Kategori: İ

  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 14

    ihsanıhümayun * Padişah tarafından yeteneği veya başarısıdolayısıyla birine verilen görev, rütbe veya ödül.
    ihsas * Üstü kapalıanlatma, sezdirme, ima.
    * Duyum.
    ihsas etmek * sezdirmek, ima etmek.
    ihtar * Uyarma, dikkat çekme, uyarı.
    * Bir şeyi birine hatırlatma.
    ihtar etmek * hatırlatmak, uyarmak, dikkatini çekmek.
    ihtarname * Resmî ihtar yazısı, protesto.
    ihtida * Başka bir dinden çıkıp Müslüman olma.
    ihtifal * Anma töreni.
    ihtikâr * Vurgunculuk, vurgun, spekülâsyon.
    ihtilâç * Çırpınma.
    ihtilâç etmek * çırpınmak.
    ihtilâf * Ayrılık, anlaşmazlık, aykırılık, uyuşmazlık.
    ihtilâfa düşmek * anlaşamamak, bozuşmak, uyuşamamak.
    ihtilâl * Bir devletin siyasî, sosyal ve iktisadî yapısınıveya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla hukuk kurallarına
    ve kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan genişhalk hareketi, devrim.
    * Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık.
    * Köklü değişim.
    ihtilâlci * İhtilâl yanlısıve ihtilâl yapan kimse, devrimci.
    ihtilâlcilik * İhtilâlci olma durumu, devrimcilik.
    ihtilâm * Düşazması.
    ihtilâs * Aşırma, özellikle para aşırma, aşırtı.
    ihtilât * (hastalık, başka bir hastalıkla) Karışma.
    * Karşılaşıp görüşme.
    ihtilât etmek (veya yapmak) * hastalık başka bir hastalığa dönmek.
    ihtimal * Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik, olasılık.
    * Belki, ola ki.
    ihtimal ki * olabilir ki, belki.
    ihtimal vermemek * bir şeyin gerçekleşeceğini, olabileceğini hiç düşünmemek.
    ihtimalî * Olabilen, olasılı, belkili.
    * Belkili.
    ihtimaliyet hesabı * Bkz. ihtimaller hesabı.
    ihtimaller hesabı * Olasılıklar hesabı.
    ihtimam * Özen, özenme, dikkatli davranma, itina.
    * İyi, özenli bakım.
    ihtimam etmek (veya göstermek) * özen göstermek, dikkatle davranmak.
    ihtira * Yeni bir şey bulma, türetme.
    ihtira beratı * Bilinen araç, gereçlerle ve yaratıcı güçle yeni bir şey bulana, bulduğu şeyden bir süre yalnız kendisinin
    yararlanması için devletçe verilen belge.
    ihtiram * Saygı.
    ihtiram birliği * Devlet büyüklerini, yüksek makamlardaki kumandanlarıkarşılamak ve uğurlamakla görevli birlik, tören
    birliği.
    ihtiram duruşu * Saygıduruşu.
    ihtiram kıt’ası * İhtiram birliği.
    ihtiras * Aşırı, güçlü istek.
    * Tutku.
    ihtiraslı * Aşırı istekli.
    * Tutkulu.
    ihtiraz * Çekinme, sakınma.
    ihtisap * Belediye memurunun işi ve dairesi.
    ihtisar * Sözü kısa kesme, kısaltma.
    * Bir metinden gereksiz ayrıntılarıçıkarma.
    ihtisas * Duygu.
    * Duygulanma.
    ihtisas * Uzmanlık, uzmanlaşma.
    ihtisas yapmak * belli bir konuda özel eğitim görmek, uzmanlaşmak, ihtisaslaşmak.
    ihtisaslaşma * İhtisaslaşmak işi.
    ihtisaslaşmak * Herhangi bir konuda uzmanlaşmak.
    ihtişam * Büyüklük, göz alıcılık, gösterişlilik, görkem.
    ihtişamlı * İhtişamı olan.
    ihtiva * İçine alma, içinde bulundurma, içerme.
    ihtiva etmek * içine almak, içinde bulundurmak, içermek, kapsamak.
    ihtiyaca cevap vermek * ihtiyacınıkarşılamak.
    ihtiyacı olmak * gereksemek, gereksinmek.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 15

    ihtiyaç * Gerekseme, gereksinme.
    * Güçlü istek.
    * İhtiyaç duyulan şey.
    * Yoksulluk, yokluk.
    ihtiyaç duymak * bir şeyi kendisi için gerek saymak.
    ihtiyar * Yaşlı, kocamışolan (kimse).
    * Baba veya anne.
    ihtiyar * Seçme.
    ihtiyar etmek * yaşlandırmak, kocaltmak.
    ihtiyar etmek * seçmek, üstün tutmak.
    * katlanmak.
    ihtiyar heyeti * Köy tüzel kişiliğinde, muhtar başkanlığında görev yapan kişilerden oluşan yetkili organ.
    ihtiyar meclisi * Bkz. ihtiyar heyeti.
    ihtiyar olmak * yaşlanmak.
    ihtiyarcık * Yaşlılara karşıacıma ifadesi olarak kullanılır.
    * Zavallı, yaşlı(kimse).
    ihtiyarî * İsteğe bağlı, seçmeli olan, seçimlik.
    ihtiyarlama * İhtiyarlamak işi, yaşlanma.
    ihtiyarlamak * Yaşı ilerlemek, yaşlanmak, kocamak.
    * İhtiyar görünüşü almak, ihtiyar görünmek.
    ihtiyarlatma * İhtiyarlatmak işi.
    ihtiyarlatmak * İhtiyar olma durumuna gelmesine sebep olmak.
    ihtiyarlayış * İhtiyarlamak işi veya biçimi.
    ihtiyarlık * İhtiyar olma durumu, yaşlılık.
    * Her bakımdan güçsüzlük, yetersizlik, zayıflık.
    ihtiyarlık sigortası * Bkz. yaşlılık sigortası.
    ihtiyarsız * Seçmesiz, irade dışı.
    * Düşünmeksizin, elde olmadan.
    ihtiyat * Herhangi bir konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranma, sakınma.
    * Gereğinden fazla olup saklanan, yedek.
    * Savaşsırasında harekâtın gelişmesine etkide bulunmak için her an savaşa girebilecek biçimde hazır
    bulundurulan birliklere verilen ad.
    ihtiyat akçesi * Yedek akçe.
    ihtiyat kaydı ile * doğruluğu şüpheli görülerek.
    ihtiyaten * Her duruma, her ihtimale karşı, ilerisini düşünerek.
    ihtiyatî * İlerisi düşünülerek yapılan.
    ihtiyatî tedbir * İlerisi düşünülerek alınan önlem(ler).
    * Yargılama öncesi yasal organlarca alınan önlem(ler).
    ihtiyatkâr * Sakıngan, ihtiyatlı.
    ihtiyatkârlık * İhtiyatlı olma durumu.
    ihtiyatlı * Herhangi bir konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranan, önlem alan, sakıngan, ihtiyatkâr.
    ihtiyatlı bulunmak * beklenmedik sonuçlara karşıhazırlıklı olmak.
    ihtiyatlıdavranmak * uyanık olmak, düşünerek davranmak.
    ihtiyatlı olmak * herhangi bir konuda ileriyi düşünerek ölçülü davranmak.
    ihtiyatsız * İhtiyatlıdavranmayan.
    ihtiyatsızlık * İhtiyatsız olma durumu.
    ihtiyatsızlık etmek * önlem almadan davranmak.
    ihtizaz * Titreşme, titreşim.
    ihvan * Yakın dostlar, arkadaşlar.
    * Aynı okul veya tarikattan olan kimseler.
    ihya * (yeniden) Canlandırma, diriltme.
