Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 77

    kemikleştirmek * Kemiğe donüştürmek.
    kemikli * Kemiği olan veya çok kemiği olan.
    * Kemikleri iyi gelişmiş.
    * Çok zayıf, sıska.
    kemikli balıklar * Balıklar sınıfından, iskeletleri kıkırdak durumunda kalmayıp kemikleşmişolan balıklar takımı.
    kemiksi * Kemiğe benzeyen.
    kemiksi bölge * Kıkırdağın kemiğe dönüşmekte olduğu kemik tabakası.
    kemiksiz * Kemiği olmayan, kemiği ayrılmış.
    kemircik * Burun, kulak vb. de bulunan küçük kıkırdak.
    kemirdek * Kuyruğun iskeleti.
    kemirgen * Kesici dişleri çok iyi gelişmişolan (hayvan).
    kemirgenler * Tavşan, kobay, kirpi, sıçan ve kunduz gibi köpek dişleri olmayan ve kesici dişleri iyi gelişmişmemeliler
    takımı.
    kemirici * Kemiren.
    kemiriciler * Kemirgenler.
    kemirilme * Kemirilmek işi.
    kemirilmek * Kemirmek işi yapılmak veya kemirmek işine konu olmak.
    kemiriş * Kemirmek işi veya biçimi.
    kemirme * Kemirmek işi.
    kemirmek * Sert bir şeyi dişleriyle azar azar koparmak.
    * Aşındırmak, yemek.
    * Bir şeyin içine işleyerek onu harap etmek.
    kemiyet * Nicelik.
    kemlik * Kötülük.
    kemlik etmek * kötü davranışlarda bulunmak.
    kemoterapi * Hastalıkların kimyasal maddelerle tedavi yöntemi.
    kemre * Gübre, tezek.
    kemreleme * Gübrelemek işi.
    kemrelemek * Gübrelemek.
    kemrelik * Gübrelik.
    -ken * Bkz. -gan / -gen.
    kenar * Bir şeyin, bir yerin bitişkısmıveya yakını, kıyı.
    * Bir şeyi çevreleyen çizgi.
    * Pervaz, çizgi, antika, baskı gibi çevre süsleri.
    * Bir biçimi sınırlayan çizgilerden her biri.
    * Merkezden uzak olan, kuytu, ıssız, sapa, tenha.
    kenar bobini * (kâğıtçılıkta) Üretim maksimum makine genişliğinde olmasınısağlayabilmek için ana bobinlerin yanında
    üretilen dar, tekrar hamurlaştırmanın dışında kullanıma imkân sağlayacak genişlikteki bobin.
    kenar gezmek * bir şeyden uzaklaşmışolmak.
    kenar mahalle * Şehrin merkezinden uzak ve çoğu kültürsüz, görgüsüz ve fakir halkın oturduğu semt.
    kenar semt * Bkz. kenar mahalle.
    kenar suyu * Kenar süslemesi.
    kenara atmak * bir şeyin üstünde durmamak, önemsememek.
    kenara çekilmek * artık hiçbir şeye karışmamak.
    kenarcı * Deniz kıyılarında avlanan balıkçı.
    kenarda kalmak * kendine yakışan yeri tutamayarak önemsiz bir duruma düşmek.
    kenarda köşede * Dikkati çekmeyen veya umulmayan yerlerde.
    kenarı bastırmak * bir kumaşın kenarlarınıkıvırıp elle veya makine ile dikmek.
    kenarın dilberi * Kibarlığa özenen görgüsü az kadın.
    kenarlı * Herhangi bir biçimde kenarı olan.
    * Kenarısüslü, kenarı işlenmiş.
    kenarlık * Kenar bölümünü oluşturan şey.
    kenarortay * Bir üçgende her tepeden karşıkenarın ortasına indirilen doğru parçası.
    * Bir dikdörtgenin karşılıklı iki kenar ortasını birleştiren doğru parçası.
    kenarsız * Kenarı olmayan.
    kendi * İyelik ekleri alarak kişilerin öz varlığınıanlatmaya yarar.
    * Kişiler üzerinde direnilerek durulduğunu anlatır.
    * Bir işte başkalarının etkisi bulunmadığını belirtir.
    * “Kendisi, kendileri” biçiminde bazen saygıduygusuyla veya söz konusu olanlarıamaçlayarak o ve onlar
    yerine kullanılır.
    * İyelik eki almış bulunan isimlerden önce eksiz olarak iyelik düşüncesini pekiştirir, kişisel.
    kendi adına * salt kendi için, kendisi hesabına.
    kendi ağzıyla tutulmak * suçu, yalanıveya iddiasının yanlışlığıkendi sözüyle ortaya çıkmak.
    kendi başına * Kimseye sormadan.
    * Başkasının payıveya yardımı olmaksızın.
    kendi beslek * Öz beslenen.
    kendi derdine düşmek * kendi sorunu sebebiyle başka şeyle ilgilenememek.
    kendi düşen ağlamaz * kendi zararına kendi sebep olanın yakınmaya hakkı olmaz.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 74

    kekik * Ballı babagillerden, karşılıklıküçük yapraklı, beyaz, pembe, kırmızı başak durumunda çiçekleri olan ve
    çiçeği bahar gibi kullanılan, odunsu saplı, kokulu bir bitki (Thymus vulgaris).
    kekik yağı * Kekikten elde edilen ve genellikle geleneksel halk tedavisinde kullanılan kokulu yağ.
    kekikli * Üzerine veya içine kekik konulmuşolan.
    keklik * Sülüngillerden, güvercin büyüklüğünde, eti için avlanan, tüyü boz, ayaklarıve gagasıkırmızırenkte bir kuş
    (Perdrix).
    * Alımlı, güzel kadın.
    keklik etmek * aptallık etmek.
    keklik gibi * güzel, alımlı, hareketli.
    kekre * Tadıacımtırak, ekşimsi ve buruk olan.
    kekrelik * Kekre olma durumu.
    kekremsi * Tadıaz kekre olan.
    * (koku için) Genzi yakan, buruk.
    * Suratıasık, yüzü gülmeyen (kimse).
    kekremsilik * (tat ve koku için) Kekremsi olma durumu.
    * Asık suratlı olma, yüzü gülmeme.
    kekresi * Tadıkekreye benzeyen.
    kel * Vücudun kıllıyerlerinde üreyen bir tür mantarın, kılların dökülmesine yol açtığı bulaşıcı bir hastalık.
    * Bu hastalığa tutularak saçıdökülmüşolan (kimse).
    * Kalıtıma bağlı olarak veya yaşlılık sebebiyle saçlarıdökülmüşolan.
    * (doğa için) Çıplak.
    * (bitki için) Gelişmemiş, cılız.
    * İçinde az eşya bulunan.
    kel kâhya * ilgisi olsun olmasın her şeye karışan.
    kel kâhya * Kendisini ağa gibi göstermek isteyen zavallıkimse.
    kel ölür, sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur * Bkz. kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur.
    kelâm * Söz.
    * Söyleyiş biçimi, söyleme.
    * Tanrı’nın varlığınıve İslâm dininin doğruluğunu konu edinen bilim.
    Kelâmıkadim * Kur’anıkerim, Kur’an.
    kelâmıkibar * Özdeyiş.
    kelaynak * Leylekgillerden, yeryüzünde yalnız Birecik’te, Fırat vadisini çeviren kayalarda yaşayan uzun gagalı bir kuş
    (Geronticus eremita).
    kelbaşa şimşir tarak * birçok ihtiyaç varken gereksiz özenti ve gösterişi belirtir.
    kele * Boğa, tosun.
    kelebek * Pul kanatlılardan, vücudu, kanatları ince pullarla ve türlü renklerle örtülü, dört kanatlı, çok sayıda türleri
    olan böceklere verilen genel ad.
