Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 26

    kamu kesimi * Devlet eliyle yürütülen ekonomik işlerin bütünü.
    kamu kurumu * Belirli kamu hizmetlerini yerine getirmek amacıyla oluşturulan kamu tüzel kişisi.
    kamu personeli * Devlet hizmetinde çalışan kişiler.
    kamu sağlığı * Bir toplumda büyük halk kitlelerinin sağlık koşullarıaçısından içinde bulunduğu durum.
    kamu sektörü * Bkz. kamu kesimi.
    kamu tanrıcı * Tüm tanrıcı, panteist.
    kamu tanrıcılık * Tüm tanrıcılık, panteizm.
    kamu yararı * Devletin ihtiyaçlarına cevap veren ve bu ihtiyaçlarıkarşılayan, devlete yarar sağlayan değerler bütünü.
    kamu yönetimi * Devletin yönetim faaliyetlerinin faydalıve verimli bir biçimde düzenlenmesiyle uğraşan bilim dalı, amme
    idaresi.
    kamuflâj * Örtme, saklama, gizleme, peçeleme, alalama.
    kamufle * Görünmeyecek, tanınmayacak biçimde örtülmüş, saklanmış, gizlenmiş, alalanmış, maskelenmiş.
    kamufle etmek * gizlemek, maskelemek, alalamak, peçelemek.
    kamulaştırılma * Kamulaştırılmak işi.
    kamulaştırılmak * Kamulaştırmak işi yapılmak.
    kamulaştırma * Kamulaştırmak işi, istimlâk.
    * Devletleştirme.
    kamulaştırmak * Taşınmaz bir malısahibinden satın alarak kamuya mal etmek, kamu yararına almak, istimlâk etmek.
    * Devletleştirmek.
    kamuoyu * Bir sorun üzerine halkın genel düşüncesi, halk oyu, amme efkârı, efkârıumumiye.
    kamuoyu oluşturmak (veya yaratmak) * bir düşünceyi yaygınlaştırmak ve halkın dikkati o düşünce etrafında toplamak ve yoğunlaştırmak.
    kamus * Büyük sözlük.
    kamusal * Kamu ile ilgili.
    kamusallaşma * Kamusallaşmak işi.
    kamusallaşmak * Kamusal duruma gelmek.
    kamutay * (dil inkılâbının ilk yıllarında) Türkiye Büyük Millet Meclisinin genel kurulu.
    kamyon * Motorlu büyük yük taşıtı.
    * Kamyonun taşıyabildiği mal, kimse vb.
    kamyoncu * Kamyonla taşıyıcılık yapan kimse.
    * Kamyon kullanan sürücü.
    kamyonculuk * Sahip olduğu kamyonu başkasıaracılığıyla çalıştırtma işi.
    * Kamyon sürücülüğü.
    kamyonet * 1500 kilogram yük taşıyan küçük kamyon, pikap.
    kamyonetçi * Kamyonet kullanan kimse.
    kamyonetçilik * Taşımacılıkta kamyonet kullanma işi.
    kan * Atardamar ve toplardamarların içinde dolaşarak hücrelerde özümleme, yadımlama görevlerini sağlayan
    plâzma ve yuvarlardan oluşmuşkırmızırenkli sıvı.
    * Soy.
    -kan / -ken * 343 -gan / -gen.
    kan ağlamak * büyük bir üzüntü içinde bulunmak.
    kan akçesi * Birini yaralayandan alınıp yaralanana veya ölenin mirasçılarına verilen para.
    kan akıtmak * kurban kesmek.
    kan akmak * kanlıçarpışma olmak.
    kan aktarımı * Hasta veya yararlıya, kendi veya uygun başka bir kan grubundan damar yoluyla kan verme, kan nakli,
    transfüzyon.
    kan alacak damarı bilmek * nereden veya kimden çıkar sağlanabileceğini bilmek.
    kan almak * bir damardan bir miktar kan çekmek veya akıtmak.
    kan bağı * Aynısoydan gelme durumu.
    kan bankası * Gereğinde hastalara aktarmak için sağlam kimselerden alınan kanların saklandığıyer.
    kan basıncı * Bkz. tansiyon.
    kan başına sıçramak (veya beynine çıkmak) * çok sinirlenip öfkelenmek.
    kan beynine çıkmak * çok sinirlenmek, hiddetlenmek, kontrolü yitirmek.
    kan bilimci * Kan bilimi uzmanı, hematolog.
    kan bilimi * Kanın morfolojik, fizyolojik, kimyasal ve genetik açıdan incelenmesi.
    * Kan hastalıkları bilimi, hematoloji.
    kan boğmak * beynine kan hücumuyla ölmek.
    kan çanağı gibi * Bkz. gözleri kan çanağına dönmek.
    kan çekmek * yüz ve huy, ana veya baba tarafının yüzüne ve huyuna benzemek.
    * (akraba için) yakınlık duymak.
    kan çı banı * Kıl kökünden başlayarak deri altıdokusunu saran ve deride şişkinlikle beliren irinli kabartı.
    kan çıkmak * kan dökülmek, cinayet işlenmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 27

    kan davası * Geçmişte, aralarında cinayetten, kan akmışolmaktan veya başka bir sebepten kökleşmiş bir düşmanlık
    bulunan iki ailenin karşılıklıkan gütmesi.
    kan doku * Plâzmasıve taşıdığıyuvarlar bakımından bir doku gibi görünen kana, doku bilimine verilen ad.
    kan dolaşımı * 343 dolaşım.
    kan dökmek * ölüme yol açmak, cana kıymak.
    kan gelmek * kanamak.
    kan gitmek * büyük abdestini ederken kan gelmek.
    * (kadınlarda) aybaşıçok kanlı olmak.
    kan gövdeyi götürmek * çok kan dökülmüşolmak.
    kan grubu * Bireyde serum ve alyuvarların taşıdığı antijen veya antikorların türüne göre ayırıcıözellikler taşıyan grup.
    kan gütmek * kan dökerek öç almak istemek.
    kan istemek * öldürülen bir kimsenin öcünün alınmasını istemek.
    kan kanseri * Kanda akyuvarların olağanüstü çoğalmasıyla beliren bir hastalık, lösemi.
    kan kardeşi * Birinin kanınıemerek veya yalayarak kardeşlik andı içmek yoluyla kardeşolanlardan her biri, ant kardeşi.
    kan kaybetmek * herhangi bir sebeple vücuttan çok kan akmak.
    kan kırmızı * Çok kırmızı.
    * üstün, yaman.
    kan kusturmak * çok eziyet çektirmek.
    kan kusup kızılcık şerbeti içtim * çok eziyet çektiği hâlde durumunu iyi göstermek.
    kan nakli * 343 kan aktarımı.
    kan olmak * insan öldürülmek.
    kan olmak * aralarında kan davası bulunmak.
    kan otu * Gelincikgiller familyasından kan kırmızırenkte çok yıllık zehirli bir bitki.
    kan oturmak * bir damarın çatlamasıyla sızan kan, dokular arasına akıp kalmak.
    kan parası * Diyet.
    kan plâzması * Kanın hücrelerarasısıvımaddesi.
    kan portakalı * İçi kırmızı bir portakal türü.
    kan revan içinde * her yanıkana bulanmış.
    kan serumu * Kanın çökmesinden sonra üstünde kalan sıvıkısmı.
    kan taşı * Hematit.
    kan ter içinde (kalmak) * çok terli, yorgun ve perişan bir durumda (kalmak).
    kan tere batmak * kan ter içinde kalmak.
    kan tutmak * kan görünce bayılmak.
    * (adam öldüren kimse) şok geçirmek.
    kan unu * Kıl, mide içeriği, idrar ve benzeri yabancımaddeden arıtemiz, taze hayvan kanından normal işlemle elde
    edilmiş, genellikle koyu, siyaha benzer bir renkte, suda çözünmeyen kurutulmuş bir ürün.
    kan vermek * (hastaya, yaralıya) kan aktarmak.