    * Çok iyi duruma getirme, geliştirme, güçlendirme.
    * Yeni bir güç, umut, erinç verme.
    ihya etmek * canlandırmak.
    * mutluluğa kavuşturmak.
    * mamur bir duruma getirmek.
    ihya olmak * mutluluğa kavuşmak; daha iyi bir duruma gelmek.
    * mamur bir duruma getirilmek.
    ihzar * Hazırlama, hazır etme.
    ihzarî * Hazırlık niteliğinde olan, hazırlayıcı.
    -ik * Bkz. -ık/ -ik.
    ika * Yapma, etme.
    ika etmek * yapmak, işlemek.
    ikame * Yerine koyma, yerine kullanma.
    * Ayağa kaldırma, ayakta durdurma.
    * (dava için) Açma.
    * Yerine konulan, yerine geçen (şey).
    ikame etmek * yerine koymak.
    * ayakta durdurmak.
    * dava açmak.
    ikame mallar * Birbirlerinin yerine geçen, konulabilen mallar.
    ikamet * Bir yerde oturma eğleşme.
    ikamet etmek * bir yerde oturmak, eğleşmek.
    ikamete memur edilmek * sürgün cezasıverilmek.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 16

    ikametgâh * İkamet edilen, oturulan yer, konut.
    ikametgâh ilmühaberi * Konut belgesi.
    ikametgâh kâğıdı * Bkz. ikametgâh ilmühaberi, konut belgesi.
    ikaz * Uyarma, uyarı, dikkat çekme, ihtar, tembih.
    * Uyandırma.
    ikaz etmek * uyarmak, dikkat çekmek.
    ikbal * Baht açıklığıveya yüksek bir makama, duruma erişmişolma durumu.
    * İstek, arzu.
    * Padişaha veya şehzadeye eşolmaya aday, gözde cariye.
    ikbal düşkünlüğü * Önce iyi bir yaşantısıvarken gözden düşerek yoksul olma durumu.
    ikbal düşkünü * Önce iyi bir yaşantısıvarken gözden düşerek yoksulluğa mecbur kalan kimse.
    ikbali sönmek * daha önce iyi olan durum veya işi bozulmak.
    ikdam * Gayretle çalışma, sürekli uğraşma.
    ikebana * Belli kurallara göre yapılan çiçek düzenlemesi.
    iken * Esnasında, …-dığı/ -diği hâlde, …-dığı/ -diği zaman.
    iki * Birden sonra gelen sayının adıve bu sayıyı gösteren rakam, 2, II.
    * Birden bir artık.
    iki ahbap çavuş * her yerde hep birlikte görülen, birbirinden ayrılmayan iki arkadaşiçin şaka yollu söylenir.
    iki anlamlı * İki anlama gelen veya iki şekilde yorumlanabilen.
    * Bkz. ikircil.
    iki anlamlılık * İki anlama gelme veya yorumlanabilme durumu.
    * İkircil.
    iki arada bir derede (kalmak) * sıkışık, zor şartlar altında (kalmak).
    iki arada kalmak * birbirine karşıt iki kişi arasında ne yapacağını bilemeyerek şaşırmak.
    iki ateşarasında (kalmak) * zor bir durumda karar verememek.
    iki ayağını bir pabuca sokmak * birini bir işi hemen yapması için çok sıkıştırmak.
    iki ayaklı * İki ayağı olan (hayvan veya eşya).
    iki ayaklılık * İki ayaklı olma özelliği veya durumu.
    iki başlı * İki başlı olan.
    iki başlılık * İki başlı olma durumu.
    * Yönetimde birden fazla yetkiye sahip olma.
    * Yönetimde birden çok kişinin müdahalesi sonunda işlerin sarpa sarması.
    iki baştan olmak * bir şey, her iki tarafın aynışeyi istemesiyle, iyi niyetiyle gerçekleştirilebilmek.
    iki bir * Oyunda, zarlardan birinin bir, öbürünün iki benekli olan yüzünün üste gelmesi.
    iki buçukluk * Çeyrek lira değerinde para.
    * Maçlarda oyun sahasının dışına çıkan topları getiren kimse, top toplayıcı.
    iki büklüm * Beli bükük, öne doğru eğik.
    iki büklüm olmak * (yorgunluk, hastalık, yaşlılık gibi sebeplerle) beli bükülmek, öne doğru eğilmek.
    * (riyakârlık, dalkavukluk, gerçek olmayan saygı gibi sebeplerle) iki kat olup öne eğilmek.
    iki cambaz bir ipte oynamaz * kurnazlıkta eşit olan iki kimse birbirlerini aldatamaz.
    iki cami arasında kalmış beynamaz (veya bînamaz) * iki yoldan hangisini tutacağınışaşırmışkimseler için kullanılır.
    iki canlı * Gebe, yüklü, hamile.
    iki canlılık * İki canlı olma durumu.
    iki cihan * Dünya ve ahret, İslâm inancına göre bu dünya ve ebedî olan öteki dünya.
    iki cihanda * Bu dünyada ve öteki dünyada.
    iki cinslikli * Bkz. iki eşeyli.
    iki çenekliler * (Jessieu’nün bitki sınıflamasına göre) Tohumlarında iki çenek bulunan kapalıtohumlu bitkiler sınıfı.
    iki çenetli * Çatladığında kabuğu iki çenete ayrılan (meyve).
    * İki parçalıkavkısı birbirine kaslarla bağlıyassısolungaçlılardan midye, istiridye gibi (hayvan).
    iki çenetliler * İki çenetli kabuklu yumuşakçalar sınıfı.
    iki çıplak bir hamama yakışır * iki yoksul kimsenin birbiriyle evlenmesinin uygun olmayacağınıanlatmak için kullanılır.
    iki çift lâf (lâkırdıveya söz) etmek * birkaç söz söylemek.
    iki çifte * Kürek yarışlarında sancak ve iskelesinde ikişer küreği olan tekne.
    iki dilli * İki ayrıdilde olan.
    iki dillilik * İki ayrıdile sahip olma veya iki ayrıdili okuyup yazma gücünde ve becerisinde olma.
    * İki dilin bir arada konuşulduğu bölge veya ülke.
    iki dirhem bir çekirdek * çok güzel ve özenli giyinmiş.
    iki düzlemli * İki düzlemin kesişmesinden oluşan (açı).
    iki el bir başiçin * ancak kendi geçimini sağlayabilenler, başkalarına yardım edecek bir durumda değildir.
    iki eli (birinin) yakasında olmak * kıyamette ondan davacı olmak.
    iki eli böğründe kalmak * çaresiz kalıp ne yapacağını bilememek.
    iki eli kanda (veya kızıl kanda) olsa * elindeki işne kadar önemli olursa olsun.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 17

    iki eli şakaklarında düşünmek * derin derin düşünmek.
    iki eli yanına gelmek * ölerek Tanrıkatına çıkacağı için yalan söylemek.
    iki eşeyli * Erkek ve dişi eşey organları bir arada bulunan, iki cinslikli.
    iki evcikli * Erkek ve dişi çiçekleri ayrıayrı bitkilerde bulunan (bitki).
    iki fazlı * Aralarında devrenin dörtte biri kadar faz farkı olan (aynıfrekans ve genlikte iki alternatif akım veya
    gerilim).
    iki geçeli * Karşılıklı iki sıra olarak, iki yanlı.
    iki gönül bir olunca samanlık seyran olur * birbirini sevenler için zenginlik önemli değildir.
    iki gözü iki çeşme ağlamak * sürekli veya çok ağlamak.
    iki gözüm (iki gözümün nuru) * okşayıcı bir seslenişolarak kullanılır.
    iki hırtı, bir pırtı * aşırıyoksulluğu anlatır.
    iki kanatlılar * Çift kanatlılar.
