Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 4

    kabuk kahvesi * Antep fıstığıkabuğunun öğütülmüşve hafifçe kavrulmuşu ile yapılan ve kahveye benzer içecek.
    kabuk yönetim * İçi, iç yapısı belli olmayan, belirsiz kalan yönetim.
    kabuklanma * Kabuklanmak işi.
    * Bir lâv akıntısıveya bir lâv gölü yüzeyinin katılaşması.
    kabuklanmak * Kabuk oluşmak.
    kabuklaşma * Kabuklaşmak işi.
    kabuklaşmak * Kabuk durumunu almak, kabuk gibi sertleşmek.
    kabuklu * Kabuğu olan.
    kabuklu bit * Koşnil.
    kabuklular * Kabukları, yapılarındaki kireçli tuzlar dolayısıyla sertleşmiş bulunan, solunum aygıtları balıklara benzeyen,
    çok hücreli hayvanlardan eklem bacaklılar sınıfı.
    kabuksu * Kabuğa benzeyen.
    kabuksuz * Kabuğu olmayan.
    kabuksuz yumurtlatmak * bir işi ivedilikle yaptırıp eksik kalmasına yol açmak.
    kabul * Bir şeye isteyerek veya istemeyerek razı olma.
    * (konuklarıveya işi olanları) Yanına sokma, katına alma.
    * Sunulan bir şeyi, armağanıalma.
    * Bir öneriyi uygun bulma, onaylama.
    * Bir yere alınma.
    * Rıza veya izin, akseptans.
    kabul etmek * bir şeye isteyerek veya istemeyerek razı olmak.
    * yanına, katına almak.
    * bir armağanıalmak.
    * onaylamak.
    kabul eylemek * kabul ettirmek.
    kabul günü * Ev hanımlarının konuk ağırladıkları belirli gün.
    kabul kredisi * Kabulün vadesinden önce poliçeyi kabul eden bankaya belirli bir tarihte belirli bir meblâğın ödeneceğine
    dair anlaşmadan sonra bankanın açtığıkredi.
    kabul odası * Büyük konak veya dairelerde konukların oturtuldukları büyük oda.
    kabul salonu * Resmî konukların ağırlandığı büyük konuk salonu.
    kabul töreni * Resmî konuklarıkarşılama töreni.
    kabul yeri * Bkz. kabul odası; kabul salonu.
    kabullenme * Kabullenmek işi.
    kabullenmek * Kabul etmek.
    * Hakkıyokken veya istemeyerek kendine mal etmek.
    kaburga * Eğe kemiklerinin oluşturduğu kafes.
    * Bkz. Eğe.
    * Gemilerde dışkaplamanın dayandığı iskelet.
    kaburgalarıçıkmak (veya sayılmak) * çok zayıf olmak.
    kâbus * Karabasan.
    * Acı, sıkıntı, korku veren.
    kâbus basmak (veya çökmek) * büyük sıkıntı, korku duymak.
    kâbus gibi * kâbusa benzer, kâbusu andıran.
    kâbuslu * Karabasan dolu, sıkıntılıve korkulu.
    kabuz * Yalan, palavra.
    kabuzcu * Yalancı, palavracı.
    kabz * El ile tutma, kavrama.
    * Azrail tarafından ruh teslim alınma, ölme.
    * “Alma” anlamında “ahzükabz” teriminde kullanılır.
    kabza * Tutulacak yer, tutak, sap.
    kabzımal * Meyve ve sebze üreticileri ile satıcılar arasında aracılık eden kimse, komisyoncu.
    kabzımallık * Kabzımal olma durumu.
    * Kabzımalın yaptığı iş.
    kacak * Bkz. kap kacak.
    kaç * Herhangi bir şeyin niceliğini sormak için kullanılan soru sıfatı.
    * (cümle, soru cümlesi olmadığında) Birçok.
    -kaç / -keç * Bkz. -gaç / -geç.
    kaç para eder? * neye yarar, ne değeri var?.
    kaç paralık (adam veya şey) * değersiz.
    kaç parça olayım! * (birçok işler karşısında) hangi birine yetişeyim!.
    kaç zamandır * belirsiz, fakat çok zamandan beri, çoktan beri.
    kaça * (fiyat için) Ne kadara?.
    kaça kaç * Bir yarışmada tarafların aldığısayıveya derecenin oranını belirtir.
    * Yarışma, tartışma, kavga ve benzeri gibi durumlarda tarafların oranını belirtir.
    * İki kişinin karşılıklı olarak gizlice sayıyazıp tahmin etmesine dayanan bir oyun.
    kaça patlamak * ne kadara mal olmak, fiyatıne olmak.
    kaçacak delik aramak * korku ile saklanacak yer aramak.
    kaçak * Bağlı bulunduğu yerden veya yasadan kaçan, uzaklaşan kimse.
    * Yasaca yapılmasıyasak olan veya yapılması için gerekli izin alınmayan.
    * Yasaca belirtilmişgerekli gümrük ve vergileri ödenmeden bir yere sokulan veya bir yerden çıkarılan.
    * Bir kaptan, bir borudan gaz, sıvıveya bir telden akım kaçması.
    * Yasalara, kurallara uymayarak, gizlice.
    * Gizlice kaçırılmışolan mal veya madde.
    kaçak güreşmek * asıl konuya girmeksizin başka şeylerden söz etmek veya politikada sık sık düşünce değiştirip esas amacını
    gizlemek.
    kaçakçı * Yasalara karşı gelerek bir yere mal sokan, bir yerden mal kaçıran veya bir yerde satan kimse.
    kaçakçılık * Bir devletin yasalarına karşı gelerek yapılan ticaret.
    * Bir ülkeye gizli olarak, gümrüğü ödenmemiş, yasaklanmışmal sokma işi.
    * Gizli olarak, sezdirmeden kaçırma işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 5

    kaçaklık * Kaçak olma durumu.
    kaçamak * Hoşgörülmeyen bir şeyi ara sıra yapma.
    * Bir şeyi belli etmeden, gizlice yapmaya çalışma.
    * Bir şeyden kaçınma yolu.
    * Kaçacak yer, özellikle çobanların sürüyü barındırmak, saklamak için yaptıklarıyer.
    kaçamak * Mısır unundan yapılan yağlı bir yemek.
    kaçamak yapmak * hoşgörülmeyen şeyi gizlice ara sıra yapmak.
    kaçamak yol * Bir sorundan kendisini kurtarmak için gelişigüzel ileri sürülen özür.
    kaçamak yolu * Kaçamak yol.
    kaçamaklı * Kesin olmayan, yargı bildirmeyen ve her iki tarafa da çekilebilen (söz, cevap, davranış).
    kaçan balık büyük olur * elden kaçırılan fırsat gözde büyütülür.
    kaçan kaçana * Peşpeşe kaçma.
    kaçanın anasıağlamamış * tehlikeden kaçan kazançlıçıkmış.
    kaçar * Kaç soru sıfatının üleştirme biçimi.
    kaçgöç * Dinî bir anlayışla bazıMüslüman kadınların erkeklere görünmemeleri, bir arada oturup konuşmaktan
    kaçınmaları.
    kaçı * Ne kadarı, kaç kişi.
    kaçık * (bir yana) Kaçmış, kaymış.
    * İlmeği kaçmış(çorap vb.).
    * Bazıdavranışlarıdelice olan.