    * Gevişgetiren hayvanların karaciğerlerinde yerleşip en çok öd yollarınıtıkayan bir cins asalak hayvan ve bu
    hayvanın sebep olduğu hastalık.
    * Vida, somun gibi nesnelerde kolayca çevrilmeye yarayan kelebek biçimindeki bölüm.
    * Kelebek biçiminde olan.
    kelebek camı * Otomobilde ön kapıpenceresinde ekseni çevresinde dönerek açılabilen veya sabit bulunan küçük cam.
    kelebek çiçeği * İki çeneklilerden, aydınlık oda ve salonlarda zengin renkli ve çok dallı bir süs birkisi.
    kelebek gözlük * Burundan tutturularak kullanılan sapsız gözlük.
    kelebek otu * Bir cins yaban yoncası.
    kelebekler * Pul kanatlılar.
    keleci * Öz veya kusursuz, düzgün söz.
    kelek * Olgunlaşmamışham kavun.
    * Irmaklarda işleyen ve şişirilmiştulumlar üzerine kurulan bir çeşit sal.
    * Yer yer çıplaklığıveya boşluğu olan.
    * Kılsız.
    * Aptal.
    keleklik * Kelek olma durumu.
    * Aptallık.
    kelem * Lâhana.
    keleme * Sürülmeden bırakılmıştarla.
    * Bakımsız bırakılmış bağveya bahçe.
    kelep * Büyük iplik çilesi.
    * Bağlam, demet.
    kelepçe * Tutukluların kaçmasınıönlemek için bileklerine takılan, bir zincirle tutturulmuşdemir halka.
    * Kablo, boru gibi şeyleri bir yere bağlıtutmak için kullanılan halka.
    kelepçe vurmak (takmak veya kelepçeye vurmak) * bileklere demir halka geçirmek.
    kelepçeleme * Kelepçelemek işi.
    kelepçelemek * Kelepçe takmak.
    kelepçelenme * Kelepçelenmek işi.
    kelepçelenmek * Kelepçelemek işi yapılmak.
    kelepçeli * Kelepçesi olan.
    * Bileklerine kelepçe takılmışolan.
    kelepir * Değerinden çok aşağı bir fiyatla alınan veya alınabilecek olan (şey).
    kelepirci * Her şeyi kelepir olarak ele geçirmek isteyen (kimse).
    kelepircilik * Kelepircinin işi.
    kelepire konmak (veya yakalamak) * bir şeyi çok ucuza almak.
    kelepleme * Keleplemek işi.
    keleplemek * İpi çile yapmak.
    kelepser * Atın başvurmasınıengelleyen kayış.
    keler * Sürüngenler sınıfının kelerler takımından olan hayvanların genel adı.
    keler balığı * Kelergillerden, 1,5m uzunluğunda bir cins köpek balığı(Squalus squatina).
    kelergiller * Asıl köpek balıklarıyla vatozlar arasında geçit sayılabilecek balıklarıkapsayan kemikli balıklar familyası.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 75

    keleş * Yiğit, cesur, bahadır.
    * Çok yakışıklı, çok güzel.
    * Vücut yapısı gösterişsiz.
    * Çirkin, kötü.
    * Kel.
    keleşlik * Keleşolma durumu.
    keleye çekmek * (inek) boğa ile cinsel ilişkide bulundurmak, boğaya çekmek.
    keli görünmek * kusuru ortaya çıkmak.
    keli kızmak * (seyrek öfkelenenler için) öfkelenmek.
    keli körü toplamak * işe yaramaz kimseleri toplamak.
    kelifit * Hidratlıdoğal magnezyum silikat.
    kelik * Eski ayakkabı.
    kelime * Anlamı olan ses veya ses birliği, söz, sözcük.
    kelime cambazı * Kelime cambazlığıyapan kimse.
    kelime cambazlığı * Sözlerle oyun yapma.
    kelime hazinesi * Bkz. söz dağarcığı, söz varlığı, vokabüler, kelime kadrosu.
    kelime kadrosu * Söz varlığı.
    kelime karışıklığı * 343 söz karışıklığı.
    kelime oyunu * Sözlerin çok anlamlı olmasından veya benzerliklerinden yararlanarak yapılan nükte veya aykırı
    anlamlandırma.
    * İki veya daha çok kişinin her defasında bir harf ekleyerek anlamlıkelime oluşturma oyunu.
    kelime sıklığı * Dilde bir sözün kullanılma oranı, frekans.
    kelime türü * Yapı, kavram, görev bakımından aralarındaki benzerliğe göre ayrılmış bulunan kelime türlerinden her biri.
    Türkçede sekiz kelime türü vardır: isim, sıfat, zamir, zarf, edat, bağlaç, ünlem, fiil.
    kelime vurgusu * Bir kelimede bir hecenin öteki hecelerden daha baskılısöylenişi.
    kelimecik * Küçük kelime.
    kelimeişahadet * “Tanrı’dan başka Tanrıyoktur ve Muhammed onun kulu ve peygamberidir” sözü; İslâmın beşşartından
    biri.
    kelimeleri tartarak konuşmak * sonucu hesaplayarak konuşmak.
    kelimeleşmek * Kelime durumuna, söz varlığıhâline gelmek, söze dönüşmek.
    kelimenin tam anlamıyla * bir durumu anlatmak için kullanılan sözün kapsadığıtam kavramla.
    kelimesi kelimesine * Hiçbir kelimesini atlamadan, olduğu gibi, tıpkı, harfiyen, aynen, motamot.
    kelimesiz * Sessiz, kelimeleri kullanmadan.
    kelin merhemi olsa başına sürer (veya kelin medarı olsa kendi başında olur) * kendi işini halledemeyen kişiden aynıdurum için yardım istendiğinde söylenir.
    kelle * Baş, kafa.
    * (bazıpeynir cinsleri ve külçe durumundaki şeker gibi şeyler için) İri tane.
    * Ekinlerde başak.
    kelle götürmek * gereksiz bir aceleyle gitmek, koşturmak, acele davranmak.
    kelle koltukta (gezmek) * gözünü budaktan esirgememek.
    kelle koparmak * olumsuz ve başarısız bir durum sonunda işe, göreve son vermek.
    kelle koşturmak * gereğinden çok acele etmek.
    kelle kulak yerinde (olmak) * kanlıcanlıve iri yapılı olan.
    * gösterişli, itibarlısayılan.
    kellesinden olmak * can vermek, ölmek.
    kellesini koltuğuna almak * ölümü göze almak.
    kellesini uçurmak * kafasınıkeserek koparmak.
    kellesini vurdurmak * öldürmek.
    kelleşme * Kelleşmek işi.
    kelleşmek * Kel durumuna gelmek.
    kelleyi vermek * canınıfeda etmek.
    kelli * “Sonra” edatı gibi, çıkma durumundaki sözlerin ardısıra geldiğinde birbirine bağladığı iki yargıdan
    birincisini zorlayıcı bir sebep olarak gösterir.
    kelli felli * Kılığıkıyafeti düzgün, olgun ve gösterişli (kimse), kerli ferli, gün görmüş.
    kellik * Kel olma durumu.
    * Çıplak, bitkisiz yer.
    Keloğlan * Türk masallarının çoğunda geçen, sonunda zekâsıve yiğitliğiyle amacına eren bir kahramanın adı.
    * (küçük k ile) Bir ailenin koruyuculuğuna veya bir yere çıraklığa alınan öksüz çocuklarıanlatmak için bir
    okşama sözü gibi de kullanılır.
    keloğlan * Hindi.
    kem * Noksan, eksik.
    * Kötü, fena.
    kem göz * Kötü, baktığışeye nazar değdiren göz.
    kem gözle bakmak * kötü niyetle bakmak.