    iki kaptan bir gemiyi batırır * bir iş, iki taraftan gelen buyruklarla yürütülemez.
    iki karpuzu bir koltuğa sığdırmak * aynıanda iki işi veya görevi yapmak.
    iki kat olmak * iki büklüm olmak.
    iki katlı * Üst üste iki katı olan.
    iki kere iki dört eder * gerçekliğinden şüphe edilmeyecek kadar açık.
    iki kulak bir dil için * çok dinleyip az söylemeli.
    iki lâfı bir araya getirememek * düşündüğünü doğru dürüst ifade edememek.
    iki lâkırdıetmek * iki çift lâf etmek.
    iki lâkırdıyı bir araya getirmek * Bkz. iki lâfı bir araya getirememek.
    iki nokta * Üst üste konmuşiki nokta biçimindeki noktalama işareti (:).
    iki paralık * Değersiz, önemsiz.
    iki paralık etmek * değerini, onurunu düşürmek.
    iki paralık etmek * değerini, onurunu düşürmek.
    iki paralık olmak * değerini, onurunu yitirmek.
    iki paralık olmak * değerini, onurunu yitirmek.
    iki parmaklı * İki parmağı olan (hayvan).
    iki rahmetten (veya iyilikten) biri * (çok acıçeken ağır hastalar için) iyileşme veya ölüm.
    iki satır lâf etmek (veya konuşmak) * dostça biraz söyleşmek.
    iki seksen uzanmak * bir çarpma, vurma sonucu boylu boyunca serilmek.
    iki söz bir pazar * uzun boylu pazarlık etmeden.
    iki sözü (veya lâkırdıyı) bir araya getirememek * düşündüğünü düzgün bir biçimde anlatamamak, iki lâfı bir araya getirememek.
    iki şekilli * Birbirinden farklı iki biçimde billûrlaşan.
    iki şıktan biri * iki seçenekten, iki çözüm yolundan biri.
    iki tek * Kürek yarışlarında sancak ve iskelesinde ayrıayrı oturaklarda ve sadece birer küreği olan tekne.
    iki tek atmak * iki kadeh içki içmek.
    iki telli * İki teli olan bir çeşit saz.
    iki terimli * Toplama (+) veya çıkarma (-) işaretiyle birbirine bağlanan iki terimden oluşan cebirsel anlatım.
    iki terimli * Bkz. iki terimli.
    iki ucu boklu değnek * ne yönden bakılırsa bakılsın çözülmesi çok güç işveya durum.
    iki ucunu bir araya getirememek * gelirle gideri denkleştirememek, işleri düzene koyamamak.
    iki yakası bir araya gelmemek * geçim sıkıntısından bir türlü kurtulamamak, borçtan kurtulamamak.
    iki yakasını bir araya getirmek * maddî sıkıntıdan kurtulup rahata ermek.
    iki yaşayışlı * Hem suyun içinde, hem karada yaşayabilen, amfibi.
    iki yüzlü * İki tarafı olan veya iki taraflıkullanılan.
    ikici * İkicilik felsefesini kabul eden, düalist.
    ikicilik * Birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız, birbirine geri götürülemeyen, birbirinin yanında veya karşısında
    bulunan iki ilkenin varlığınıkabul eden görüş, düalizm.
    ikide bir (veya ikide birde) * ara sıra, sık sık.
    ikilem * İki önermesi bulunan ve her iki önermenin vargısı olan tasım, kıyasımukassim, dilemma: Fatih’in, babası
    II. Murat’a yolladığı bir haber güzel bir ikilem örneğidir.
    * İnsanı istenmeyen seçeneklerden birini, çoğunlukla iki seçenekten birini izlemeye zorlayan tartışma, sorun
    veya usa vurma durumu.
    ikileme * İkilemek işi.
    * Anlamı güçlendirmek için aynıkelimenin tekrarlanması, anlamları birbirine yakın, karşıt olan veya sesleri
    birbirini andıran kelimelerin yan yana kullanılması: Yavaşyavaş, irili ufaklı, aşağıyukarı gibi.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 18

    ikilemek * Bir şeyin sayısını ikiye çıkarmak.
    * Tekrarlamak, yinelemek.
    * Tarlayı iki kez sürmek.
    ikilenme * İkilenmek işi.
    ikilenmek * İkilemek işi yapılmak.
    ikileşme * İkileşmek işi.
    ikileşmek * Sayısı ikiye çıkmak.
    ikiletme * İkiletmek işi.
    ikiletmek * İkilemek işini yaptırmak.
    ikili * İki parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden iki tane bulunan.
    * İskambil, domino gibi oyunlarda iki işareti bulunan (kâğıt veya pul).
    * İki yan arasında yapılmış.
    * İki çalgıveya iki ses için düzenlenmişmüzik parçası, duo.
    * İki kişiden oluşmuştopluluk.
    * At yarışlarında aynıkoşunun birincisi ile ikincisini tahmin ederek oynanan veya alınan bilet.
    ikili çatı * İki görevde de kullanılabilen çatı; alınmak, toplanmak, sanılmak sözlerinin hem dönüşlü, hem de edilgen
    çatı olarak kullanılması gibi.
    ikili kök * Hem isim kökü, hem fiil kökü gibi kullanılan kök.
    ikili oynamak * karşı olan yanlardan hem birini hem öbürünü destekler görünmek.
    * at yarışlarında birinci ile ikinciyi tahmin edip para yatırmak.
    ikili ünlü * Hecede yan yana bulunan iki ünlü, diftong.
    ikili yatak * İki kişinin yatabileceği tek parça yatak.
    ikilik * İkisi bir arada, iki taneden oluşmuş, iki tane alabilen.
    * Görüşveya düşünce için, ikiye bölünmüşolma durumu.
    * İki değişik kullanımıveya uygulaması olma durumu.
    * Birlik notanın ikide biri uzunluğunda nota.
    * İki kuruşluk gümüşakçe.
    ikinci * İki sayısının sıra sıfatı.
    * Sırada önem bakımından birinciden sonra gelen.
    * Yeni, bir başka.
    * Birinciden sonra gelen kimse veya nesne.
    * Değer ve kalitece birinciden sonra gelen.
    ikinci çağ * Yeryüzünün yaklaşık yüz elli milyon yıllık çağı, mezozoik.
    ikinci ferik * Tümgeneral.
    ikinci gelmek * bir yarışmada birinciden sonraki dereceyi almak.
    ikinci yarı * Futbolda iki dönemden son olanı.
    ikinci zaman * İlk zaman olan paleozoyik ile üçüncü zaman arasındaki jeoloji ile zaman birimi, mezozoyik.
    ikinci zar * Bitkilerde tohumu örten zarların dıştan ikincisi.
    ikincil * Sırada önem bakımından ikinci derecede olan, tali, sekunder.
    ikincil grup * Birbirleriyle ilişkileri şahsî olmayan, resmî ilişkilere dayanan etkileşmelerle ilişki içine giren ikiden fazla
    insanın oluşturduğu topluluk.
    ikincilik * İkinci olma durumu veya derecesi.
    ikindi * Öğle ile akşam arasındaki süre.
    * İkindi vakti kılınan namaz.
    ikindi ezanı * İkindi namazına çağrı için okunan ezan.
    ikindi namazı * İkindi süresi içinde kılınması gereken namaz, ikindi.
    ikindi vakti * İkindi için belirlenen süre.
    ikindi zamanı * Bkz. ikindi vakti.
    ikindiden sonra dükkân açmak * bir işe başlamakta geç kalmak.
    ikindiüstü * İkindiye doğru.
    ikindiüzeri * Bkz. ikindiüstü.
    ikindiyin * İkindi vaktinde.
    ikircik * İşkil.
