için söylenir.
    kirli çıkın * Bkz. kirli çıkı.
    kirli kan * Toplardamarların kalbe götürdüğü kan.
    kirli sarı * Koyu ve donuk sarırenk.
    kirlihanım peyniri * Yumuşak ve yağlı bir tür peynir.
    kirlilik * Kirli olma durumu, pislik.
    kirliye atmak * yıkanmak için bir kenara koymak, bir yerde biriktirmek.
    kirloş * Kirli ve pasaklı.
    kirloz * Kirloş.
    kirmen * Elde yün eğirmeye yarayan tahtadan yapılmış araç.
    kirpi * Kirpigillerden, uzunluğu 25-30 cm olan, sırtıdikenlerle kaplımemeli hayvan (Erinaceus europaeus).
    kirpigiller * Böcekçiller takımının, örnek hayvanıkirpi olan, sırtlarıdikenlerle kaplımemeli hayvanlar familyası.
    kirpiği kirpiğine değmemek * hiç uyumamak.
    kirpik * Göz kapağının kenarındaki kıllar veya bu kıllardan her biri.
    * Tüy gibi, küçük ve ince uzantıveya uzantılar.
    kirpik besleyici * Kirpiklerin dökülmesini önleyen ve besleyici nitelikleri olan şeffaf, sıvımadde.
    kirpikli * Herhangi bir nitelikte kirpiği olan.
    * Üzerinde kirpik veya kirpiğe benzer uzantılar olan.
    kirpikliler * Bir hücreli hayvanlardan, üzerleri hareketlerini sağlayan kirpik biçimindeki uzantılarla kaplı organizmalar
    sınıfı.
    kirpiksi * Kirpiğe benzer.
    kirpiksi cisim * gözde damar tabakanın ön dış bölümü.
    kirş * Kirazın mayalanmasıve damıtılmasıyla yapılan bir tür içki.
    kirtikli * Kenarları girintili çıkıntılı olan.
    kirtil * Büyük kabuklu deniz hayvanlarınıavlamakta kullanılan, ince dallardan örülmüşsepet.
    kirve * Sünnet olan çocuğun bütün masraflarınıüstlendikten sonra sünnet sırasında çocuğu kucağına alarak elini,
    kolunu tutan ve bütün hayatı boyunca çocuk üzerinde babasına yakın hak taşıyan kimse.
    kirvelik * Kirve olma durumu.
    kirvelik etmek * kirve görevini yüklenmek.
    kisbî * 343 kispî.
    kisedar * Para hesabınıyapan, parayıtoplayan kimse, vekilharç.
    kispet * Yağlı güreşte pehlivanların giydikleri, belden baldıra kadar uzanan, dar paçalımeşin pantolon.
    kispet çıkarılması * Yağlı güreşte yenilginin en kötüsü sayılan, kispetin hasım tarafından çekilip çıkarılmasıveya boydan boya
    yırtılması.
    kispî * Sonradan elde edinilmiş, sonradan kazanılmış.
    kist * İçi koloit veya yağgibi sıvıveya yarısıvı bir madde ile dolu patolojik torba.
    * Tek hücrelilerin veya çok hücreli küçük hayvanların uygun olmayan şartlarda veya çoğalma sırasında
    çevrelerine saldıklarıkendilerini korumaya yarayan dayanıklıkapsül.
    * Sporlu bitkilerde, özellikle mantarlar veya su yosunlarında görülen, bir veya birkaç hücreden oluşmuş
    organ.
    kistleşme * Kistleşmek işi.
    kistleşmek * Yabancı bir cisim veya patolojik bir urun çevresinde katılgan doku sertleşmek.
    kisve * Kılık.
    * Hacıların Kâbe’de giydikleri beyaz üstlük.
    kisvesi altında * herhangi bir nitelikte veya biçimde.
    kişi * İnsan, kimse, şahıs.
    * Eş, koca.
    * Erkek.
    * Bir eserde (oyun, roman, hikâye) yer alan kimse.
    * Çekimli fiillerde ve zamirlerde konuşan, dinleyen, sözü edilen varlık, şahıs.
    kişi eki * Fiil çekimlerinde kullanılan ve kişiyi gösteren ek, şahıs eki: Geldi-m, gelmiş-sin gibi.
    kişi refikinden azar * kötü arkadaş, kişiyi kötü yola sürükler.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 114

    kişi zamiri * Kişilerin yerine kullanılan zamir.
    kişiler arası * Bütün insanları göz önüne alan.
    kişiler arası ilişki * Bireyler arasındaki toplumsal etkileşim veya karşılaşma.
    kişileşme * Kişileşmek işi.
    kişileşmek * Kişilik kazanmak.
    kişileştirme * Cansız varlıklarıveya hayvanları insanmışgibi gösterme, canlandırma sanatı, teşhis.
    kişilik * Bir kimseye özgü belirgin özellik; manevî ve ruhî niteliklerinin bütünü, şahsiyet.
    * İnsanlara yakışacak durum ve davranış.
    * Bireyin toplumsal hayatı içinde edindiği alışkanlıkların ve davranışların bütünü.
    * Herhangi bir kişi için, herhangi bir kişiye yetecek miktarda.
    * Herhangi bir sayıda kişiden oluşan.
    * Bayram gibi önemli günlerde veya konukların yanına çıkarken giyilen yeni giysi, yabanlık, adamlık.
    kişilik dışı * Kişisel olmayan, gayrişahsî.
    kişilik kazanmak * bir kişinin öz yapısı, kişiliği belirginleşmek.
    kişilikli * Kişiliği olan, şahsiyetli.
    kişiliksiz * Kişiliği olmayan, şahsiyetsiz.
    kişioğlu * İnsanoğlu, insan.
    * Soylu kimse.
    kişisel * Kişi ile ilgili, kişiye ilişkin, kişinin kendi malı olan, şahsî, zatî.
    kişiye özel * Sadece o kişiye ait, o kişi tarafından kullanılabilen (şey).
    kişizade * Soylu.
    kişmirî * Çekici, albenili.
    * Esmer.
    kişmiş * Küçük taneli bir tür çekirdeksiz siyah üzüm.
    kişneme * Kişnemek işi veya sesi.
    kişnemek * (at için) Bağırmak.
    kişneyiş * Kişnemek işi veya biçimi.
    kişniş * Maydanozgillerden yapraklarımaydanozu andıran, 20-60 cm yükseklikte, tüysüz, bir yıllık ve otsu bir bitki
    (Coriandrum sativum), kara kimyon.