    * nazar değdiren bir bakışla bakmak.
    kem küm * Verecek cevap bulamayıp açık bir anlamı olmayan gelişigüzel sözler söylemek” demek olan kem küm
    etmek deyiminde geçer.
    kem söz kem akçe sahibinindir * kötü söz söyleyenindir.
    kemakân * Önceden olduğu gibi, eskisi gibi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 76

    kemal * Bilgi ve erdem bakımından olgunluk, yetkinlik, erginlik, eksiksizlik.
    * En yüksek değer.
    kemale ermek (gelmek veya kemal bulmak) * (kema:le) olgunlaşmak.
    Kemalist * Atatürkçü.
    Kemalizm * Atatürkçülük.
    Kemalpaşa tatlısı * Un, yağve yumurta karışımıkurabiyelerin sıcak şeker şerbetine atılarak yapılan tatlı.
    keman * Yay.
    * Dört telli, çenenin altına dayayarak çalınan yaylıçalgı.
    keman gibi * ince, düzgün (kaş).
    keman yayı * Kemana takılan ses vermeyi sağlayan tel.
    kemancı * Keman yapan veya çalan kimse.
    kemancılık * Kemancının işi.
    kemane * Keman ve kemençe yayı.
    * Ağaç gemilerde talimarın üst ucundaki kıvrım.
    * Bir tür halk çalgısı.
    * Delgi veya küçük torna çevirmek için kullanılan ok yayı biçimindeki araç.
    kemane çekme * Yağlı güreşte, elleri hasmının arkasından göğsü üzerinde kilitledikten sonra midesi ve karnıüzerinde
    kuvvetli bir biçimde ve bastıra bastıra gezdirme.
    kemanî * Alaturka müzikte keman çalan kimse.
    kemankeş * Ok atıcı, okçu.
    keme * Büyük sıçan.
    * Domalan.
    kemençe * Yayla, diz üzerinde çalınan, kemana benzer üç telli küçük bir çalgı.
    kemençeci * Kemençe çalan veya yapan kimse.
    kement * Hayvanlarıyakalamak için kullanılan, ucu ilmikli, kaygan uzun ip.
    * İdam için kullanılan yağlıkayış.
    kement atmak * kemendi bir ucu elde kalacak biçimde ileri doğru fırlatmak.
    kementlemek * Kement geçirmek.
    kemer * Bele dolayarak toka ile tutturulan, kumaş, deri veya metalden yapılan bel bağı.
    * Etek, pantolon gibi giysilerin bele gelen bölümü.
    * Özellikle yolculukta kullanılan, üzerinde altın para yerleştirmeye yarar gözleri olan meşin kuşak.
    * İki sütun veya ayağı birbirine üstten yarım çember, basık eğri, yonca yaprağı gibi biçimlerde bağlayan ve
    üzerine gelen duvar ağırlıklarını, iki yanındaki ayaklara bindiren tonos bağlantı.
    * Bkz. emniyet kemeri.
    * Kemiklerden oluşmuşkemer biçiminde tavan.
    * Katmanlıkayaçlarda bir kıvrımın kabarık tepe yeri, tekne karşıtı.
    * Tümsekli.
    kemer bağlama * Aile büyüğünün, gelinin beline altın veya gümüşkemer bağlamasıtöreni, kuşak bağlama.
    kemer gözü * Kemerle ayaklarıarasındaki boşluk.
    kemer patlıcanı * Bir çeşit ince uzun patlıcan.
    kemere * Gemi güvertesinin enine konmuşkirişlerinden her biri.
    kemeri dolu olmak * çok zengin olmak.
    kemerini sıkmak * açlığa veya tutumlu davranmaya katlanmak.
    kemerleme * Kemerlemek işi.
    kemerlemek * Ciltçilikte dikişten sonra kitabın sırtına yuvarlak bir biçim vermek.
    kemerli * Üzerinde kemeri olan veya kemer takılmışolan.
    * Kemer biçiminde olan.
    * Kavisli olan.
    kemerlik * Bazı işçi ve satıcıların araç veya gereçlerini koymak için bellerine taktıkları, gözlere ayrılmış, tahta, meşin
    veya metal kemer.
    * Kemer yapımında kullanılan.
    kemersiz * Kemeri olmayan.
    kemha * Bir çeşit ipek kumaş.
    kemiğine (kemiklerine) kadar * iyice, en son sınıra dek.
    kemik * İnsanın ve omurgalıhayvanların çatısını oluşturan türlü biçimdeki sert organların genel adı.
    * Kemikten yapılmış.
    kemik atmak * susturmak, oyalamak için birini küçük bir şeyle avutmak.
    kemik bilimci * Kemik bilimi uzmanı, osteolog.
    kemik bilimi * Anatominin kemiklerle ilgili bölümü, osteoloji.
    kemik doku * Omurgalıhayvanlarda iskeleti oluşturan bir bağdokusu türü.
    kemik gibi * pek kuru, katı, sert; sağlam.
    kemik rengi * Beyaz ile krem rengi arasında olan renk.
    kemik yalayıcı * Dalkavuk.
    kemik zarı * Kemikleri kapsayan beyazımsıve sedef renginde zar.
    kemikçik * Küçük kemik.
    kemikleri sayılmak * çok zayıflamak.
    kemikleri sızlamak * (ölü) huzursuz. rahatsız olmak.
    kemiklerini kırmak * birini çok dövmek, aşırıdayak atmak.
    kemikleşme * Kemikleşmek işi.
    kemikleşmek * Kemik durumuna gelmek.
    * Sert, değişmez bir durum almak.
    * Dokusu kemik doku durumuna gelmek.
    kemikleştirme * Kemikleştirmek işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 72

    keçimemesi * Sert kabuklu, iri taneli, uzunca, beyaz veya kırmızımsı bir çeşit üzüm.
    keçisağan * Çobanaldatan, dağkırlangıcı.
    keçisakalı * Lâdengillerden, çayırlarda, nemli yerlerde yetişen, topraklarımızraksıve çizgili çiçekleri mavimtırak veya
    mor renkte lâden bitkisinin bir türü (Cistus creticus).
    * Gülgillerden, beyaz veya penbe çiçekli, bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen bir ağaççık, erkeçsakalı,
    çayırmelikesi (Spiraea aruncus).
    keçisedefi * Keçisakalı.
    keçitırnağı * Kesici ağzıüçgen biçiminde olan oyma kalemi.
    keçiye can kaygısı, kasaba et (veya yağ) kaygısı * başkasının büyük zararıkarşısında kendi küçük yararınıdüşünenler için sitem olarak söylenir.
    keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur * gözü doymayan hırslı insanlar küçük bir çıkar için bütün varlığınıtehlikeye atar.
    keder * Acı, üzüntü, dert, sıkıntı, ıstırap, tasa.
    keder çekmek * acıduymak, ıstırap çekmek.
    keder vermek * üzüntü vermek, kederlendirmek, tasalandırmak.
    kederlendirme * Kederlendirmek işi.
    kederlendirmek * Keder, üzüntü duymasına yol açmak, acıvermek.
    kederleniş * Kederlenme durumu.
    kederlenme * Kederlenmek işi.
    kederlenmek * Kederli olmak, üzülmek, tasalanmak, mükedder olmak.
    kederli * Acılı, üzüntülü, mukedder.
    kedersiz * Acısız, üzüntüsüz.
    kedi * Kedigillerden, köpek dişleri iyi gelişmiş, kaslarıçevik ve kuvvetli evcil veya yabanî, küçük memeli hayvan
    (Felis domesticus).
    kedi (veya eti) ne, budu ne? * yaşıküçük.