    * (çorap vb. nin) İlmeği kaçmışyeri.
    kaçık öz * Uygun olmayan ortamda büyüme sonucu ağaç özünün ortadan kaçık biçimde oluşması.
    kaçıkça * Biraz kaçık.
    * Kaçığa benzer, biraz deli gibi, deliye benzer.
    kaçıklık * Kaçık olma durumu.
    * Delice, kaçıkça davranış.
    kaçılma * Kaçılmak işi.
    kaçılmak * Kaçmak işi yapılmak.
    * Çekilmek, savulmak.
    kaçımsama * Kaçımsamak işi.
    kaçımsamak * Bir işi yapmamak için sözde sebepler yaratmak.
    kaçımsar * Kaçamak yolu arayan, kaçamağa sapan.
    kaçın kur’ası * birinin kolay kolay aldanmayacak kadar görmüşgeçirmişolduğunu anlatmak için söylenir.
    kaçıncı * Kaç soru sıfatının sıra biçimi.
    * (cümle, soru cümlesi olmadığında) Çok kez, birçok kez.
    kaçıngan * Geri duran, girişken olmayan, insan içine girmek istemeyen, insanlardan kaçan, çekingen.
    kaçınganlık * Geri durma, isteksiz davranma.
    * Kaçıngan olma durumu.
    kaçınılmaz * İstek ve irade dışında olan.
    kaçınma * Kaçınmak işi.
    kaçınmak * Herhangi bir işi yapmaktan veya özverili davranmaktan geri durmak, imtina etmek.
    kaçıntı * Erken doğan kuzu.
    * Sızıntı, kaçak.
    kaçırga * İşe yaramaz, yaşlıhayvan.
    kaçırılma * Kaçırılmak işi.
    kaçırılmak * Kaçırmak işi yapılmak veya kaçırmak işine konu olmak.
    kaçırış * Kaçırmak işi veya biçimi.
    kaçırma * Kaçırmak işi.
    kaçırmak * Kaçmasını sağlamak veya kaçmasına imkân yaratmak.
    * Bir işi belirlenen zamanda yapamamak.
    * Zor kullanarak yanında götürmek.
    * Yararlanamamak; bir daha ele geçmemek üzere yitirmek.
    * Gitmek, kaçmak zorunda bırakmak.
    * Çalmak, kimsenin haberi olmadan götürmek, aşırmak.
    * Yasal olmayan yoldan bir ülkeye mal sokmak veya çıkarmak.
    * Ölçüyü, sınırıaşmak, fazlasına gitmek.
    * Sızdırmak.
    * İstemeyerek abdestini yapmak.
    * Delirmek.
    * Bir araç veya âletle işgörürken aracı iyi kullanamama yüzünden herhangi bir zarara yol açmak.
    * Birini veya bir şeyi göstermemek.
    * Yarışan bir koşucu diğer bir koşucu tarafından hızla geçilip arayıaçmak.
    * Futbol veya basketbolda savunduğu oyuncuyu boş bırakmak, pas almasına fırsat vermek.
    kaçırtma * Kaçırtmak işi.
    kaçırtmak * Kaçırmak işini yaptırmak.
    * Birinin kaçırılmasına sebep olmak.
    kaçış * Kaçmak işi veya biçimi.
    * Yarışan bir koşucunun veya bir kümenin diğer yarışçılarıhızla geçmesi.
    kaçışılma * Kaçışılmak durumu.
    kaçışma * Kaçışmak işi.
    kaçışmak * Hep birden kaçıp dağılmak.
    kaçkın * (isim tamlamalarında belirtilen olarak) Bir yerden veya bir işten kaçmışkimse.
    * İnsanlardan uzak durmak, insan içine çıkmamak isteyen kimse.
    kaçlı * Sayısıkaç, hangi sayıdan.
    * Bir kimsenin hangi tarihte doğduğunu, okulu bitirdiğini veya asker olduğunu belirtmek için kullanılır.
    kaçlık * Kilo, lira, metre, adet gibi ölçü anlatan nesnelerin hangisinden olduğunu belirten (soru sözü).
    * Kaç yaşında.
    kaçma * Kaçmak işi, firar.
    kaçmak * Kimseye bildirmeden bulunduğu yerden ayrılmak, firar etmek.
    * Hızla koşup bir yere saklanmak.
    * Kendini göstermemek, rastlatmamaya çalışmak.
    * Kaçınmak.
    * Sızmak.
    * İpliği kopmak.
    * Girmek.
    * Bir yana doğru kaymak.
    * Görünmeden gitmek, savuşmak, sıvışmak.
    * Hızlıkoşmak.
    * Yok olmak.
    * Yaklaşmak, benzemek, andırmak.
    * (kadınlar için) Kaçgöçe uymak.
    * (kız, kadın için) Yasalara ve aile isteklerine karşı gelerek evlenmek için evinden ayrılmak.
    * (renk için) Ağarmak, uçmak.
    * Yarışçıdiğerlerinden hızla ayrılıp arayıaçmak.
    * Futbol veya basketbolda engelleyen adamdan kurtulmak veya pas alabilmek için boşalana koşmak.
    * Bazınitelik bildiren sözlerle birlikte “olmak” anlamıyla yardımcıfiil gibi kullanılır.
    kaçmaklık * Kaçmak durumu.
    kaçmaktan kovalamaya vakit olmamak * önemli işler yüzünden başka işlere yetişememek.
    kaçmaz * İlmiklerin kaçmasına imkân vermeyen.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 2

    kabak tadı * Beğenilmeyen, bıkkınlık veren durum.
    kabak tadıvermek * bıktırmak, usanç vermek, tatsız gelmeye başlamak.
    kabak tadıvermek * bıkkınlık veya sıkıntı oluşturmak.
    kabak tatlısı * Soyulmuş, çekirdekleri çıkarılmışve parmak kalınlığında bal kabağının ağır ateşte uzun süre pişirilmesi ve
    üzerine ceviz serpilmesiyle hazırlanan bir tatlıtürü.
    kabakçı * Kabak yetiştiren veya satan kimse.
    kabakgiller * İki çeneklilerden, kabak, kavun, karpuz, hıyar gibi cinsleri içine alan, genişyapraklı, sürüngen ve sarılgan
    bir bitki familyası.
    kabaklama * Kabaklamak işi.
    kabaklamak * Ağaçların gençleşmesi için dallarını budamak.
    kabaklaşma * Kabaklaşmak işi.
    kabaklaşmak * Saçlarıdökülmek, dazlaklaşmak.
    * (taşıt lâstikleri için) Tırtıllarıaşınıp yüzeyi düz bir duruma gelmek.
    kabaklık * (karpuz, kavun için) Hamlık.
    * (başiçin) Tüysüzlük, dazlaklık.
    * Bilgisizlik, görgüsüzlük.
    kabakulak * Tükürük bezlerinin, özellikle kulak altı bezlerinin iltihaplanmasıyla beliren bulaşıcı, salgın ve ateşli bir
    hastalık.
    kabakulak olmak * bu hastalığa yakalanmak.
    kabakulak otu * Loğusa otu, zeravent.
    kabala * Yahudilerde, yazılı olarak konulmuşolan Tanrıkanunlarının yanında, ağızdan ağza geçen din
    buyruklarının, İbranî felsefesinin ve efsane yazılarının bütünü.
    * Bir öğretinin yandaşlarının bütünü.