    * Bu bitkinin baharat olarak kullanılan kurutulmuşmeyvesi veya tohumu.
    kişnişşekeri * İçinde bir kişniştanesi bulunan ufak şeker.
    kit * Macun.
    kitaba (veya kitabına) uydurmak * kanun olmayan bir işi hile, düzen vb. ile kanuna uygun gibi göstermek.
    kitaba el basmak * kutsal kitap üzerine elini koyarak ant içmek.
    kitabe * Taş, mermer vb.gibi sert cisim üzerindeki oyma veya kabartma yazı, tarih, yazıt.
    kitabet * Yazmanlık, kâtiplik.
    * Kompozisyon, tahrir.
    kitabıkapamak * herhangi bir konu ile ilgiyi kesmek.
    kitabî * Kitapla ilgili; kitaba uygun.
    * Kitaba bağlıkalan, özgür düşünemeyen (kimse).
    * Düzgün, dil bilgisi kurallarına uygun (anlatım).
    kitap * Ciltli veya ciltsiz olarak bir araya getirilmiş, basılıveya yazılıkâğıt yaprakların bütünü.
    * Herhangi bir konuda yazılmışeser.
    * Kutsal kitap.
    kitap açacağı * Sayfalarının bir veya iki kenarıkatlı olan kitaplarıaçmak amacıyla kullanılan, tahta, fil dişi, gümüşgibi
    maddelerden yapılan araç.
    kitap dolabı * Ön yüzü açık, yatay ve dikey bölümleri olan bazıtürlerinde çekmece de bulunan, kitap koymaya yarayan
    mobilya.
    kitap ehli * Dört kutsal kitaptan birine inanan, iman eden, bağlanan kimse.
    kitap evi * Kitap satılan yer, kitapçıdükkânı.
    kitap kurdu * Kitaplarıyiyerek zarar veren bir böcek.
    * Çok kitap okuyan kimse.
    kitap sarayı * Halkın yararlanması için kurulmuş büyük kitaplık.
    kitapça * Kitabın yazdığına göre.
    kitapçı * Kitap satan veya kitap bastırıp satan kimse.
    kitapçılık * Kitap bastırma veya satma işi.
    kitaplaştırma * Kitaplaştırmak işi.
    kitaplaştırmak * Kitap durumuna getirmek, kitap olarak yayımlamak.
    kitaplık * Kitapların yerleştirildiği raflardan oluşan mobilya, kütüphane.
    * Kuruluşamaç ve görevine uygun kitap, film, plâk gibi her türlü düşünce ve sanat ürününü toplayan,
    düzenleyen ve genel olarak ilgilenen okurlara sunan kuruluş, kütüphane.
    * Kitap yapmaya elverişli.
    * Herhangi bir sayıda veya kitap olabilecek kadar.
    * Belli bir sayıda kitabı olan.
    * Evlerde ve işyerlerinde içinde kitapların bulunduğu oda.
    kitaplık bilimci * Kitaplıklarda işlerin yürütülmesini sağlayan, kitaplık bilimi öğrenimi görmüşkimse, kütüphaneci.
    kitaplık bilimi * Kitap sayısınıçoğaltmanın, kataloglayıp sınıflandırmanın ve okuyucularıkitaptan yararlandırmanın
    yollarını, kurallarını belirten bilim dalı, kütüphanecilik.
    kitaplık görevlisi * Kütüphanecilik öğrenimi görmemişolan ve bir kitaplıkta bilimsel işler dışında kalan işleri yürüten kimse,
    hafızıkütüp.
    kitapsever * Öz ve biçim yönünden iyi nitelikli kitaplarıseçen, kitaba tutkuyla bağlıkimse, bibliyofil.
    kitapseverlik * Kitapsever olma durumu.
    kitapsız * Kitabı olmayan.
    * Dört kutsal kitaptan (Kuran, İncil, Zebur, Tevrat) hiçbirine inanmayan, dinsiz.
    * Zalim, insafsız.
    kitapta yeri olmak * din veya yasa kitaplarında bulunmak, konusu geçmek.
    kitara * Bkz. gitar.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 115

    kitaracı * Kitara çalan kimse.
    kitin * Eklem bacaklıların ve kabukluların örteneğini oluşturan, dayanıklıve esnek organik madde; bazımantar ve
    likenlerde de rastlanır.
    kitle * İnsan topluluğu.
    * Kütle.
    kitle haberleşmesi * Kitle iletişimi.
    kitle iletişimi * Genişdağınık insan topluluklarının, aynızamanda, örgütlenmiş bir kaynaktan iletilen haberlere veya
    uyarılara maruz kalması, birtakım kaynaklardan elde edilen bilgi ve haberlerin değişik araçlarla genişhalk
    topluluklarına yaygın olarak duyurulması.
    kitlemek * Kilitlemek.
    kitli * Kilitli.
    kitre * Gevenden çıkarılan bir tür zamk, kestere.
    kivi * Kivigillerden, kanatlarıküt olduğu için uçamayan, bacakları güçlü, Yeni Zelanda’da yaşayan bir kuş,
    apteriks (Apteryx australis).
    kivi * Kahverenkli tüylü kabuğu soyularak yenen yeşil renkli sulu, C vitamini bakımından zengin meyve.
    kivigiller * Omurgalıhayvanlardan kuşlar sınıfına giren bir familya.
    kiyanus * Doğada serbest olarak bulunmayan, fakat birçok cismin birleşimine giren, karbon ve azottan oluşan bir
    gaz.
    kiyaset * Akıllıca davranış, akıllılık.
    kizir * Köy muhtarıyardımcısı; köy kâhyası; köy bekçisi.
    klâkson * Korna.
    klâkson çalmak * korna çalmak.
    klân * Boy.
    klâpa * Yakanın göğüse doğru inen devrik bölümü.
    klâpe * Bir pompada, bir körükte, bir motorda, bazımüzik araçlarında vb. de bir akışkanın geçmesini sağlamak
    veya engellemek üzere bir eksen etrafında yaptığı açval hareketle açılıp kapanan bir kapak.
    klârnet * Tahtadan, metal perdeli, orkestrada önemli yeri olan bir üflemeli çalgı.
    klârnetçi * Klârnet çalan kimse.
    klâs * Sınıf.
    * Üstün nitelikli, üstün yetenekli.
    klâsik * Eski Yunan ve Roma çağıdili ve sanatı ile ilgili olan.
    * XVll.yüzyıl Fransız dili, sanatıve yazarları ile ilgili olan.
    * Üzerinde çok zaman geçtiği hâlde değerini yitirmeyen, türünde örnek olarak görülen (eser veya sanatçı).
    * Sanatta kuralcı.
    * Alışılmışolan, yenilik getirmeyen, geleneksel.
    * Eski Yunan, Roma veya XVII. yüzyıl Fransız sanatıyla ilgili sanatçıveya eser.
    klâsikleşme * Klâsikleşmek işi.
    klâsikleşmek * (herhangi bir sanat, sanatçı, eser) Klâsik duruma gelmek, zamana karşıdeğerini yitirmemek.