    * imkânları, gücü sınırlı, parasıaz.
    kedi balı * Erik, kayısı gibi ağaçlardan sızan bir çeşit zamk.
    kedi balığı * Kedi balığı gillerden, dişleri ve solungaç yarıklarıküçük bir balık (Scyiliorhinus canicula).
    kedi balığı giller * Balıklar sınıfının köpek balıklarıtakımını içine alan bir familya.
    kedi ciğere bakar gibi bakmak (veya süzmek, seyretmek) * imrenerek bakmak.
    kedi gibi * uysal ve sokulgan.
    kedi gibi dört ayak üzerine düşmek * en güç durumdan zarar görmeden kurtulmak.
    kedi ile harara girmek * geçimsiz biri ile iş birliği yapmak.
    kedi ile köpek gibi * birbirleriyle geçinemeyen, anlaşamayan kimseler için söylenir.
    kedi nanesi * Ballı babagillerden, kırlarda yetişen, kedilerin kokusundan çok hoşlandığı bir bitki, yaban sümbülü (Nepeta
    cataria).
    kedi olalı bir fare tuttu * şimdiye kadar bir tek başarılı işyapabildi.
    kedi otu * İki çeneklilerden, kök sapıhekimlikte kullanılan bir bitki (Valeriana).
    kedi otugiller * Yapraklarısapsız olan otsu bitkileri, seyrek olarak da çalıdurumundaki bitkileri kapsayan bitişik taç
    yapraklı, iki çenekli bitkiler familyası.
    kedi yavrusunu yerken sıçana benzetir * yolsuz olduğunu bildiği bir işi yaparken kendini mazur göstermek için bahane uydurur.
    kedi yetişemediği (veya uzanamadığı) ciğere pis (veya murdar) dermiş * elde edemeyecekleri şeyi hor göstermeye kalkışanlar için söylenir.
    kediayağı * Birleşikgillereden, süs bitkisi olarak da yetiştirilen, beyazımsı, yumuşak, sık tüylü bir bitki (Antennaria
    dioica).
    kedibastı * Bütün yüzeye tutkal sürmeyi gerektirmeyen işlerde, fırçayıaralıklı bastırarak tutkal sürme işi.
    kedidili * Genellikle dondurmanın yanında yenilen bir tür tatlı bisküvi.
    kedigiller * Kedi, aslan, kaplan, pars gibi hayvanları içine alan etçil memeli hayvanlar sınıfı.
    kedigözü * Taşıtların arkasındaki kırmızırenkli işaret lâmbası.
    * Yollarda ışık vurduğu zaman parlayan trafik işareti.
    kedinin boynuna ciğer asılmaz * bir kimseye, kullanıp zarar vereceği, kendine mal edip ortadan kaldıracağışey emanet edilmez.
    kediyaladı * Kadife veya tiftikten yapılmış bir ürünün yüzeyine verilen şekil.
    kediye peynir ( veya ciğer) ısmarlamak * güvenilmeyecek birine saklaması için bir şey bırakmak.
    kefal * Kefalgillerden, orta büyüklükte, çok pullu, küt başlı, gümüşrenkte, beyaz etli bir balık (Mugil cephalus).
    kefalet * Birinin borcunu ödememesi veya verdiği sözü yerine getirmemesi durumunda bütün sorumluluğu üzerine
    alma durumu, kefillik.
    kefaleten * Kefalet yoluyla.
    kefaletname * Bir kimsenin kefil olduğunu gösteren belge, kefillik kâğıdı.
    kefalgiller * Kefallarla onlara yakın türleri kapsayan kemikli balıklar familyası.
    kefaller * Kefalgiller, kum balığı giller, cennet balığı giller, uskumrugiller familyalarını içine alan kemikli balıklar
    takımı.
    kefaret * Bir günahıTanrı’ya bağışlatmak umuduyla verilen sadaka veya tutulan oruç.
    kefaretini ödemek * cezasını çekmek.
    kefe * Terazi gözlerinden her biri.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 73

    kefe * Semercilerin kullandığı bir tür araç.
    kefek * Kefeki.
    kefeki * Yapılarda kullanılan açık renkli, delikli, hafif, işlenmesi kolay, ateşe dayanıklı bir tür taş.
    * Dişlerin diplerinde ve kaplarda oluşan kireç tabakası.
    kefeki tutmak * küflenmek.
    kefekiye dönmek * delik deşik olmak.
    kefeleme * Kefelemek işi.
    kefelemek * (atı) Kefe (II) ile silip tüylerini parlatmak.
    kefeli * Kefesi olan.
    kefen * Gömülmeden önce ölünün sarıldığı beyaz bez, kefin.
    kefenci * Cenaze gereçleri satan kimse.
    * Zorba.
    kefeni boynunda olmak * her an ölümü göze almak.
    kefeni yırtmak * ağır bir hastalıkta ölüm tehlikesini atlatmak.
    kefenin cebi yok * mal veya para “ölürken götürülmez” anlamında cimriler için söylenir.
    kefenleme * Kefenlemek işi veya durumu.
    kefenlemek * Ölüye kefen sarmak, tekfin etmek.
    kefenleyiş * Kefenlemek işi veya biçimi.
    kefenli * Kefene sarılmış.
    * Kefene sarılarak.
    kefenlik * Kefen olarak kullanılmaya elverişli (bez).
    kefenlik para * Ölüm durumunda gerekli masrafların görülmesi için ayrılmışpara.
    kefensiz * Kefene sarılmamış.
    * Kefene sarılmadan.
    kefere * Müslüman olmayanlar, kâfirler.
    kefil * Borçlu borcunu ödemediğinde veya bir kimse verdiği sözü yerine getirmediğinde bütün sorumluluğu
    üzerine alan kimse.
    kefil göstermek * bir işiçin gerekli olan kefili bulmak.
    kefil olmak * borçlu borcunu ödemediğinde veya bir kimse verdiği sözü yerine getirmediğinde bütün sorumluluğu
    üzerine almak.
    kefillik * Kefil olma durumu, kefalet.
    kefin * 343 kefen.
    kefir * Özel bir maya mantarıyla keçi veya inek sütünün mayalanmasıyla hazırlanan ekşi içecek.
    kefiye * Arapların kullandığıve omuzlarıda örten, püsküllü erkek başörtüsü.
    kefne * Çuvaldız veya kalın iğne ile işişleyen kimsenin eline geçirdiği demirli kayış.
    kehanet * Bir olayın gerçekleşeceğini önceden bilme, kâhinlik.
    kehanette bulunmak * kâhinlik yapmak.
    Kehkeşan * Samanuğrusu, Samanyolu.
    kehle * Bit.
    kehribar * Süs eşyasıyapımında kullanılan, açık sarıdan kızıla kadar türlü renklerde, yarısaydam, kolay kırılır ve bir
    yere hızlıca sürtüldüğünde hafif cisimleri kendine çeken, fosilleşmişreçine, samankapan.
    * Bu maddeden yapılmış.
    kehribar balı * Sarıve saydam bal.
    kehribar gibi * sapsarı, koyu sarı.
    kehribarcı * Kehribardan tespih, ağızlık gibi şeyler yapan veya satan kimse.
    kek * Yumurta, un ve şekerden, genellikle içine çekirdeksiz kuru üzüm veya kakao vb. konularak yapılan, fırında
    pişirilen tatlıçörek.
    * Tane ve tohumların, etin veya balığın yağınıveya diğer sıvılarınıçıkarmak için mekanik sıkılmalarıyla
    oluşan fiziksel form.
    kekâ * Keyifli bir durum anlatılırken “ne güzel, ne iyi” anlamında söylenir.
    kekâh * Bkz. kekâ.
    keke * Kekeme.
    kekeç * Kekeme.
    kekeleme * Kekelemek işi.
    kekelemek * Damak sesleriyle başlayan kelimeleri ve heceleri tekrarlayarak ve keserek konuşmak.
