Kategori: İ

  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 17

    iki eli şakaklarında düşünmek * derin derin düşünmek.
    iki eli yanına gelmek * ölerek Tanrıkatına çıkacağı için yalan söylemek.
    iki eşeyli * Erkek ve dişi eşey organları bir arada bulunan, iki cinslikli.
    iki evcikli * Erkek ve dişi çiçekleri ayrıayrı bitkilerde bulunan (bitki).
    iki fazlı * Aralarında devrenin dörtte biri kadar faz farkı olan (aynıfrekans ve genlikte iki alternatif akım veya
    gerilim).
    iki geçeli * Karşılıklı iki sıra olarak, iki yanlı.
    iki gönül bir olunca samanlık seyran olur * birbirini sevenler için zenginlik önemli değildir.
    iki gözü iki çeşme ağlamak * sürekli veya çok ağlamak.
    iki gözüm (iki gözümün nuru) * okşayıcı bir seslenişolarak kullanılır.
    iki hırtı, bir pırtı * aşırıyoksulluğu anlatır.
    iki kanatlılar * Çift kanatlılar.
    iki kaptan bir gemiyi batırır * bir iş, iki taraftan gelen buyruklarla yürütülemez.
    iki karpuzu bir koltuğa sığdırmak * aynıanda iki işi veya görevi yapmak.
    iki kat olmak * iki büklüm olmak.
    iki katlı * Üst üste iki katı olan.
    iki kere iki dört eder * gerçekliğinden şüphe edilmeyecek kadar açık.
    iki kulak bir dil için * çok dinleyip az söylemeli.
    iki lâfı bir araya getirememek * düşündüğünü doğru dürüst ifade edememek.
    iki lâkırdıetmek * iki çift lâf etmek.
    iki lâkırdıyı bir araya getirmek * Bkz. iki lâfı bir araya getirememek.
    iki nokta * Üst üste konmuşiki nokta biçimindeki noktalama işareti (:).
    iki paralık * Değersiz, önemsiz.
    iki paralık etmek * değerini, onurunu düşürmek.
    iki paralık etmek * değerini, onurunu düşürmek.
    iki paralık olmak * değerini, onurunu yitirmek.
    iki paralık olmak * değerini, onurunu yitirmek.
    iki parmaklı * İki parmağı olan (hayvan).
    iki rahmetten (veya iyilikten) biri * (çok acıçeken ağır hastalar için) iyileşme veya ölüm.
    iki satır lâf etmek (veya konuşmak) * dostça biraz söyleşmek.
    iki seksen uzanmak * bir çarpma, vurma sonucu boylu boyunca serilmek.
    iki söz bir pazar * uzun boylu pazarlık etmeden.
    iki sözü (veya lâkırdıyı) bir araya getirememek * düşündüğünü düzgün bir biçimde anlatamamak, iki lâfı bir araya getirememek.
    iki şekilli * Birbirinden farklı iki biçimde billûrlaşan.
    iki şıktan biri * iki seçenekten, iki çözüm yolundan biri.
    iki tek * Kürek yarışlarında sancak ve iskelesinde ayrıayrı oturaklarda ve sadece birer küreği olan tekne.
    iki tek atmak * iki kadeh içki içmek.
    iki telli * İki teli olan bir çeşit saz.
    iki terimli * Toplama (+) veya çıkarma (-) işaretiyle birbirine bağlanan iki terimden oluşan cebirsel anlatım.
    iki terimli * Bkz. iki terimli.
    iki ucu boklu değnek * ne yönden bakılırsa bakılsın çözülmesi çok güç işveya durum.
    iki ucunu bir araya getirememek * gelirle gideri denkleştirememek, işleri düzene koyamamak.
    iki yakası bir araya gelmemek * geçim sıkıntısından bir türlü kurtulamamak, borçtan kurtulamamak.
    iki yakasını bir araya getirmek * maddî sıkıntıdan kurtulup rahata ermek.
    iki yaşayışlı * Hem suyun içinde, hem karada yaşayabilen, amfibi.
    iki yüzlü * İki tarafı olan veya iki taraflıkullanılan.
    ikici * İkicilik felsefesini kabul eden, düalist.
    ikicilik * Birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız, birbirine geri götürülemeyen, birbirinin yanında veya karşısında
    bulunan iki ilkenin varlığınıkabul eden görüş, düalizm.
    ikide bir (veya ikide birde) * ara sıra, sık sık.
    ikilem * İki önermesi bulunan ve her iki önermenin vargısı olan tasım, kıyasımukassim, dilemma: Fatih’in, babası
    II. Murat’a yolladığı bir haber güzel bir ikilem örneğidir.
    * İnsanı istenmeyen seçeneklerden birini, çoğunlukla iki seçenekten birini izlemeye zorlayan tartışma, sorun
    veya usa vurma durumu.
    ikileme * İkilemek işi.
    * Anlamı güçlendirmek için aynıkelimenin tekrarlanması, anlamları birbirine yakın, karşıt olan veya sesleri
    birbirini andıran kelimelerin yan yana kullanılması: Yavaşyavaş, irili ufaklı, aşağıyukarı gibi.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 18

    ikilemek * Bir şeyin sayısını ikiye çıkarmak.
    * Tekrarlamak, yinelemek.
    * Tarlayı iki kez sürmek.
    ikilenme * İkilenmek işi.
    ikilenmek * İkilemek işi yapılmak.
    ikileşme * İkileşmek işi.
    ikileşmek * Sayısı ikiye çıkmak.
    ikiletme * İkiletmek işi.
    ikiletmek * İkilemek işini yaptırmak.
    ikili * İki parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden iki tane bulunan.
    * İskambil, domino gibi oyunlarda iki işareti bulunan (kâğıt veya pul).
    * İki yan arasında yapılmış.
    * İki çalgıveya iki ses için düzenlenmişmüzik parçası, duo.
    * İki kişiden oluşmuştopluluk.
    * At yarışlarında aynıkoşunun birincisi ile ikincisini tahmin ederek oynanan veya alınan bilet.
    ikili çatı * İki görevde de kullanılabilen çatı; alınmak, toplanmak, sanılmak sözlerinin hem dönüşlü, hem de edilgen
    çatı olarak kullanılması gibi.
    ikili kök * Hem isim kökü, hem fiil kökü gibi kullanılan kök.
    ikili oynamak * karşı olan yanlardan hem birini hem öbürünü destekler görünmek.
    * at yarışlarında birinci ile ikinciyi tahmin edip para yatırmak.
    ikili ünlü * Hecede yan yana bulunan iki ünlü, diftong.
    ikili yatak * İki kişinin yatabileceği tek parça yatak.
    ikilik * İkisi bir arada, iki taneden oluşmuş, iki tane alabilen.
    * Görüşveya düşünce için, ikiye bölünmüşolma durumu.
    * İki değişik kullanımıveya uygulaması olma durumu.
    * Birlik notanın ikide biri uzunluğunda nota.
    * İki kuruşluk gümüşakçe.
    ikinci * İki sayısının sıra sıfatı.
    * Sırada önem bakımından birinciden sonra gelen.
    * Yeni, bir başka.
    * Birinciden sonra gelen kimse veya nesne.