    * Doğaüstü varlıklarla ilişki kurma sanatı.
    kabala * Götürü, toptan.
    kabalacı * Kabala konusunda uzmanlaşmışkimse, kabala ile uğraşan kişi.
    kabalacı * Kabala (II) işyapan kimse.
    kabalak * Birinci Dünya Savaşında Osmanlı ordusunda kullanılmışolan, şapkaya benzeyen bir tür başlık.
    kabalak * Kabak yaprakları biçiminde etli ve tüylü yaprakları olan, kırlarda ve su kenarlarında yetişen bir bitki.
    kabalaşma * Kabalaşmak işi.
    kabalaşmak * Kaba bir duruma gelmek.
    * Kabalık etmek.
    kabalaştırma * Kabalaştırmak işi.
    kabalaştırmak * Kaba bir duruma getirmek, kabalaşmasına sebep olmak.
    kabalık * Kaba olma durumu.
    * Kaba davranış, nezaketsizlik, huşunet.
    kabalist * Kabalacı(I).
    kabalizm * Kabala (I) yanlısısanat akımı.
    kaballama * Kaballamak işi.
    kaballamak * Maden ocaklarında galerileri ağaçlarla pekiştirmek.
    kaban * Dik yokuş.
    * Tepe.
    kaban * Kalçaya kadar uzunluğu olan, paltoya benzeyen üst giysisi.
    kabana * Genellikle otelin ana binasının dışında, plâj veya havuz kıyısında bir oda.
    kabara * Dayanıklılık sağlamak amacıyla, ayakkabıların altına çakılan, iri başlıdemir çivi.
    * Süs olarak odaların ahşap bölümlerine, türlü biçimler yapmak için çakılan iri başlı, sarıçivi.
    kabara kabara * Gittikçe kabararak, coşarak.
    * Böbürlenerek, gururlanarak.
    kabaralı * Kabara çakılmışolan.
    kabarcık * İçi su veya hava dolu ufak kabartıveya kürecik.
    * Vücutta oluşan sivilce gibi küçük şişkinlik.
    * (metal biliminde) Sıvıveya katıların içinde oluşan gaz hacmi.
    * Kabartı.
    kabarcıklı * Kabarcıklı olan.
    kabarcıklıdüzeç * İçinde hava kabarcığı bırakılmışsu dolu bir cam silindir ve bir tahta yataktan oluşan, düzlem veya
    doğruların yataylığını belirleyen alet, tesviye ruhu.
    kabare * Çeşitli gösterilerin yapıldığıeğlence yeri.
    * Meyhane.
    kabare tiyatrosu * Daha çok güncel konuları iğneleyici, yerici, taşlayıcı biçimde ele alan skeçlerin oynandığı, monologların,
    şarkıların ve şiirlerin söylendiği küçük tiyatro.
    kabareci * Kabare oyuncusu.
    kabarecilik * Kabare işletmek veya kabarede oynamak işi.
    kabarık * Kabarmışolan.
    * Çıkıntısı olan, tümsekli.
    kabarık deniz * Gelgit olayında, sular yükseldiğinde denizin durumu.
    kabarıklık * Kabarık olma durumu, şişkinlik.
    kabarış * Kabarmak işi veya biçimi.
    kabarma * Kabarmak işi.
    * Duygulanma.
    * Kendini üstün görme, büyüklük taslama.
    * Ay ve Güneş’in çekim etkisiyle, büyük denizlerde suların yükselmesi, met.
    kabarmak * Ağırlığı artmadan hacmi büyümek.
    * (sıvılar için) Yağışlardan veya kaynamaktan taşmaya yüz tutmak.
    * Niceliği artmak, büyümek.
    * Şişmek, genişlemek.
    * (hayvanlar için) Tüyleri dikilmek.
    * (kumaşiçin) Üzerinde tüyler oluşmak, havlanmak.
    * Islanıp veya ısınıp yerinden kurtulmak.
    * (deniz) Dalgalanmak, büyük dalgalar oluşmak.
    * Bulanmak.
    * (öfke, sevgi gibi bazıduygular için) Gittikçe güçlenmek.
    * Kafa tutmak, öfkelenip üstüne yürüyecek gibi davranmak.
    * Böbürlenmek, gururlanmak.
    kabartı * Tümsek, çıkıntı, kabarmışyer.
    kabartıcı * Kabartma maddesi, kabartma tozu.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 3

    kabartılı * Kabartısı olan.
    * Belirgin.
    kabartma * Kabartmak işi.
    * Bir biçimin veya bir süslemenin düz yüzey üzerindeki çıkıntısı.
    * Kil, alçı, taşgibi işlenebilir gereçleri girintili çıkıntılıyüzeyler durumunda biçimlendirerek yapılmışolan
    eser, rölyef.
    * Kabartılarak yapılmışolan.
    kabartma tozu * Pasta, çörek vb. hamur işlerinde kabarmayısağlayan toz, sodyum bikarbonat.
    kabartmak * Kabarmasını sağlamak, kabarmasına yol açmak.
    * Toprağıtırmık vb. bir araçla karıştırmak, alt üst etmek, yumuşatmak.
    kabartmalı * Kabartması olan.
    kabasınıalmak * biçim verilecek bir maddenin gereksiz bölümlerini gidermek.
    * bir yeri veya bir şeyi gelişigüzel, üstünkörü temizlemek.
    kabına sığmamak * duygularına engel olamayıp taşkın davranışlarda bulunmak.
    kâbına varamamak * değerce birinden pek aşağı olmak.
    kabız * Kavrama, tutma.
    * Alma.
    * Peklik, sürgün karşıtı.
    kabız olmak * peklik olmak.
    kabızlık * Kabız olma durumu.
    kabil * Olabilir, mümkün.
    kabil * Türlü, gibi, benzer.
    * Tür, cins.
    kabil değil * imkânsız, imkânıyok.
    kabile * Ebe.
    kabile * Boy.
    kabilinden * gibi, türünden, çeşidinden.
    kabiliyet * Yetenek.
    kabiliyetli * Yetenekli.
    kabiliyetsiz * Yeteneksiz.
    kabiliyetsizlik * Yeteneksizlik.
    kabin * Küçük, özel bölme.
    * Gemilerde, uçaklarda, uzay gemilerinde küçük bölme.
    * Plâjda soyunma yeri.
    kabine * Bakanlar kurulu.
    * Hekim muayenehanesi.
    * Kabin.
    * Helâ.
    kabine çekilmek * bakanlar kurulu görevini bırakmak.
    kabine düşmek * herhangi bir sebeple bakanlar kurulu görevini bırakmak zorunda kalmak.
    kabir * Mezar, sin.
    kabir azabı * Büyük üzüntü, sıkıntı.
    kabir azabıçekmek * çok sıkılmak, üzülmek.
    kabir suali * Uzun ve bıktırıcısoru.
    kabl * Önce, önceki.
    kablelmilât * Milâttan önce.
    kablelvuku * Olmadan önce.
    kablo * Elektrik akımı iletiminde kullanılan ve yalıtkan bir madde ile sarılı bulunan metal tel.
    kablocu * Kablo döşeyen kimse.
    kablolu * Kablosu olan.