    * Ne söyleyeceğini şaşırıp kelimeleri birbirine karıştırmak.
    kekeleyiş * Kekelemek işi veya biçimi.
    kekelik * Kekemelik.
    kekeme * Damak sesleriyle başlayan kelimeleri ve heceleri tekrarlayarak birdenbire söyleyen ve keserek konuşan,
    keke.
    kekemeleşme * Kekemeleşmek işi.
    kekemeleşmek * Kekeme durumuna gelmek.
    kekemelik * Kekeme olma durumu, rekâket.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 71

    kazmaç * Bkz. kazaratar.
    kazmak * Herhangi bir araçla toprağıaçmak, oymak.
    * Bu yolla çukur, kuyu, yol vb. oluşturmak.
    * Hakketmek.
    kazmir * Bkz. kaşmir.
    kazolit * Hidratlıdoğal kurşun ve uranyum silikat.
    kazulet * Kocaman.
    kazurat * Dışkı.
    ke * Türk alfabesinin on dördüncü harfinin adı.
    kebap * Doğrudan doğruya ateşte veya kap içinde susuz olarak pişirilmişet.
    * Kızartma, çevirme veya kavurma yoluyla hazırlanan her türlü yiyecek.
    * Kavrulmuş, kızarmış.
    * Yanmış, yanık.
    kebapçı * Kebap yapıp satan kimse.
    * Kebap yenilen veya satılan yer.
    kebapçılık * Kebapçı olma durumu.
    kebaplı * Kebabı olan, içine kebap konulmuşolan.
    kebaplık * Kebap yapılmaya elverişli, kebap yapılmak için ayrılmış.
    kebe * Kısa kepenek.
    kebere * Gebre otu.
    kebir * Büyük, ulu.
    * Yaşça büyük, yaşlı.
    kebze * Kürek kemiği.
    kebzeci * Koyunların kebzesine bakarak gelecekten haber verdiğini ileri süren kimse.
    keçe * Yapağıveya keçi kılının dokunmadan, yalnızca dövülmesiyle elde edilen kaba kumaş.
    * Bu kumaştan yapılmışolan.
    * Yere serilen halı, kilim gibi yünlü döşemelik.
    keçe külâh etmek * aldatmak, kandırmak.
    keçe külâh olmak * ordudan veya resmî görevden çıkarılmak.
    keçeci * Keçe yapan veya satan kimse.
    keçecilik * Keçe yapma veya satma işi.
    keçeleme * Keçelemek işi.
    * Keçeleşmek işi.
    keçelemek * Bir nesneye keçe geçirmek.
    * Metal bir yüzeyi keçeyle parlatmak.
    keçelenme * Keçelenmek işi.
    keçelenmek * Keçeleşmek.
    keçeleşme * Keçeleşmek işi.
    keçeleşmek * Telleri birbirinin içine girip karışarak ayrılmaz olmak.
    * (deri) Pürüzlü duruma gelmek, keçe gibi olmak.
    * Vücudun bir yeri uyuşup duyarlığı azalmak.
    keçeleştirme * Keçeleştirmek işi.
    keçeleştirmek * Keçeleşmesine yol açmak.
    keçeli * Keçesi olan.
    keçesini sudan çıkarmak * güç olan bir işi, durumu yoluna koyarak rahatlamak.
    keçeyi suya atmak * ar ve namusu hiçe saymak.
    keçi * Gevişgetirenlerden, eti, sütü, derisi ve kılı için yetiştirilen, memeli evcil hayvan (Capra hircus).
    * Bu hayvanın dişisi.
    * İnatçı.
    keçi inadı * Bir türlü yumuşamayan vazgeçilmeden sürdürülen inat.
    keçi kömüreni * Yapraklarısoğan terine kullanılan bir tür yaban sarımsağı.
    keçi mantarı * Bkz. ak mantar.
    keçi postu * Keçinin derisinin terbiye edilmesi ile yapılan post.
    keçi sakal * Sakalıyalnız çenede sivri ve seyrek olarak bulunan.
    keçi söğüdü * Bataklıklarda ve nemli ormanlarda çok bulunan bir söğüt türü (Salix caprea).
    keçi yemişi * Yaban mersini.
    keçi yolu * Engebeli yerlerden gelip geçenlerin ayak izlerinden oluşan, tekerlekli araç işlemeyen dar yol, çığır, patika.
    keçiboynuzu * Baklagillerden, kerestesi marangozlukta, kabuklarıtabaklıkta kullanılan bir ağaç, harnup (Ceratonia siliqua).
    * Bu ağacın baklamsı, şekerli olan yemişi, harnup.
    keçiboynuzu gibi * işi çok, verimi az olan şeyler için söylenir.
    keçiler * Keçileri ve çeşitli koyun türlerini içine alan, dağlık, kayalık yerlerde yaşayan, hafif yapılı, çevik geviş, getiren
    hayvanlar sınıfı.
    keçileri kaçırmak * delirmek veya bir bunalım içinde bulunmak.
    keçileşme * Keçileşmek işi.
    keçileşmek * İnadıtutmak.
    keçilik * İnatçılık.
    keçilik etmek * inat etmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 70

    kazgıç * Tandırdan ekmeği çıkarmaya yarayan bir araç.
    * Bitki kökü çıkarmağa yarayan ucu sivriltilmişsopa.
    kazı * Bir yeri kazma işi, hafriyat.
    * Yer altındaki tarihî değeri olan şeyleri, yapıları ortaya çıkarmak amacıyla arkeologlarca toprağın belli
    kurallara ve yöntemlere göre kazılması, araştırılması.
    * Tahta, maden gibi şeyler üzerine yazıveya resim oyma işi, hak (II).
    kazı bilimci * Arkeoloji ile uğraşan kimse, arkeoloji uzmanı, arkeolog.
    kazı bilimi * Arkeoloji.
    kazı bilimsel * Arkeoloji ile ilgili, arkeolojik.
    kazıkoz anlamak * söylenen şeyi çok yanlışanlamak.
    kazıcı * Kazıveya oyma işi yapan.
    kazığa vurmak * bir kimseyi yere dikilmişucu sivri bir kazığa oturtarak öldürmek.
    kazık * Toprağa çakılmak için hazırlanmış, ucu sivri çubuk.
    * Direk, sopa.
    * Yapıların temelinde kullanılan, toprağa çakılan veya toprak içine giren tahta, maden veya betonarmeden
    silindir, prizma vb.biçimindeki uzun parça.
    * İnsanıüzerine oturtarak öldürdükleri, yere dik çakılmışsivri uçlu odun veya şiş.
    * Kazığa oturtarak uygulanan öldürme cezası.
    * Genellikle yağlı güreşte, güreşçinin, elini hasmının kispeti içine sokarak yaptığı oyun.
    * Alışverişte aldatılma.
    kazık atmak * aldatmak, kazıklamak.
    kazık dikmek * devamlıkalmak, ebediyen yaşamak.
    kazık gibi * dimdik ve sert.
    kazık kadar * kocaman (kimse).
    kazık kakmak * umulduğundan pek çok yaşamak.
    kazık kök * Havuçta olduğu gibi toprağa dikine giren koni biçiminde kök.
    * Toprağın içinde derinlere doğru dik bir şekilde gelişen, üzerinden çıkan ikincil yan kökleri çoğunlukla az
    olan kök.
    kazık marka * Çok pahalı.
    kazık yemek * aldatılmak, kazıklanmak.
    kazık yutmuşgibi * Bkz. baston yutmuşgibi.
    kazıkazan * Kazındığında, aynıtutardan üçünü bir arada bulma esasına dayalı bir tür talih oyunu.
    kazıkçı * Alışverişte aldatan, pahalımal satan (kimse).
    kazıklama * Kazıklamak işi.
    kazıklamak * Bir tarla veya arsanın sınırını belirtmek için kazık çakmak.
    * Kazık cezasına çarptırmak.
    * Bir malı, bir kimseye değerinden çok pahalıya satmak, alışverişte aldatmak.
    kazıklanma * Kazıklanmak işi.
    kazıklanmak * Kazığa oturtulmak.