    * Değer ve kalitece birinciden sonra gelen.
    ikinci çağ * Yeryüzünün yaklaşık yüz elli milyon yıllık çağı, mezozoik.
    ikinci ferik * Tümgeneral.
    ikinci gelmek * bir yarışmada birinciden sonraki dereceyi almak.
    ikinci yarı * Futbolda iki dönemden son olanı.
    ikinci zaman * İlk zaman olan paleozoyik ile üçüncü zaman arasındaki jeoloji ile zaman birimi, mezozoyik.
    ikinci zar * Bitkilerde tohumu örten zarların dıştan ikincisi.
    ikincil * Sırada önem bakımından ikinci derecede olan, tali, sekunder.
    ikincil grup * Birbirleriyle ilişkileri şahsî olmayan, resmî ilişkilere dayanan etkileşmelerle ilişki içine giren ikiden fazla
    insanın oluşturduğu topluluk.
    ikincilik * İkinci olma durumu veya derecesi.
    ikindi * Öğle ile akşam arasındaki süre.
    * İkindi vakti kılınan namaz.
    ikindi ezanı * İkindi namazına çağrı için okunan ezan.
    ikindi namazı * İkindi süresi içinde kılınması gereken namaz, ikindi.
    ikindi vakti * İkindi için belirlenen süre.
    ikindi zamanı * Bkz. ikindi vakti.
    ikindiden sonra dükkân açmak * bir işe başlamakta geç kalmak.
    ikindiüstü * İkindiye doğru.
    ikindiüzeri * Bkz. ikindiüstü.
    ikindiyin * İkindi vaktinde.
    ikircik * İşkil.
    * Kararsızlık, tereddüt.
    ikirciklenme * İkirciklenmek işi.
    ikirciklenmek * İşkillenmek.
    * Kararsız olmak.
    ikircikli * İşkilli.
    * Kararsız, mütereddit.
    ikirciklik * İkircikli olma durumu, tereddüt.
    ikircil * İki anlama da gelen ve iki türlü yorumlanabilecek nitelikte olan.
    ikircim * İkircik.
    ikircimli * İkircikli.
    ikircimlik * İkirciklik.
    ikisi bir kapıya çıkmak * aynısonuca varmak, aynısonucu doğurmak.
    ikisini bir kazana koysalar kaynamazlar * aralarındaki anlaşmazlık o kadar büyüktür ki onlarıuzlaştırma çaresi bulunamaz.
    ikişer * İki sayısının üleştirme sıfatı, her defasında ikisi bir arada olan, her birine iki.
    ikişer ikişer * Her defasında ikisi bir arada olarak.
    ikişer olmak * ikişer ikişer sıraya dizilmek.
    ikiyüzlü * Özü sözü bir olmayan, riyakâr, müraî.
    * İki yanıda kullanılabilen.
    ikiyüzlülük * İkiyüzlü olma durumu, riyakârlık, müraîlik.
    * İki yüzlü olma durumu.
    ikiz * Bir doğumda dünyaya gelen iki (kardeş).
    * Aynıçiçekte oluşmuş birbirine yapışık iki meyve.
    * Birbirine tamamen benzeyen, eş.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 12

    iğne * Dikişdikmeye yarayan, ince, ucu sivri, bir ucunda iplik geçecek deliği bulunan çelik araç.
    * İki şeyi birbirine tutturmaya yarar ince, uzun, ucu sivri, metal araç.
    * Toplu iğnenin süs olarak kullanılan türü.
    * Altındaki iğne ile tutturulan süs eşyası.
    * Bazıaraçların ucu sivri parçaları.
    * Kaslar veya damar yoluyla vücuda sıvı bir ilâcıvermek için kullanılan araç, enjektör, şırınga.
    * Zerk yolu ile vücuda verilen ilâç.
    * Vücuda bu yolla ilâç verme işi.
    * Dokunaklısöz.
    * Bazı böceklerde bulunan savunma organı.
    * Oltanın ucundaki küçük çengel.
    * Bitkilerde yumurtacıkla tepecik arasındaki sapçık.
    iğne ardı * İğneyi, çıkışnoktasının gerisinden saplayıp daha ileriden çıkararak yapılan aralıksız dikişveya nakıştürü.
    iğne atsan yere düşmez * çok kalabalık.
    iğne deliği * İğnenin arkasında iplik geçirilen delik.
    iğne deliği gibi * küçücük.
    iğne deliğinden Hindistan’ıseyretmek * küçük bir olaydan büyük anlamlar çıkarmak.
    iğne deliğine girmek * kimsenin bulamayacağı bir biçimde gizlenmek, saklanmak.
    iğne ile kuyu kazmak * yetersiz araçlarla, sürekli ve sabırlıçalışmalarla çok güç olan veya çok ağır yürüyen bir işi başarmaya
    çalışmak.
    iğne ipliğe dönmek * çok zayıflamak.
    iğne oyası * İğneyle değişik biçimli veya düğümlü ilmekler oluşturularak ve bunlar birleştirilerek yapılan oya.
    iğne üstünde oturmak * Bkz. diken üstünde oturmak.
    iğne yapmak (veya vurmak) * iğne ile vücuda sıvı bir ilâç vermek.
    iğne yaprak * Çam türlerinde görülen, ince uzun, sivri uçlu yaprak.
    iğne yapraklılar * Kozalaklılar.
    iğne yastığı * İğnelik.
    iğne yurdu * İğne gözü, iğne deliği.
    iğne yutmuşite (veya maymuna dönmek) * zayıf ve bitkin duruma gelmek.
    iğneci * İğne yapan kimse.
    iğnecik * Bazı omurgasız hayvanlarda rastlanan silis veya kalkerden oluşmuş, iğne biçiminde küçük çıkıntı.
    * Deniz teknelerinde dümen menteşesi.
    iğnecilik * İğnecinin yaptığı iş.
    iğneden ipliğe kadar * ne kadar eşya varsa, her şey.
    iğnedenlik * İğnelik.
    iğneleme * İğnelemek işi.
    iğnelemek * İğne ile tutturmak.
    * Üstü kapalı olarak onur kırıcı, üzüntü verici söz söylemek.
    iğnelenme * İğnelenmek işi.
    iğnelenmek * İğnelemek işi yapılmak, veya iğnelemek işine konu olmak.
    * İğne batar gibi acıduyulmak.
    iğneleyici * Kırıcı, dokunaklı(söz veya davranış).
    * Kırıcı bir biçimde.
    iğneleyiş * İğnelemek işi veya biçimi.
    iğneli * İğnesi olan.
    * İğne ile tutturulmuş, iğnelenmiş.
    * Kırıcı, gücendirici; dokunaklı, onur kırıcı, kinayeli.
    iğneli fıçı * Çok sıkıntıve üzüntü veren durum veya şey.
    iğneli söz * Dokunaklı, kırıcısöz.
    iğnelik * Üzerine iğne saplanan küçük yastık, iğnedenlik, iğne yastığı.
    iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batırmak * hoşlanılmayan bir davranışı başkalarından önce kendinde denemek.
    iğrenç * İğrenme duygusu uyandıran, tiksindiren, müstekreh.
    iğrençlik * İğrenç olma durumu.
    iğrendirme * İğrendirmek işi.
    iğrendirmek * İğrenmesine yol açmak.
    iğrengen * Her şeyden iğrenme huyu olan.
    iğrengenlik * İğrengen olma durumu.
    iğrenilme * İğrenilmek işi veya durumu.
    iğrenilmek * İğrenmek işi yapılmak.
    iğreniş * İğrenmek işi veya biçimi.
    iğrenme * İğrenmek işi.
    iğrenmek * Bir şeyi tiksindirici bulmak, istikrah etmek.
    * Aşağılık, bayağı bulmak, tiksinmek.
    iğrenti * İğrenme.
    iğreti * Bkz. eğreti.
    iğretileme * Bkz. eğretileme.
    iğretilik * Bkz. eğretilik.
    iğri * Bkz. eğri.
    iğrilik * Bkz. eğrilik.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 13

    iğrilmek * Bkz. eğrilmek.
    iğritmek * Bkz. eğritmek.
    iğtinam * Ganimet yoluyla alma, yağma.
    ihale * Bir işi veya bir malı birçok istekli arasından en uygun şartlarla kabul edene bırakma, eksiltme veya artırma.
    ihale etmek * bir işi en uygun görülene bırakmak.
    ihaleye çıkarılmak * eksiltmeye (veya artırmaya) çıkarılmak.
    iham * Kuruntuya düşürme.