    * kan nakli için kan aldırmak.
    kan yürümek * bir organda aşırıkan birikmek.
    kana * Geminin çektiği suyu göstermek için başve kıç bodoslamalarıüzerine konulan işaretler.
    kana boyamak (veya bulamak) * kan içinde bırakmak.
    kana kan * birinin öldürülmesinden sonra, öldürenin öldürülerek ceza verilmesi.
    kana kan istemek * öldürenin öldürülmesini istemek.
    kana kana * Kanıncaya kadar, doya doya, içine çeke çeke.
    kana susamak * öldürme hırsıduymak.
    kanaat * Elindekinden hoşnut olma durumu, kanıklık, yeter bulma, yetinme, fazlasını istememe, doyum.
    * Kanma, inanma.
    * Kanış, kanı, inanç, düşünce.
    kanaat etmek * yetinmek.
    kanaat getirmek * kanmak, aklıyatmak, inanmak.
    kanaatkâr * Azla yetinen, elindeki ile yetinen, kanık, kanaatli, yetingen.
    kanaatkârlık * Azla yetinme durumu, kanıklık, yetingenlik.
    kanaatli * Elindeki ile yetinen, kanık, yetingen.
    Kanada geyiği * Kuzey Afrika’da yaşayan iri gövdeli geyik türü (Cervus Canadensis).
    Kanada kavağı * Kuzey Afrika’da yetişen uzun bir kavak türü.
    Kanadalı * Kanada halkından olan kimse.
    kanadıaltına almak (veya birinin üstüne) kanat germek * korumak, himayesine almak.
    kanadıkolu * akrabası, en yakınları.
    * koruyucusu, desteği.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 28

    kanadiyen * Kanadalıtuzak avcılarının ceketlerine benzeyen içi kürklü veya pamuklu, şal yakalı, kemerli kruvaze ceket.
    * Yaz aylarında giyilen bol ve genişdikimli astarsız hafif ceket.
    kanal * Bazı bölgeleri sulamak, kurutmak amacıyla veya gemilerin işlemesine elverişli, insan eliyle açılmışsu yolu.
    * İki kıyıarasındaki dar ve derin deniz.
    * İçinden damar, sinir veya bir sıvı geçen yol.
    * Telefon, telgraf, televizyon gibi araçlarla iletişimi sağlayan yol, hat.
    * Tahtanın liflerine dik yönde açılan kırlangıç kuyruğu biçimli girinti.
    kanalcık * Küçük kanal.
    * Bir organizmadaki küçük kanal.
    kanalcıklı * Kanalcığı olan.
    kanalet * Küçük kanal.
    kanalıyla * Bir kimse veya bir şey aracılığıyla, yoluyla, eliyle.
    kanalizasyon * Pis ve atık suların özel kanallar aracılığıyla belli merkezlerde toplanıp atılmasınısağlayan sistem, şebeke.
    kanama * Kanamak işi, nezif.
    kanamak * Vücudun herhangi bir yerinden kan akmak, kan gelmek, kan kaybetmek.
    * (manevî acılar için) Yeniden etkisini duyurmak, depreşmek.
    kanamalı * Kanaması olan.
    kanara * Bkz. kesim evi, mezbaha.
    kanarya * İspinozgillerden, yeşilimsi veya sarıtüylü, koni biçiminde küçük gagalı, ötücü kuş(Serinus canaria).
    kanarya çiçeği * Çan çiçeğigillerden, sarırenkli bir çiçek (Tropaeolum peregrinum).
    kanarya otu * Çuha çiçeğigillerden, tohumlarıkafes kuşlarına yem olarak verilen bir bitki (Alsine media).
    kanaryalık * Kanarya yetiştirilen yer.
    kanasta * Bir tür kâğıt oyunu.
    kanat * Kuşlarda ve böceklerde uçmayısağlayan organ.
    * (balıklarda) Yüzgeç.
    * Bir uçağın havada durmasınısağlayan taşıyıcıaerodinamik güçlerin etkilediği yatay yüzey.
    * Kapı, pencere, dolap gibi dikine açılıp kapanan şeylerin kapağı.
    * Yan, taraf.
    * Meclis, parti gibi topluluklarda düşünce yönünden özellik gösteren taraflardan her biri.
    * Fırıldak biçiminde olan şeylerde kol.
    * Bkz. Angıç.
    * Savaşdüzenindeki ordunun iki yanından her biri, cenah.
    * Futbol, hentbol vb.takım oyunlarında hücum hattının sağve sol uçlarında yer alan oyuncular.
    kanat açmak * birini korumak, himaye etmek.
    kanat alıştırmak * bir işe alışmaya çalışmak.
    kanata * Ağzı geniştek kulplu su kabı.
    kanatçık * Küçük kanat.
    * Baklagillerin çiçek tacında bulunan, yan iki taç yapraktan her biri.
    * Kuşların eğreti kanadı; başparmak ve birinci parmak kemiklerine bağlıteleklerinin bütünü.
    kanatış * Kanatmak işi veya biçimi.
    kanatlandırma * Kanatlandırmak işi.
    kanatlandırmak * Çok sevinmesine sebep olmak.
    kanatlanış * Kanatlanmak işi veya biçimi.
    kanatlanma * Kanatlanmak işi.
    kanatlanmak * Uçmaya başlamak.
    * Uçmak, kanat açmak.
    * Çok sevinmek.
    kanatlı * Kanadı olan.
    kanatlılar * Böceklerin kanatlı olanlarını içine alan alt sınıf.
    kanatma * Kanatmak işi.
    kanatmak * Kanamasına yol açmak veya kanamasını sağlamak.
    kanatsız * Kanadı olmayan.
    kanatsızlar * Böcekler sınıfının kanatsız olan en ilkel biçimlerini kapsayan alt sınıfı.
    kanava * 343 kanaviçe.
    kanaviçe * El işleri için kullanılan seyrek dokunmuşketen bezi.
    * Bu bezin üzerine yapılmışolan işleme.
    * Çuval olarak kullanılan kendirden veya kenevirden yapılmışseyrek bez.
    kanayan yara olmak * sürekli sıkıntı, üzüntü ve zarar veren bir durumda olmak.
    kanayış * Kanamak işi veya biçimi.
    kanbiyit * Hidratlıdoğal demir silikat.
    kanca * Bir şey çekmeye yarar ucu demir çengelli çubuk.
    kancabaş * Altıveya sekiz çift kürekle çekilen, dar, uzun bir çeşit kayık.
    kancacı * Metal zincir imalâtında palet zincirlerine monte edilebilmesi için palet zincirlerinin uçtaki baklalarına özel
    kanca takan kimse.
    kancalama * Kancalamak işi.
    kancalamak * Kancayı bir şeye takmak.
    * Kancayıatıp çekmek.
    * Bir kimse veya şeyin üzerine bıktıracak kadar düşmek.
    kancalanma * Kancalanmak durumu.
    kancalanmak * Kanca ile tutulmak, kancaya takılmak.
    kancalı * Kancası olan.
    kancalı iğne * Çengelli iğne.
    kancalıkurt * İpsiler familyasından, 10 mm boyunda, ağzıçift çengelli, ince bağırsaklarda yaşayan asalak solucan.
    kancasız * Kancası olmayan.
    kancayıtakmak (veya atmak) * bir kimsenin kötülüğü için uğraşmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 29

    kancık * (hayvanlarda) Dişi.
    * Dönek, güvenilmez.
    * Kadın.
    kancıkça * Döneklik ederek, gizlice kötülükte bulunarak.
    kancıklık * Kancık olma durumu.
    * Kancıkça davranış.
    kancıklık etmek (veya yapmak) * döneklik, kalleşlik etmek.
    kancıl * Kanda yaşayan asalak.
    kancur * İzmarit balığının küçüğü.
    kançılar * Elçiliklerde, konsolosluklarda yazıve evrak işlerini yürüten görevli.
    kançılarlık * Kançılar eliyle yönetilen işler.