    * Bir malıdeğerinden çok pahalıya almak, alışverişte aldatılmak.
    kazıklayış * Kazıklamak işi veya biçimi.
    kazıklı * Kazığı olan, kazıkla desteklenmişolan.
    kazıklıhumma * Tetanos.
    kazıl * Kıldan bükülmüşçuval dikmekte kullanılan ip, sicim.
    kazılış * Kazılmak işi veya biçimi.
    kazılma * Kazılmak işi.
    kazılmak * Kazmak işi yapılmak.
    kazım * Kazma işi.
    kazıma * Kazımak işi.
    * Vücutta boşluklar içinde bulunan yabancıcisimleri, hasta veya zararlısayılan dokularıkazıyarak almak,
    kürtaj.
    kazıma resim * Ağaç, metal veya taş bir yüzeye ayrıkatlar hâlinde değişik renkli boyalar sürüldükten sonra, üstteki katları
    yer yer kazıyarak alttaki renklerden yararlanma tekniği, gravür.
    * Bu teknikle yapılan resim, gravür.
    kazımak * Kesici bir aracısürterek bir şeyin yüzündeki tabakayıkaldırmak.
    * Kesici bir araç kullanarak silmek, çıkarmak.
    * Sertçe ovmak.
    * Vücuttaki yabancı bir cismi hasta, zararlıveya istenmeyen bir organıalmak, temizlemek, yok etmek.
    * Tıraşetmek.
    * Metal bir yüzey üstüne sert bir araçla şekil çizmek, yazıyazmak, nakşetmek.
    * Aslını, kökünü çok detaylıaraştırmak.
    kazımık * Süt, muhallebi ve yemek pişerken tencerenin dibinde yanan yapışkan bölüm.
    kazın ayağıöyle değil * bir sorun, bir durum sanıldığı gibi değildir.
    kazınma * Kazınmak işi.
    kazınmak * Kendi kendini kazımak.
    * Kazımak işi yapılmak.
    * Derisini kazır gibi kaşımak.
    * Derisini yüzercesine tıraşolmak.
    * Her tarafı iyice temizlemek.
    * Varıyoğu, elindeki bütün parasıalınmak veya çalınmak.
    kazıntı * Kazıyarak çıkarılan parça.
    * Kâğıtta kazıma izi.
    kazıntılı * Kazıntısı olan (kâğıt, yazı).
    kazıtma * Kazıtmak işi.
    kazıtmak * Kazımak işini yaptırmak.
    kazıyış * Kazımak işi veya biçimi.
    kaziye * Önerme.
    kazkanadı * Güreşte hasmının başınıkoltuk altına alarak hasmıarkadan, yandan sararak, elleri koltuklarıaltından
    geçirdikten sonra sırtında veya ensesinde birleştirme biçimindeki oyun.
    kazma * Kazmak işi.
    * Toprağıkazıp kaldırmak, düzeltmek gibi işlerde kullanılan ağaç saplıdemir araç.
    * Kazılarak yapılmış.
    kazma diş * Ön dişleri uzun ve dışarıdoğru çıkık olan (kimse).
    kazma gibi * büyük, kocaman (diş).
    kazmacı * Kömür ocaklarında kazma ile kömür çıkaran işçi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 68

    kaynatılma * Kaynatılmak işi.
    kaynatılmak * Kaynatmak işi yapılmak.
    kaynatma * Kaynatmak işi.
    kaynatmak * Kaynamasını sağlamak.
    * Kaynak yapmak.
    * Konuşmak, sohbet etmek.
    * Belli etmeden almak; unutturmak.
    kaynayan kazan kapak tutmaz * için için gelişen olaylar veya duygular bir yerde patlak verir.
    kaynayış * Kaynamak işi veya biçimi.
    kaypak * Kayagan, kaygan.
    * Sözünde durmaz, dönek.
    kaypakça * Biraz kaypak.
    * Sözünde durmayarak, döneklik ederek.
    kaypaklaşma * Kaypaklaşmak işi.
    kaypaklaşmak * Kaypak bir duruma gelmek.
    kaypaklık * Kaypak olma durumu.
    * Sözünde durmazlık, döneklik.
    kaypama * Kaypamak işi.
    kaypamak * Ayağıkaymak.
    kayra * Yüksek tutulan veya sayılan birinden gelen iyilik, lütuf, ihsan, atıfet, inayet.
    * Bkz. Tanrıkayrası.
    kayracılık * Evrendeki bütün olaylarıtanrısal sebebe dayandıran, insanların ancak Tanrıkayrasıyla, bağışıyla
    kurtulabileceğini ileri süren öğreti, providansiyalizm.
    kayrak * Ekime elverişli olmayan, taşlı, kumlu toprak.
    * Yassı, düz taş.
    * Bileği taşı.
    kayran * Orman içinde genişve çıplak alan, düzlük.
    kayrılma * Kayrılmak işi.
    kayrılmak * Kayırmak işi yapılmak.
    kayser * Roma, Bizans ve Alman imparatorlarına verilen unvan.
    kayşa * Kayşamak olayı, kayma, göçü, heyelân.
    kayşama * Kayşamak işi.
    kayşamak * Kaya, toprak vb.yerinden koparak aşağıya kaymak.
    kayşat * Kayşama sonucu yerinden kopmuşparça.
    kaytaban * Sürü, deve sürüsü.
    * Başı boş, düzensiz.
    kaytak * Kuytu.
    * Sözünde durmayan.
    * Yağcı, dalkavuk, numaracı.
    kaytaklık * Kaytak olma durumu.
    kaytan * Pamuk veya ipekten sicim.
    * Yelkeni yarıkapatmak için kullanılan örgü halat.
    kaytan bıyıklı * İnce ve uzun bıyıklı.
    kaytanlı * Kaytanı olan, kaytanla dikilmiş.
    kaytarıcı * İşten kaçan kimse.
    kaytarış * Kaytarmak işi veya biçimi.
    kaytarma * Kaytarmak işi.
    kaytarmacı * Kaytaran (kimse).
    kaytarmacılık * Kaytarmacının işi.
    kaytarmak * Geri çevirmek, iade etmek.
    * İşten kaçmak.
    kayyım * Bkz. kayyum.
    kayyum * Cami hademesi.
    * Belli bir malın yönetilmesi veya belli bir işin yapılması için görevlendirilen kimse.
    kayyumluk * Kayyum olma durumu.
    * Kayyumun görevi.
    kaz * Perde ayaklılardan, uzun, beyaz veya gri boyunlu, suda ve karada yaşayan, uçan, yabanî veya evcil kuş
    (Anser).
    * Budala.
    kaz ayağı * Bkz. kazayağı.
    kaz gelen yerden tavuk esirgenmez * büyük çıkarlar beklenen yerde küçük fedakârlıklar yapılmalıdır.
    kaz kafalı * Anlayışsız, kavrayışsız, kafasız.
    kaza * Can veya mal kaybına veya zararına sebep olan kötü olay.
    * Vaktinde kılınmayan namazıveya tutulmayan orucu sonradan dinî kurallara uygun olarak yerine getirme.
    * Yargı, yargılama.
    * Kadının görevi.
    * İlçe, kaymakamlık.
    kaza dairesi * Yargıçevresi.
    kaza etmek * vaktinde kılınmayan namazı, tutulmayan orucu dinî kurallara uygun olarak yerine getirmek.
    kaza ile * kazara.
    kaza kurşunu * Yanlışlıkla gelen mermi.
    kaza ve kader * alın yazısı.
    kazaen * Kazara.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 69

    kazağı * Kazımakta veya temizlemekte kullanılan demir araç.
    Kazak * Kazakistan Cumhuriyeti’nde yaşayan Türk soylu halk veya bu halktan olan kimse.