    * Alışılmışdurumda kalmak, bir yenilik, özellik getirmemek.
    klâsiklik * Klâsik olma durumu.
    klâsisizm * Eski Yunan, Roma sanatından, edebiyatından kaynaklanan, XVll. yüzyılda Fransa’dan yayılan sanat ve
    edebiyat çığırı.
    klâsman * Bölümleme, sınıflama, tasnif.
    klâsör * İçinde belli bir sıraya göre kâğıtlar konacak bölmeleri olan dosya veya dolap, musannif, cilbent, sıralaç.
    klâvsen * Klâvyeli ve telli bir çalgı.
    klâvsenci * Klâvsen çalan kimse.
    klâvye * Parmaklarla hareket ettirilen piyano ve org gibi çalgılarda veya yazıve hesap makinelerinde değişmez bir
    eksen çevresinde inip kalkabilen, istenilen işe göre düzenlenmiş bazımekanizmalarıçalıştıran kaldıraç kollarının, tuş
    sıralarının bütünü.
    klâvyeli * Klâvyesi olan.
    kleptoman * Kleptomaniye yakalanmışkimse.
    kleptomani * Dayanılmaz bir ruhsal dürtüyle, kişinin hırsızlık yapma ihtiyacıduyması ile beliren hastalık.
    klerikalizm * Dinin ve din kurumlarının toplum hayatının çeşitli kesimlerindeki yerini güçlendirmeyi amaçlayan
    toplumsal, ekonomik akım, din erkçilik.
    klik * Hizip.
    klikçi * Hizipçi.
    klikleşme * Hizipleşme.
    klikleşmek * Hizipleşmek.
    klima * Soğuk veya sıcak hava verme yoluyla kapalı bir mekânın havasınıdeğiştiren araç, iklimleme aracı.
    klimatolog * İklim bilimci.
    klimatoloji * İklim bilimi.
    klinik * Hasta bakılan yer.
    * Hekim olacak öğrencilerin hasta başında uygulamalı olarak ders gördükleri hasta koğuşu.
    * Vücut muayenesinde görülen (hastalık belirtisi).
    klinker * Çimento yapımında fırından ezilmeden çıkan pişirme ürünü.
    klinometre * Eğimölçer.
    klip * Görüntüleme.
    klips * Yaylı bir pensle tutturulmuşküpe, iğne vb.
    kliring * Dışticarette, iki ülke arasında yapılan alışverişin karşılıklı olarak malla ödenmesi, takas.
    klişe * Baskıda kullanılmak amacıyla, üzerine kabartma resim, şekil, yazıçıkarılmışmetal levha.
    * Basma kalıp (söz, görüşvb.).
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 103

    kıvrımlanmak * Kıvrımlıduruma gelmek.
    kıvrımlı * Kıvrımı olan.
    kıvrıntı * Kıvrım.
    * Kıvrılan yer, dönemeç.
    kıya * Adam öldürme suçu, cinayet.
    kıyacı * Cinayet işleyen kimse, cani.
    kıyafet * Kılık.
    * Resmî giysi.
    kıyafet balosu * Alışılmışgiysilerin dışında her çeşit özel giysilerin giyildiği balo.
    kıyafet düşkünü * Kötü giyimli kimse.
    kıyafetli * Herhangi bir kıyafette olan, kılıklı.
    kıyafetname * Bir ülkenin veya bir dönemin giyimlerini anlatan kitap.
    * Yüze veya dışgörünüşe bakılarak ruhî durumu anlama bilgisinden söz eden kitap.
    kıyafetsiz * Kıyafeti düzgün olmayan, kılıksız.
    kıyafetsizlik * Kıyafetsiz olma durumu, kılıksızlık.
    kıyak * Kıyıcı, zalim, gaddar.
    * Benzerlerinden üstün olan, çok güzel, mükemmel.
    * Güzel, biçimli, yakışıklı, düzgün giyimli.
    * Hoşgörü, ayrıcalık tanıma.
    kıyak kaçmak * çok uygun düşmek, yakışık almak.
    kıyak yapmak * maddî ve manevî destek olmak, yardım etmek.
    kıyakçı * Gözü pek oyuncu, cesur kumarbaz.
    kıyaklaşma * Kıyaklaşmak işi.
    kıyaklaşmak * Kıyak duruma gelmek.
    kıyaklık * Kıyak olma durumu.
    * Kıyakçıya yakışır davranış.
    kıyam * Ayağa kalkma, ayakta durma.
    * Bir işe girişme, kalkışma, teşebbüs etme.
    * Ayaklanma, başkaldırma, karşı gelme.
    * İslâm inancına göre, ölümden sonra, yeniden dirilip ayağa kalkma.
    * (namazda) Ayakta durma.
    kıyamet * Tek tanrılıdinlerin inanışına göre dünyanın sonu ve bütün ölülerin dirilerek mahşerde toplanacağızaman.
    * Gürültülü karışıklık, gürültü, patırtı.
    kıyamet alâmeti * Kıyametin kopacağınıönceden gösteren belirtiler.
    * İçinde yaşanılan zamanın durumunu beğenmeyenlerin kullandığı bir tamlama.
    kıyamet gibi (veya kıyamet kadar) * pek çok.
    kıyamet günü * Dünyanın yok olacağı, ölülerin dirilip ayağa kalkacağızaman.
    kıyamet kopmak * kıyamet günü gelmek.
    * (bir yerde) çok gürültü ve telâşolmak.
    kıyamet mi kopar? * “ne olur, ne çıkar, ne önemi var” anlamlarında kullanılır.
    kıyamete kadar * dünya durdukça, uzun süre.
    kıyamete kalmak * bir sorunun çözülemeyeceğini anlatır.
    kıyametleri koparmak * bir şeye çok kızarak bağırıp çağırmak, feryat etmek; aşırı gürültülere, kargaşaya yol açmak.
    kıyas * Bir tutma, denk sayma.
    * Karşılaştırma, oranlama.
    * Benzetme yolu, örnekseme.
    * Tasım.
    kıyas etmek * kıyas eylemek.
    kıyas eylemek * karşılaştırmak, mukayese etmek.
    kıyas kabul etmez * iki şey arasındaki ayrımın çok fazla olduğunu belirtmek için kullanılır.
    kıyasa muhalefet * Bkz. kurala aykırılık.
    kıyasen * Kıyas edilerek, kıyas yoluyla.
    * Karşılaştırarak, oranlayarak.
    * Benzeterek.
    kıyasımukassem * 343 ikilem.
    kıyasıya * Canınıyakmak, öldürmek amacıyla.
    * Çok şiddetli, korkunç, muthiş.
    kıyasî * Uygulama ve benzetme ile elde edilen.