    * İki anlamı olan bir sözün akla en az gelen anlamının amaçlanarak kullanılmasıve anlamı güçlendirmesi
    sanatı.
    ihanet * Hıyanet, hainlik.
    * Sevgide aldatma, sadakatsizlik.
    * Gerektiğinde yardımda bulunmama, bir kimsenin güvenini yok etme.
    ihanet etmek * hainlik, kötülük etmek.
    * (karı, koca için) aldatmak.
    ihanete uğramak * aldatılmak, sadakatsizlik görmek.
    ihata * Kuşatma, sarma, çevirme, çevreleme.
    * Kavrayış, anlayış.
    ihata etmek * çevirmek, çevrelemek, kuşatmak, sarmak.
    * kavramak, anlamak.
    ihatalı * Alanı geniş.
    * Kavrayışlı, anlayışlı.
    ihbar * Bildirme, bildirim, haber verme.
    * Suçlu saydığı birini veya suç saydığı bir olayıyetkili makama gizlice bildirme, ele verme.
    ihbar etmek * bildirmek, haber vermek.
    * bir suçu veya suçluyu yetkili makama gizlice bildirmek.
    ihbar tazminatı * Bildirim ödencesi.
    ihbarcı * Haber veren, bildiren kimse.
    * Muhbir.
    ihbarcılık * Muhbirlik.
    ihbariye * Haber verme kâğıdı, bildirim, ihbarname.
    * Haber verme ücreti.
    ihbarlama * İhbarlamak işi.
    ihbarlamak * İhbar etmek.
    ihbarlı * Önceden bildirilmiş, haber verilmiş.
    ihbarname * Haber verme kâğıdı, bildirim, ihbariye.
    ihdas * Ortaya çıkarma, meydana getirme.
    * Kurma.
    ihdas etmek * ortaya çıkarmak, meydana getirmek.
    * kurmak.
    ihlâl * Bozma, zarar verme.
    ihlâl etmek * bozmak, zarara uğratmak.
    ihlâs * Temiz sevgi ve yürekten bağlılık.
    * Saf ibadet.
    ihlâslı * İhlâsıyerinde ve sağlam olan (kimse).
    ihmal * Gereken ilgiyi göstermeme, boşlama, savsaklama, savsama, önem vermeme.
    ihmal edilmek * unutulmak, yok sayılmak, kaldırılmak.
    ihmal etmek * savsamak, savsaklamak, boşlamak, önem vermemek.
    ihmalci * Savsak, ihmalkâr.
    ihmalcilik * İhmalci olma durumu.
    ihmalkâr * Savsak, ihmalci.
    ihmalkârlık * Savsaklama.
    ihnaklama * Sıkıştırma.
    ihracat * Bir ülkenin ürettiği malları başka bir ülkeye veya ülkelere satması, dışsatım.
    ihracatçı * İhracat işleriyle uğraşan, dışsatımcılık.
    ihracatçılık * İhracat işleriyle uğraşma, dışsatımcılık.
    ihraç * Çıkarma, dışarıya atma.
    * Üretim fazlasınıyurt dışına satma.
    ihraç edilmek * ilişkisi kesilmek, çıkarılmak.
    ihraç etmek * çıkarmak, dışarıatmak.
    * üretim fazlasımalıyurt dışına satmak.
    ihram * Eskiden Yunanlıların, Romalıların, günümüzde de Berberîlerin büründükleri geniş, beyaz, yünlü çarşaftan
    giysi.
    * Kâbe’ye girerken hacıların örtündükleri dikişsiz bürgü.
    * Yün yaygı.
    ihrama girmek * hac görevini yerine getirmek üzere ihram giymek.
    ihramdan çıkmak * hac görevini tamamladıktan sonra giyilen ihramıçıkarmak.
    ihraz * Kazanma, elde etme, erişme.
    ihraz etmek (veya eylemek) * kazanmak, elde etmek, erişmek.
    ihsan * İyilik etme, iyi davranma.
    * Bağışlama, bağışta bulunma.
    * Bağışlanan şey, kayra, lütuf, inayet, atıfet.
    * Karşılık beklemeden yapılan yardım, iyilik.
    ihsan etmek (veya buyurmak) * bağışta bulunmak, bağışlamak.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 14

    ihsanıhümayun * Padişah tarafından yeteneği veya başarısıdolayısıyla birine verilen görev, rütbe veya ödül.
    ihsas * Üstü kapalıanlatma, sezdirme, ima.
    * Duyum.
    ihsas etmek * sezdirmek, ima etmek.
    ihtar * Uyarma, dikkat çekme, uyarı.
    * Bir şeyi birine hatırlatma.
    ihtar etmek * hatırlatmak, uyarmak, dikkatini çekmek.
    ihtarname * Resmî ihtar yazısı, protesto.
    ihtida * Başka bir dinden çıkıp Müslüman olma.
    ihtifal * Anma töreni.
    ihtikâr * Vurgunculuk, vurgun, spekülâsyon.
    ihtilâç * Çırpınma.
    ihtilâç etmek * çırpınmak.
    ihtilâf * Ayrılık, anlaşmazlık, aykırılık, uyuşmazlık.
    ihtilâfa düşmek * anlaşamamak, bozuşmak, uyuşamamak.
    ihtilâl * Bir devletin siyasî, sosyal ve iktisadî yapısınıveya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla hukuk kurallarına
    ve kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan genişhalk hareketi, devrim.
    * Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık.
    * Köklü değişim.
    ihtilâlci * İhtilâl yanlısıve ihtilâl yapan kimse, devrimci.
    ihtilâlcilik * İhtilâlci olma durumu, devrimcilik.
    ihtilâm * Düşazması.
    ihtilâs * Aşırma, özellikle para aşırma, aşırtı.
    ihtilât * (hastalık, başka bir hastalıkla) Karışma.
    * Karşılaşıp görüşme.
    ihtilât etmek (veya yapmak) * hastalık başka bir hastalığa dönmek.
    ihtimal * Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik, olasılık.
    * Belki, ola ki.
    ihtimal ki * olabilir ki, belki.
    ihtimal vermemek * bir şeyin gerçekleşeceğini, olabileceğini hiç düşünmemek.
    ihtimalî * Olabilen, olasılı, belkili.
    * Belkili.
    ihtimaliyet hesabı * Bkz. ihtimaller hesabı.
    ihtimaller hesabı * Olasılıklar hesabı.
    ihtimam * Özen, özenme, dikkatli davranma, itina.
    * İyi, özenli bakım.
    ihtimam etmek (veya göstermek) * özen göstermek, dikkatle davranmak.
    ihtira * Yeni bir şey bulma, türetme.
    ihtira beratı * Bilinen araç, gereçlerle ve yaratıcı güçle yeni bir şey bulana, bulduğu şeyden bir süre yalnız kendisinin
    yararlanması için devletçe verilen belge.
    ihtiram * Saygı.
    ihtiram birliği * Devlet büyüklerini, yüksek makamlardaki kumandanlarıkarşılamak ve uğurlamakla görevli birlik, tören
    birliği.
    ihtiram duruşu * Saygıduruşu.
    ihtiram kıt’ası * İhtiram birliği.
    ihtiras * Aşırı, güçlü istek.
    * Tutku.
    ihtiraslı * Aşırı istekli.