    * Kararsızlık, tereddüt.
    ikirciklenme * İkirciklenmek işi.
    ikirciklenmek * İşkillenmek.
    * Kararsız olmak.
    ikircikli * İşkilli.
    * Kararsız, mütereddit.
    ikirciklik * İkircikli olma durumu, tereddüt.
    ikircil * İki anlama da gelen ve iki türlü yorumlanabilecek nitelikte olan.
    ikircim * İkircik.
    ikircimli * İkircikli.
    ikircimlik * İkirciklik.
    ikisi bir kapıya çıkmak * aynısonuca varmak, aynısonucu doğurmak.
    ikisini bir kazana koysalar kaynamazlar * aralarındaki anlaşmazlık o kadar büyüktür ki onlarıuzlaştırma çaresi bulunamaz.
    ikişer * İki sayısının üleştirme sıfatı, her defasında ikisi bir arada olan, her birine iki.
    ikişer ikişer * Her defasında ikisi bir arada olarak.
    ikişer olmak * ikişer ikişer sıraya dizilmek.
    ikiyüzlü * Özü sözü bir olmayan, riyakâr, müraî.
    * İki yanıda kullanılabilen.
    ikiyüzlülük * İkiyüzlü olma durumu, riyakârlık, müraîlik.
    * İki yüzlü olma durumu.
    ikiz * Bir doğumda dünyaya gelen iki (kardeş).
    * Aynıçiçekte oluşmuş birbirine yapışık iki meyve.
    * Birbirine tamamen benzeyen, eş.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 8

    içlenme * İçlenmek işi.
    içlenmek * Kimseye belli etmeden bir şeyi kendine dert etmek, duygulanmak.
    * Tanelenmek, iç tutmak.
    içler (veya yürekler) acısı * (durum, olay vb.) çok acıklı, çok üzücü.
    içler acısı * Çok acıklı, üzüntü veren, dramatik.
    içli * (taneli sebze veya kuru yemişler için) İçi dolu.
    * Kolay duygulanıp incinen, duygulu, hassas, hisli.
    * Duygulandıran, etkili.
    içli dışlı * Hiç gizli işi olmayan, apaçık, olduğu gibi, senli benli, aşırıteklifsiz.
    içli dışlı olmak * karşılıklı olarak candan ve içten davranmak, teklifsiz görüşmek.
    * kız ve oğullarını karşılıklı olarak evlendirmek.
    * karşılıklı olarak resmî davranışlardan uzaklaşmak, candan ve içten davranmak.
    içli dışlılık * İçli dışlı olma durumu.
    içli köfte * Yağsız kıyma ile ince bulgur iyice yoğrulup içi oyularak yumurta biçiminde hazırlanan ve içerisine
    kavrulmuş soğanlı kıyma konduktan sonra haşlanan veya kızartılan bir çeşit köfte.
    içlik * İçe giyilen çamaşır, iç gömleği.
    içlilik * Duygulu olma durumu, duygululuk.
    içme * İçmek işi.
    * Bkz. İçmeler.
    içme suyu * İçilebilecek nitelikte olan su.
    içmece * İçmeler.
    içmek * Bir sıvıyıağza alıp yutmak.
    * Sigara, nargile vb.nin dumanını içe çekmek.
    * (bir şey bir sıvıyı) İçine çekmek, emmek.
    * İçki kullanmak.
    içmeler * İçinde birtakım mineraller ve tuzlar bulunan, suyu ilâç olarak ve çoğunlukla iç sürdürmek için içilen
    kaynak.
    içre * İçinde.
    * Arasında, içinde.
    içrek * Belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çevreye aktarılan (her
    türlü bilgi, öğreti), batınî, dışrak karşıtı.
    içsel * İçle ilgili, içe ilişkin, dahilî.
    içsiz * (taneli sebze veya kuru yemişler için) İçi olmayan.
    * Muhtevası olmayan, kuru, anlamsız.
    * İç lâstiği olmayan, tubeless.
    içten * Yürekten, candan, samimî.
    * En önemli, can alıcınoktasından.
    içten evlilik * Bkz. iç evlilik.
    içten içe * Gizli gizli, belli etmeden.
    içten pazarlıklı * Gizli niyetini açıklamayan.
    içtenlik * İçten olma durumu, içten davranış, samimîlik, samimiyet.
    içtenlikle * İçten bir biçimde, samimiyetle.
    içtenlikli * İçten, samimî.
    içtenliksiz * İçten olmayan, samimiyetsiz.
    içtenliksizlik * İçtenliksiz olma durumu, samimiyetsizlik.
    içtensiz * İçten olmayan, samimiyetsiz.
    içtensizlik * İçten olmama durumu, samimiyetsizlik.
    içtepi * Bkz. tepi.
    içtihat * Görüş, özel görüş, anlayış, kavrayış.
    * Yasada veya örf ve âdet hukukunda uygulanacak kuralın açıkça ve tereddütsüz olarak bulunmadığı
    konularda, yargıcın veya hukukçunun düşüncelerinden doğan sonuç.
    içtikleri su ayrı gitmemek * sıkıfıkıdost, arkadaşolmak.
    içtima * Toplanma, toplantı.
    * Askerlerin silâhlıve donatılmışolarak toplanmaları.
    * Kavuşum.
    içtima etmek * toplanmak.
    içtimaî * Toplumla ilgili, toplumsal, sosyal.
    içtimaiyat * Toplum bilimi, sosyoloji.
    içtimaiyatçı * Toplum bilimci, sosyolog.
    içtinap * Sakınma, çekinme, kaçınma.
    içtinap etmek * sakınmak, çekinmek, kaçınmak.
    içyağı * Gevişgetiren hayvanların karın boşluğunda iç organlarınısaran kalın yağ, şahım.
    idadî * Eskiden lise derecesindeki okullara verilen ad.
    idadiye * İdadî.
    idam * Ölüm cezası.
    * Ölüm cezasıverilen kimseye uygulanan infaz işlemi.
    idam cezası * Ölüm cezası.
    idam etmek * verilen ölüm cezasıhükmünü yerine getirmek.
    idam sehpası * Darağacı.
    idame * Sürdürme, devam ettirme.
    idame etmek * sürdürmek, devam etmesini sağlamak.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 9

    idamlık * Ölüm cezası ile cezalandırılmışolan (kimse).
    * Ölüm cezası gerektiren.
    idare * Yönetme, yönetim, çekip çevirme.
    * Ülke işlerinin yürütülmesi, kamuya ilişkin hizmetlerin bütünü.
    * Bir kurum veya kuruluşun yönetildiği yer.
    * Bir kurumun işlerini yürüten kurul.
    * Tutum.
    * İdare kandili veya lâmbası.
    * Hoşgörme, yetinme, göz yumma.
    idare etmek * yönetmek, çekip çevirmek.
    * tutumlu kullanmak.
    * yetmek, yetişmek.
    * (alışverişte) elvermek, yeterli olmak, kurtarmak.
    * göz yummak, hoşgörmek.
    * örtbas etmek.
    idare hukuku * Kamu yönetimi içinde yer alan kuruluşlarıve bunların işleyişlerini, kişilerle ilişkilerini ve sorumluluklarını
    inceleyen, düzenleyen hukuk dalı.
    idare kandili * Az ışık veren küçük gaz lâmbası.
    idare lâmbası * İdare kandili.
    idarece * İdare yönünden, idare tarafından.
    idareci * Yönetici.
    * İdare eden, hoşgörülü.
    * Becerikli, tutumlu.
    idarecilik * İdareci olma durumu.
    * İdarecinin görevi, yöneticilik.
    idarehane * Gazete, dergi gibi yayım kurumlarında yazı işlerine bakılan yer, yönetim yeri.