    * Kurala göre yapılmış, kurallı.
    kıyaslama * Kıyaslamak işi, mukayese.
    kıyaslamak * Karşılaştırmak, oranlamak, örneksemek, mukayese etmek.
    kıyaslanma * Kıyaslanmak işi.
    kıyaslanmak * Kıyaslamak işi yapılmak, karşılaştırılmak.
    kıydırma * Kıydırmak işi.
    kıydırmak * Kıymak işini yaptırmak.
    kıygı * Haksızlık, gadir.
    * Acımazlık, zulüm.
    kıygın * Haksızlığa uğramış, mağdur.
    kıygınlık * Haksızlığa uğramışolma durumu, mağdurluk, mağduriyet.
    kıyı * Kara ile suyun birleştiği yer.
    * Kenar, uç.
    * Karanın deniz boyunca uzanan bölümü, sahil.
    * Issız, tenha yer.
    kıyı balıkçılığı * Kıyıdan fazla uzaklaşmadan bir gün içinde avlanıp limana dönülme şeklinde yapılan avcılık.
    kıyı bucak * Göze çarpmayan yer.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 104

    kıyıdili * Bir körfezin önünü kapatan, denizle küçük bir bağlantısıkalabilen, kum ve çakıl karışımı birikinti, sahil
    kordonu.
    kıyıkıyı * Kıyıya yakın bir biçimde, kıyıyıtakip ederek, kıyıdan.
    kıyıtırmığı * Buğdaygillerin hasadında yararlanılan tırmık benzeri, dişleri metal ve sapıdaha uzun olan, kayalar
    üzerindeki kökü zayıf deniz yosunlarının kıyı boyunca yapılan hasadında kullanılan bir alet.
    kıyıcı * Kıymak işini yapan kimse.
    * Acıma duygusu olmayan, başkalarına kıyasıya kötülük eden, gaddar, zalim.
    kıyıcı * Kıyılara vuran enkazıdevletten aldığı izinle toplayan kimse.
    kıyıcılık * Kıyıcı olma durumu.
    * Gaddarlık, zulüm.
    kıyıcılık etmek * gaddarlık etmek, gaddarca davranmak.
    kıyıda bucakta * Bkz. kıyıda köşede.
    kıyıda köşede * Göze çarpmayan, umulmayan yerlerde.
    kıyıda köşede kalmak * göze çarpmayan bir yerde unutulmuşolmak.
    kıyık * Kıyılmışolan.
    kıyık * İğne, kalın yorgan iğnesi.
    * Çuvaldız.
    kıyılama * Kıyılamak işi.
    kıyılamak * Kıyı boyunca gitmek.
    kıyılık * Sayanın kenarlarınısağlamlaştırmak ve güzelleştirmek için dikilen şerit hâlindeki parça.
    kıyılma * Kıyılmak işi.
    kıyılmak * Çok ince ve küçük parçalar hâlinde doğranmak.
    * Kıymak işi yapılmak.
    * Ezilir, kıyılır gibi olmak.
    kıyım * Kıymak işi.
    * Kıyılma biçimi.
    * Görev yönünden kötü bir duruma sokma, haksızlığa uğratma.
    kıyım kıyım * İnce imce.
    kıyımlı * Herhangi bir biçimde kıyılmışolan.
    kıyımlık * Bir defada kıyılacak miktarda olan.
    kıyın * Güçlü bir kimsenin yasaya veya vicdana aykırı olarak başkasınıuğrattığıkötü durum, zulüm.
    kıyın kıyın * Kıyıdan, gizli gizli.
    kıyınma * Kıyınmak işi.
    kıyınmak * Ezilmişveya kırılmışgibi bir duygu duymak.
    kıyıntı * Açlık sebebiyle midede duyulan eziklik.
    * Herhangi bir sebeple vücutta duyulan kırıklık.
    * İnce ince doğranmışküçük parça.
    kıyış * Kıymak işi veya biçimi.
    kıyışma * Kıyışmak işi.
    kıyışmak * Karşılıklısözleşmek, anlaşıp karar vermek.
    * Biriyle yarışmaya kalkmak.
    * Yüreklilik göstermek, cesaret etmek.
    kıyıya atmak * karaya çıkartmak veya sürüklemek.
    kıyıya çıkmak * karaya çıkmak, gemiden karaya inmek.
    kıyma * Kıymak işi.
    * Kıyılmışet.
    * Küçük kuş başıetlerden kavrularak yapılmışkışlık kavurma.
    kıymak * Çok ince ve küçük parçalar durumunda doğramak.
    * Acımadan vermek, esirgememek, feda etmek.
    * Acımayıp öldürmek.
    * Acımayarak büyük bir kötülük etmek, zulmetmek.
    * Bkz. nikâh kıymak.
    kıymalı * (yemek için) İçinde kıyma bulunan.
    kıymalı börek * Soğan ve çeşitli baharatlar katılmasıyla hazırlanan kavrulmuşkıymanın iç olarak kullanıldığı börek türü.
    kıymalııspanak * İnce kıyılmışıspanak, soğan, kıyma ve tereyağı ile hazırlandıktan sonra pirinç, salça ve tuz eklenen bir
    yemek türü.
    kıymalımakarna * İçinde kavrulmuşkıyma bulunan makarna yemeği.
    kıymalıpide * Etli pide.
    kıymalıyumurta * İçine kavrulmuşkıyma konularak hazırlanan yumurtalıyemek.
    kıymalık * Kıyma yapmaya elverişli.
    kıymasız * (yemek için) İçinde kıyma bulunmayan.
    kıymet * Değer.
    kıymetini bilmek * önemini, değerini bilmek.
    kıymetlendirme * Kıymetlendirmek işi.
    kıymetlendirmek * Değerlendirmek.
    kıymetlenme * Kıymetlenmek işi.
    kıymetlenmek * Değerlenmek.
    kıymetleşme * Kıymetleşmek işi.
    kıymetleşmek * Değerli duruma gelmek.
    kıymetleştirme * Kıymetleştirmek işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 105

    kıymetleştirmek * Değerli duruma getirmek.
    kıymetli * Değerli.
    kıymetli evrak * Senet niteliğinde bir hak bildiren evrak, önemli yazı, belge.
    kıymetlilik * Değerlilik.
    kıymetsiz * Değersiz.
    kıymetsizlik * Değersizlik.
    kıymettar * Değerli.
    kıymık * Çok küçük ve sivri tahta, demir veya kemik parçası.
    kıymıklı * Üzerinde veya içinde kıymık bulunan.
    kıytırık * Değersiz, bayağı, basit.
    kıytırıklık * Kıytırık davranma.
    kıyye * Yaklaşık 1300 gr lık ağırlık ölçüsü birimi, okka.
    kız * Dişi çocuk.
    * Cinsî ilişkide bulunmamışdişi, kız oğlan kız, erden, bakire.
    * Dişi cinsten birine daha yaşlı biri tarafından seslenilirken kullanılır.