    * Tutkulu.
    ihtiraz * Çekinme, sakınma.
    ihtisap * Belediye memurunun işi ve dairesi.
    ihtisar * Sözü kısa kesme, kısaltma.
    * Bir metinden gereksiz ayrıntılarıçıkarma.
    ihtisas * Duygu.
    * Duygulanma.
    ihtisas * Uzmanlık, uzmanlaşma.
    ihtisas yapmak * belli bir konuda özel eğitim görmek, uzmanlaşmak, ihtisaslaşmak.
    ihtisaslaşma * İhtisaslaşmak işi.
    ihtisaslaşmak * Herhangi bir konuda uzmanlaşmak.
    ihtişam * Büyüklük, göz alıcılık, gösterişlilik, görkem.
    ihtişamlı * İhtişamı olan.
    ihtiva * İçine alma, içinde bulundurma, içerme.
    ihtiva etmek * içine almak, içinde bulundurmak, içermek, kapsamak.
    ihtiyaca cevap vermek * ihtiyacınıkarşılamak.
    ihtiyacı olmak * gereksemek, gereksinmek.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 8

    içlenme * İçlenmek işi.
    içlenmek * Kimseye belli etmeden bir şeyi kendine dert etmek, duygulanmak.
    * Tanelenmek, iç tutmak.
    içler (veya yürekler) acısı * (durum, olay vb.) çok acıklı, çok üzücü.
    içler acısı * Çok acıklı, üzüntü veren, dramatik.
    içli * (taneli sebze veya kuru yemişler için) İçi dolu.
    * Kolay duygulanıp incinen, duygulu, hassas, hisli.
    * Duygulandıran, etkili.
    içli dışlı * Hiç gizli işi olmayan, apaçık, olduğu gibi, senli benli, aşırıteklifsiz.
    içli dışlı olmak * karşılıklı olarak candan ve içten davranmak, teklifsiz görüşmek.
    * kız ve oğullarını karşılıklı olarak evlendirmek.
    * karşılıklı olarak resmî davranışlardan uzaklaşmak, candan ve içten davranmak.
    içli dışlılık * İçli dışlı olma durumu.
    içli köfte * Yağsız kıyma ile ince bulgur iyice yoğrulup içi oyularak yumurta biçiminde hazırlanan ve içerisine
    kavrulmuş soğanlı kıyma konduktan sonra haşlanan veya kızartılan bir çeşit köfte.
    içlik * İçe giyilen çamaşır, iç gömleği.
    içlilik * Duygulu olma durumu, duygululuk.
    içme * İçmek işi.
    * Bkz. İçmeler.
    içme suyu * İçilebilecek nitelikte olan su.
    içmece * İçmeler.
    içmek * Bir sıvıyıağza alıp yutmak.
    * Sigara, nargile vb.nin dumanını içe çekmek.
    * (bir şey bir sıvıyı) İçine çekmek, emmek.
    * İçki kullanmak.
    içmeler * İçinde birtakım mineraller ve tuzlar bulunan, suyu ilâç olarak ve çoğunlukla iç sürdürmek için içilen
    kaynak.
    içre * İçinde.
    * Arasında, içinde.
    içrek * Belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çevreye aktarılan (her
    türlü bilgi, öğreti), batınî, dışrak karşıtı.
    içsel * İçle ilgili, içe ilişkin, dahilî.
    içsiz * (taneli sebze veya kuru yemişler için) İçi olmayan.
    * Muhtevası olmayan, kuru, anlamsız.
    * İç lâstiği olmayan, tubeless.
    içten * Yürekten, candan, samimî.
    * En önemli, can alıcınoktasından.
    içten evlilik * Bkz. iç evlilik.
    içten içe * Gizli gizli, belli etmeden.
    içten pazarlıklı * Gizli niyetini açıklamayan.
    içtenlik * İçten olma durumu, içten davranış, samimîlik, samimiyet.
    içtenlikle * İçten bir biçimde, samimiyetle.
    içtenlikli * İçten, samimî.
    içtenliksiz * İçten olmayan, samimiyetsiz.
    içtenliksizlik * İçtenliksiz olma durumu, samimiyetsizlik.
    içtensiz * İçten olmayan, samimiyetsiz.
    içtensizlik * İçten olmama durumu, samimiyetsizlik.
    içtepi * Bkz. tepi.
    içtihat * Görüş, özel görüş, anlayış, kavrayış.
    * Yasada veya örf ve âdet hukukunda uygulanacak kuralın açıkça ve tereddütsüz olarak bulunmadığı
    konularda, yargıcın veya hukukçunun düşüncelerinden doğan sonuç.
    içtikleri su ayrı gitmemek * sıkıfıkıdost, arkadaşolmak.
    içtima * Toplanma, toplantı.
    * Askerlerin silâhlıve donatılmışolarak toplanmaları.
    * Kavuşum.
    içtima etmek * toplanmak.
    içtimaî * Toplumla ilgili, toplumsal, sosyal.
    içtimaiyat * Toplum bilimi, sosyoloji.
    içtimaiyatçı * Toplum bilimci, sosyolog.
    içtinap * Sakınma, çekinme, kaçınma.
    içtinap etmek * sakınmak, çekinmek, kaçınmak.
    içyağı * Gevişgetiren hayvanların karın boşluğunda iç organlarınısaran kalın yağ, şahım.
    idadî * Eskiden lise derecesindeki okullara verilen ad.
    idadiye * İdadî.
    idam * Ölüm cezası.
    * Ölüm cezasıverilen kimseye uygulanan infaz işlemi.
    idam cezası * Ölüm cezası.
    idam etmek * verilen ölüm cezasıhükmünü yerine getirmek.
    idam sehpası * Darağacı.
    idame * Sürdürme, devam ettirme.
    idame etmek * sürdürmek, devam etmesini sağlamak.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 9

    idamlık * Ölüm cezası ile cezalandırılmışolan (kimse).
    * Ölüm cezası gerektiren.
    idare * Yönetme, yönetim, çekip çevirme.
    * Ülke işlerinin yürütülmesi, kamuya ilişkin hizmetlerin bütünü.
    * Bir kurum veya kuruluşun yönetildiği yer.
    * Bir kurumun işlerini yürüten kurul.
    * Tutum.
    * İdare kandili veya lâmbası.
    * Hoşgörme, yetinme, göz yumma.
    idare etmek * yönetmek, çekip çevirmek.
    * tutumlu kullanmak.
    * yetmek, yetişmek.
    * (alışverişte) elvermek, yeterli olmak, kurtarmak.
    * göz yummak, hoşgörmek.
    * örtbas etmek.
    idare hukuku * Kamu yönetimi içinde yer alan kuruluşlarıve bunların işleyişlerini, kişilerle ilişkilerini ve sorumluluklarını
    inceleyen, düzenleyen hukuk dalı.
    idare kandili * Az ışık veren küçük gaz lâmbası.
    idare lâmbası * İdare kandili.
    idarece * İdare yönünden, idare tarafından.
    idareci * Yönetici.
    * İdare eden, hoşgörülü.
    * Becerikli, tutumlu.
    idarecilik * İdareci olma durumu.
    * İdarecinin görevi, yöneticilik.
    idarehane * Gazete, dergi gibi yayım kurumlarında yazı işlerine bakılan yer, yönetim yeri.
    * Bir işi veya kuruluşu yönetenlerin bulunduklarıyer, büro.
    idareimaslahat * Bir işi, gerektiği gibi değil de günün şartlarına göre yapma; işi oluruna bırakmak.
    idareimaslahat etmek * bir işi gelişigüzel yapmak.
    idareimaslahat politikası * Bir işi oluruna bırakma tutumu.
    idareimaslahatçı * Bir işisağlam bir temele oturtmadan o günün şartlarına göre yapan (kimse).
    idareli * İdare etmesini bilen, iyi yöneten.