    * Bu işlerin görüldüğü yer.
    kançılarya * Elçilik ve konsolosluklarda yönetimle ilgili görevlilerin bütünü.
    * Bu görevlilerin çalıştığıyer.
    kandamlası * Asya ve Avrupa’da ılıman bölgelerde yetişen kırmızıveya sarıçiçekli otsu bir bitki (Adonis).
    kandaş * Aynıkanıtaşıyan, aynısoydan olan.
    kandaşlık * Kan birliği, soy birliği.
    kandelâ * Işık yoğunluğu birimi, mum. Kısaltmasıcd.
    kandıra ağacı * Mine çiçeğigillerden, ıtırlı bir süs bitkisi (Lipia citriodora).
    kandıra otu * Buğdaygillerden, çok yıllık, sürünücü, otsu bir bitki (Calamagrostis).
    kandırıcı * İnandırıcı.
    * Aldatıcı.
    * İçme isteğini giderici.
    kandırıcılık * Kandırıcı olma durumu.
    kandırılış * Kandırılmak işi veya biçimi.
    kandırılma * Kandırılmak işi.
    kandırılmak * Kandırmak işi yapılmak.
    kandırış * Kandırmak işi veya biçimi.
    kandırma * Kandırmak işi.
    kandırmaca * Kandırmak amacıyla yapılan düzen.
    kandırmak * Kanmasını sağlamak, inandırmak, ikna etmek.
    * Aldatmak.
    * İçme, yeme isteğini karşılamak.
    kandidoz * Pamukçuk.
    kandil * İçinde sıvı bir yağve fitil bulunan kaptan oluşmuşaydınlatma aracı.
    * Çok sarhoş.
    * Kandil gecesi.
    kandil çiçeği * Civanperçemi.
    kandil çöreği * Kandillerde yapılıp satılan geleneksel çörek.
    kandil gecesi * Berat, miraç, regaip ve mevlit (Hz. Muhammed’in doğum yıl dönümü) geceleri.
    kandil günü * Kandil gecesinden önceki gün.
    kandil simidi * Kandil günlerinde yapılıp satılan bol susamlısimit.
    kandil yağı * Kötü cins zeytinyağı.
    kandilci * Cami ve minarelerin kandillerini yakan kimse.
    * Kandil yapan veya satan kimse.
    kandilin yağıtükenmek * hayat sona ermek, ölmek.
    kandilisa * Yelkenleri yerlerine çekmekte kullanılan halatların genel adı.
    kandilleşme * Kandilleşmek işi.
    kandilleşmek * Birbirinin kandil gününü kutlamak.
    kandilli * Kandili olan.
    * Çok sarhoş.
    kandilli küfür * İşitilmedik, çok ağır bir sövgü.
    kandilli selâm * El etek öperek, yerlere kadar eğilerek verilen selâm.
    kandilli temenna * Eli eğilip yere kadar uzatarak ve başa götürerek verilen selâm.
    kandillik * Kandillerin konulduğu yer.
    * Kandil günü ile ilgili.
    kanepe * Birkaç kişinin oturabileceği genişlikte koltuk.
    * Genellikle çay ve kokteyller için hazırlanan, peynir, sucuk, salam gibi şeylerle süslenen çok küçük ekmek.
    kangal * Tel, kurşun boru gibi uzun ve bükülebilir şeylerin halka biçiminde sarılmasıyla yapılan bağ.
    * Bu biçimde bükülmüşşeylerin her bir halkası.
    kangal * Deve dikeni.
    kangal köpeği * Çoban köpeği olarak yetiştirilen, burnu ve ağzısiyah, kulaklarıdüşük, kuyruğısırtına doğru düzgün kıvrım
    yaparak duran, Anadolu’da Sivas yöresinde yetiştirilen ve çok tutulan bir tür köpek.
    kangallama * Kangallamak işi.
    kangallamak * Kangal durumuna getirmek.
    kangallanma * Kangallanmak işi.
    kangallanmak * Kangal durumuna getirilmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 30

    kangren * Vücudun bir yerindeki dokunun ölmesi.
    kangren olmak * vücudun bir yerindeki dokular ölmek.
    * kangrenleşmek.
    kangrenleşme * Kangrenleşmek işi.
    kangrenleşmek * Kangren olmak.
    * Bir durum veya işdüzelmeyecek duruma gelmek, uzamak.
    kangrenleştirme * Kangrenleştirmek durumu veya biçimi.
    kangrenleştirmek * Kangren durumunun ortaya çıkmasına sebep olmak.
    kangrenli * Kangreni olan.
    kanguru * Kangurugillerden, iri, otçul, memeli, ön ayaklarıkısa, art ayakları ile kuyruğu uzun ve güçlü, başıküçük,
    Avustralya’da yaşayan keseli hayvan; dişisinin karnında yavrularınıtaşıyacak bir kesesi vardır (Macropus giganteus).
    kangurugiller * Memelilerden, sıçrayıcı, keseli hayvanlar familyası.
    kanı * İnanılan düşünce, kanaat.
    kanıayaklı * Evli kadın.
    kanı başına çıkmak (veya sıçramak veya toplamak) * çok öfkelenmek.
    kanı bozuk * Soysuz.
    kanıdonmak * donakalmak; çok şaşırmak.
    kanıısınmak * (birine karşı) yakınlık duymak.
    kanı içine akmak * derdini dışa vuramamak.
    kanıkanla yumazlar, kanısuyla yurlar * kötülük, kötülük yapılarak düzeltilmez, ancak iyilik yapılarak ortadan kaldırılır.
    kanıkaynamak * coşkun ve kıpırdak olmak.
    kanıkaynamak * çabucak sevgi duymak.
    kanıkurumak * çok usanmak,çok bıkmak.
    kanıpahasına * yaralanmayıveya ölümü göze alarak.
    kanısıcak * Sevimli, kendini çabuk sevdiren.
    kanısulanmak * kansızlığa uğramak.
    kanıtemizlenmek * öldürülenin arkasından, öldüren kişi veya yakınlarından birini öldürerek öç almak.
    kanık * Elindekinden hoşnut olan, azla yetinen, yetingen, kanaatkâr.
    * Tok gözlü.
    kanıklanma * Kanıklanmak işi.
    kanıklanmak * Edindiği bir şeyi yeter bulmak, yetinmek, kanaat etmek.
    kanıklık * Elindekinden hoşnut olma durumu, kanaat, kanaatkârlık.
    kanıkma * Kanıkma işi.
    kanıkmak * Kanmak, gönlü kanmak.
    kanıksama * Kanıksamak işi.
    kanıksamak * Çok tekrarlama sebebiyle etkilenmez olmak; alışmak.
    * Bıkkınlık getirmek, usanmak.
    kanıksayış * Kanıksamak işi veya biçimi.
    kanıma göre (veya kanımca) * düşünceme, inancıma göre.
    kanına dokunmak * çok sinirlendirmek.
    kanına ekmek doğramak * birinin ölümüne yol açarak sevinmek.
    * birini küçük düşürmek, birine zarar vermek.
    kanına girmek * birini öldürmek veya öldürtmek.
    * (bir kızın) kızlığını bozmak.
    kanına susamak * belâsınıaramak.
    kanınıemmek * insafsızca sömürmek.
    kanını içine akıtmak * sıkıntısını belli etmemek.
    kanınıkaynatmak * heyecanlandırmak, coşturmak.
    kanınıkurutmak * canından bezdirmek.
    kanınıyerde koymak * birini öldüreni ölümle cezalandırmamak.
    kanırma * Kanırmak işi.
    kanırmak * (bir şeyi) Eğip zorlayarak yerinden çıkarmak veya çıkarmaya çalışmak.
    kanırtma * Kanırtmak işi.
    kanırtmaç * Bir şeyi kanırmak için kullanılan değnek veya araç, bir tür kaldıraç.
    kanırtmak * Büküp zorlayarak yerinden oynatmak.
    kanısında olmak * inancında olmak, kanaatinde olmak.
    kanış * Kanı, kanaat.