    * İskambil kâğıtlarında kız resimli kâğıt.
    * Dişi.
    kız almak * bir ailenin kızını gelin olarak bir başka aileye katmak.
    kız beşikte (veya kundakta), çeyiz sandıkta * kız daha beşikte (veya kundakta) iken çeyiz düzmeye başlamak gerekir.
    kız böceği * Eklem bacaklıların kız böcekleri takımından, başı büyük, vücudu narin, zar kanatlı bir böcek (Libellula
    depressa).
    kız böcekleri * Örnek hayvanıkız böceği olan, kanatlarıeşit, camsı, uçuşlarısürekli ve hızlı, avcı böcekler takımı.
    kız evi naz evi * kız evi nazlı olur, kızınıağır satar.
    kız gibi * kıza benzeyen.
    * utangaç.
    * çok güzel ve yeni.
    kız istemek * bir kızıevlenmek için ana ve babasından veya yakınlarından istemek.
    kız kaçırmak * bir kızıkendinin veya ailesinin rızası olmadan alıp götürmek.
    kız kardeş * Bir kimsenin, kendinden küçük, kendisiyle yaşıt olan kadın veya kız kardeşi. Kendinden büyük olana daha
    çok abla denir.
    kız kızan * Çoluk çocuk, ev halkı.
    kız kilimi * Göçebe kızların işledikleri süslü çeyizlik kilim.
    kız kurusu * Evlenmemişyaşlıkız.
    kız kuşu * Yağmur kuşugillerden, uzunluğu 34 cm olan, eti yenebilen, başısorguçlu, koyu yeşilimsi renkte esmer,
    küçük bir kuş(Vanellus vanellus).
    kız oğlan * 343 kız oğlan kız.
    kız oğlan kız * Cinsel ilişkide bulunmamış, bakire, erden.
    kız vermek * bir ailenin kızını bir başka aileye gelin etmek.
    kızağa çekmek * gemiyi bakım, onarım için bir süre veya hiç kullanılmamak üzere kızağa almak.
    * bir görevliyi etkin bir görevden alıp çalışmayı gerektirmeyen, pasif bir işe vermek.
    kızak * Kar veya buz üzerinde kaydırılan tekerleksiz taşıt.
    * Üzerinde gemi yapılan, onarılan veya gemiyi suya indirip sudan çıkarmaya yarayan ızgara.
    * Ağaç tablaların kamburlaşmaması için liflere dikey konumda açılan kanala geçirilen uzun parça.
    * Ambalâjın dibine uzunluğuna çakılan, hem dip levhasıelemanlarının tutturulmasınıhem de ambalâjın
    yerde kolayca kaymasınısağlayan kereste parçası.
    kızak yapmak * (taşıt için) fren görevini yerine getirdiği hâlde duramayıp kaymak.
    kızaklama * Kızaklamak işi.
    kızaklamak * (taşıt için) Fren görevini yerine getirdiği hâlde kaymak, kızak yapmak.
    kızaklık * Döşeme tahtalarının altına çaprazlama olarak konulan uzun ve yassıdireklerden her biri.
    kızamık * Genellikle küçük yaşlarda görülen, kuluçka dönemi bir iki hafta süren, bulaşıcı, ateşli, ufak kızıl lekeler
    döktüren hastalık.
    kızamıkçık * Kızamığa benzeyen, ona göre hafif geçen döküntülü bir hastalık.
    kızamıklı * Kızamığa yakalanmış.
    kızan * Erkek çocuk.
    * Delikanlı; silâhlıköy delikanlısı.
    * Çoluk çocuk.
    kızan * Dişi köpek, kedi gibi hayvanların çiftleşme isteği gösterdikleri durum veya zaman.
    kızana gelmek * (dişi kedi ve köpek) erkek istemek.
    kızanlık * Kızan olma durumu.
    kızarık * Kızarmış.
    kızarıklık * Kızarık olma durumu.
    kızarıp bozarmak * utanç, öfke gibi duyguların etkisiyle yüzünün rengi değişmek.
    kızarış * Kızarmak işi veya biçimi.
    kızarma * Kızarmak işi.
    kızarmak * Kırmızıveya ona yakın bir renk almak.
    * (bazısebze ve meyveler için) Olgunlaşmaya başlamak, olgunlaşmak.
    * Utanç, öfke gibi duyguların etkisiyle, kanın yüze hücumu sonucu yüz kırmızı bir renk almak.
    * (yiyecekler için) Tavada kızgın yağiçinde veya ateşte kırmızılaşarak pişmek.
    kızartı * Kızarmışyer.
    kızartıcı * Kızarmayısağlayan, kızarmaya sebep olan.
    * Karalayıcı, kirletici.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 106

    kızartılı * Kızartısı olan, kızarmış.
    kızartılma * Kızartılmak işi.
    kızartılmak * Kızartmak işi yapılmak.
    kızartma * Kızartmak işi.
    * Kızartılarak hazırlanmışyemek.
    * Kızartılarak pişirilmiş.
    kızartmak * Kızarmasına sebep olmak.
    * Kızgın yağda pişirmek.
    kızcağız * Kendisine karşışefkat ve acıma duyulan kız.
    kızdırılma * Kızdırılmak işi.
    kızdırılmak * Kızdırmak işine konu olmak veya kızdırmak işi yapılmak.
    kızdırma * Kızdırmak işi.
    * Yüksek vücut ısısı, ateş.
    * Üzüm çubuklarınıköklendirmek için yere gömme, daldırma.
    kızdırmak * Kızmasına sebep olmak, kızmasını sağlamak.
    * Isıtmak.
    * Öfkelenmesine sebep olmak, öfkelendirmek, sinirlendirmek.
    kızgın * Çok ısınmış, ısıtılmışveya kızdırılmış.
    * Kızmışolan, öfkeli, mütehevvir.
    * Kızışık, zorlu, sert, şiddetli.
    * Eşarayan (hayvan).
    kızgın bulut * Yanardağlardan fışkırıp yüksek ısıda su buharıve başka gazlardan oluşmuş, içine kül ve lâv karışmış bulut
    görünüşünde yığın.
    kızgınlaşma * Kızgınlaşmak işi.
    kızgınlaşmak * Kızgın duruma gelmek.
    kızgınlık * Kızgın, ısınmışolma durumu.
    * Öfkeli olma durumu.
    * Hayvanların çiftleşme isteği.
    kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar (veya varır) ya zurnacıya * evlenme çağındaki kızı büyükleri uyarmazlarsa uygun olmayan birisiyle evlenir.
    kızıkısrağı * birinin ailesindeki kızlar ve kadınlar.
    Kızık * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    kızıl * Parlak kırmızırenk.
    * Bu renkte olan.
    * Aşırıderecede olan.