    * Kablo aracılığıyla işlevini yapan (araç, gereç).
    kablolu yayın * Televizyon yayınının kablo, cam iletken ve benzeri bir fizikî ortam üzerinden halkın almasımaksadıyla
    abonelere ulaştırıldığıyayın türü.
    kabotaj * Bir ülkenin iskele veya limanlarıarasında gemi işletme işi.
    kabotaj bayramı * Deniz ticaretini teşvik amacıyla her yılın temmuz ayında kutlanan bayram.
    kabotaj gemisi * Kabotaj hattında çalışan gemi.
    kabotaj hakkı * Türk kara sularında, Türkiye’deki akarsu ve göllerde gemi bulundurma, bunlarla gidişgelişve taşıma
    yapma hakkı.
    kabristan * Mezarlık, gömütlük, sinlik.
    kabuğu dışına çıkmak * içinde bulunduğu ortam veya durumdan ayrılmak.
    kabuğuna çekilmek * dışarısı ile olan ilişkilerini kesmek, kimse ile görüşmemek.
    kabuğunu çatlatmak (veya kabuğunu kırmak) * içinde bulunduğu güç, olumsuz veya kötü durumdan kurtulup rahatlamak.
    kabuk * Bir şeyin üstünü kaplayan ve onu dışetkilere karşıkoruyan, kendiliğinden oluşmuş, sertçe bölüm, kışır.
    * Ekmeğin pişme sırasında içinden daha çok sertleşen dış bölümü.
    * Bir sıvıveya atmosferi dıştan saran, sert katman.
    * Bir hayvanıdıştan örten kitinli, kalkerli, silisli, kemiksi veya boynuzsu örtü, kavkı.
    * Deri üzerinde bir yaranın veya sivilcenin kurumasıyla oluşan sertçe bölüm.
    kabuk bağlamak (veya tutmak) * üstünde kabuk oluşturmak, kabuklanmak.
    kabuk bilimi * Kabukları inceleyen bilim dalı.
    kabuk böcekleri * Kın kanatlılar takımına giren, kabuğun hemen altındaki odun katınıkemirerek oyan ve böylece birçok
    orman ve meyve ağacının kurumasına yol açan familya.
    kabuk değiştirme * Yenilenme.
    kabuk gibi * (kumaşiçin) sağlam sert.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 1

    K * Potasyum’un kısaltması.
    -k * Bkz. ık / ik, uk / ük.
    -k * 343 -ak / -ek.
    k, K * Türk alfabesinin on dördüncü harfi. Ke adıverilen bu harf, ses bilimi bakımından ince ünlülerle ön damak,
    kalın ünlülerle art damak patlayıcıünsüzlerinin ötümsüzünü gösterir.
    kaba * Özensiz, gelişigüzel yapılmış, zevksiz, sakil.
    * Taneleri iri.
    * Terbiyesi, görgüsü kıt, nezaketsiz.
    * Terbiyeye, inceliğe aykırı, çirkin, kötü.
    * Hafif olduğu hâlde kalın veya hacimli.
    * Kuyruk sokumunun iki yanındaki şişkin yer.
    kaba düzen * Şöyle böyle üstünkörü yapılan iş.
    * Çalgılarıpes seslere akort etmek işi.
    kaba et * Kuyruk sokumunun her iki yanındaki şişkin yer.
    kaba kâğıt * Bir şey sarmak için kullanılan kalın kâğıt.
    kaba kurgu * Filmin son durumuna yer vermek üzere seçilen çekimlerin senaryodaki sıralanışa göre birbirine eklenerek
    oluşturulan ilk kurgusu.
    kaba kuşluk * Öğleden bir iki saat önceki zaman.
    kaba kuvvet * Yasa dışı işlerle bir amaca ulaşmak için zorbalık yaparak veya güç kullanarak tutulan yol.
    kaba saba * Görgüsüz.
    * Özensiz.
    kaba sakal * Gür ve genişsakallı.
    kaba sıva * İnce sıvadan önce duvarlarda bulunan pürüzleri doldurup kapatmak için yapılan sıva.
    kaba sofu * Dinî kurallarıyanlışyorumlayarak ibadet ve düşüncede aşırılığa kaçan.
    kaba şiş * Kaba kulak.
    kaba taslak * Bir şeyin ayrıntılarına girmeden ana çizgilerini belirten.
    kaba Türkçesi * Açıkçası, tam anlamıyla.
    kaba yapı * Bir binayıdışetkenlere karşıkoruyup ayakta tutan temel, ana duvarlar, kirişler, çatıvb. nden oluşan asıl
    gövde.
    kaba yel * Lodos.
    kababurun * Sazangillerden, ırmak ve göllerde yaşayan, eti kılçıklıküçük bir balık (Chondrostoma nasus).
    kabaca * Kaba bir biçimde.
    * İrice, büyükçe.
    * Yaklaşık.
    kabadayı * Korkusuz, iyi dövüşen, kendine özgü namus kurallarının dışına çıkmayan kimse.
    * Babayiğit, koçak.
    * Bir şeyin en iyisi, başta geleni.
    kabadayıca * Kabadayıya yakışır bir biçimde, kabadayı gibi.
    kabadayılanma * Kabadayılaşmak, kabadayılanmak işi.
    kabadayılanmak * Kabadayılık etmek, kabadayı gibi davranmak.
    kabadayılaşma * Kabadayılaşmak işi.
    kabadayılaşmak * Kabadayı gibi davranmak, kabadayılık etmek.
    kabadayılık * Kabadayı olma durumu veya kabadayıca davranış.
    kabadayılık etmek * kabadayı gibi davranmak.
    kabadayılık taslamak * kabadayı gibi davranmak, kabadayı gibi görünmeye çalışmak.
    kabahat * Uygunsuz hareket, çirkin, yakışıksız davranış, suç, kusur, töhmet.
    * Hafif hapis, para cezasıveya meslek ve sanattan alıkonulma ile cezalandırılan hafif suç.
    kabahat bulmak * bir kusur, suç aramak.
    kabahat etmek (veya işlemek) * suç olacak, kusur sayılacak bir işyapmak.
    kabahat samur kürk olsa, kimse sırtına almaz * hiç kimse suçlu olduğunu kabul etmek istemez.
    kabahati (birine veya bir şeye) yüklemek * işlediği bir suçu başkasının üzerine atmak.
    kabahatli * Kabahati olan, kusurlu, suçlu, töhmetli.
    kabahatlilik * Kabahatli olma durumu.
    kabahatsiz * Kabahati olmayan, kusursuz, suçsuz.
    kabahatsizlik * Kabahatsiz olma durumu.
    kabak * Kabakgillerden, birçok türleri olan bir bitki (Cucurbita).
    * Bu bitkinin türlerine göre yemeği ve tatlısıyapılan ürünü.
    * Esrarkeşlerin kullandığı bir çeşit nargile.
    * Bilgisiz, görgüsüz, kaba.
    * (kavun, karpuz için) Ham, tatsız.
    * Tüysüz, dazlak.
    * (taşıt lâstikleri için) Tırtıllarıaşınarak yüzeyi düzleşmişolan.
    * Kabak kemane.
    * Kısa boynuzlu hayvan.
    kabak (birinin) başına (veya başında) patlamak * birçok kimsenin ilgili olduğu bir olaydan, yalnızca bir kimse zarar veya ceza görmek.
    kabak çekirdeği * Bal kabağının tohumu.
    * Genellikle vakit geçirmek için yenilen kuru yemişçeşidi.
    kabak çıkmak (karpuz, kavun vb. için) * ham çıkmak.
    kabak çiçeği * Süs eşyası.
    kabak çiçeği gibi açılmak * utangaçlıktan çabucak sıyrılarak aşırıölçüde serbestlik göstermek.
    kabak gibi * tüysüz, çıplak, her tarafıaçık.
    kabak kafalı * Saçlarıdökülmüş, dazlak.