    * Bir işi veya kuruluşu yönetenlerin bulunduklarıyer, büro.
    idareimaslahat * Bir işi, gerektiği gibi değil de günün şartlarına göre yapma; işi oluruna bırakmak.
    idareimaslahat etmek * bir işi gelişigüzel yapmak.
    idareimaslahat politikası * Bir işi oluruna bırakma tutumu.
    idareimaslahatçı * Bir işisağlam bir temele oturtmadan o günün şartlarına göre yapan (kimse).
    idareli * İdare etmesini bilen, iyi yöneten.
    * Tutumlu.
    * Tutuma elverişli, ekonomik.
    idaresini bilmek * yerine göre harcamak, tutumlu davranmak.
    idaresiz * İdare etmesini bilmeyen, gevşek, beceriksiz (kimse).
    * Tutumsuz.
    idaresizlik * Gevşeklik, beceriksizlik.
    * Tutumsuzluk.
    idareten * İdare etmek üzere.
    idarî * Yönetimle ilgili, yönetimsel.
    iddia * İleri sürülerek savunulan düşünce, sav.
    * Kendinde olmayan bir yeteneği, bir durumu varmışgibi gösterme.
    * Dediğinde direnme, inat.
    iddia etmek * sözünde direnmek, bir iddia ileri sürmek.
    iddiacı * Dediğinde, iddiasında haksız da olsa direnen, inatçı(kimse).
    iddiacılık * İddiacı olma durumu.
    iddialaşma * İddialaşmak işi.
    iddialaşmak * Karşılıklı iddiaya girmek.
    iddialı * Bir iddiası olan.
    * Kendine çok güvenen.
    iddianame * Savcılığın soruşturma sonunda elde ettiği kanıtlarıve iddialarını içinde topladığı, mahkemede okunan yazı.
    iddiasız * Bir iddiası olmayan; alçak gönüllü, mütevazı.
    iddiasızlık * İddiasız olma durumu.
    iddiaya tutuşmak * karşıt iddialarda bahse girişmek.
    ide * Bkz. idea.
    idea * Uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında, kendiliğinden var olan, duyularla değil, yalnızca ruhen
    algılanabilen asıl gerçeklik, düşünce, fikir.
    ideal * Ülkü, mefkûre.
    * Düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstün nitelikleri kendinde toplayan.
    * Yalnız düşünce ile kavranabilen.
    idealist * Ülkücü.
    * İdealizm öğretisine bağlıfilozof.
    idealistlik * İdealist olma durumu.
    idealize * İdeal durum.
    idealize etmek * ideal duruma getirmek.
    idealizm * Ülkücülük.
    * Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve varlığı insan düşüncesinin kurduğunu kabul eden öğretilerin genel
    adı.
    idealleştirme * İdealleştirmek işi.
    idealleştirmek * İdeal duruma getirmek.
    idealsiz * İdeali olmayan.
    idefiks * Saplantı, sabit fikir.
    identik * Özdeş.
    ideolog * Bir felsefî veya toplumsal öğretiye sistemli biçimde bağlanan kimse.
    * Bir ideolojinin akıl hocalığınıyapan kimse.
    ideologlar * Düşsel bir ideale bağlı olan kimseler.
    * Fransa’da fizik ötesini ortadan kaldırarak manevî bilimleri antropolojiye ve psikolojiye dayandırmayı
    amaçlayan, Condillac’a bağlıfelsefe okulunun taraftarlarına verilen ad.
    ideoloji * Siyasî veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren
    politik, hukukî, bilimsel, felsefî, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü.
    ideolojik * İdeoloji ile ilgili.
    idil * Kır yaşamı içinde aşk konusunu işleyen kısa şiir.
    idiopati * Kapan duygu.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 10

    idiş * Bkz. iğdiş.
    idman * Vücudun gücünü artırmak için yapılan alıştırma, spor, jimnastik.
    * Herhangi bir duruma veya şeye alışkanlık kazanma.
    idman yapmak * beden hareketleri yapmak.
    idmancı * İdman yapan sporcu.
    idmanlı * İdman yaparak çeviklik kazanmışolan (kimse).
    * Herhangi bir şeye alışmışve onu yadırgamaz duruma gelmişolan (kimse).
    idmansız * İdman yapmamışolan, idmanı olmayan, çevikliği olmayan, ham.
    * Bir işe, bir duruma henüz alışmamışolan, acemi.
    idrak * Anlama yeteneği, anlayış, akıl erdirme.
    * Erişme, ulaşma.
    * Algı.
    idrak etmek * akıl erdirmek, anlamak, kavramak.
    * erişmek, ulaşmak.
    idraksiz * Anlayışsız, ahmak.
    idraksizlik * İdraksiz olma durumu, anlayışsızlık.
    idrar * Böbreklerde kandan süzülerek idrar yollarıyla dışarıya atılan sıvı, sidik.
    idrar zoru * İdrar torbasında biriken idrarıdışarıatmada zorluk çekme, sidik zoru.
    idris ağacı * Meyvesi hoşkokulu, kerestesi güzel bir kiraz türü, kokulu kiraz, mahlep (Prunus mahaleb).
    idris otu * Bir tür ayrık otu.
    ifa * Bir işi yapma, yerine getirme.
    * Ödeme.
    ifa etmek * yapmak, yerine getirmek.
    * ödemek.
    ifade * Anlatım.
    * Deyiş.
    * Bir duyguyu yüz aracılığıyla anlatan belirtilerin bütünü.
    * Mahkemede tanık ve sanıkların olay hakkında sözlü açıklamaları.
    * Dışa vurum.
    ifade etmek * anlatmak.
    * önem taşımak.
    ifade vermek * bir olayla ilgili olarak gördüğünü, bildiğini yetkili veya ilgili kimseye söylemek.
    ifadelendirme * İfadelendirmek işi.
    ifadelendirmek * Anlamlandırmak, bir şey anlatır duruma getirmek.
    ifadesini almak * sorguya çekmek.
    * görgü tanığının anlattıklarınıyazmak.
    * üstün gelmek; yenmek; tepelemek.
    iffet * Cinsî konularda ahlâk kurallarına bağlılık, sililik.
    * Namus.
    iffetli * İffettini koruyan, sili, afif.
    iffetsiz * İffetini korumayan, silisiz.
    iffetsizlik * İffetsiz olma durumu, silisizlik.
    ifil ifil * (rüzgâr, kar için) Hafif, kesintili ve yavaş bir biçimde.
    * Efil efil.
    ifildeme * İfildemek işi veya durumu.
    ifildemek * Hafifçe titremek; ürpermek.
    iflâh * Kötü, güç bir durumdan kurtulma, iyi bir duruma gelme, onma.
    iflâh etmek * kötü bir durum veya hastalıktan kurtarmak.
    iflâh olmak * onmak, düzelmek.
    iflâh olmamak * onmamak.
    iflâhıkesilmek * çaresiz kalmak.
    iflâhınıkesmek * gücünü tüketmek, bir daha düzelemeyecek bir duruma getirmek.
    iflâs * Borçlarınıödeyemediği mahkeme kararı ile tespit ve ilân olunan tüccarın durumu, batkı.
    * Yenilgiye uğramak, değerini yitirme.
    iflâs anlaşması * İflâs ile ilgili alınan karardan sonra borçların ödenmesine ilişkin anlaşma.
    iflâs bayrağını çekmek (veya borusunu çalmak) * (ticarette) batmak.
    * her şeyini yitirmek.
    iflâs davası * İflâs işlerine bakan mahkemelerde açılan dava.
    iflâs etmek * (bir kimse veya kuruluşiçin) mahkeme kararıyla anaparasınıyitirdiği açıklanmak, batmak.
    * (düşünce, iddia, tez, kimse vb.) yenilgiye uğramak, değeri düşmek.
    iflâs masası * İflâs davasının açıldığı anda borçların birleştirildiği durum.
    ifna * Yok etme.