    * Tutumlu.
    * Tutuma elverişli, ekonomik.
    idaresini bilmek * yerine göre harcamak, tutumlu davranmak.
    idaresiz * İdare etmesini bilmeyen, gevşek, beceriksiz (kimse).
    * Tutumsuz.
    idaresizlik * Gevşeklik, beceriksizlik.
    * Tutumsuzluk.
    idareten * İdare etmek üzere.
    idarî * Yönetimle ilgili, yönetimsel.
    iddia * İleri sürülerek savunulan düşünce, sav.
    * Kendinde olmayan bir yeteneği, bir durumu varmışgibi gösterme.
    * Dediğinde direnme, inat.
    iddia etmek * sözünde direnmek, bir iddia ileri sürmek.
    iddiacı * Dediğinde, iddiasında haksız da olsa direnen, inatçı(kimse).
    iddiacılık * İddiacı olma durumu.
    iddialaşma * İddialaşmak işi.
    iddialaşmak * Karşılıklı iddiaya girmek.
    iddialı * Bir iddiası olan.
    * Kendine çok güvenen.
    iddianame * Savcılığın soruşturma sonunda elde ettiği kanıtlarıve iddialarını içinde topladığı, mahkemede okunan yazı.
    iddiasız * Bir iddiası olmayan; alçak gönüllü, mütevazı.
    iddiasızlık * İddiasız olma durumu.
    iddiaya tutuşmak * karşıt iddialarda bahse girişmek.
    ide * Bkz. idea.
    idea * Uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında, kendiliğinden var olan, duyularla değil, yalnızca ruhen
    algılanabilen asıl gerçeklik, düşünce, fikir.
    ideal * Ülkü, mefkûre.
    * Düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstün nitelikleri kendinde toplayan.
    * Yalnız düşünce ile kavranabilen.
    idealist * Ülkücü.
    * İdealizm öğretisine bağlıfilozof.
    idealistlik * İdealist olma durumu.
    idealize * İdeal durum.
    idealize etmek * ideal duruma getirmek.
    idealizm * Ülkücülük.
    * Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve varlığı insan düşüncesinin kurduğunu kabul eden öğretilerin genel
    adı.
    idealleştirme * İdealleştirmek işi.
    idealleştirmek * İdeal duruma getirmek.
    idealsiz * İdeali olmayan.
    idefiks * Saplantı, sabit fikir.
    identik * Özdeş.
    ideolog * Bir felsefî veya toplumsal öğretiye sistemli biçimde bağlanan kimse.
    * Bir ideolojinin akıl hocalığınıyapan kimse.
    ideologlar * Düşsel bir ideale bağlı olan kimseler.
    * Fransa’da fizik ötesini ortadan kaldırarak manevî bilimleri antropolojiye ve psikolojiye dayandırmayı
    amaçlayan, Condillac’a bağlıfelsefe okulunun taraftarlarına verilen ad.
    ideoloji * Siyasî veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren
    politik, hukukî, bilimsel, felsefî, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü.
    ideolojik * İdeoloji ile ilgili.
    idil * Kır yaşamı içinde aşk konusunu işleyen kısa şiir.
    idiopati * Kapan duygu.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 10

    idiş * Bkz. iğdiş.
    idman * Vücudun gücünü artırmak için yapılan alıştırma, spor, jimnastik.
    * Herhangi bir duruma veya şeye alışkanlık kazanma.
    idman yapmak * beden hareketleri yapmak.
    idmancı * İdman yapan sporcu.
    idmanlı * İdman yaparak çeviklik kazanmışolan (kimse).
    * Herhangi bir şeye alışmışve onu yadırgamaz duruma gelmişolan (kimse).
    idmansız * İdman yapmamışolan, idmanı olmayan, çevikliği olmayan, ham.
    * Bir işe, bir duruma henüz alışmamışolan, acemi.
    idrak * Anlama yeteneği, anlayış, akıl erdirme.
    * Erişme, ulaşma.
    * Algı.
    idrak etmek * akıl erdirmek, anlamak, kavramak.
    * erişmek, ulaşmak.
    idraksiz * Anlayışsız, ahmak.
    idraksizlik * İdraksiz olma durumu, anlayışsızlık.
    idrar * Böbreklerde kandan süzülerek idrar yollarıyla dışarıya atılan sıvı, sidik.
    idrar zoru * İdrar torbasında biriken idrarıdışarıatmada zorluk çekme, sidik zoru.
    idris ağacı * Meyvesi hoşkokulu, kerestesi güzel bir kiraz türü, kokulu kiraz, mahlep (Prunus mahaleb).
    idris otu * Bir tür ayrık otu.
    ifa * Bir işi yapma, yerine getirme.
    * Ödeme.
    ifa etmek * yapmak, yerine getirmek.
    * ödemek.
    ifade * Anlatım.
    * Deyiş.
    * Bir duyguyu yüz aracılığıyla anlatan belirtilerin bütünü.
    * Mahkemede tanık ve sanıkların olay hakkında sözlü açıklamaları.
    * Dışa vurum.
    ifade etmek * anlatmak.
    * önem taşımak.
    ifade vermek * bir olayla ilgili olarak gördüğünü, bildiğini yetkili veya ilgili kimseye söylemek.
    ifadelendirme * İfadelendirmek işi.
    ifadelendirmek * Anlamlandırmak, bir şey anlatır duruma getirmek.
    ifadesini almak * sorguya çekmek.
    * görgü tanığının anlattıklarınıyazmak.
    * üstün gelmek; yenmek; tepelemek.
    iffet * Cinsî konularda ahlâk kurallarına bağlılık, sililik.
    * Namus.
    iffetli * İffettini koruyan, sili, afif.
    iffetsiz * İffetini korumayan, silisiz.
    iffetsizlik * İffetsiz olma durumu, silisizlik.
    ifil ifil * (rüzgâr, kar için) Hafif, kesintili ve yavaş bir biçimde.
    * Efil efil.
    ifildeme * İfildemek işi veya durumu.
    ifildemek * Hafifçe titremek; ürpermek.
    iflâh * Kötü, güç bir durumdan kurtulma, iyi bir duruma gelme, onma.
    iflâh etmek * kötü bir durum veya hastalıktan kurtarmak.
    iflâh olmak * onmak, düzelmek.
    iflâh olmamak * onmamak.
    iflâhıkesilmek * çaresiz kalmak.
    iflâhınıkesmek * gücünü tüketmek, bir daha düzelemeyecek bir duruma getirmek.
    iflâs * Borçlarınıödeyemediği mahkeme kararı ile tespit ve ilân olunan tüccarın durumu, batkı.
    * Yenilgiye uğramak, değerini yitirme.
    iflâs anlaşması * İflâs ile ilgili alınan karardan sonra borçların ödenmesine ilişkin anlaşma.
    iflâs bayrağını çekmek (veya borusunu çalmak) * (ticarette) batmak.
    * her şeyini yitirmek.
    iflâs davası * İflâs işlerine bakan mahkemelerde açılan dava.
    iflâs etmek * (bir kimse veya kuruluşiçin) mahkeme kararıyla anaparasınıyitirdiği açıklanmak, batmak.
    * (düşünce, iddia, tez, kimse vb.) yenilgiye uğramak, değeri düşmek.
    iflâs masası * İflâs davasının açıldığı anda borçların birleştirildiği durum.
    ifna * Yok etme.
    * Tüketme.
    ifna etmek * yok etmek.
    * tüketmek.
    ifrağ * Bir şeyi başka bir biçime, çevirme.