    * Saçlarıustura ile kazınmış.
    * Aptal, budala.
    kabak kemane * Gövdesi uzunlamasına ikiye bölünen su kabağının üzerine ince bir deri gerilerek yapılan, üç telli, yayla
    çalınan bir halk çalgısı.
  • Türkçe Sözlük J Sayfa 1

    j J * Türk alfabesinin on üçüncü harfi. Je adıverilen bu harf ses bilimi bakımından fışıltılıötümlü dişeti
    ünsüzünü gösterir.
    jagar * Bkz. jaguar.
    jaguar * Kedigillerden, Orta ve Güney Amerika’da yaşayan, postu, iri benekli memeli türü (Felis onca).
    jaketatay * Resmî ziyaret ve davetlerde erkeklerin giydikleri, arkasıyırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlak
    kesilmiş ceket.
    jaketataylı * Jaketatayı olan.
    jakoben * Fransa’da Aziz Dominicus tarikatına bağlırahip ve rahibelere verilen ad.
    jakobenizm * Jakoben yanlısı olma.
    jakuzi * Sağlık havuzu.
    jale * Gece yağan ve yapraklara konan ince nem, çiğ, kırağı.
    jalûzi * İçeriden görülmeksizin dışarıyı görmeyi sağlayan, şerit biçiminde metal veya plâstik levhalardan yapılmış
    bir tür pencere kapama düzeni, şerit perde.
    jambon * Tuzlama veya dumanlama yoluyla hazırlanmışdomuz budu veya kolu, domuz pastırması.
    jambonluk * Jambon yapmaya elverişli domuz eti.
    jandarma * Yurt içinde genel güvenliği ve kamu düzenini korumakla görevli, yasa ve nizamların koyduğu hükümlerin
    yürütülmesini ve bunlara dayanan hükûmet emirlerinin yerine getirilmesini sağlayan silâhlıaskerî kuvvet.
    * Bu kuvvette görevli olan kimse.
    * Açıkgöz.
    jandarmalık * Jandarmanın görevi.
    * Açıkgözlülük.
    janjan * Yanardöner, şanjan.
    janjanlı * Yanardöner olan.
    janr * Çığır, tarz, cins.
    jant * Taşıtlarda, lâstiklerin takıldığıtekerleğin çember biçimindeki bölümü, ispit.
    Japon * Japonya halkından veya bu halkın soyundan olan (kimse).
    * Japon halkına özgü olan (şey).
    Japon armudu * İki çenekliler sınıfından olup Japonya’da ve Çin’de yetişen bir bitki türü.
    Japon bezi * Japonya’da üretilen bir bez.
    Japon denizi * Büyük Okyanus’ta Japon takımadalarıKore kıyılarıve Sovyet uzak doğusu arasında yer alan deniz.
    Japon elması * Japonya’ya özgü bir bitki türü.
    Japon gülü * Kamelya.
    Japon hurması * Trabzon hurması.
    Japon kaktüsü * Sütleğen.
    Japon sarmaşığı * Asmagillerden, ana yurdu Çin ve Japonya olan, sülüklerinin ucu duvarlara tutunmak için genellikle daire
    biçiminde genişlemişolan sarılıcı bir süs bitkisi (Ampelopsis japonica).
    Japonca * Japon dili.
    japone * Uzun kollu kadın giysisi için omuz kesimi olmayan, bol ve geniş.
    * (kadın giysisi için) Kolsuz.
    jargon * Dar bir çerçeveye özgü dil, argo.
    jarse * Esnek dokunmuşipekli veya yünlü bir kumaş.
    * Bu kumaştan yapılan veya esnek örülmüş(giyecek).
    jartiyer * Çoraplarıdizin altında veya üstünde tutmaya yarayan lâstikli bağ.
    je * Türk alfabesinin on üçüncü harfinin adı.
    jel * Tedavi amacıyla kullanılan jöle yapısında bir krem türü.
    jelâtin * Daha çok hekimlik ve fotoğrafçılıkta kullanılan, hayvanların kemik ve kıkırdak gibi dokularından veya
    bitkisel yosunlardan elde edilen saydam, renksiz, kokusuz bir madde.
    jelâtinleme * Jelâtinlemek işi.
    jelâtinlemek * (bir yeri veya şeyi) Jelâtin ile kaplamak.
    jelâtinli * Jelâtinden yapılmışveya jelâtinle kaplanmış.
    jeloz * Bkz. Agaragar.
    jen * Gen.
    jenerasyon * Kuşak, nesil.
    jeneratör * Üreteç, dinamo.
    jenerik * Bkz. tanıtma yazısı.
    jenosit * Soy kırımı, katliam.
    jeodezi * Yer ölçme bilgisi.
    jeodinamik * İç (volkan, deprem vb.) ve dış(aşınma) etkenlerle yer kabuğunda oluşan değişikliklerin incelenmesi.
    jeofizik * Yer yuvarlağınıve atmosferi etkileyen doğal fiziksel olayların incelenmesi.
    jeofizikçi * Jeofizik uzmanı.
    jeokimya * Yer kabuğunu oluşturan kimyasal ögelerin tümü.
  • Türkçe Sözlük J Sayfa 2

    jeolog * Yer bilimci.
    jeoloji * Yer bilimi.
    jeolojik * Yer bilimi ile ilgili.
    jeomorfolog * Jeomorfoloji uzmanı.
    jeomorfoloji * Yeryüzü engebelerini ve aşınma ile ilgili gelişimleri inceleyen bilim.
    jeopolitik * Coğrafya, ekonomi, nüfus vb.nin bir devletin politikasıüzerindeki etkisi.
    * Bir devlette bir bölgede uygulanan politikayla o yerin coğrafyasıarasındaki ilişki.
    * Bir devletin saldırgan nitelikteki genişlemesini, ekonomik ve siyasî coğrafya açısından haklıkılmaya yönelik
    siyasî öğreti.
    jeosantrik * Yer özekçil.
    jeosantrizm * Yer özekçilik.
    jeosenklinal * Yer kabuğunun uzun bir süre çöken, buna bağlı olarak kat kat kalın tortullarla dolmuş bulunan bölümü.
    jeosismik * Bir patlama sonucu, derinlemesine yayılan dalgaların incelenmesi yoluyla (yeryüzü katmanlarındaki
    madenleri) araştırma yöntemi.
    jeotermal * Sıcaklığı, yer içinde kalmaya veya buradan geçmeye bağlı olan ısı.
    jeotermal enerji * Yer altından çıkan sıcak su veya sıcak su buharından elde edilen enerji.
    jeotermi * Yerkürede oluşan ısı olaylarının incelenmesi.
    * Yerküreyle ilgili ısışartlarını(sıcaklıkların dağılımı, ısıalışverişi vb.) inceleyen jeofizik dalı.
    jeotermik * Jeotermi ile ilgili.
    jeotropizma * Yere yönelim.
    jersey * Sarıve kahverenginden esmere kadar değişen renkte et tutmayan, kemikleri belirgin, sakin bakışlı bir kültür
    ırkısığırı.
    jest * Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el, kol veya başile yapılan içgüdüsel veya iradeli hareket.