    * Tüketme.
    ifna etmek * yok etmek.
    * tüketmek.
    ifrağ * Bir şeyi başka bir biçime, çevirme.
    * Boşaltım.
    ifrat * Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırıdavranma, taşkınlık.
    ifrat derecede * Aşırıölçüde.
    ifrat tefrit * Olumlu ve olumsuz anlamda en uç noktalar.
    ifrat tefritte kalmak (veya bulunmak) * en uç noktalarda bulunmak.
    ifrata kaçmak * çok ileri gitmek, aşırıdavranmak.
    ifrata vardırmak * bir şeyin ölçüsünü kaçırmak.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 11

    ifraz * Bir arazinin bölünmesi, parsellere ayrılması.
    * Salgı.
    ifraz etmek * bir araziyi bölmek, parsellere ayırmak.
    * salgılamak.
    ifrazat * Vücuttan çıkan kan, irin, ter gibi şeyler, salgılar.
    ifrit * Doğu masal ve efsanelerinde, kötü ve korkunç cin.
    * Öfkeli, ortalığı birbirine katan kimse.
    ifrit kesilmek (veya olmak) * çok öfkelenmek, çok kızmak.
    ifritleşme * İfritleşmek işi veya durumu.
    ifritleşmek * İfrit olmak.
    ifsat * Düzeni bozma, karışıklık çıkarma.
    * Kargaşalık.
    ifşa * Herhangi gizli bir şeyi, açığa çıkarma, yayma.
    ifşa etmek * gizli bir şeyi ortaya dökmek, açığa vurmak, yaymak, ilân etmek, afişe etmek, reklâm etmek.
    ifşaat * Gizli bir şeyi ortaya çıkarmak için yapılan açıklamalar.
    ifta * Herhangi bir işlemin veya eylemin din kurallarına uygun olup olmadığıkonusunda ilmiye mensuplarının
    fikir beyan etme yetkisi, fetva verme.
    iftar * Oruç açma, oruç bozma.
    * Oruç açma zamanı.
    * Ramazanda akşam yemeği.
    iftar etmek * oruç bozmak.
    iftar sofrası * Ramazanda akşam ezanı okununca oruç açmak için hazırlanmışsofra.
    iftar tabağı * Ramazanda genellikle lokantalarda yemek öncesi iftar açmak için genişçe bir tabağa dizilmişyiyecekler.
    iftar topu * İftar zamanını bildirmek amacıyla patlatılan top.
    iftar vakti * Ramazanda oruç açma zamanı.
    iftar yemeği * Ramazanda oruç açmak için hazırlanan yiyecek ve içeceklerin tümü, iftar sofrası.
    iftar zamanı * İftar zamanı.
    iftariye * İftar için hazırlanmışçerez ve yiyecek.
    iftariyelik * Ramazanda iftar açmak için ilk ağızda yenilecek ve içileceklerin tümü.
    iftarlık * Oruç açmak için hazırlanan yiyecek.
    * İftarda yenmeye elverişli.
    iftihar * Övünme, kıvanma, kıvanç, övünç.
    iftihar etmek * kıvanç duymak, övünmek.
    iftihar listesi * Övünç çizelgesi.
    iftihara geçmek * okuldaki başarısıve iyi davranışlarısebebiyle üstün öğrenci seçilmek, övünç çizelgesinde yer almak.
    iftira * Kasıtlıve asılsız suç yükleme, kara çalma, bühtan.
    iftira etmek (veya atmak) * bir suçu birinin üzerine atmak, kara çalmak, kara sürmek.
    iftiracı * Kara çalan, iftira eden (kimse), müfteri.
    iftiracılık * İftiracı olma durumu.
    iftiraya uğramak * kasıtlıve asılsız suç yüklenmek.
    iguana * İguanagillerden, 1-2 m boyunda, Amerika’nın tropikal bölgelerinde yaşayan, sırtında dikenli çıkıntılar
    bulunan, pullu, büyük sürüngen, Hint kertenkelesi (Iguana tuberculara).
    iguanagiller * Sürüngenler sınıfından, örnek hayvanı iguana olan bir familya.
    * Pamuk, yün gibi şeyleri eğirmekte kullanılan, ortasışişkin, iki ucu sivri ve bunlardan biri çoğu kez çengelli
    ağaç araç, eğirmen, kirmen.
    * Araba okunun ekseni.
    * Değirmen taşının ortasında bulunan ve yukarıdaki üst taşa geçen demir eksen.
    * Bkz. iğiplik.
    iğağacı * Ana yurdu Asya’nın dağlık bölgeleri olan, bazıtürlerinde yapraklarıkışın dökülen, odunu tornacılık ve
    kaplamacılıkta kullanılan, kömürü ile kara kalem resim yapılan küçük bir ağaç (Evonymus).
    iğiplik * Mitoz bölünme sırasında oluşan iğbiçimindeki uzantı.
    iğyağı * Yüksek hızlıve az yüklü parçaların yağlanmasında kullanılan, düşük viskoziteli bir yağ.
    iğbirar * Gücenme, güceniklik, kırgınlık.
    iğci * İğkullanan, yapan veya satan (kimse).
    iğde * İğdegillerin örnek bitkisi olan bir ağaç (Elaeagnus).
    * Bu ağacın zeytin biçiminde, kabuğu kırmızıya çalan sarırenkte, beyaz unlu, tadımayhoşyemişi.
    iğdegiller * İki çeneklilerden, örneği iğde olan bitki familyası.
    iğdemir * Marangozlukta ağaç delmek için kullanılan çelik araç.
    İğdir * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    iğdiş * Erkeklik bezleri çıkarılarak veya burularak erkeklik görevini yapamayacak duruma getirilmişolan (hayvan
    ve özellikle at).
    iğdişetmek * hayvanlarda erkeklik bezlerini çıkarmak veya körletmek, burmak, enemek.
    iğfal * Aldatma, ayartma, kandırma, baştan çıkarma.
    * Bir kadınıaldatma, baştan çıkarma.
    iğfal etmek * aldatmak, kandırmak, baştan çıkarmak.
    * bir kadınıaldatmak, baştan çıkarmak.
    iğlik * İçinde herhangi bir sayıda iğbulunan.
    iğmek * Bkz. eğmek.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 3

    İcra ve İflâs Hukuku * Alacaklının devlet gücünün yardımıyla alacağına nasıl kavuşacağını düzenleyen hukuk dalı.
    icra vekili * Bakan.
    icraat * Yapılan işler, çalışmalar, uygulamalar.
    icraata geçmek * uygulamaya veya çalışmaya başlamak.
    icraatçı * Uygulayan, çalışan, yapan kimse.
    icracı * Bir buyruğu yerine getiren kimse.
    * İcranın verdiği kararlarıuygulayan görevli.
    * Bir konserde bir eseri çalan veya söyleyen kimse.
    icraya vermek * alacağın borçludan alınabilmesi için icraya başvurmak.
    * Herhangi bir durumun, cismin veya alanın sınırlarıarasında bulunan bir yer, dahil, dışkarşıtı.
    * Oyuk olan veya oyuk sayılabilen şeylerin boşluğu.
    * Cisimlerin yüzeyleri arasında kalan her nokta.
    * (toplu bir durumda bulunan) Kimse veya nesnelerin arasında bulunan kimse veya nesne.
    * Ten ile dışgiysiler arası.
    * Kabuğu olan veya dışıkabuk durumunda bulunan yiyeceklerde kabuğun sardığı bölüm.
    * Pirinç, soğan ve baharatla hazırlanan, dolmalarda kullanılan karışım.
    * Mide, bağırsak, karın.
    * Akıl, gönül, irade gibi insanın manevî varlığını oluşturan şeylerden herhangi biri.