    * Aldanış, kanma.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 21

    kaligrafi * Harfleri güzel biçimler vererek yazma sanatı, güzel yazısanatı, hüsnühat.
    kaliko * Pamuk iplikleriyle yapılan ilk cilt bezi.
    kalinis * Bir tür yağmur kuşu, su tavuğu.
    kalinos * Levreğe benzer bir balık.
    kalipso * Jamaika’dan yayılmış, iki zamanlı bir dans.
    * Bu dansın müziği.
    kaliptra * Kökün büyüme bölgesinin üzerini örten yüksük şeklindeki koruyucu doku.
    kalite * Bir şeyin iyi veya kötü olma özelliği, nitelik.
    * (Fransızcada kullanılmaz) Üstün nitelikli.
    kalite çemberleri * Bir işyerinde işin daha etkili ve verimli yapılabilmesi için, bilgi akışının hızlanması, bilgi paylaşımının
    artmasısâyesinde, gönüllülerin ekipler oluşturması.
    kalite kontrolü * Her türlü malın üretiminin başlangıcından mal çıkışına kadar nitelik ve özelliğinin belirlenmesi için yapılan
    analiz ve denetim.
    kalite riski * Alıcının, varışyerine gelen malının kalitesi için yüklendiği riziko.
    kaliteli * Nitelikli.
    kalitesiz * Niteliksiz.
    kalitesizlik * Niteliksizlik.
    kalk borusu * Bir kıtayıveya bir gemideki tayfalarıuyandırmak için belirli saatte boru ile verilen işaret.
    kalkan * Oktan veya kılıçtan korunmak için savaşçıların kullandığıkorunmalık.
    * Toplum olaylarında güvenlik görevlilerinin çeşitli saldırıaraçlarından kendilerini ve başkalarınıkorumak
    için kullandıkları, özel olarak yapılmışkorumalık.
    * Koruyucu.
    kalkan * Yan yüzergillerden, büyük, yassı, derisi düğme veya çivi denilen birtakım sivri kemiklerle örtülü, beyaz etli
    balık (Scophtalmus maximus).
    kalkan balığı * Kalkan.
    kalkan balığı giller * Denizlerin kumlu, çamurlu diplerinde yaşayan, yassı bedenli, kemikli balıklar familyası.
    kalkan bezi * Gırtlağın ön ve alt bölümünde bulunan, salgısınıkana veren, çok damarlı, önemli bir bez, tiroit.
    kalkan böcekleri * Bir çok türü, tarım ve orman bitkilerinde asalak olarak yaşayan, kın kanatlarıkalkanımsı böcekler familyası.
    kalkancık * Tohum içerisinde embriyonu besi dokuya bağlayan, onu besin deposundan ayıran ve besin maddelerini
    absorbe ederek embriyona veren zar gibi ince ve kalkan şeklinde bir parça.
    kalker * Kireç taşı.
    kalkerleşme * Kalkerleşmek işi.
    kalkerleşmek * (toprak) Kireçlenmek.
    kalkerli * Birleşiminde kireç taşı bulunan.
    kalkersiz * Birleşiminde kireç taşı bulunmayan.
    kalkık * Düzeyine göre yüksekte olan.
    * Kabararak yerinden ayrılmış.
    * Dik durumda, ucu yukarıdoğru olan.
    kalkıklık * Kalkık olma durumu.
    kalkındırma * Kalkındırmak işi.
    kalkındırmak * Kalkınmasını sağlamak, kalkınmasına yol açmak.
    kalkınış * Kalkınmak işi veya biçimi.
    kalkınma * Kalkınmak işi.
    * İyileşme, şifa bulma.
    kalkınma hızı * Belirli iki tarih arasında ekonomide büyüme veya gelişme durumu.
    kalkınmak * Durumunu düzeltmek, aşamalı bir biçimde gelişmek, ilerlemek.
    kalkıp kalkıp oturmak * öfkesini vücut kımıldanışlarıyla belli etmek.
    kalkış * Kalkmak işi veya biçimi.
    kalkışa geçmek * (uçak) havalanmak için pistten ayrılmak.
    kalkışılma * Kalkışılmak durumu.
    kalkışılmak * Kalkışmak işine konu olmak.
    kalkışma * Kalkışmak işi.
    * İsyan, ayaklanma, kıyam.
    kalkışmak * Yetenek, imkân ve gücü aşan bir işe girişmek.
    * Girişmek, başlamak.
    kalkma * Kalkmak işi.
    kalkmak * Oturuşdurumundan dik duruma gelmek, doğrulmak.
    * Uyanarak yataktan ayrılmak.
    * Gitmek üzere yerinden ayrılmak.
    * Yukarıdoğru yükselmek.
    * (taşıtlar için) Yola çıkmak.
    * Uçmak.
    * Yerinden ayrılıp yol almaya başlamak.
    * (hayvan) İki art ayağıüzerinde dik durum almak.
    * Kabarmak, ayrılmak.
    * (kapak, örtü) Kaldırılmak, alınmak.
    * Derlenip götürülmek.
    * İyileşerek gezecek duruma gelmek.
    * Varlığı, hayatıson bulmak.
    * Yok olmak, artık bulunmamak.
    * Girişmek, başlamak, davranmak, yeltenmek.
    * Geçerli olmamak, geçerliğini yitirmek, geçmez olmak.
    * Uygulanmaz olmak.
    * Güncelliğini yitirmek.
    * Geçmek.
    * Başka yere gitmek, taşınmak.
    * Ayakta beklemek.
    kalkojen * Periyodik dizgede, altıncı gruptaki oksijen, kükürt, selenyum, tellür, polonyum elementlerinin genel adı.
    kalkolitik * Bakırın kullanılmaya başlamasıyla nitelenen (tarih öncesi dönem).
    kallavi * Vezir ve sadrazamların giydikleri bir çeşit kavuk.
    * Çok iri, kocaman.
    kallavi fincan * İri, kulpsuz fincan.
    kallem * “Allem etmek, kallem etmek” sözünde geçer.
    kalleş * Sözünde durmayıp bir işin yüzüstü kalmasına yol açan; birine gizlice kötülük eden.
    kalleşçe * Kalleşe yaraşır (biçimde).
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 22

    kalleşlik * Kalleşolma durumu veya kalleş ce davranış.
    kalleşlik etmek * sözünde durmayarak döneklik etmek; birine gizlice kötülük etmek.
    kalma * Kalmak işi.
    * Herhangi bir kimseden veya bir dönemden kalmışolan.
    kalma durumu * İsim soyundan bir sözün, taşıdığıkavramda bulunuşunu bildiren durum. Türkçede bu durum -da / -de, –
    ta / -te ekleri ile bildirilir, -de hâli, lokatif.
    kalmak * Olduğu yeri ve durumu korumak, sürdürmek.
    * (zaman, uzaklık veya nicelik için) Belirtilen miktarda bulunmak.
    * Konaklamak, konmak.
    * Oturmak, yaşamak, eğleşmek.
    * Hayatınısürdürmek, yaşamak.
    * Varlığınıkorumak, sürdürmek.
    * Oyalanmak, vakit geçirmek.
    * Sınıf geçmemek.
    * İşlemez, yürümez duruma gelmek.
    * Geriye atılmak, ertelenmek.
    * Görevi veya yetkisi içinde olmak, düşmek, durumu itibarıyla aşağıseviyede bulunmak.
    * Bir şeyle kaplanmak, bir şeye bulanmak.
    * Bir işi belli bir noktada bırakmak, ara vermek.
    * Geçmek.