    * Komünist.
    * Daha çok küçük yaşlarda görülen, bulaşıcı, yüksek ateşli, kırmızırenkte genişlekeler döktüren, kuluçka
    dönemi üç dört gün süren tehlikeli hastalık.
    * Altın.
    kızıl boya * Kök boyası.
    kızıl ısı * Temmuzun çok sıcak olan ikinci yarısı.
    kızıl iblis * Çok kötü ruhlu (kimse).
    kızıl kıyamet * Büyük ve aşırı gürültü, kavga, kızılca kıyamet.
    kızıl ötesi * Işık tayfında kırmızıalanın ötesindeki alanda yayılmışısıışınlarından oluşan, gözle görülmeyen ışınım,
    enfraruj.
    kızıl su yosunları * Denizlerin yaklaşık 200 m derinliklerinde yaşayan kırmızırenkli su yosunları.
    kızıl yara * Şirpence.
    kızıl yel * Güneyden esen rüzgâr.
    kızılağaç * Gürgengillerden, dişi çiçekleri küçük ve sarımtırak, erkek çiçekleri püskül biçiminde olan, kerestesi kolay
    işlenebilir bir ağaç (Alnus).
    Kızılbaş * Şiî mezhebinin bir kolundan olanlara verilen ad.
    Kızılbaşlık * Kızılbaşolma durumu.
    kızılca * Kızıla çalar, az kızıl.
    * Kızıla çalan bir çeşit buğday.
    * Aşırıderecede, kızıl.
    kızılca kıyamet * Aşırı bir biçimde gürültülü, çekişme, kavga.
    kızılca kıyamet kopmak * kavga, gürültü olmak.
    kızılcadişi * 4-5 m yükseklikte, beyaz çiçekli bir ağaçcık (Cornus senguinea).
    kızılcık * Kızılcıkgillerden bir ağaç (Cornus mas).
    * Bu ağacın güzün olgunlaşan, kırmızı, tek çekirdekli, reçeli ve şerbeti yapılan, buruk bir tadı olan yemişi.
    kızılcık reçeli * Kızılcık meyvesinden şeker katılarak yapılan ve genellikle ishale iyi gelen reçel.
    kızılcık şerbeti * Kızılcık meyvesinden yapılan bir tür şerbet. Bu söz kan kusup kızılcık şerbeti içmişgörünmek deyiminde
    geçer.
    kızılcık şurubu * Kızılcık özü ile hazırlanan içecek.
    kızılcık tarhanası * Kızılcık suyu ile yoğrularak yapılan tarhana.
    kızılcıkgiller * İki çeneklilerden, çoğu iri gövdeli, yaklaşık on cinste toplanan yüz kadar türü olan bir bitki familyası.
    kızılçam * Uzun boylu bir çam türü.
    * Bir tür orman ağacı.
    Kızılderili * Amerika yerlilerine verilen ad.
    Kızılelma * Osmanlılarca Roma ve Viyana şehirleri için kullanılan sembolik ad.
    * Yeryüzündeki bütün Türkleri birleştirip büyük bir imparatorluk kurmayıamaç olarak alan ülkü.
    kızılış * Kızılmak işi veya biçimi.
    kızılkanat * Sazangilleredn, yüzgeçleri kırmızı, 25-30 cm boyunda, eti kılçıklı bir tatlısu balığı(Scardinus
    eryhrophthalmus).
    kızılkantaron * Kızılkantarongillerin örnek bitkisi olan, 10-50 cm yükseklikte, kırmızıçiçekli, karşılıklıyapraklı, sap ve
    yapraklarıhekimlikte kullanılan, iki yıllık otsu bir bitki (Eryhraea centaurium).
    kızılkantarongiller * İki çeneklilerden, kızılkantaron, acıyonca gibi cinsleri içine alan bir bitki familyası.
    kızılkök * Bkz. kök boyası.
    kızılkurt * At ve eşeklerin kalın bağırsaklarında yerleşip kanlarınıemen kırmızı bir kurt.
    kızılkuyruk * Karatavukgillereden, kışın göçen, küçük, güzel bir kuş(Phoenicurus).
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 107

    kızıllaşma * Kızıllaşmak işi.
    kızıllaşmak * Kızıl duruma gelmek.
    kızıllık * Kızıl olma durumu veya kızıl renkte yer.
    * Pudra, allık, düzgün.
    kızılma * Kızılmak işi.
    kızılmak * Kızmak işi yapılmak, kızgın, öfkeli duruma gelmek.
    kızılşap * Açık, eflâtun renk.
    * Bu renkte olan.
    kızıltı * Bir yerden yansıyan hafif kızıl renk, solgun kızıl.
    kızılyaprak * Gülgillerden, yol kenarlarında biten, sarıçiçek açan bir bitki (Agrimonia eupatorium).
    kızılyörük * Yılancık.
    kızım sana söylüyorum (veya dedim) gelinim sen işit * doğrudan doğruya kendisine söylenemeyen düşünce ve uyarıların, o kimsenin çok yakınına söylendiğinde
    kullanılır.
    * herhangi birine dolaylı olarak söylenecek uyarısöz konusu olduğunda kullanılır.
    kızını(veya evlâdını) dövmeyen dizini döver * kızını, çocuğunu gerektiği gibi eğitmeyen, ileride çok pişman olur.
    kızıp durmak * sürekli olarak kızmak ve söylenmek.
    kızış * Kızmak işi veya biçimi.
    kızışık * Kızışmışolan, şiddetli.
    kızışma * Kızışmak işi.
    kızışmak * Yüksek bir dereceyi bulmak, çok ısınmak.
    * (bitkiler için) Islaklık ve mikropların etkisi altında çürürkenısınmak.
    * Zorlu, sert, kızışık bir durum almak, şiddetlenmek.
    * Hızlanmak, hareketlenmek.
    * (hayvan için) Eşisteme zamanı gelmek, kösnümek.
    kızıştırış * Kızıştırmak işi veya biçimi.
    kızıştırma * Kızıştırmak işi.
    kızıştırmak * Kızışmasını sağlamak.
    * İsteklendirmek, gayret vermek.
    kızkalbi * Şahteregillerden, kalp biçiminde pembe çiçekli bir süs bitkisi (Dicentra).
    kızlar ağası * Osmanlısarayındaki harem ağalarının başı.
    kızlık * Kız olma durumu, erdenlik, bekâret.
    * Bir kadının evlenmeden önceki yaşantısıyla ilgili, o döneme özgü.
    * Üvey kız.
    kızlık zarı * Cinsel ilişkide bulunmamışkızların döl yolunu kısmen kapayan zar, himen.
    kızma * Kızmak işi.
    kızmabirader * Zarla oynanan, karelerde taşyürütüp çeşitli engellerle dolu karelerden oluşan yolu bir an önce bitirmeye
    dayanan bir tür oyun.
    kızmaca * Kızmaya, öfkelenmeye dayanan davranış.
    kızmak * Isıtılan veya ısınan bir nesnenin sıcaklığıçok artmak.