    * Genellikle yerinde yapılan ve beğenilen davranış.
    jet * Tepkili uçak.
    jet gibi * hızla, son sür’atle.
    jet motoru * Yüksek basınçla ve çok büyük hızla gaz akışınıpüskürtme sistemiyle en yüksek düzeyde itme gücü yaratan
    motor, tepkili motor.
    jet yakıtı * Jet motorlarının çalışma sistemine göre ayrıştırılmışrenksiz benzin.
    jeton * Telefonda, türlü oyunlarda garsonların kasa ile hesaplaşmasında para yerine kullanılan küçük, metal veya
    plâstik marka.
    jeton geç düşmek * konuşulan veya sözü edilen konuyu geç anlamak, geç intikal etmek.
    jetoncu * Jeton satan kimse.
    jig * Bir Orta Çağçalgısı.
    jigolo * Geçimi yaşlıve zengin bir kadın tarafından sağlanan genç, erkek sevgili, tokmakçı.
    jigolo tutmak * (yaşlı, zengin bir kadın) genç bir erkekle ilişki kurmak.
    jigololuk * Jigolo olma durumu.
    jikle * Motorlu taşıtların yüksek devirde çalışması için fazla benzin akışınısağlayan alet.
    jile * Daha çok kadınların blûz üzerine giydikleri yelek.
    jilet * İnce çelikten yapılmış, iki yanıkeskin tıraş bıçağı.
    jilet gibi * çok keskin.
    jimnastik * Vücudu çevikleştirmek ve güçlendirmek için yapılan alıştırmaların tümü, idman, kültürfizik.
    * Erkeklerde, yer alıştırmaları, barparalel, barfiks, halkalar ve kulplu beygir; kadınlarda yer alıştırmaları, eşit
    olmayan çubuklar, barfiks, denge kalasıalıştırmalarını içeren yarışma disiplini.
    jimnastik yapmak * vücudu çevikleştirmek ve güçlendirmek için hareket yapmak.
    jimnastikçi * Jimnastik yapan sporcu.
    * Jimnastik öğretmeni.
    jin * Bkz. cin.
    jinekolog * Jinekoloji uzmanıhekim, nisaiye uzmanı.
    jinekoloji * Kadın organizmasınıve cinsel organlarınıfizyolojik, morfolojik ve patolojik bakımdan inceleyen bilim,
    nisaiye.
    * Kadın hastalıklarınıkonu edinen tıp dalı, nisaiye.
    jip * Bkz. cip.
    jips * Alçıtaşı.
    jiujitsu * Güçten çok yönteme dayanan, çıplak elle savunma tekniği; Japon güreşi.
    jiujitsucu * Jiujitsu yapan sporcu.
    jogging * Kırda, ormanda vb. yerlerde yapılan koşu sporu.
    jokey * Bkz. Cokey.
    jorjet * Bürümcük görünüşlü, çok bükümlü, genellikle pamuk iplikleri ile dokunmuş bir kumaş.
    * Bu kumaştan yapılmışolan.
    jöle * Meyve suyunun şekerle kaynatılmasıyla istenilen yoğunlukta elde edilmişşekerleme.
    * Et suyunun soğuduktan sonra gevşek ve esnek bir kıvam almışdurumu.
    * Saçın düzgün bir biçimde uzun süre kalmasınısağlayan yağlı, parlak ve yapışkan madde.
    jön * Genç.
    * Önemli rollerde oynayan genç oyuncu, jönprömiye.
    jönprömiye * Jön.
    judo * Jiujitsudan gelişmiş, silâhsız olarak, tutmalara, fırlatmalara, hareketsiz bırakmalara dayanan Japon kökenli
    dövüşsporu.
    judocu * Judo yapan kimse.
  • Türkçe Sözlük J Sayfa 3

    jul * Bir cisim üzerine uygulanan bir nevtonluk kuvvetin uygulama noktasını, kendi doğrultusunda bir metre
    değiştiren iş birimi.
    jurnal * Biriyle ilgili olarak yetkililere verilen kötüleme, ihbar yazısı.
    * Günlük.
    jurnal etmek * biriyle ilgili olarak yetkililere kötülemek, ihbar yazısıvermek veya böyle bir bilgiyi iletmek.
    jurnalci * Jurnal ederek yetkililere, yöneticilere yaranmaya çalışan (kimse).
    jurnalcilik * Jurnalcinin yaptığı iş.
    jurnalleme * Jurnallemek işi.
    jurnallemek * Şikâyet etmek, ispiyonlamak.
    juro * İkinci çağın triasla kretase arasında kalan dönemi.
    jübile * Eski Ahit’e göre, Yahudilerde, elli yılda bir Tanrı’ya ve dinlenmeye ayrılan yıl.
    * Katoliklerde, Roma’ya hacca gidenlerin, kilisece günahlarının tam olarak bağışlandığıyıl.
    * Evliliğin ellinci yılında düzenlenen kutlama şenliği.
    * Bir meslekte uzun bir süre başarılı olarak çalışanlar için düzenlenen tören.
    Jüpiter * Gezegenlerin en büyüğü ve Güneş’e yakınlık bakımından beşincisi, Erendiz, Müşteri.
    jüpon * Giysi altına giyilen etek, iç etek.
    jüri * Seçiciler kurulu, seçici kurul.
    * Yargıcılar kurulu.
    jüt * Ihlamurgillerden, Hindistan ve Bangladeş’te yetişen, ip ve çuval yapımında kullanılan, liflerinden
    yararlanılan bir bitki (Corchorus capsularis).
    * Bu bitkinin liflerinden yapılan dokuma.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 63

    izdüşüren * Bir biçimin bir düzlem üzerindeki iz düşümünde, biçimin her noktasını iz düşümüyle birleştiren (doğru).
    izhar * Belirtme, gösterme, açığa vurma.
    izhar etmek * açığa vurmak, belirtmek, göstermek.
    izi belirsiz olmak * iz bırakmadan ortadan çekilmek.
    izi silinmek * ortadan yok olmak, kaybolmak.
    izin * Bir şey yapmak için verilen veya alınan özgürlük, müsaade, ruhsat, icazet, mezuniyet.
    * Bir kimseye çalıştığıyerce verilen tatil.
    izin almak * bir şey yapmak için onay sağlamak.
    izin çıkmak * bir şey yapmada serbest bırakılmak.
    izin istemek * bir şeyi gerçekleştirmek amacı ile onay almaya kalkmak.
    izin koparmak * üst makamdan güçlükle izin almak.
    izin vermek * birini bir şey yapmada serbest bırakmak.
    * işine son vermek, hizmetinden çıkarmak.
    izinden yürümek * birine içten bağlanarak onun başladığı işi aynıanlayışla sürdürmek.
    izine basmak * gözden uzaklaştırmayarak ne yaptığını gözetlemek.
    izine dönmek * bir karar veya yargıdan geri dönmek, bir karardan vazgeçmek, rücu etmek.
    izine düşmek * av hayvanlarının, gittiği yolu izleyerek arkalarından gitmek.
    izine uymak * düşünce ve davranışlarını benimsemek.
    izini düşürmek * iz düşümünü çıkarmak.
    izini kaybetmek * bir kimse hakkında bilgi alamamak.
    izinli * İzin alarak belli bir süre için bir yerden ayrılmış, mezun.
    izinname * Bırakma veya çıkarma kâğıdı.
    * Bir nikâhın kıyılması için kadıtarafından verilen izin kâğıdı.
    izinsiz * Ceza olarak hafta sonu veya tatil günü çıkmasına izin verilmeyen (asker veya yatılıöğrenci).
    * Bu cezanın adı.