    * Boşaltım.
    ifrat * Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırıdavranma, taşkınlık.
    ifrat derecede * Aşırıölçüde.
    ifrat tefrit * Olumlu ve olumsuz anlamda en uç noktalar.
    ifrat tefritte kalmak (veya bulunmak) * en uç noktalarda bulunmak.
    ifrata kaçmak * çok ileri gitmek, aşırıdavranmak.
    ifrata vardırmak * bir şeyin ölçüsünü kaçırmak.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 11

    ifraz * Bir arazinin bölünmesi, parsellere ayrılması.
    * Salgı.
    ifraz etmek * bir araziyi bölmek, parsellere ayırmak.
    * salgılamak.
    ifrazat * Vücuttan çıkan kan, irin, ter gibi şeyler, salgılar.
    ifrit * Doğu masal ve efsanelerinde, kötü ve korkunç cin.
    * Öfkeli, ortalığı birbirine katan kimse.
    ifrit kesilmek (veya olmak) * çok öfkelenmek, çok kızmak.
    ifritleşme * İfritleşmek işi veya durumu.
    ifritleşmek * İfrit olmak.
    ifsat * Düzeni bozma, karışıklık çıkarma.
    * Kargaşalık.
    ifşa * Herhangi gizli bir şeyi, açığa çıkarma, yayma.
    ifşa etmek * gizli bir şeyi ortaya dökmek, açığa vurmak, yaymak, ilân etmek, afişe etmek, reklâm etmek.
    ifşaat * Gizli bir şeyi ortaya çıkarmak için yapılan açıklamalar.
    ifta * Herhangi bir işlemin veya eylemin din kurallarına uygun olup olmadığıkonusunda ilmiye mensuplarının
    fikir beyan etme yetkisi, fetva verme.
    iftar * Oruç açma, oruç bozma.
    * Oruç açma zamanı.
    * Ramazanda akşam yemeği.
    iftar etmek * oruç bozmak.
    iftar sofrası * Ramazanda akşam ezanı okununca oruç açmak için hazırlanmışsofra.
    iftar tabağı * Ramazanda genellikle lokantalarda yemek öncesi iftar açmak için genişçe bir tabağa dizilmişyiyecekler.
    iftar topu * İftar zamanını bildirmek amacıyla patlatılan top.
    iftar vakti * Ramazanda oruç açma zamanı.
    iftar yemeği * Ramazanda oruç açmak için hazırlanan yiyecek ve içeceklerin tümü, iftar sofrası.
    iftar zamanı * İftar zamanı.
    iftariye * İftar için hazırlanmışçerez ve yiyecek.
    iftariyelik * Ramazanda iftar açmak için ilk ağızda yenilecek ve içileceklerin tümü.
    iftarlık * Oruç açmak için hazırlanan yiyecek.
    * İftarda yenmeye elverişli.
    iftihar * Övünme, kıvanma, kıvanç, övünç.
    iftihar etmek * kıvanç duymak, övünmek.
    iftihar listesi * Övünç çizelgesi.
    iftihara geçmek * okuldaki başarısıve iyi davranışlarısebebiyle üstün öğrenci seçilmek, övünç çizelgesinde yer almak.
    iftira * Kasıtlıve asılsız suç yükleme, kara çalma, bühtan.
    iftira etmek (veya atmak) * bir suçu birinin üzerine atmak, kara çalmak, kara sürmek.
    iftiracı * Kara çalan, iftira eden (kimse), müfteri.
    iftiracılık * İftiracı olma durumu.
    iftiraya uğramak * kasıtlıve asılsız suç yüklenmek.
    iguana * İguanagillerden, 1-2 m boyunda, Amerika’nın tropikal bölgelerinde yaşayan, sırtında dikenli çıkıntılar
    bulunan, pullu, büyük sürüngen, Hint kertenkelesi (Iguana tuberculara).
    iguanagiller * Sürüngenler sınıfından, örnek hayvanı iguana olan bir familya.
    * Pamuk, yün gibi şeyleri eğirmekte kullanılan, ortasışişkin, iki ucu sivri ve bunlardan biri çoğu kez çengelli
    ağaç araç, eğirmen, kirmen.
    * Araba okunun ekseni.
    * Değirmen taşının ortasında bulunan ve yukarıdaki üst taşa geçen demir eksen.
    * Bkz. iğiplik.
    iğağacı * Ana yurdu Asya’nın dağlık bölgeleri olan, bazıtürlerinde yapraklarıkışın dökülen, odunu tornacılık ve
    kaplamacılıkta kullanılan, kömürü ile kara kalem resim yapılan küçük bir ağaç (Evonymus).
    iğiplik * Mitoz bölünme sırasında oluşan iğbiçimindeki uzantı.
    iğyağı * Yüksek hızlıve az yüklü parçaların yağlanmasında kullanılan, düşük viskoziteli bir yağ.
    iğbirar * Gücenme, güceniklik, kırgınlık.
    iğci * İğkullanan, yapan veya satan (kimse).
    iğde * İğdegillerin örnek bitkisi olan bir ağaç (Elaeagnus).
    * Bu ağacın zeytin biçiminde, kabuğu kırmızıya çalan sarırenkte, beyaz unlu, tadımayhoşyemişi.
    iğdegiller * İki çeneklilerden, örneği iğde olan bitki familyası.
    iğdemir * Marangozlukta ağaç delmek için kullanılan çelik araç.
    İğdir * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    iğdiş * Erkeklik bezleri çıkarılarak veya burularak erkeklik görevini yapamayacak duruma getirilmişolan (hayvan
    ve özellikle at).
    iğdişetmek * hayvanlarda erkeklik bezlerini çıkarmak veya körletmek, burmak, enemek.
    iğfal * Aldatma, ayartma, kandırma, baştan çıkarma.
    * Bir kadınıaldatma, baştan çıkarma.
    iğfal etmek * aldatmak, kandırmak, baştan çıkarmak.
    * bir kadınıaldatmak, baştan çıkarmak.
    iğlik * İçinde herhangi bir sayıda iğbulunan.
    iğmek * Bkz. eğmek.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 3

    İcra ve İflâs Hukuku * Alacaklının devlet gücünün yardımıyla alacağına nasıl kavuşacağını düzenleyen hukuk dalı.
    icra vekili * Bakan.
    icraat * Yapılan işler, çalışmalar, uygulamalar.
    icraata geçmek * uygulamaya veya çalışmaya başlamak.
    icraatçı * Uygulayan, çalışan, yapan kimse.
    icracı * Bir buyruğu yerine getiren kimse.
    * İcranın verdiği kararlarıuygulayan görevli.
    * Bir konserde bir eseri çalan veya söyleyen kimse.
    icraya vermek * alacağın borçludan alınabilmesi için icraya başvurmak.
    * Herhangi bir durumun, cismin veya alanın sınırlarıarasında bulunan bir yer, dahil, dışkarşıtı.
    * Oyuk olan veya oyuk sayılabilen şeylerin boşluğu.
    * Cisimlerin yüzeyleri arasında kalan her nokta.
    * (toplu bir durumda bulunan) Kimse veya nesnelerin arasında bulunan kimse veya nesne.
    * Ten ile dışgiysiler arası.
    * Kabuğu olan veya dışıkabuk durumunda bulunan yiyeceklerde kabuğun sardığı bölüm.
    * Pirinç, soğan ve baharatla hazırlanan, dolmalarda kullanılan karışım.
    * Mide, bağırsak, karın.
    * Akıl, gönül, irade gibi insanın manevî varlığını oluşturan şeylerden herhangi biri.
    * Bir ülkede, şehirde, toplulukta vb.de olan veya yapılan.
    * (somut kavramlarda) İki veya ikiden çok şeyde merkeze daha yakın olan.