    * Öfkelenmek, sinirlenmek.
    * (at, eşek gibi hayvanlar için) Çiftleşmek istemek, kösnümek.
    * (dişi kuşlar için) Zamanı gelip kuluçkaya yatma isteği göstermek.
    kızmemesi * Altıntop, greypfurt.
    * Bir tür şeftali.
    ki * Anlam bakımından birbirleriyle ilgili cümleleri birbirine bağlar.
    * Özneyi, tümleci güçlendirerek cümlenin temel bölümüne bağlar.
    * “Öyle, o kadar, o denli” gibi öğelerden sonra, kullanıldığıcümleye güç katar.
    * İkinci cümledeki yargının birincideki hareketin yapılışısırasında görülerek şaşıldığını bildirir.
    * İki cümlede anlatılan durumların uyuşmazlığını bildirir.
    * Yakınma veya kınama gibi duygular anlatmak için bir cümlenin sonuna getirilir.
    * Bir soru cümlesinin sonuna getirildiğinde şüphe veya endişe anlatır.
    * Bazıkelimelerin sonuna bir ek gibi eklenerek birtakım zarflar, yeni edatlar oluşturur: Belki, çünkü, halbuki,
    mademki, sanki gibi.
    -ki * Bkz. -gı/ -gi.
    -ki * İsim soyundan kelimelere getirilerek o ismin kimle, neyle ilişkili olduğunu belirtir ve eklendiği ismi sıfat ve
    zamir durumuna getirir, ilgi eki: Benim giysim kırmızı, ya seninki? Evde-ki, odada-ki, bahçede-ki, akşam-ki, sabah-ki.
    Bu ek birkaç kelimeye -kü biçiminde eklenir: bugün-kü, dün-kü, çün-kü.
    kibar * Davranış, düşünce, duygu bakımından ince, nazik olan (kimse).
    * Şık, seçkin, değerli.
    * Zengin, soylu, köklü (kimse, aile).
    * Büyükler, ulular.
    kibar düşkünü * Varlığını, saygınlığınıyitirmişkimse.
    kibar lokması * Gösterişli, görkemli durum veya ortam.
    kibarca * Kibar bir insana yakışacak biçimde.
    kibarlar âlemi * Yüksek sosyete.
    kibarlaşma * Kibarlaşmak işi.
    kibarlaşmak * Kibar duruma gelmek, kibarlık kazanmak.
    kibarlığıtutmak * bir olay karşısında genel davranışlarıdışında incelik göstermek.
    kibarlık * Kibar olma durumu, incelik.
    * Kibar bir insana yakışacak biçimdeki söz veya davranış.
    kibarlık akmak * aşırıderecede kibar davranmak.
    kibarlık budalası * Kibar biri gibi görünmeye çalışırken gülünç duruma düşen kimse için kullanılır.
    kibarlık düşkünü * Kibarlığa aşırıderecede önem veren kimse.
    kibarlık etmek * kibarca davranmak.
    kibarlık taslamak * kibar olmadığıhâlde kibar gibi görünmeye çalışmak.
    kibarzade * Soylu bir aileden gelme, kibar çocuğu.
    kibernetik * Güdüm bilimi, sibernetik.
    kibir * Büyüklük, ululuk.
    * Kendini büyük görme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme.
    * Onur, gurur.
    kibirleniş * Kibirlenmek işi veya biçimi.
    kibirlenme * Kibirlenmek işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 108

    kibirlenmek * Kendini büyük görmek, büyüklenmek.
    kibirli * Kendini büyük gören, büyüklenen.
    kibirsiz * Kendini büyük görmeyen, büyüklenmeyen.
    kibrine dokunmak * gururu zedelenmek.
    kibrine yedirememek * büyüklenmesini, gururlanmasınıuygun görmemek.
    kibrit * Eczalı bir ucu sürtünme sonucu yanabilecek birleşimde olan, küçük tahta veya karton parçası.
    * İçinde kibrit çöplerini bulunduran küçük kutu.
    * Kükürt.
    kibrit çakmak * kibriti yakmak için bir yere sürtmek.
    kibrit suyu * Zehir.
    kibritçi * Kibrit satan kimse.
    * Cimri.
    kibritlik * Kibrit koymaya yarar yer veya kap.
    kibutz * İsrail’de ortak çalışma esaslarına göre oluşturulmuştarımsal topluluk.
    kifaf * Ancak yetecek kadar azıcık.
    kifafınefs * Doyuracak miktarda.
    kifafınefs etmek * ancak yaşayacak kadar yemek.
    kifaflanma * Kifaflanmak işi.
    kifaflanmak * Elde ne varsa onunla, çok az yiyecekle karın doyurmak, çok az şeyle yetinmek.
    kifayet * Yetişir miktarda olma, yetme, kâfi gelme.
    * Bir işi yapabilecek yetenekte olma, yeterlik, liyakat, iktidar.
    kifayet etmek * yetmek, yeterli olmak.
    kifayetli * Yeterli.
    kifayetsiz * Yetersiz.
    kifayetsizlik * Yetersizlik.
    kik * Dar, uzun ve hafif bir yarışkayığı, futa (II).
    kikirik * Zayıf, ince uzun boylu kimse.
    kiklâ * Lâpinagillerden, güzel renkli, 50 cm uzunluğunda bir balık (Labrus berggylta).
    kiklon * Siklon.
    kiklotron * Atom araştırmalarında, elektriklenmiş cisimlere yüksek hız veren bir aygıt.
    kil * Islandığızaman kolayca biçimlendirilebilen yumuşak ve yağlıtoprak.
    kile * Genellikle tahıl ölçmede kullanılan bir ölçek.
    kiler * Yiyecek, içecek ve erzakın saklandığı oda, ambar veya dolap.
    * Ambar.
    kilerci * Saraylarda, büyük konaklarda kiler işlerini yöneten kimse.
    kilermeni * Eczacılıkta kullanılmışolan kırmızırenkli kil.
    kilidi küreği olmamak * (her şeyi) açıkta bulunmak, kilitli yere saklanmamışolmak.
    kilim * Döşeme, divan gibi yerlere serilen, genellikle desenli, havsız, kalın, kıl veya yün dokuma.
    kilimci * Kilim dokuyan veya satan kimse.
    kilimci ile kör hacı * herhangi bir kimse.
    kilimcilik * Kilim dokuma veya satma işi.
    kilise * Hristiyan tapınağı.
    * Hristiyan mezheplerinden her biri.
    * Hristiyanlıkla ilgili dinî kuruluş.