    * İzin almadan.
    izinsizlik * İzinsiz olma durumu.
    izlek * Keçi yolu, patika.
    izlem * İzlemek işi, izleme, takip.
    izleme * İzlemek işi, takip.
    izlemek * Birinin veya bir şeyin arkasından gitmek, takip etmek.
    * (zaman, süre, sıra vb. için) Sonra gelmek, arkasından gelmek; olmak.
    * Bir olayın gelişimini gözden geçirmek.
    * Eğlenmek, görmek, öğrenmek için bakmak, seyretmek.
    * Belirli bir yönde gitmek.
    * Gözlemek, incelemek.
    * Belirli bir tutum, davranışveya düşünceyi benimsemek.
    * Bir şeye uymak, bağlı olmak.
    * Herhangi bir olayla ilgilenmek.
    izlence * Program.
    izlenim * Bir durum veya olayın duyular yolu ile insan üzerinde bıraktığıetki, intiba.
    * Uyaranların, duyu organlarıve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri veya belirli bir durumun kişi üzerindeki
    çözümlenmemiş bütün etkisi, intiba.
    izlenim vermek * etki bırakmak.
    izlenimci * İzlenimcilik yanlısı olan (sanat veya sanatçı), empresyonist.
    * Kesin bir doğruluğu olmayıp duyumlara, izlenime dayanan.
    izlenimcilik * Doğayı, gerçekte olduğu gibi bütün ayrıntılarına bağlıkalarak değil, ondan edinilen izlenimin ölçüsüne göre
    anlatan; doğrudan doğruya gerçeği, nesneyi değil de, onun sanatçıda uyandırdığıduyumlarıveren sanat akımı,
    empresyonizm.
    * Sanatta, dışetkilerin içe yansıması, içte izler bırakmasıve bu izlere dayanarak sanat eserlerini yaratması.
    izleniş * İzlenmek işi veya biçimi.
    izlenme * İzlenmek işi.
    izlenmek * İzlemek işi yapılmak, takip edilmek.
    izletilme * İzletilmek işi.
    izletilmek * İzlenmesi sağlanmak.
    izletme * İzletmek işi.
    izletmek * İzlemek işini yaptırmak.
    izleyici * İzlemek işini yapan (kimse).
    izleyiş * İzlemek işi veya biçimi.
    izmarit * İzmaritgillerden, pullu ve kılçıklı bir çeşit ufak balık (Maena smraris). Küçük boy olanlarına koncur,
    irilerine kanal izmariti denir.
    * İçilmişsigara artığı.
    izmaritgiller * Örnek hayvanı izmarit olan kemikli balıklar familyası.
    izmihlâl * Yıkılma, çökme.
    İzmir köfte * Kıyma, soğan, maydanoz, ıslatılmışekmek içi, yumurta, domates, yeşil biber, sarımsak ve yağ
    kullanılmasıyla hazırlanan ve kısık ateşte pişirilen bir yemek türü.
    İzmir köftesi * İzmir köfte.
    izobar * Eş basınç.
    izobar eğrisi * Bkz. eş basınç eğrisi.
    izohips * Eşyükselti.
    izohips eğrisi * Bkz. eşyükselti eğrisi.
    izolâsyon * Yalıtım, tecrit.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 64

    izolâtor * Yalıtkan.
    izole * Yalıtılmış, tecrit edilmiş.
    izole bant * Akım geçirilecek çıplak elektrik tellerini, birbirlerinden veya başka iletkenlerden yalıtmak için kullanılan
    sargı.
    izole etmek * yalıtmak.
    * yalnız bırakmak.
    izomer * Aynı oranlarda birleşmişaynıelementlerden oluşan, fakat moleküllerinde atom gruplaşmalarıdeğişik
    olduğu için birbirlerinden farklıözellikler gösteren (maddeler).
    izomeri * Cisimlerin niteliği.
    izomerik * İzomeri ile ilgili olan.
    izomerleşme * Bir maddenin bunun izomeri olan başka bir maddeye doğrudan doğruya veya kimyasal bir etkiyle geçme.
    izometri * Eşölçüm.
    izomorf * Eş biçim.
    izomorfik * Eş biçimli.
    izomorfizm * Eş biçimlilik.
    izomori * Eş biçim.
    izomorlik * Eş biçimli.
    izoterm * Eşsıcak.
    izoterm eğrisi * Bkz. eşsıcak eğrisi.
    izotop * Yalnız atomlarının kitleleri yönünden birbirinden farklı olan (aynıkimyasal element).
    izzet * Büyüklük, yücelik, ululuk.
    izzetinefis * Onur, öz saygı.
    izzetinefse dokunmak * onuruna dokunmak; gücüne gitmek.
    izzetinefsine yedirememek * onursuz kalmayıkabul edememek, düşkünlüğü veya zavallılığıreddetmek.
    izzetüikbal * Saygınlık.
    izzetüikram * Ağırlama.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 61

    iyi kalpli * Başkaları için hep iyilik düşünen.
    iyi ki * güzel bir rastlantı olarak, ne mutlu.
    iyi kötü * Ne çok uygun, ne de çok aykırı, şöyle böyle.
    iyi niyet * Herhangi bir kimse veya konuda hiçbir kötü düşünce beslememe, hüsnüniyet.
    iyi olmak * hastalıktan kurtulmak, iyileşmek.
    * yerinde olmak.
    * uygun gelmek.
    iyi saatte olsunlar * cin ve perilerden söz edilirken kullanılır.
    iyi söylemek * övmek.
    iyi yürekli * Bkz. iyi kalpli.
    iyice * İyiye yakın.
    * Çok, gereği gibi, nerdeyse tamamen.
    iyicene * Tam olarak, adamakıllı.
    iyicil * İyilik etmeyi seven, hayırhah.
    * (hastalık için) Sonu iyi, tehlikesiz, kötücül olmayan.
    iyiden iyiye * Adam akıllı, çok iyi, gereği gibi.
    iyileşme * İyileşmek işi.
    iyileşmek * İyi duruma gelmek.
    * Hastalıktan kurtulmak, sağlığıyerine gelmek, salâh bulmak.
    iyileştirme * İyileştirmek işi, ıslah.
    iyileştirmek * İyileşmesini sağlamak, sağlığına kavuşturmak, tedavi etmek.
    * Eksikliğini, bozukluğunu gidermek, ıslah etmek.
    iyiliği dokunmak * yararlı olmak, yararını görmek.
    iyilik * İyi olma durumu, salâh.
    * Karşılık beklenilmeden yapılan yardım, kayra, lütuf, kerem, ihsan, inaye.
    * Sağlığıyerinde olma durumu, esenlik.
    * Yarar veya elverişlilik, nimet.
    iyilik bilmek * kendisine yapılan iyiliği unutmamak.
    iyilik etmek (veya yapmak) * yararlı işler yapmak, yardımcı olmak.
    iyilik görmek * maddî, manevî yardım görmek.
    iyilik güzellik * Sağlıklı olma durumu, iyilik sağlık.
    iyilik perisi * Maddî, manevî yardımda bulunan (kimse).
    iyilik sağlık * Nasılsınız sorusuna karşılık olarak sağlıklıve iyi durumda olunduğunu anlatır.
    iyilikbilir * Değerbilir, kadirşinas.
    iyilikbilirlik * Değerbilirlik, kadirşinaslık.
    iyilikçi * Herkesin iyiliğini isteyen, herkese iyilik etmesini seven, hayırhah, hayırsever.
    iyilikçilik * İyilikçi olma durumu.
    iyilikle * Tatlıdille, iyi davranışla.
    iyiliksever * İyilikçi, hayırsever.
    iyilikseverlik * İyiliksever olma durumu, hayırseverlik.
    iyimser * Genel olarak her düşünce ve işi iyi olarak değerlendiren, kötümser karşıtı, nikbin, optimist.
    iyimserlik * Genel olarak her düşünce ve işi iyi olarak değerlendiren bir tutum veya kişilik özelliği, nikbinlik, optimizm.