    * Güney Rusya’da yaşayan Slavlaşmış bir topluluk ve bu topluluktan olan kimse.
    * Kazaklara özgü olan, Kazaklarla ilgili olan.
    kazak * Genellikle kollu, baştan geçirilerek giyilen, örme üst giysisi.
    * Cokeylerin giydiği, göz alıcırenklerde bir tür ceket.
    kazak * Rusya’da ve İran’da ayrı bir sınıf oluşturan atlıasker.
    * Karısına söz geçirebilen, dediğini yaptırabilen erkek, kılı bık karşıtı.
    Kazak çömelmesi * Bir bacak üzerinde çömelip dizi iyice bükerken, öteki bacağıönde tutma biçiminde yapılan bir güç
    alıştırması.
    Kazakça * Kazak Türkçesi.
    kazaklık * Karısına söz geçirme, dediğini yaptırma durumu.
    kazalı * Kazaya yol açan, sakıncalı, tehlikeli.
    * Kaza geçirmişolan.
    * İlçesi olan.
    kazamat * Obüslerden, bombalardan korunmak için yerin altına kazılmışsiper.
    kazan * Çok miktarda yemek pişirmeye veya bir şey kaynatmaya yarar büyük, derin ve kulplu kap.
    * Buhar makinelerinde, kalorifer tesisatında, suyun kaynatıldığıkapalıkap.
    kazan (biri) kepçe * bir kimsenin, bir yeri iyice araştırdığınıanlatır.
    kazan dairesi * Çok katlıyapılarda ısıtma sisteminin yer aldığı bölüm.
    kazan kaldırmak (veya devirmek) * (yeniçeriler) yemek pişirilen kazanıkaldırarak ayaklanmak, isyan etmek.
    * yöneticinin bir tutumuna karşıhep birden ayaklanmak, isyan etmek.
    kazan kaynamayan yerde maymun oynamaz * hiçbir işkarşılıksız yapılmaz.
    kazan taşı * Kalsiyum tuzlarıkapsayan suyun ısıtıldığıkabın iç yüzeyinde oluşturduğu katman.
    kazancı * Kazan yapan, satan veya onaran usta.
    * Kazanıateşleyen kimse, ateşçi.
    kazancılık * Kazancının işi veya mesleği.
    kazanç * Satılan bir mal, yapılan bir işveya harcanan bir emek karşılığında elde edilen para, temettü.
    * Yarar, çıkar, kâr.
    kazançlı * Kazanmışolan.
    * Kazanç getiren, kazanç sağlayan.
    kazançsız * Kazancı olmayan.
    kazandırma * Kazandırmak işi.
    kazandırmak * Kazanmasını sağlamak.
    kazandibi * Dibi tutturularak hafif yanık kokusu verilmişmuhallebi.
    kazanıkapalıkaynamak) * iç yüzü bilinmemek.
    kazanılma * Kazanılmak işi.
    kazanılmak * Kazanmak işi yapılmak.
    kazanım * Kazanmak işi.
    * Bir işyerinde işçilere sağlanan hukuk, sosyal ve malî her tür hak.
    kazanış * Kazanmak işi veya biçimi.
    kazanma * Kazanmak işi, edinme.
    kazanmak * Kazanç sağlamak.
    * Olumlu, iyi bir sonuç elde etmek.
    * Çıkmak, isabet etmek.
    * Edinmek, sahip olmak.
    * Uğramak, yakalanmak.
    * Kendinden yana çekmek.
    * Ele geçirmek, fethetmek.
    * Yenmek, galip gelmek.
    kazara * Kaza sonucu, yanlışlıkla, bilmeden, kazaen.
    * Rastgele, tesadüfen.
    kazaratar * Eklemli bir kol üzerinde hareket eden kepçeli bir çark veya zincirle donatılmışkazımakinesi, kazmaç,
    ekskavatör.
    kazasız * Kazaya uğramadan yapılan.
    * Kazasız bir biçimde.
    kazasız belâsız * Kazaya veya güçlüğe, sıkıntıta uğramadan.
    kazaska * KaynağıKafkasya olan ve hızlı oynanan bir halk dansı.
    kazasker * İlmiye sınıfının yüksek derecesinde bulunan devlet görevlisi.
    kazaskerlik * Kazaskerin yaptığı iş, kazaskerin rütbesi ve makamı.
    kazaya bırakmak * (namaz için) vaktinde kılınamayanıdaha sonra kılmak.
    kazaya kalmak * (namaz için) vaktinde kılınamamak.
    kazaya rıza göstermek * yargıya, verilen hükümlere boyun eğmek.
    kazayağı * Ispanakgillerden, yapraklarıkaz ayağına benzeyen bir bitki (Chenopodium).
    * Çok kollu çengel.
    * Çaprazlama yapılan teyel, Hristo teyeli.
    * Bir ucuna, ortasından bir ikincisi bağlanarak yapılan üç uçlu halat.
    * Açık turuncu renk.
    * Bu renkte olan.
    kazaz * Ham ipeği iplik ve ibrişim durumuna getiren kimse.
    kazazede * Kazaya uğramış, kaza geçirmişolan (kimse).
    kazboku * Kirli sarı(renk).
    * Bu renkte olan.
    kazdığıçukura (veya kuyuya) kendisi düşmek * başkası için hazırladığıkötülüğe kendi uğramak.
    kazdırma * Kazdırmak işi.
    kazdırmak * Kazmak işini yaptırmak.
    kazein * Sütte bulunan protein maddesi.
    * Bkz. bitkisel kazein.
    kazein tutkalı * Ekşi sütten kireç yardımı ile üretilen ve soğuk olarak kullanılan ağaç yapıştırıcısı.
    kazevi * Saz veya kamıştan örülmüş büyük sepet, zembil.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 65

    kaydırma * Kaydırmak işi.
    * Alıcının herhangi bir araç üzerinde çeşitli yönlere hareket ettirilmesi.
    * Savunmanın belirli bir anında, oyunun güç noktasını birdenbire değiştirme.
    kaydırmak * Kaymasını sağlamak, kaymasına yol açmak.
    kaydırtma * Kaydırtmak işi.
    kaydırtmak * Kaymasınısağlatmak, kaymasına sebep olmak.
    kaydiye * Kayıt için alınan para.
    kaydolma * Kaydolmak işi, yazılma.
    kaydolmak * Yazılmak.
    kaygan * Islak veya düz olduğundan, kendisi kayan veya üzerinde kayılan, kaygın.
    kaygana * Omlet.
    * Yumurta çalkanarak yapılan bir çeşit tatlı.
    kayganalık * Kaygana için gereken malzeme.
    kayganlık * Kaygan olma durumu.
    kaygı * Üzüntü, endişe duyulan düşünce, tasa.
    kaygıçekmek * üzüntü, tasa duymak.
    kaygılandırma * Kaygılandırmak işi.
    kaygılandırmak * Kaygılanmasına sebep olmak.
    kaygılanış * Kaygılanmak işi veya biçimi.
    kaygılanma * Kaygılanmak işi, üzülme.
    kaygılanmak * Kaygıduymak, üzülmek.
    kaygılı * Kaygısı olan, üzüntülü.
    kaygın * Kaygan.
    * Gebe deve.
    kaygısız * Kaygısı olmayan, kaygıduymayan, aldırmaz.
    kaygısızca * Kaygısız, aldırmaz (bir biçimde).
    kaygısızlık * Kaygısız olma durumu veya kaygısızca davranış.
    Kayı * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    kayık * Kürek veya yelkenle yürütülen ufak tekne.