    * İnsanın manevî varlığıyla ilgili olan.
    * Muhteva.
    * Değişik yemeklerde kullanılmak üzere et ile sebzelerin ince kıyımının karıştırılmasıve yoğrulmasıyla
    meydana getirilen karışım.
    iç açıcı * Gönlü ferahlatıcı.
    * Umut veren, iyi bir durumda olan.
    iç açmak * gönüle ferahlık vermek, gönlü ferahlatmak.
    iç ağa * Vezirlerin gözde uşağı.
    iç asalak * Konakçının içinde yaşayan asalak.
    iç bağlamak * Bkz. iç tutmak.
    iç bakla * Yaş baklanın tanesi.
    iç barış * Ailede veya toplumda iç huzuru sağlama.
    iç başkalaşım * Püskürük magmaların, soğurduklarıkültelerin etkisi altında, birleşimlerinden oluşan başkalaşım.
    iç bellek * Bilgisayarın girişçıkışkanallarıkullanılmaksızın erişebildiği bellek.
    iç bölge * Bir limanı ithalât ve ihracat etkinlikleri bakımından besleyen, ona çeşitli ulaşım yollarıyla bağlı, dar veya
    geniş bölge, hinterlant.
    iç bulantısı * Mide bulantısı.
    iç bükün * Bazıyabancıdillerde Arapça ilim, muallim, âlim, talim sözlerinde olduğu gibi kelimenin içinde oluşan
    büküm.
    iç cep * Palto, pardösü, ceket gibi giysilerin iki ön parçasına açılan cep.
    iç cümle * Bir cümle içinde tümleç gibi kullanılan başka bir cümle.
    iç çamaşırı * Fanilâ, kilot gibi tene, içe giyilen giysi.
    iç çekmek * üzüntüyle göğüs geçirmek; hıçkırıkla ağlamak, ahlamak.
    iç çokgen * Bütün köşeleri aynı çember üzerinde olan çokgen.
    iç denge * Ruhî durum, psikolojik yapı.
    iç deniz * Boğazlarla ana denize bağlı olan deniz.
    iç deri * Bitkilerin kök, sap ve yapraklarında kabuğun iç bölümü, endoderm.
    * Sindirim ve solunum kanallarının iç yüzlerini ve sindirim kanalına bağlı bezlerin (karaciğer, pankreas) içini
    örten tabaka, endoderm.
    iç donu * Tene giyilen don.
    iç dünya * Bireyin ruhî yaşamının bütünü.
    iç ek * Bazıdillerde kelime kökünün içine giren ek.
    iç etmek * eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeyerek kendine mal etmek.
    iç evlilik * Evlenecek kimsenin eşini, kendi boy veya soyu içinden seçmesi kuralına dayalıevlilik biçimi, endogami.
    iç geçirmek * derin soluk alarak üzüntüsünü belli etmek, içini çekmek.
    iç gezegen * Yörüngesi yer yörüngesinin içinde kalan gezegen (Merkür, Venüs).
    iç gıcıklamak * istek uyandırmak.
    * huylandırmak.
    iç göbek * Çiçeklerin dişi organında yumurtacık ile kabuğu arasındaki bağ.
    iç güvey * Karısının ailesinin evinde oturan damat.
    iç güveyi * Bkz. iç güvey.
    iç güveyi girmek * karısının ailesinin evinde oturmak üzere evlenmek.
    iç güveyinden hâllice * “nasılsın” sorusuna şaka yollu “oldukça iyiyim” anlamında verilen karşılık.
    iç güveylik * İç güveyi olma durumu.
    iç güveysi * Bkz. iç güvey.
    iç harp * İç savaş.
    iç hastalıkları * Bkz. dahiliye.
    iç hastalıklarıuzmanı * Bkz. dahiliyeci.
    iç hat * Yurt içi ulaşım yolu.
    * Yurt içi iletişim.
    iç ısıtıcı * Mutluluk veren, neşelendiren.
    iç içe * Birbirinin içinde, karışık bir durumda, birbirine çok yakın.
    * Biri ötekinin içinde veya birine ötekinden geçilen.
    iç işleri * Bir ülkede iç işleri bakanlığının sorumluluğundaki işler.
    * Bir kurum, kuruluşvb.nin yönetimiyle ilgili işler.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 4

    iç kapak * Kitabın dışkapaktan sonra gelen, adınıve bazıözelliklerini içeren sayfa.
    iç kavuz * Buğdaygil çiçeğinin erkek ve dişi organlarını içerisinde tutan ve başakçık eksenine aşağıdan ve dıştaraftan
    bağlanmışolan kavuz.
    iç kulak * Kulağın işitme sinirlerinin bulunduğu bölümü.
    iç kuyu * Yer altında, ocak katlarıarasında bulunan ve ağzıyer üstüne açılmayan kuyu türü.
    iç lâstik * Arabalarda dıştaki koruyucu lâstiğin içinde bulunan ve hava ile doldurulan lâstik, şambriyel.
    iç merkez * Depremin başladığıyer olarak kabul edilen nokta.
    iç mimar * Bir yapının içini süsleyen, düzenleyen ve döşeyen sanatçı, dekoratör.
    iç mimarî * Bir yapının içini süsleme ve döşeme sanatı.
    iç mimarlık * Bir yapının içini süsleme ve döşeme sanatı, dekoratörlük.
    iç odun * Ağaç gövdesinin kendi çevresinde bulunan, sertleşmişve odunlaşmışhücrelerden oluşan, genellikle koyu
    renkli bölümü.
    iç oğlanı * Osmanlıİmparatorluğunda, saraylarda türlü devlet hizmetleri için aday olarak yetiştirilen gençlere verilen
    ad, celep.
    iç pazar * Ülke içinde yapılan satış.
    iç pilâv * Tavla zarı büyüklüğünde doğranmışkuzu ciğeri, fıstık, pirinç, kuşüzümü, yağve baharat kullanılarak
    pişirilen bir pilâv türü.
    iç plâzma * Bir hücreli canlılarda protoplâzmanın merkez bölümüne verilen ad.
    iç politika * Bir devletin kendi sınırları içinde kamu işlerinin örgütlenmesine ve yönetime ilişkin uyguladığısiyaset.
    iç salgı * Vücuttaki salgı bezlerinin doğrudan doğruya kana karışacak yolda çıkardıklarısalgı, endokrin.
    iç salgı bezi * Salgısı bir boşaltım kanalıyerine doğrudan doğruya kana karışan bez.
    iç salgı bilimi * İç salgı bezlerinin gelişmelerini, işlevlerini, hastalıklarını inceleyen biyoloji ve tıp dalı, endokrinoloji.
    iç savaş * Bir ülke içinde çıkan savaş, dahilî harp.
    iç ses * Kelimenin ön ses ve son sesi arasında kalan ses veya sesler.
    iç ses düşmesi * Kelime içindeki bir ünsüzün kaybolması.
    iç su * Denizlerden uzak bölgelerde bulunan göl veya göletler.
    iç ters açı * İki paralel doğruyu kesen üçüncü bir doğrunun iki yanında ve paralellerin içinde altlıüstlü ortaya çıkan
    dört açıdan her biri.
    iç turizm * Halkın kendi ülkesinde yaptığı gezi.
    iç tutmak (veya iç bağlamak) * yemişin içi oluşmak.
    iç tümce * İç cümle.
    iç türeme * Kelimenin aslında bulunmayan bir ünlünün veya ünsüzün iç seste belirmesi.
    iç tüzük * Bir kuruluş, meclis, kurum vb.nin iç işlerini düzenleyen tüzük.
    iç yarıçap * Düzgün bir çokgenin içine çizilen dairenin yarıçapı.