    * Bir ülkede, şehirde, toplulukta vb.de olan veya yapılan.
    * (somut kavramlarda) İki veya ikiden çok şeyde merkeze daha yakın olan.
    * İnsanın manevî varlığıyla ilgili olan.
    * Muhteva.
    * Değişik yemeklerde kullanılmak üzere et ile sebzelerin ince kıyımının karıştırılmasıve yoğrulmasıyla
    meydana getirilen karışım.
    iç açıcı * Gönlü ferahlatıcı.
    * Umut veren, iyi bir durumda olan.
    iç açmak * gönüle ferahlık vermek, gönlü ferahlatmak.
    iç ağa * Vezirlerin gözde uşağı.
    iç asalak * Konakçının içinde yaşayan asalak.
    iç bağlamak * Bkz. iç tutmak.
    iç bakla * Yaş baklanın tanesi.
    iç barış * Ailede veya toplumda iç huzuru sağlama.
    iç başkalaşım * Püskürük magmaların, soğurduklarıkültelerin etkisi altında, birleşimlerinden oluşan başkalaşım.
    iç bellek * Bilgisayarın girişçıkışkanallarıkullanılmaksızın erişebildiği bellek.
    iç bölge * Bir limanı ithalât ve ihracat etkinlikleri bakımından besleyen, ona çeşitli ulaşım yollarıyla bağlı, dar veya
    geniş bölge, hinterlant.
    iç bulantısı * Mide bulantısı.
    iç bükün * Bazıyabancıdillerde Arapça ilim, muallim, âlim, talim sözlerinde olduğu gibi kelimenin içinde oluşan
    büküm.
    iç cep * Palto, pardösü, ceket gibi giysilerin iki ön parçasına açılan cep.
    iç cümle * Bir cümle içinde tümleç gibi kullanılan başka bir cümle.
    iç çamaşırı * Fanilâ, kilot gibi tene, içe giyilen giysi.
    iç çekmek * üzüntüyle göğüs geçirmek; hıçkırıkla ağlamak, ahlamak.
    iç çokgen * Bütün köşeleri aynı çember üzerinde olan çokgen.
    iç denge * Ruhî durum, psikolojik yapı.
    iç deniz * Boğazlarla ana denize bağlı olan deniz.
    iç deri * Bitkilerin kök, sap ve yapraklarında kabuğun iç bölümü, endoderm.
    * Sindirim ve solunum kanallarının iç yüzlerini ve sindirim kanalına bağlı bezlerin (karaciğer, pankreas) içini
    örten tabaka, endoderm.
    iç donu * Tene giyilen don.
    iç dünya * Bireyin ruhî yaşamının bütünü.
    iç ek * Bazıdillerde kelime kökünün içine giren ek.
    iç etmek * eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeyerek kendine mal etmek.
    iç evlilik * Evlenecek kimsenin eşini, kendi boy veya soyu içinden seçmesi kuralına dayalıevlilik biçimi, endogami.
    iç geçirmek * derin soluk alarak üzüntüsünü belli etmek, içini çekmek.
    iç gezegen * Yörüngesi yer yörüngesinin içinde kalan gezegen (Merkür, Venüs).
    iç gıcıklamak * istek uyandırmak.
    * huylandırmak.
    iç göbek * Çiçeklerin dişi organında yumurtacık ile kabuğu arasındaki bağ.
    iç güvey * Karısının ailesinin evinde oturan damat.
    iç güveyi * Bkz. iç güvey.
    iç güveyi girmek * karısının ailesinin evinde oturmak üzere evlenmek.
    iç güveyinden hâllice * “nasılsın” sorusuna şaka yollu “oldukça iyiyim” anlamında verilen karşılık.
    iç güveylik * İç güveyi olma durumu.
    iç güveysi * Bkz. iç güvey.
    iç harp * İç savaş.
    iç hastalıkları * Bkz. dahiliye.
    iç hastalıklarıuzmanı * Bkz. dahiliyeci.
    iç hat * Yurt içi ulaşım yolu.
    * Yurt içi iletişim.
    iç ısıtıcı * Mutluluk veren, neşelendiren.
    iç içe * Birbirinin içinde, karışık bir durumda, birbirine çok yakın.
    * Biri ötekinin içinde veya birine ötekinden geçilen.
    iç işleri * Bir ülkede iç işleri bakanlığının sorumluluğundaki işler.
    * Bir kurum, kuruluşvb.nin yönetimiyle ilgili işler.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 4

    iç kapak * Kitabın dışkapaktan sonra gelen, adınıve bazıözelliklerini içeren sayfa.
    iç kavuz * Buğdaygil çiçeğinin erkek ve dişi organlarını içerisinde tutan ve başakçık eksenine aşağıdan ve dıştaraftan
    bağlanmışolan kavuz.
    iç kulak * Kulağın işitme sinirlerinin bulunduğu bölümü.
    iç kuyu * Yer altında, ocak katlarıarasında bulunan ve ağzıyer üstüne açılmayan kuyu türü.
    iç lâstik * Arabalarda dıştaki koruyucu lâstiğin içinde bulunan ve hava ile doldurulan lâstik, şambriyel.
    iç merkez * Depremin başladığıyer olarak kabul edilen nokta.
    iç mimar * Bir yapının içini süsleyen, düzenleyen ve döşeyen sanatçı, dekoratör.
    iç mimarî * Bir yapının içini süsleme ve döşeme sanatı.
    iç mimarlık * Bir yapının içini süsleme ve döşeme sanatı, dekoratörlük.
    iç odun * Ağaç gövdesinin kendi çevresinde bulunan, sertleşmişve odunlaşmışhücrelerden oluşan, genellikle koyu
    renkli bölümü.
    iç oğlanı * Osmanlıİmparatorluğunda, saraylarda türlü devlet hizmetleri için aday olarak yetiştirilen gençlere verilen
    ad, celep.
    iç pazar * Ülke içinde yapılan satış.
    iç pilâv * Tavla zarı büyüklüğünde doğranmışkuzu ciğeri, fıstık, pirinç, kuşüzümü, yağve baharat kullanılarak
    pişirilen bir pilâv türü.
    iç plâzma * Bir hücreli canlılarda protoplâzmanın merkez bölümüne verilen ad.
    iç politika * Bir devletin kendi sınırları içinde kamu işlerinin örgütlenmesine ve yönetime ilişkin uyguladığısiyaset.
    iç salgı * Vücuttaki salgı bezlerinin doğrudan doğruya kana karışacak yolda çıkardıklarısalgı, endokrin.
    iç salgı bezi * Salgısı bir boşaltım kanalıyerine doğrudan doğruya kana karışan bez.
    iç salgı bilimi * İç salgı bezlerinin gelişmelerini, işlevlerini, hastalıklarını inceleyen biyoloji ve tıp dalı, endokrinoloji.
    iç savaş * Bir ülke içinde çıkan savaş, dahilî harp.
    iç ses * Kelimenin ön ses ve son sesi arasında kalan ses veya sesler.
    iç ses düşmesi * Kelime içindeki bir ünsüzün kaybolması.
    iç su * Denizlerden uzak bölgelerde bulunan göl veya göletler.
    iç ters açı * İki paralel doğruyu kesen üçüncü bir doğrunun iki yanında ve paralellerin içinde altlıüstlü ortaya çıkan
    dört açıdan her biri.
    iç turizm * Halkın kendi ülkesinde yaptığı gezi.
    iç tutmak (veya iç bağlamak) * yemişin içi oluşmak.
    iç tümce * İç cümle.
    iç türeme * Kelimenin aslında bulunmayan bir ünlünün veya ünsüzün iç seste belirmesi.
    iç tüzük * Bir kuruluş, meclis, kurum vb.nin iç işlerini düzenleyen tüzük.