    * Geri kalmak, yapamamak.
    * Belli bir gelirle geçinmek zorunda bulunmak.
    * Yetinmek.
    * (olumsuz olarak) Olmak, meydana gelmek.
    * Olmak, herhangi bir durumda bulunmak.
    * Herhangi bir durumu sürdürmek.
    * Kök veya gövdeleri sonuna -e ( -a ) eki almışfiillerle sürerlik bildiren birleşik fiiller oluşturur.
    * Bazı-ip ekiyle yapılmışzarf fiillerden sonra da gelerek sürerlik bildirir.
    kalmalı * Kalma durumunda olan.
    kalmalıtümleç * Çoğu kez fiilin, bazen de ismin anlamınıtümleyen ve kalma durumunda bulunan dolaylıtümleç.
    kaloma * Demir atmış bir geminin zincirinin su içindeki bölümü.
    kalomel * Tatlısülümen.
    kalori * Normal atmosfer basıncında, ısınma ısısı15°C’ lik suyunkine eşit olan bir cismin, bir gramının sıcaklığını
    10°C yükseltmek için gerekli ısımiktarına eşit olan ısı birimi.
    * Besinlerin, dokular içinde yanarak vücudun sıcaklık ve enerjisini sağlama değerleri de kalori ile ölçülür.
    KısaltmasıKal.
    kalorifer * Merkez ve depo durumunda olan bir kazandan çıkan sıcak hava, su veya buharı, borularla dolaştırmak
    yoluyla bir yapının her yanınıısıtan araç veya tesisat.
    * Radyatör.
    kalorifer borusu * Kalorifer ısısını ileten boru.
    kalorifer dairesi * Kalorifer kazanının bulunduğu bölüm.
    kalorifer kazanı * Kalorifer suyunun içinde bulunduğu kazan.
    kalorifer peteği * Kalorifer ısısını oda içinde dağıtan metal bölüm.
    kaloriferci * Kalorifer döşeyen veya onaran kimse.
    * Kaloriferi yakan kimse.
    kalorifercilik * Kalorifer döşeme veya onarma işi.
    * Kaloriferi yakma görevi.
    kalorimetre * Isıölçer.
    kalorimetri * Isıölçümü.
    kaloş * 343 galoş.
    kaloşsuz * 343 galoşsuz.
    kalotip * Yarısaydam durumdaki kâğıt üzerinde fotoğraf negatifleri elde etme yöntemi.
    kalp * Göğüs boşluğunda, iki akciğer arasında, vücudun her yanından gelen kanıakciğerlere ve oradan gelen
    temiz kanıda vücuda dağıtan organ, yürek.
    * Kalp hastalığı.
    * Sevgi, gönül.
    * Bir ülkenin, bir kuruluşun işleyiş, yönetim ve varlığınısürdürme bakımından en önde gelen yeri.
    * Duygu, his.
    kalp * Bir durumdan başka bir duruma çevirme, dönüştürme.
    kalp * Düzme, sahte, geçmez (para).
    * Yalancı, kendine güvenilmeyen.
    * İşe yaramaz, tembel.
    kalp acısı * Büyük üzüntü.
    kalp ağrısı * Aşktan doğan üzüntü.
    kalp akçe * Sahte metal veya kâğıt para.
    * Yaramaz kimse.
    kalp aksesi * Kalp krizi.
    kalp çarpıntısı * Kalbi veya kalbinin çalışması bozuk olan kimse.
    kalp etmek * bir durumdan başka bir duruma çevirmek, dönüştürmek.
    kalp kalbe karşıdır * sevgi karşılıklıdır.
    kalp kası * Kalbin ana duvarını çeviren ve düzenli hareket edeb kas örgüsü.
    kalp kazanmak (veya fethetmek) * ince bir davranışveya güzel bir sözle birinin sevgisini kazanmak; ilgisini çekmek.
    kalp kırmak * gönül kırmak, incitmek.
    kalp krizi * Kalbin normal çalışmasını birdenbire engelleyen, önlem alınmazsa ölüme yol açan rahatsızlık.
    kalp olmak * sahte, düzme olmak.
    kalp olmamak * acıma duygusu olmamak.
    kalp sektesi * Kalbin birdenbire durması.
    kalp spazmı * İrade dışıkalbin kasılıp gevşemesi ve bundan doğan rahatsızlık, kalp sıkışması.
    kalp yarası * Yürek yarası.
    kalpak * Kesik koni biçiminde deri, kürk veya kumaştan yapılmış başlık.
    kalpakçı * Kalpak yapan veya satan kimse.
    kalpakçılık * Kalpak yapma veya satma işi.
    kalpaklı * Kalpak giymiş.
    kalpaklık * Kalpak yapmaya elverişli.
    kalpazan * Sahte para basan veya piyasaya süren kimse.
    * Yalan ve hile ile işgören (kimse).
    kalpazanlık * Kalpazan olma durumu veya kalpazanca iş.
    kalpçi * Kalp hastalıklarıuzmanı(hekim).
    kalplaşma * Kalplaşmak işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 23

    kalplaşmak * (bir kimse) Çeviklik, doğruluk veya çalışkanlığınıyitirmek.
    kalplık * Düzmelik, sahtelik.
    * İşyapma isteksizliği.
    kalpli * Kalp hastalığı olan.
    kalpsiz * Acıması olmayan, katıyürekli, duygusuz, acımasız, merhametsiz.
    kalpsizlik * Katıyüreklilik, acımasızlık, duygusuzluk, merhametsizlik.
    kalsa (veya kalırsa) * herhangi birinin kanısınca.
    * elinden gelse, elinde olsa.
    kalseduan * Yapısında billûrlaşmışkuvars ve biçimsiz silis bulunan, mavimtırak beyaz renkte bir cins akik, Kadıköy
    taşı.
    kalsemi * Kanda bulunması gerekli kalsiyum miktarı.
    kalsifikasyon * Kireç taşıhâline dönüşme.
    kalsit * Billûrlaşmışdoğal kalsiyum karbonatı.
    kalsiyum * Atom numarası20, atom ağırlığı40,80, yoğunluğu 1,55 olan, 845°C’de eriyen, kireç ve alçının birleşimine
    giren, sarımtırak beyaz bir element. KısaltmasıCa.
    kalsiyum fosfat * Üç kalsiyum atomu içeren ve formülü Ca3(PO4)2. olan fosfat.
    kalsiyum karbonat * En az % 38 kalsiyum içeren bir ürün.
    kalsiyum klorür * Hidroklorik asidin kimyasal formülü CaCl2 olan kalsiyum tuzu ve bunun hidrotlaştırılmış biçimi.
    kalsiyum oksit * Kalsiyumun kimyasal formülü CaO olan kireç taşının kalsinasyon ürünü.
    kalsiyumlu * Birleşiminde kalsiyum bulunan.
    kalsiyumsuz * Birleşiminde kalsiyum bulunmayan.
    kaltaban * Namussuz.
    * Şarlatan, yalancı, hileci.
    kaltabanlık * Kaltaban olma durumu.
    * Kaltabanca davranış.
    kaltak * Üzeri meşin, halı gibi şeylerle kaplanmamışolan eyerin tahta bölümü.
    * Kuskunsuz eyer.
    * İffetsiz, namussuz kadın.
    kaltakçı * Kaltaklık yapan kimse.
    kaltaklık * Toplumca hoşkarşılanmayan davranışlarda bulunan kadının durumu.
    * Böyle bir kadına yakışır davranış.
    kalubelâ * Arapça “evet dediler” anlamında.
    kalubelâdan beri * dünya kurulalı beri, çok eskiden beri.
    Kalvenci * Kalvenizmi benimseyen.
    Kalvencilik * Tanrı ile kul arasına hiçbir otoritenin giremeyeceğini, Hristiyanlığın eski sadeliğine dönmesini savunan I.