    iç yüz * Herkesçe bilinmeyen, anlaşılmayan ve görünenden büsbütün başka olan sebep veya nitelik, mahiyet, zamir,
    künh.
    iç zar * Çiçek tozunu saran iki zardan içte olanı.
    içbükey * Yüzeyi düzgün ve pürüzsüz çukur biçiminde olan, obruk, mukaar, konkav.
    içe bakış * Deneğin bilincinde olanları izleyerek ruh süreçlerin özellik ve nitelikleri hakkında bilgi vermesi durumu.
    içe dönük * Gerginlik ve çatışma durumlarında kendi içine kapanarak başkalarından kaçan (kimse).
    içe dönüklük * Kişinin dikkat ve ilgisinin, dışçevreden çok, öncelikle kendi duygu ve yaşantılarıüzerinde toplanması
    durumu.
    içe kapanık * Dışdünyaya karşı ilgi ve ilişkisi güçsüz, içine kapanık (kimse).
    içe kapanıklık * İçe kapanık olma durumu.
    içe yöneliklik * Gerçeklerden kaçınarak hayal olaylara bağlılığı geliştirme ve düşünceleri, daha çok dileklerin yönetmesine
    bırakmak durumu, otizm.
    içecek * İçilen her şey, meşrubat.
    * İçilmeye elverişli.
    içecek suyu olmak * o yere gitmesi kısmet olmak.
    içeri * İç yan, iç bölüm.
    * Belirtilen durumunda, iç, iç yüzey.
    * İç yüzeyde, iç bölümde olan.
    * İç yana, iç yana doğru.
    * Gönül, yürek.
    * Hapishane.
    içeri girmek * bir işveya alışverişte zarar etmek.
    * hapse girmek.
    içeride olmak * zarar etmişolmak, borçlanmışolmak.
    * hapishanede olmak.
    içeriden evlenmek * Bkz. iç evlilik.
    içerik * Bir şeyin içinde bulunan ögelerin bütünü, muhteva.
    * Bir anlatımda verilmek istenen öz; düşünce, duygu ve imgelerin bütünü.
    * Herhangi bir ruhî süreç veya düşünsel işlevi oluşturan ögelerin bütünü.
    * Bir cümle veya yargıda açıkça söylenmemekle birlikte var olduğu anlaşılabilen, zımnî.
    içerikli * Herhangi bir nitelikte, konuda içeriği olan.
    içerisi * Bkz. içeri.
    içeriye atmak (almak veya tıkamak) * hapsetmek.
    içeriye dalmak * kapalı bir yere hızlıca girmek.
    içeriye düşmek * hapse girmek.
  • Türkçe Sözlük İ Sayfa 5

    içerlek * Yanındakilerden daha içeride, daha geride bulunan.
    * İçine çökmüş, derinde olan.
    içerleme * İçerlemek işi.
    içerlemek * İçin için öfkelenmek; kırılmak.
    içerleyiş * İçerlemek işi veya biçimi.
    içerme * İçermek işi, tazammun, ihtiva.
    içermek * İçine almak, içinde bulundurmak, ihtiva etmek.
    * Bir şey, başka bir şeyin varlığını gerektirmek, biri ötekini ister istemez düşündürmek, tazammun etmek.
    içgüdü * Bir canlıtürünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak, doğuştan gelen bilinçsiz her türlü
    hareket ve davranış, insiyak, sevkıtabiî.
    * Organizmayı o türe özgü olan bir amaca ulaşmaya sürükleyen davranışeğilimi.
    içgüdülü * İçgüdüsü olan, insiyakî.
    içgüdüsel * İçgüdü ile ilgili, insiyakî.
    içi (veya midesi) kazınmak (veya kıyılmak) * açlıktan midesinde eziklik duymak.
    içi açılmak * güzel bir şey karşısında sıkıntısıdağılmak, ferahlamak.
    içi alaylı, dışıkalaylı * dışgörünüşü iyi, ancak içi bozuk (kimse).
    içi almamak * midesi kabul etmemek.
    * sakıncalı gördüğünden veya beğenmediğinden, bir işi yapmak istememek.
    içi bayılmak * çok acıkmak.
    * çok şekerli veya yağlıyiyecek ağır gelmek.
    içi beni yakar, dışıeli (veya seni) yakar * dışgörünüşü ile başkalarının hoşuna giden bir şey veya durumun gerçekten kötü yönleri olduğunu
    belirtmek için kullanılır.
    içi bulanmak * kusacak gibi olmak.
    içi burkulmak (veya içi sızlanmak) * bir şeye çok üzülmek.
    içi cız etmek * ansızın içi sızlamak.
    içi çekmek * istek duymak.
    içi çıfıt çarşısı * her işte aklından türlü kötülükler geçiren.
    içi dar * Beklemeye dayanamayan, tez canlı, sabırsız.
    içi daralmak * sıkılmak, bunalmak.
    içi dayanmamak * Bkz. içi götürmemek.
    içi dışı bir * düşündüğünü açıkça söyleyen, gizli bir düşüncesi olmayan, iki yüzlü olmayan, özü sözü bir.
    içi dışına çıkmak * kusmaktan çok rahatsız olmak.
    * bir taşıtta, kötü yol sebebiyle çok sarsılıp kusmak.
    içi erimek * kaygıduymak, çok üzülmek.
    içi ezilmek * üzülmek, yüreği burkulmak.
    * sıkıntıve heyecan içine düşmek.
    içi geçmek * istemeden kısa bir süre uyuyuvermek.
    * bir işe yaramaz duruma gelmek.
    * yaşlılıktan, güçsüzlükten isteksiz olmak, hiçbir şeye ilgi duymamak.
    * kavun, karpuz vb. yenmeyecek biçimde içi bozulmuşolmak.
    içi geniş * Sabırlı, rahat, huzurlu, gamsız, tasasız.
    içi gitmek * içi sürmek.
    * bir şeyi yapmayıveya elde etmeyi çok istemek.
    içi götürmemek * (acıklı bir durum karşısında) dayanamamak.
    * kıskanmak, çekememek.
    * vicdanına sığdıramamak.
    içi hop etmek * birdenbire heyecanlanmak.
    içi ısınmak * hoşlanmak, sevmek.
    içi içine geçmek * tedirgin olmak.
    içi içine sığmamak * telâş, sabırsızlık, coşkunluk göstermekten kendini alamamak.
    içi içini yemek * istediğini yapamamak yüzünden üzülmek; dert etmek.
    içi kabul etmemek * (bir şeyden) midesi bulanmak.
    içi kalkmak (veya kabarmak) * iğrenerek bulantıduymak.
    * taşkın bir ağlama duygusu içinde bulunmak.
    * duygulanmak, heyecanlanmak.
    içi kan ağlamak * çok üzüntü duymak.
    içi kapanmak * sıkılmak, bunalmak.
    içi kararmak * sıkılmak, bunalmak; hiçbir şeyden tat alamaz olmak.
    * umutsuzluğa düşmek.
    içi paralanmak (veya parçalanmak) * birine acıyarak çok üzülmek.
    içi pır pır etmek * Bkz. içi vık vık etmek.
    içi rahat etmek * kaygıduyulacak bir konu bulamadığınıöğrenerek ferahlamak.
    içi sıkılmak * bunalmak.
    içi sızlamak * bir şey veya kişi için çok üzülmek.
    içi sürmek * ishal olmak.
    içi tez * Aceleci, sabırsız, yavaşyapılan işten sıkılan.
    içi titremek (veya titrememek) * özen göstermek.
    * çok üşümek.
    * duygulanmak.
    içi vık vık (fık fık veya pır pır) etmek * sabırsızca, tedirgin davranmak.