    iç yarıçap * Düzgün bir çokgenin içine çizilen dairenin yarıçapı.
    iç yüz * Herkesçe bilinmeyen, anlaşılmayan ve görünenden büsbütün başka olan sebep veya nitelik, mahiyet, zamir,
    künh.
    iç zar * Çiçek tozunu saran iki zardan içte olanı.
    içbükey * Yüzeyi düzgün ve pürüzsüz çukur biçiminde olan, obruk, mukaar, konkav.
    içe bakış * Deneğin bilincinde olanları izleyerek ruh süreçlerin özellik ve nitelikleri hakkında bilgi vermesi durumu.
    içe dönük * Gerginlik ve çatışma durumlarında kendi içine kapanarak başkalarından kaçan (kimse).
    içe dönüklük * Kişinin dikkat ve ilgisinin, dışçevreden çok, öncelikle kendi duygu ve yaşantılarıüzerinde toplanması
    durumu.
    içe kapanık * Dışdünyaya karşı ilgi ve ilişkisi güçsüz, içine kapanık (kimse).
    içe kapanıklık * İçe kapanık olma durumu.
    içe yöneliklik * Gerçeklerden kaçınarak hayal olaylara bağlılığı geliştirme ve düşünceleri, daha çok dileklerin yönetmesine
    bırakmak durumu, otizm.
    içecek * İçilen her şey, meşrubat.
    * İçilmeye elverişli.
    içecek suyu olmak * o yere gitmesi kısmet olmak.
    içeri * İç yan, iç bölüm.
    * Belirtilen durumunda, iç, iç yüzey.
    * İç yüzeyde, iç bölümde olan.
    * İç yana, iç yana doğru.
    * Gönül, yürek.
    * Hapishane.
    içeri girmek * bir işveya alışverişte zarar etmek.
    * hapse girmek.
    içeride olmak * zarar etmişolmak, borçlanmışolmak.
    * hapishanede olmak.
    içeriden evlenmek * Bkz. iç evlilik.
    içerik * Bir şeyin içinde bulunan ögelerin bütünü, muhteva.
    * Bir anlatımda verilmek istenen öz; düşünce, duygu ve imgelerin bütünü.
    * Herhangi bir ruhî süreç veya düşünsel işlevi oluşturan ögelerin bütünü.
    * Bir cümle veya yargıda açıkça söylenmemekle birlikte var olduğu anlaşılabilen, zımnî.
    içerikli * Herhangi bir nitelikte, konuda içeriği olan.
    içerisi * Bkz. içeri.
    içeriye atmak (almak veya tıkamak) * hapsetmek.
    içeriye dalmak * kapalı bir yere hızlıca girmek.
    içeriye düşmek * hapse girmek.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 5

    içerlek * Yanındakilerden daha içeride, daha geride bulunan.
    * İçine çökmüş, derinde olan.
    içerleme * İçerlemek işi.
    içerlemek * İçin için öfkelenmek; kırılmak.
    içerleyiş * İçerlemek işi veya biçimi.
    içerme * İçermek işi, tazammun, ihtiva.
    içermek * İçine almak, içinde bulundurmak, ihtiva etmek.
    * Bir şey, başka bir şeyin varlığını gerektirmek, biri ötekini ister istemez düşündürmek, tazammun etmek.
    içgüdü * Bir canlıtürünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak, doğuştan gelen bilinçsiz her türlü
    hareket ve davranış, insiyak, sevkıtabiî.
    * Organizmayı o türe özgü olan bir amaca ulaşmaya sürükleyen davranışeğilimi.
    içgüdülü * İçgüdüsü olan, insiyakî.
    içgüdüsel * İçgüdü ile ilgili, insiyakî.
    içi (veya midesi) kazınmak (veya kıyılmak) * açlıktan midesinde eziklik duymak.
    içi açılmak * güzel bir şey karşısında sıkıntısıdağılmak, ferahlamak.
    içi alaylı, dışıkalaylı * dışgörünüşü iyi, ancak içi bozuk (kimse).
    içi almamak * midesi kabul etmemek.
    * sakıncalı gördüğünden veya beğenmediğinden, bir işi yapmak istememek.
    içi bayılmak * çok acıkmak.
    * çok şekerli veya yağlıyiyecek ağır gelmek.
    içi beni yakar, dışıeli (veya seni) yakar * dışgörünüşü ile başkalarının hoşuna giden bir şey veya durumun gerçekten kötü yönleri olduğunu
    belirtmek için kullanılır.
    içi bulanmak * kusacak gibi olmak.
    içi burkulmak (veya içi sızlanmak) * bir şeye çok üzülmek.
    içi cız etmek * ansızın içi sızlamak.
    içi çekmek * istek duymak.
    içi çıfıt çarşısı * her işte aklından türlü kötülükler geçiren.
    içi dar * Beklemeye dayanamayan, tez canlı, sabırsız.
    içi daralmak * sıkılmak, bunalmak.
    içi dayanmamak * Bkz. içi götürmemek.
    içi dışı bir * düşündüğünü açıkça söyleyen, gizli bir düşüncesi olmayan, iki yüzlü olmayan, özü sözü bir.
    içi dışına çıkmak * kusmaktan çok rahatsız olmak.
    * bir taşıtta, kötü yol sebebiyle çok sarsılıp kusmak.
    içi erimek * kaygıduymak, çok üzülmek.
    içi ezilmek * üzülmek, yüreği burkulmak.
    * sıkıntıve heyecan içine düşmek.
    içi geçmek * istemeden kısa bir süre uyuyuvermek.
    * bir işe yaramaz duruma gelmek.
    * yaşlılıktan, güçsüzlükten isteksiz olmak, hiçbir şeye ilgi duymamak.
    * kavun, karpuz vb. yenmeyecek biçimde içi bozulmuşolmak.
    içi geniş * Sabırlı, rahat, huzurlu, gamsız, tasasız.
    içi gitmek * içi sürmek.
    * bir şeyi yapmayıveya elde etmeyi çok istemek.
    içi götürmemek * (acıklı bir durum karşısında) dayanamamak.
    * kıskanmak, çekememek.
    * vicdanına sığdıramamak.
    içi hop etmek * birdenbire heyecanlanmak.
    içi ısınmak * hoşlanmak, sevmek.
    içi içine geçmek * tedirgin olmak.
    içi içine sığmamak * telâş, sabırsızlık, coşkunluk göstermekten kendini alamamak.
    içi içini yemek * istediğini yapamamak yüzünden üzülmek; dert etmek.
    içi kabul etmemek * (bir şeyden) midesi bulanmak.
    içi kalkmak (veya kabarmak) * iğrenerek bulantıduymak.
    * taşkın bir ağlama duygusu içinde bulunmak.
    * duygulanmak, heyecanlanmak.
    içi kan ağlamak * çok üzüntü duymak.
    içi kapanmak * sıkılmak, bunalmak.
    içi kararmak * sıkılmak, bunalmak; hiçbir şeyden tat alamaz olmak.
    * umutsuzluğa düşmek.
    içi paralanmak (veya parçalanmak) * birine acıyarak çok üzülmek.
    içi pır pır etmek * Bkz. içi vık vık etmek.
    içi rahat etmek * kaygıduyulacak bir konu bulamadığınıöğrenerek ferahlamak.
    içi sıkılmak * bunalmak.
    içi sızlamak * bir şey veya kişi için çok üzülmek.
    içi sürmek * ishal olmak.
    içi tez * Aceleci, sabırsız, yavaşyapılan işten sıkılan.
    içi titremek (veya titrememek) * özen göstermek.
    * çok üşümek.
    * duygulanmak.
    içi vık vık (fık fık veya pır pır) etmek * sabırsızca, tedirgin davranmak.