    * Her şeyi en iyi yanından gören, her durumda iyi bir çıkışyolu uman dünya görüşü, nikbinlik, optimizm.
    * İnsanlığın ilerlemesine, bütün durum veşartların iyiye gideceğine inanan öğretilerin genel adı.
    iyisi * en doğru olanı.
    iyisi mi * yapılacak en doğru, en uygun olan iş.
    iyiye çekmek * bir düşünce veya olayı olumlu yönüyle değerlendirmek.
    iyiye iyi, kötüye kötü demek * hatır için söz söylememek, dürüst olmak.
    iyodür * İyodun bir element veya bir birleşikle verdiği birleşim.
    iyon * Bir veya daha çok elektron kazanmışveya yitirmiş bir atom veya bir atom grubundan oluşmuşelektrik
    yüklü parçacık, yükün.
    iyon yuvarı * Yer atmosferindeki atom ve moleküllerin güneş ışınlarıyla iyonlaştığı80-400 km yükseklikler arasındaki
    katman.
    iyonik * İyonlardan oluşan, iyonlarla ilgili.
    iyonlanma * İyonlaşma.
    iyonlaşma * Moleküllerin parçalanmasıyla veya atomlara, moleküllere, molekül gruplarına elektron katılmasıveya
    çıkarılmasıyla iyonların oluşması.
    iyonlaştırma * İyonlaştırmak işi.
    iyonlaştırmak * Bir ortamda iyonlar oluşturmak.
    iyot * Atom numarası53, atom ağırlığı126,92 olan, tabiatta, deniz suyunda sodyum iyodür durumunda
    rastlanılan, bazıdeniz bitkilerinde de çokça birikmişolarak bulunan, mavimtırak esmer renkte katı bir element.
    Kısaltması i.
    iyotlama * İçme sularındaki mikropların iyot etkisiyle giderilmesi.
    * Organik bir birleşikte hidrojenin iyotla yer değiştirmesi.
    iyotlu tuz * Homojen karıştırılmışen az % 0,007 iyot içeren yemek tuzu (NaCl).
    iz * Bir şeyin geçtiği veya önce bulunduğu yerde bıraktığı belirti, nişan, alâmet.
    * Bir şeyin dokunmasıyla geride kalan belirti.
    * Bir olay veya bir durumdan geride kalan belirti, ip ucu, emare.
    * Bir olay, bir durum veya yaşayıştan geride kalan belirti, eser.
    * Bir düzlemin başka bir düzlemle veya bir doğru ile kesişmesinden doğan ara kesit.
    -iz * Bkz. -z (I).
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 62

    -iz * 343 -z (II).
    -iz * 343 -ız (III).
    iz bırakmak * etkisini kalıcıduruma getirmek.
    iz düşümlü * İz düşümü olan.
    iz düşümsel * Bir düzlem üzerine iz düşürülen biçimlerin bozulmasından kalan (özellikler).
    iz düşümü * Bir ışık kaynağından çıkan ışınlarla ekran üzerinde görüntü oluşturma, projeksiyon.
    * Bu biçimde oluşturulan görüntü, projeksiyon.
    * İz düşümü düzlemi denilen bir düzlem üzerinde, bazı geometri kurallarına uygularak bir cismin
    gösterilmesi, irtisam, mürtesem.
    iz sürmek * izlemek, arkasından gitmek, takip etmek.
    * av sırasında hayvanın ayak izlerine bakarak gittiği yeri bulmaya çalışmak.
    izabe * Madenleri ergitme, sıvıdurumuna getirme.
    izabe fırını * Maden ergitme ocağı.
    izabe noktası * Madenin sıvıduruma getirildiği derece.
    iz’aç * Bunaltma, tedirgin etme, başağrıtma, can sıkma.
    iz’aç etmek * bunaltmak, tedirgin etmek, başağrıtmak.
    izafe * (bir şeye veya bir kimseye) Bağlama, mal etme, yakıştırma.
    * Katma, ekleme, ilâve etme.
    izafe etmek * bağlamak, yüklemek, mal etmek.
    * katmak, eklemek, ilâve etmek.
    izafet * Bağıntı, görelik.
    izafeten * (bir şeye veya kimseye) Bağlanarak, dayanarak, ilişik olarak, mal edilerek.
    * (bir kimsenin adına) Saygı göstermek amacıyla.
    izafî * Bağıl, bağıntılı, göreli, göreceli, nispî rölâtif.
    izafîlik * Bağıl olma durumu, bağıntılı olma durumu, görelik, görecelik.
    izafiye * Bağıntıcılık, görecilik, rölâtivizm.
    izafiyet * Bağıntılılık, görelilik, bağıllık, görelik, rölâtivite.
    izah * Açıklama.
    izah etmek * açıklamak, ayrıntılı bilgi vermek.
    izahat * Açıklamalar.
    izahat vermek (veya izahatta bulunmak) * açıklamalarda bulunmak, ayrıntılı bilgi vermek.
    izahlı * Açıklamalı.
    izale * Yok etme, giderme.
    izale etmek * yok etmek, gidermek.
    izaleişüyu * Bir mülk üzerindeki ortaklığı giderme.
    izam * (bir kimseyi) Gönderme, yollama.
    izam * Olduğundan büyük gösterme, büyütme, abartma.
    izam etmek * büyütmek, abartmak.
    izamik * Bağıl olma durumu, bağıntılı olma durumu, görelik, görecelik.
    iz’an * Anlayış, anlama yeteneği.
    iz’an etmek * anlayışlıdavranmak, düşünmek.
    iz’anıyok * anlayışsız, kavrama yeteneği zayıf.
    iz’anlı * Anlayışlı, düşünceli.
    iz’ansız * Anlayışsız, düşüncesiz.
    iz’ansızca * Anlayışsız (bir biçimde); akılsızca, düşüncesizce.
    iz’ansızlık * Anlayışsızlık, düşüncesizlik.
    izaz * Ağırlama.
    izaz etmek * ağırlamak.
    izazüikram * Saygı gösterme ve ağırlama.
    izbe * Basık, loş, nemli, kuytu (yer).
    * Sapa.
    izbelik * İzbe yer.
    izbiro * Çeşitli yükleri yukarıçekmek için halattan yapılmışsapan.
    izci * İz güderek aradığını bulabilen kimse, keşşaf.
    * Dayanışma ve yardımlaşma duygularını geliştirmek, ruhça ve bedence güçlendirilmek için kamplarda ve
    okullarda eğitilen genç.
    izcilik * İzci olma durumu veya izcinin yaptığı iş.
    * Gençleri ruh ve bedence sağlam ve yararlı bir biçimde yetiştirmeyi amaçlayan dünya çapındaki spor ve
    eğitim örgütü.
    izdiham * Aşırıkalabalıkta sıkışma, yığılma.
    izdivaç * Evlenme.
    izdivaç etmek * evlenmek.