    Calvin tarafından ileri sürülen Protestanlığın özel bir kolu.
    Kalvenizm * Kalvencilik.
    kalya * Sadeyağile pişirilen bir çeşit kabak veya patlıcan yemeği.
    kalyon * Yelkenle ve kürekle yol alan savaşgemilerinin en büyüğü.
    kalyoncu * Kalyon eri.
    * Deniz eri.
    kam * Bkz. şaman.
    kâm * Dilek.
    * Zevk, mutluluk, tat.
    kâm almak * umduğunu ve istediğini elde etmek, dilediği biçimde zevk almak, keyfini çıkarmak.
    kama * Silâh olarak kullanılan, ucu sivri, iki ağzıda keskin uzun bıçak.
    * Açılmışolan boşluklarda tavan ve yanlardan taşveya cevher parçalarının düşmesini önlemek amacıyla
    tahkimat elemanlarıüstüne veya arkasına yerleştirilen bir tahkimat parçası.
    * Kütüğü yarmak için kullanılan ucu sivri, yassı, enli çivi, takoz, kıskı.
    * Topun gerisini kapayan kapak.
    * Oyunda kazanılan her parti.
    * Oyunda sayı.
    kama basmak * oyunda yenmek.
    kamacı * Kama yapan veya satan (kimse).
    * Top kamasıyapan veya onaran kimse.
    kamacılık * Kamacının işi veya mesleği.
    kamalama * Kamalamak işi.
    kamalamak * Kama ile yaralamak.
    kamalı * Kaması olan.
    kamamsı * Kamaya benzeyen, kama biçiminde olan.
    kamanço * Yükleme, aktarma, elden ele geçirme.
    kamanço etmek (veya edilmek) * yüklemek, aktarmak, elden ele geçirmek.
    kamara * Gemilerde oda.
    * İngiltere yasama meclisi.
    kamaramsı * Kamaraya benzeyen, kamara gibi, kamarayıandıran yer.
    kamarillâ * Bir büyük güç sahibini perde arkasından yöneten kimse.
    kamarot * Gemilerde yolcuların hizmetine bakan görevli.
    kamarotluk * Kamarotun görevi.
    kamasız * Kaması olmayan.
    kamaşma * Kamaşmak işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 24

    kamaşmak * (göz) Güçlü bir ışık sebebiyle bakamaz olmak.
    * (diş) Ekşi bir şey sebebiyle uyuşup tedirginlik vermek.
    kamaştırma * Kamaştırmak işi.
    kamaştırmak * Kamaşmasına sebep olmak.
    kamber * Sadık köle.
    kambersiz düğün olmaz * her toplantıda veya her işin içinde bulunmak merakında olanlar için yarısitem, yarışaka olarak söylenir.
    kambersiz düğün olmaz * her toplantıda veya her işin içinde bulunanlar için alay yollu söylenir.
    kambium * Çift çenekli bitkilerin gövde ve kökünde yer alan, yeni odun ve soymuk tabakaları oluşturarak bitkinin
    kalınlaşmasınısağlayan ve meristem hücrelerinden meydana gelen tabaka.
    kambiyo * İki ayrıülke parasının birbiriyle değiştirilmesi.
    * Herhangi bir yerdeki bir alacağın tahsili, bir borcun ödenmesi veya bir yerden toplanan para ve para yerine
    geçen taşınabilir değerlerin başka bir yere aktarılması için yapılan işlemin bedeli.
    * Bu işlemin yapıldığıyer.
    kambiyo ajanı * Borsalarda müşterilerin alım ve satım yapmalarınısağlayan kişi veya kuruluş.
    kambiyo cirosu * Döviz kurunun, poliçenin ciro edilmesi ile sabit duruma getirilmesi.
    kambiyo senedi * Poliçenin birinci kopyasıveya aslı.
    kambiyocu * Kambiyo işleriyle uğraşan kimse.
    kambiyoculuk * Kambiyo işlemleri.
    kambriyen * Birinci Çağın ilk dönemi ve bu dönemde oluşmuşyer katmanları.
    kambriyen öncesi * Yeryüzü tarihinde Birinci Çağ’dan daha eski, dağların ve magma olaylarının oluştuğu uzun bir zaman
    süresi, prekambriyen.
    kambur * Bel kemiğinin, göğüs kemiğinin eğrilmesi veya raşitizm sonucu sırtta ve göğüste oluşan tümsek.
    * Bazıhayvanların sırtındaki çıkıntı.
    * Kamburu olan (kimse).
    * Yapıveya eşyada dışarıya doğru eğrilme.
    * Sıkıntı, dert.
    kambur felek * (talih ve kader için) Sitem yollu kullanılır.
    kambur kambur * 343 kambur zambur.
    kambur üstüne kambur (veya kambur kambur üstüne) * sıkıntıve tersliklerin üst üste geldiğini anlatır.
    kambur zambur * Kambur ve eğri büğrü.
    kambura * Kitapların ciltlenmesiyle sırt bölümünde oluşan yuvarlaklık.
    kambura makinesi * Ciltçilikte, kitapların sırtınıyuvarlaklaştırmak ve sırt kenarlarınıdüzgünce oluşturmakta kullanılan makine.
    kambura vermek * ciltlenecek kitabın sırtını, formalar dikildikten sonra çekiç veya makine yardımıyla yuvarlaklaştırmak.
    kambura yatmak * ayakta duran birini sırt üstü düşürmek için arkasında iki büklüm olup gizlice eğilmek ve başka birinin onu
    önden üzerine itmesini sağlamak.
    kamburlaşma * Kamburlaşmak işi.
    kamburlaşmak * Kambur duruma gelmek.
    kamburlaştırma * Kamburlaştırmak işi.
    kamburlaştırmak * Kambur duruma getirmek.
    kamburluk * Kambur olma durumu.
    * Tümseklik.
    kamburu çıkmak * sırtıkambur olmak.
    * (eğilerek yapılan işler için) çok çalışmışolmak.
    * ihtiyarlamak.
    kamburumsu * Az kambur, kambura benzer.
    kamburunu çıkarmak * (insan, kedi vb.) sırtınıtümsek duruma getirmek.
    kamçı * Bir ucuna ip, deri vb. bağlıvurma, dövme aracı.
    * Bir ucu bir yere bağlı, öbür ucu herhangi bir işte kullanılmak için serbest bırakılan halat.
    * Spermatozoitlerde ve bazıtek hücreli hayvanlarda hareketi sağlayan ipliksi organ.
    kamçıçalmak (veya vurmak) * kamçılamak.
    kamçıkuyruk * İyi cins kıvırcık koyun.
    kamçı başı * İpek artıklarından elde edilen ve dokumacılıkta kullanılan iplik.
    kamçılama * Kamçılamak işi.
    kamçılamak * Kamçı ile vurmak.
    * (yağmur, kar, rüzgâr) Hızla çarpmak.
    * Etkinliğini artırmak; hızlandırmak; isteklendirmek, özendirmek, teşvik etmek.
    kamçılanış * Kamçılanmak işi veya biçimi.
    kamçılanma * Kamçılanmak işi.
    kamçılanmak * Kamçı ile dövülmek.
    kamçılaşmak * Kamçıdurumuna gelmek.
    kamçılatma * Kamçılatmak işi.
    kamçılatmak * Kamçılamak işini yaptırmak.
    kamçılayış * Kamçılamak işi veya biçimi.
    kamçılı * Kamçısı olan.
    * Zor kullanan.
    kamçılılar * Bir hücreli hayvanların, hareket organlarıkamçı biçiminde olan bir sınıfı.
    kame * Değişik renkli üst üste iki katmandan oluşan ve üstteki katmanına kabartma bir desen yapılan değerli taş.
    kamelya * Çaygillerden, büyük, beyaz, pembe veya kırmızırenkte çiçekler açan, dayanıklıyapraklı bir bitki. Japon
    gülü. Çin gülü (Camellia japonica).
    kamer * Ay.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 19

    kalemkârlık * Kalemkâr olma durumu veya sanatı.
    kalemlik * Kalem koyacağı, kalem kutusu.
    kalemşor * Yazılarıyla sürekli olarak başkalarına saldıran yazar.
    kalemtıraş * Kamışkalemleri açmak için kullanılan, uzun saplıküçük bıçak.