    * Bir yana kaymış.
    kayık gibi * kayığa benzer biçimde, kayığın durumuna uygun olarak.
    kayık salıncak * Bayram yerlerinde kurulan kayık biçiminde salıncak.
    kayık tabak * Kayık biçiminde uzun ve düz tabak.
    kayık yaka * Açıklığı omuzlara doğru olan oval yaka.
    kayık yanaştırmak * bir konuya veya soruna yavaşyavaşgirmek.
    kayıkçı * Kayıkla insan veya yük taşıyan kimse.
    kayıkçıkavgası * Sonucu olmayan, bıktırıcımünakaşa.
    kayıkçılık * Kayık yapma ve satma işi.
    * Kayık işletme işi.
    kayıkhane * Kayıkların çekildiği, korunduğu üstü örtülü yer.
    kayın * Kayıngillerin örnek bitkisi olan, kerestesi beyaz bir orman ağacı(Fagus orientalis).
    kayın * Karıveya kocaya göre birbirlerinin erkek kardeşi, kayın birader.
    kayın baba * Kaynata.
    kayın birader * Kayın (II).
    kayın peder * Kaynata.
    kayın valide * Kaynana.
    kayınço * Kayın biraderlere sevgi yollu söylenen söz.
    kayıngiller * İki çeneklilerden, palamut diye adlandırılan meyveleri yüksüksü bir kadehçik içinde duran, kayın, meşe,
    kestane gibi çoğu kerestelik orman ağaçlarını içine alan bir familya, palamutlular.
    kayınlık * Kayın ağaçlarıçok olan yer.
    kayınlık * Kayın (II) olma durumu.
    kayıntı * Açlık bastırmaya yarar yiyecek, atıştırılmaya yarar yiyecek.
    kayıp * Yitme, yitim.
    * Yitik, zayi.
    kayıp vermek * (ulus, toplum, kuruluşvb. için) değerli bireylerini yitirmek.
    kayıplara karışmak * bulunduğu yerden ayrılıp gitmek, gittiği yeri bildirmemek, görünmez olmak.
    kayır * Kalın kum.
    * İnce kum.
    kayırıcı * Kayıran, koruyan, iltimasçı.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 66

    kayırıcılık * Kayırma işi, iltimasçılık.
    kayırılma * Kayırılmak işi.
    kayırılmak * Kayırmak işi yapılmak veya kayırmak işine konu olmak.
    kayırış * Kayırmak işi veya biçimi.
    kayırma * Kayırmak işi, koruma, himmet, iltimas.
    kayırmak * Koruyarak başarısını sağlamak, elinden tutmak, himmet etmek.
    * Birini, başkalarının veya işin zararıpahasına tutmak, haksız yere kolaylıklar sağlamak” iltimas etmek.
    kayırtma * Kayırtmak işi.
    kayırtmak * Kayırmak işini yaptırmak.
    kayısı * Gülgillerden bir ağaç (Prunus armeniaca).
    * Bu ağacın açık turuncu renkte, eti sulu, güzel kokulu, tek ve sert çekirdekli tatlımeyvesi.
    * Beyazıpişmiş, sarısıyarıpişmiş(yumurta).
    kayısıhoşafı * Kayısının kaynatılması ile yapılan hoşaf.
    kayısıkompostosu * Kayısının şekerle kaynatılması ile yapılan komposto.
    kayısıkurusu * Kurutulmuşkayısı.
    kayış * Bağlamak, tutmak veya sıkmak amacıyla kullanılan, dar ve uzun kösele dilimi.
    * Ustura bilenen cilâlıkösele.
    kayış * Kaymak işi veya biçimi.
    kayış balığı * Kâğıt balığı gillerden, Kuzey Avrupa denizleriyle Akdeniz’in derinliklerinde yaşayan kemikli bir balık
    (Regalecus glesne).
    kayışdili * Kaba ve çirkin sözler kullanılarak konuşulan dil.
    kayışgibi * sert, koparılmayan.
    * kara, çok kirli.
    kayışa çekmek * aldatmak, kandırmak.
    kayışa çekmek * usturanın kılağısınıalmak için berber kayışına sürtmek.
    kayışçı * Kayışyapan veya satan kimse.
    * Aldatıcı, hileci.
    kayışkıran * Baklagillerden, kökleri toprağa derince girerek, tarlalar sürülürken sabanıtutan, çiçekleri kırmızı bir bitki,
    sabankıran (Onosisspinosa).
    kayıt * Bir yere mal ederek deftere geçirme.
    * Bir yazının, bir hesabın tarih, numara vb. nin veya kopyasının bir yerde yazılı bulunması.
    * Sınırlama, davranışlarını çerçeveleme.
    * Şart.
    * Önem verme, gözetme.
    * Resmî belge.
    * Ses veya resmi, manyetik bant üzerine geçirme işlemi.
    kayıt * Pencere çerçevesi.
    * Araç, eşya.
    kayıt altına girmek * davranışlarısınırlandırılmak; bir şey yapmaya zorlanmak.
    kayıt defteri * Kayıt yapılan defter.
    kayıt koymak * engellemek, sınırlamak, takyit etmek.
    kayıt kuyut * Sınırlandırmalar.
    kayıtım * Bir olayın kendi sebepleri üzerindeki tepkisi, rücu.
    kayıtımla uslamlama * Geriye dönerek sonuç çıkarma.
    kayıtlama * Kayıtlamak işi, takyit.
    kayıtlamak * Bir takım şartlarla bağlamak, sınırlandırmak, takyit etmek.
    kayıtlı * Kaydıyapılmış, kayda geçirilmişolan.
    * Şarta bağlı.
    kayıtma * Kayıtmak işi.
    kayıtmak * Bir şeyi yapmaktan vazgeçmek, bir karardan dönmek, nükul etmek, rücu etmek.
    kayıtsız * Kaydıyapılmamış, deftere veya yazıya geçirilmemişolan.
    * Bir şarta bağlı olmayan.
    * Aldırmaz, ilgisiz, umursamaz, lâkayt.
    kayıtsız kalmak * önem vermemek, umursamamak.
    kayıtsız olmak * kayıt edilmemişveya yazıya geçirilmemişolmak.
    * ilgisiz, umursamaz, önem vermeyen durumda bulunmak.
    kayıtsız şartsız * Hiçbir şart ve bağı olmaksızın.
    kayıtsızca * İlgisiz, aldırmaz (bir biçimde).
    kayıtsızlık * Aldırmazlık, ilgisizlik, umursamazlık, lâkaydî.
    kayıttan düşmek (veya birinin kaydınısilmek) * bir yere mal olmaktan çıkararak defterde bu durumu belirtmek.
    kaykay * Tahtadan yapılmış, altında tekerlekler bulunan üzerinde kayılan alet.
    kaykılma * Kaykılmak işi.
    kaykılmak * Arkaya doğru eğilerek, yaslanarak oturmak.
    kaykıltma * Kaykıltmak işi.
    kaykıltmak * Kaykılmasını sağlamak, kaykılmasına sebep olmak.
    kayma * Kaymak (II) işi.
    * Herhangi bir sebeple filmin atlamasıveya görüntünün perdeye tam olarak gelmemesi.
    kaymağınıalmak * bir şeyin en büyük payını, kârınıele geçirmek.
    kaymak * Sütün yüzünde zar durumunda toplanan, açık sarırenkli, koyu yağlıkatman.
    * Sütü yayvan kaplar içinde ve hafif ateşte tutarak elde edilen koyu, yağlıöz.
    * Yağmur ve selden sonra toprağın üzerinde kalan özlü tabaka.
    * Bir şeyin en iyi ve seçkin bölümü.
    kaymak * Düz, ıslak veya kaygan bir yüzey üzerinde sürtünerek kolayca yer değiştirmek.
    * Kaygan bir yüzey üzerinde birdenbire dengesini yitirmek.
    * Yerini değiştirmek.
    * Yer, durum değiştirmek.
    * Görüş, düşünce veya tutumunu değiştirmek.
    * “İstemeden bir şey yapmak” anlamıyla bazıdeyimlerde geçer.
    * Anlamıdeğişmek.
    * Kurtulmak.