    * Hristiyanlığın öğretilmesi, dinî işlerin yönetimi vb.ile ilgili papa ve piskoposlar topluluğu.
    kilise çanı * Kiliselerde bulunan, saat başlarında ve dinî törenlerde çalınan büyük çan.
    kilise direği gibi * çok kalın (ense).
    kilise hukuku * Kilisenin kuruluşunu ve iç düzenini sağlayan kurallar.
    kilit * Anahtar, düğme gibi takılıp çıkarılabilen bir parça yardımıyla çalışan kapatma aleti.
    * Bir yanıdeğirmi, öbür yanına demir çubuk geçirilmişolan yarım halka.
    * Atların alnından alt çenesine uzanan beyazlık.
    kilit (kürek) altına almak * bir şeyi kilitli bir yere koyarak saklamak.
    kilit dili * Kilidin anahtarla sürülen parçası.
    kilit gibi olmak * birbirine çok bağlıve dayanışmalı olmak.
    kilit kürek olmak * (bir yeri) korumak, o yerin güvenilir, sağlam adamı olmak.
    kilit mevkii * 343 kilit noktası.
    kilit noktası * Bütün işlerin bağlı olduğu önemli nokta, makam veya yer.
    kilit sarma * İki veya daha çok bağboyunduruklarıaltına karşılıklı olarak atılmışve biribirine fırçalarla bağlanmışolan
    bir çift sarma.
    kilit taşı * 343 anahtar taşı.
    kilit vurmak * Bkz. kapısına kilit vurmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 101

    kışla * Askerlerin toplu olarak barındıkları büyük yapı.
    * Koyun ve keçi sürülerinin gecelediği veya kışın barındığıkapalıağıl.
    kışlak * Kışın barınılan yer.
    * Kışın orduların, göçebe oymakların hayvanlarıyla birlikte yayladan inip konakladıklarıyer.
    kışlama * Kışlamak işi.
    kışlamak * Kışolmak.
    * Kışı(bir yerde) geçirmek.
    kışlamak * Kuşve kümes hayvanlarınıürkütmek.
    kışlatma * Kışlatmak işi veya durumu.
    kışlatmak * Kışı(bir yerde) geçirtmek.
    * Musallat etmek.
    kışlık * Kışa özgü, kışiçin.
    * Kışın oturulan yapı.
    kıt * İhtiyaca yetmeyecek kadar az, bol karşıtı.
    * (duygu, söz vb. için) Az.
    kıt kanaat * Yoksulluk içinde ve güçlükle (geçinmek).
    kıt’a * Yeryüzündeki beş büyük kara parçasından her biri, ana kara.
    * Silâhlıveya silâhsız erlerin, bir komutanın emrinde bir araya gelmesinden oluşan birlik.
    * Dörtlük.
    * Parça, tane.
    kıt’a sahanlığı * Karalarıçevreleyen ve karalardan sayılan -iki yüz m derinliğe kadar olan sığdeniz dipleri.
    * Ülke kıyılarına bitişik olan ve 200 m derinliğe veya bu sınırın ötesindeki su derinliğinin doğal kaynaklarının
    işletilmesine elverişli olduğu noktaya kadar, kara sularının dışında kalan deniz altı bölgelerinin deniz yatağıve toprak
    altıkesiminin bütünü.
    kıtaat * Kıtalar, ana karalar.
    * Asker birlikleri.
    kıtal * Vuruşma, birbirini öldürme.
    * Savaş.
    kıt’alar arası * Bütün kıt’aları birbirine bağlayan, kıt’alarla ilgili olan durum.
    kıtıkıtına * İhtiyaca zor yetecek kadar.
    kıtık * Minder, yastık gibi şeyleri doldurmak için kullanılan ve bazen de sıvanın içine katılan keten ve kendir lifleri.
    kıtıklama * Kıtıklamak işi.
    kıtıklamak * Kıtıkla doldurmak.
    kıtıklı * İçine kıtık konmuşolan.
    kıtıpiyos * Değersiz, bayağı, kötü.
    kıtıpiyozluk * Kıtıpiyoz olma durumu.
    kıtır * Uydurma söz, yalan.
    * Patlamışmısır.
    * Kuru ve gevrek ses.
    kıtır atmak * yalan uydurup söylemek.
    kıtır kıtır * Çok pişirilmekten veya kızartılmaktan kuru ve gevrek bir duruma gelmişolan.
    * Yemek, kesmek, doğramak gibi fiillerle kullanıldığında o fiilin gevrek bir ses çıkararak yapıldığını belirtir.
    kıtıra almak * alay etmek.
    kıtırcı * Çok yalan söyleyen kimse.
    kıtırdama * Kıtırdamak işi.
    kıtırdamak * Kuru bir şey kıtır sesi çıkarmak.
    kıtırdatma * Kıtırdatmak işi.
    kıtırdatmak * Kıtır diye gevrek ses çıkarmak.
    kıtırtı * Kıtırdama sesi.
    kıtlama * Şekeri ağızda dişle küçük küçük ısırarak çay içmek için kullanılır.
    kıtlaşma * Kıtlaşmak işi.
    kıtlaşmak * İhtiyacıkarşılayamamak, kıt duruma gelmek.
    kıtlığına kıran girmek * bir şey hiç bulunmaz olmak.
    kıtlık * İhtiyaca yetmeyecek derecede azlık.
    * Kuraklık, savaşgibi sebeplerle ürünün yetişmemesi ve bundan doğan açlık.
    * Yiyecek maddelerinde görülen darlık.
    * (duygu, söz vb. için) Azlık.
    kıtlıktan çıkmışgibi (yemek) * doymak bilmezcesine (yemek).
    kıvam * (sıvılar için) Koyuluk; koyuluk derecesi.
    * Bir şeyin en uygun zaman veya durumu.
    * Spor çalışmalarında başarılı olabilmek için, fizik ve moral yönünden istenilen iyi durum.
    kıvamını bulmak (veya kıvamına gelmek) * gerekli ve istenilen şartlar yerine gelmek, en uygun anında olmak.
    kıvamlanma * Kıvamlanmak işi.
    kıvamlanmak * (sıvılar için) Kıvamına gelmek, koyulaşmak.
    * Olgunlaşmak, uygun duruma gelmek.
    kıvamlaştırıcı * Sıvı bir maddeyi kıvamına getirmeyi sağlayan alet.
    kıvamlaştırma * Kıvamlaştırmak işi.
    kıvamlaştırmak * Bir maddeyi sıvıdan ayırarak kıvamlıduruma getirmek.
    kıvamlı * Gereken kıvamı bulmuşolan.
    kıvamsız * Kıvamlı olmayan.
    kıvanç * Övünç, iftihar.
    * Sevinç.
    kıvanç duymak * övünmek.
    * sevinmeki mutlu olmak.
    kıvançlanma * Kıvançlanmak işi.