    * Kurşun kalemlerin ucunu açmak için kullanılan türlü biçimlerdeki keski.
    kalender * Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü (kimse), ehlidil, rint.
    * Özensiz giyinmiş, kılıksız.
    * (kâğıtçılıkta) Aslında yalnız birisi tahrikli üst üste konulmuş belirli sayıda silindirden meydana gelen ve
    düzgün yüzeyli kâğıt üretmek için kullanılan bir makine.
    kalenderce * Kalendere yakışır (bir biçimde).
    kalenderî * Bir halk şiiri türü.
    * Bu şiirin, halk şairlerince yapılmış bestesi.
    Kalenderiye * Dünya malına, gösterişe önem vermeyen bir İslâm tarikatı.
    kalenderleşme * Kalenderleşmek işi.
    kalenderleşmek * Kalenderce davranmak veya yaşamak.
    kalenderlik * Kalender olma durumu.
    kalensöve * Sivri tepeli külâh.
    * Bitkilerde kökün ucunu örten koruyucu bölüm, yüksük.
    kaleska * Dört tekerlekli, hafif, bir tür gezinti arabası.
    kalevî * Alkalik, antiasit.
    kalevra * Bkz. kalavra.
    kaleydoskop * Bir ucu buzlu camla kapatılan, metal veya mukavvadan bir boru içine yerleştirilmişaynaların aracılığıyla,
    boru içine konulmuşrenkli küçük cisimlerin ve görüntülerin oluşturduğu çeşitli biçimleri gösteren araç, çiçek
    dürbünü.
    kaleyi içinden fethetmek * davasınıkarşıtaraftan birinin yardımıyla kazanmak.
    kalfa * Aşamasıçırakla usta arasında bulunan zanaatçı.
    * Ustalıktan yetişme mimar yardımcısı.
    * Saraylarda ve büyük konaklarda halayıkların başında bulunan kadın.
    * İlkokullarda hoca yardımcısı.
    * Çocuklarıevlerinden alarak okula, okuldan evlerine götüren kimse.
    kalfalık * Kalfa olma durumu veya kalfanın işi.
    * Kalfa ücreti.
    kalgıma * Kalgımak işi.
    kalgımak * Sıçramak, fırlamak, şaha kalkmak.
    * Öfkeyle kalkmak.
    * Çapkınlık, serserilik yapmak.
    kalhane * Kal işi yapılan yer.
    kalı ba dökmek * dökmecilikte erimişmadeni kalı bın içine akıtmak.
    kalı ba vurmak * biçimi bozulmuş bir şeyi düzeltmek için kalı ba geçirmek.
    kalı bıdeğiştirmek (veya dinlendirmek) * ölmek.
    kalı bıkıyafeti yerinde * görünüşü gösterişli olan kimse.
    kalı bını basmak * bir şeyi güvenle doğrulamak.
    kalı bının adamı olmamak * görünüşünden beklendiği gibi olmamak.
    kalıcı * Sürekli, daimi, geçici karşıtı.
    * Her zaman geçerliğini sürdürecek olan.
    * Bir süre için belli bir yerde kalan, mihman.
    kalıcıruj * Uzun süre dayanıklılığınıkoruyan ruj.
    kalıcılık * Kalıcı olma durumu.
    * Mıknatıslayan etki kalktıktan sonra da mıknatıs olarak kalabilen cisimlerin özelliği.
    * Tözün kendi bağımsızlığı içinde var olma biçimi, tözün var oluşunu sürdürmesi ilkesi, ayrılmazlık karşıtı.
    kalıç * Orak.
    kalık * Kalmış, artmış, eskimiş.
    * Evlenme çağı geçmiş, evde kalmış(kız).
    kalıklık * Eksiklik, noksanlık.
    kalım * Kalmak işi.
    * Bkz. Ölüm kalım.
    kalımlı * Kalıcı, yok olmayan, ölümsüz, zevalsiz, bakî, payidar.
    kalımlılık * Kalımlı olma durumu.
    kalımsız * Kalımlı olmayan, kalıcı olmayan, yok olacak, fanî.
    kalın * (cisimlerde) Uzunluk ve genişlik dışında üçüncü boyutu çok olan, ince karşıtı.
    * Enli ve gür.
    * Düzlem biçimindeki şeylerde, iki yüz arasındaki uzaklık kendi cinsindekilere göre çok olan.
    * Yoğun, akıcılığı az olan.
    * Etli, dolgun.
    * (ses için) Gür.
    kalın * Gelin olacak kıza verilen para veya armağan, ağırlık.
    kalın * Mayalıhamurun parçalara ayrılıp ve tandırda pişirilmesiyle elde edilen ekmek türü.
    kalın bağırsak * Sindirim borusunun ince bağırsaktan anüse kadar ortalama 1,5 m uzunluğundaki bölümü.
    kalın kafa * Budala, aptal, anlayışsız.
    kalın kafalı * Geç veya güç anlayan, gabi.
    kalın kafalılık * Kalın kafalı olma durumu.
    kalın ses * Titreşim sayısıaz olan.
    kalın ünlü * Dilin geri çekilmesiyle art damakta oluşan ünlü: a, ı, o, u.
    kalın yağ * Ham petrolden elde edilen, makinelerin hareketli bölümlerini yağlamakta kullanılan yoğun yağ, ağır yağ.
    kalınca * Kalına yakın.
    kalınlaşma * Kalınlaşmak işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 20

    kalınlaşmak * Kalın duruma gelmek.
    kalınlaştırma * Kalınlaştırmak işi veya durumu.
    kalınlaştırmak * Kalın duruma getirmek.
    kalınlatma * Kalınlatmak işi.
    kalınlatmak * Kalınlaştırmak.
    kalınlık * Kalın olma durumu.
    * (cisimler için) Uzunluk ve genişlik dışında üçüncü boyut.
    kalınma * Kalınmak işi veya durumu.
    kalınmak * (bir kimse için) Kalmak.
    kalıntı * Artıp kalan şey, bakiye.
    * Bir kentten veya mimarlık eserinden artakalan bölüm, yıkıntı, harabe, enkaz.
    * İz, işaret.
    * Bir toplum, kültür, uygarlık vb.den artakalan şey.
    kalıp * Bir şeye biçim vermeye veya eski biçimini korumaya yarayan araç.
    * Genellikle küp biçiminde bir kalı ba dökülerek yapılmışolan.
    * Biçki modeli, patron.
    * Belirli bir biçim.
    * Gösterişli görünüş.
    * Biçim, durum.
    kalıp gibi * durumunu bozmadan.
    kalıp gibi oturmak * (giysi) vücuda tam uymak.
    kalıp gibi serilmek * (yorgunluktan) upuzun yatmak.
    kalıp gibi uyumak * kımıldamadan uzun ve derin bir uyku uyumak.
    kalıp kesilmek * olduğu gibi kalmak.
    kalıp kıyafet * Dışgörünüş.
    kalıp sigarası * Sigara sarma makinesinden çıkmışsigara.
    kalıpçı * Kalıp yapan veya satan kimse.
    * Görevi herhangi bir şeyi kalı ba vurmak olan kimse.
    * (yapı işlerinde) Beton kalıplarınıyapan kimse.
    kalıpçılık * Kalıpçının yaptığı iş.
    kalıplama * Kalıplamak işi.
    kalıplamak * Biçimi bozulmuş bir şeyi düzeltmek için kalı ba geçirmek, kalı ba vurmak.
    kalıplanma * Kalıplanmak işi.
    kalıplanmak * Belli bir kalıp verilmek, kalı ba vurulmak.
    kalıplaşma * Kalıplaşmak işi.
    kalıplaşmak * Belli bir biçim almak, klişeleşmek.
    * Görevini yitirmek: birisi, hepisi kelimelerindeki -i iyelik eki kalıplaşmıştır.
    kalıplaşmış * Durumunu sürdüren, belli bir durumun dışına çıkmayan.
    kalıplatma * Kalıplatmak işi.
    kalıplatmak * Kalı ba vurdurmak.
    kalıplı * Kalıplanmışolan.
    * Düzgün, biçimli.
    kalıplıkıyafetli * Gösterişli, bakımlı.
    kalıpsız * Kalıplanmışolan.
    * Biçimsiz, düzgün olmayan.
    kalıpsız kıyafetsiz * Gösterişsiz, bakımsız.
    kalıptan kalı ba girmek * çıkar sağlamak için her duruma uymak.
    kalır yeri yok * ayrımsız, farksız.
    kalış * Kalmak işi veya biçimi.
    kalıt * Ölen bir kimseden yakınlarına geçen mal veya mülk, miras.
    * Kalıtım yoluyla geçmişolan şey.
    * Görenekler yoluyla yerleşmişolan tutum veya davranış biçimi.
    kalıtçı * Bir kalıttan yasalar gereğince yararlanan kimse, mirasçı, varis, muris.
    kalıtım * Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilemediğine inanılan özelliklerin, döllenme sırasında, dişi ve erkeğin
    kromozomlarıyoluyla bir kuşaktan ötekine geçmesi, soya çekim, irsiyet, veraset.
    kalıtım bilimi * Bitki, hayvan ve insanların kalıtım olaylarını inceleyen bilim, genetik.
    kalıtımsal * Soydan geçme, soydan kalma, kalıtımla ilgili, ırsî.
    kalıtsal * Kalıtımsal, ırsî.
    kalıtsallık * Kalıtsal olma durumu.
    kaliborit * Hidratlıdoğal sodyum ve magnezyum boratı.
    kalibraj * Ayarlama.
    kalibrasyon * Ölçü, ayar.
    kalibrasyon testi * Doğru ölçüm için yapılan, uygulama veya işlem.
    kalibre * Mermilerde, ateşli silâhlarda çap.
    kalifiye * Bir şeyi yapabilme niteliğini ve ustalığınıkazanmışolan, nitelikli.
    kalifiye işçi * İstenilen nitelikleri taşıyan, iyi yetişmişusta işçi, nitelikli işçi, vasıflı isçi.
    kaliforniyum * Atom numarası98, atom ağırlığı244 olan, aktinit grubundan yapay bir radyoaktif element. KısaltmasıCf.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 15

    kaklık * (kaya ve ağaç oyuklarında) Su birikintisi.
    kakma * Kakmak işi.
    * Ağaç üzerinde veya diğer ahşap malzemede, mobilyada, belirlenmişdesen ve çizimlere göre oyulmuş
    yuvalara gümüş, sedef gibi süs maddeleri kakılıp oturtularak yapılan.
    kakma aşı * Tepesi düzgün şekilde kesilmişağacın bir kenarında açılan üçgen biçimindeki yarığa, ucu aynışekilde
    yontulmuşkalemin yerleştirilip aşı bağı ile bağlanmasıve aşımacunu ile örtülmesi şeklinde uygulanan bir kalem aşısı.
    kakmacı * Kakma işleri yapan usta.
    kakmacılık * Kakmacı olma durumu.
    * Kakmacının işi ve sanatı.
    kakmak * İtmek, vurmak.
    * Kakma yapmak.
    * Vurarak dar bir yere sokmak.
    kakmalı * Üzerinde kakma işi bulunan.
    kaknem * Çirkin, huysuz.
    * Kuru, sıska.
    kakofoni * Kakışma, tenafür.
    kaktüs * Kaktüsgillerden, yapraklarıyayvan ve dikenli, güzel, parlak renkte çiçekler açan bir bitki, atlas çiçeği
    (Cactus).
    kaktüsgiller * İki çelenklilerden, sıcak ve kurak ülkelerde yetişen, gövdesi, yapraklarıetli ve dikenli bir bitki familyası,
    atlas çiçeğigiller.
    kakule * Zencefilgillerden, sıcak iklimlerde yetişen ıtırlı bir bitki (Elettaria cardamomum).
    * Bu bitkinin bahar olarak kullanılan tohumu.
    kakuleli * İçine kakule katılmış.
    kakum * Bkz. kakım.
    kâkül * Alnın üzerine düşen kısa kesilmişsaç, perçem.
    kâküllü * Kâkülü olan.
    kal * Bir alaşımdaki madenlerin erime derecesi farkından yararlanarak bunları birbirinden ayırma işlemi.
    kal * Söz, lâkırdı, lâf.
    kala * (uzaklık veya herhangi bir saat başı için) Kalarak.
    kala kala * Bütünü, olup olacağı, en sonunda.
    kalaazar * Malta humması.
    kalaba * Kalabalık.
    kalabalık * Çok sayıda insan topluluğu.
    * Gereksiz, karışık seyler topluluğu.
    * Sayıca çok.
    kalabalık ağızlı * Geveze, bilir bilmez konuşan.
    kalabalık etmek * gereksiz olarak yer doldurmak.
    kalabalıkça * Biraz kalabalık.
    kalabalıklaşma * Kalabalıklaşmak işi.
    kalabalıklaşmak * Kalabalık duruma gelmek.
    kalafat * Geminin kaplama tahtalarıarasınıüstüpü ile doldurup ziftleyerek su geçirmez duruma getirme işi.
    * Aşağısıdar, yukarısı geniş bir çeşit yeniçeri başlığı.
    * Osmanlıİmparatorluğunda vezir veya yüksek mevkide devlet adamlarının giydikleri bir başlık.
    * Onarma, tamir etme.
    kalafat yeri * Gemi ve kayıkların onarıldığıyer.
    kalafata çekmek * gemiyi onarmak için karaya çekmek.
    * azarlamak, paylamak.
    kalafatçı * Gemi ve kayıklarıkalafat eden kimse.
    kalafatçılar * Tersane halkını oluşturan bölüklerden her biri.
    kalafatçılık * Kalafat yapma işi.
    kalafatlama * Kalafatlamak işi.
    kalafatlamak * Geminin kaplamasınıkalafatla onarmak.
    * Onarılmak, çeki düzen verilmek.
    kalafatlanma * Kalafatlanmak işi.
    kalafatlanmak * Kalafatlanmak işi yapılmak.
    kalafatsız * Kalafatıçıkmış.
    kalak * Burun, burun ucu.
    * Gelin tacı.
    * Tezek yığını.
    kalakalma * Kalakalmak işi.
    kalakalmak * Bir şey veya durum karşısında şaşırmak.
    * Güç durumda kalmak.
    kalamar * Mürekkep balığının bir türü (Loligo vulgaris).
    kalamata * Bir tür etli ve büyük zeytin.
    kalamin * Doğada az bulunan, güç işlenen, hidratlıçinko silikat.
    * Havada, yüksek ısıda işlenen metal parçaların yüzeyinde oluşan oksit katmanı.
    kalamit * Amfibol cinsinden bir mineral türü.
    * İlk Çağağaç taşılı.
    kalan * Kalmak işini yapan.
    * Artan, mütebaki.
    * Bir çıkarmanın sonucu.
    * Bölme işleminde bölünenden artan sayı.
    kalandır * Dokunmuşkumaşve bezleri buhar altında veya belli bir ısıda silindir arasından geçirerek ütüleme,
    parlatma, istenilen boy ve ene göre çektirip germe.
    kalandır makinesi * Kalandır işini yapan makine.
    kalandırcı * Kalandır işini makine aracılığıyla yapan kimse.