Kategori: K

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 119

    kokak ağaç * Aylandız (Ailanthus glandulosa).
    kokar ağaç * Uzak doğuda yetişen, pis kokulu, büyük ağaç (Ailantthus).
    kokarca * Et oburlardan, orta boyda, kendini korumak için düşmanına pis bir sıvıfışkırtan, ince uzun bir kürk
    hayvanı(Mustela putorius).
    kokart * Asker şapkalarına takılan ve rengi uluslara göre değişen işaret.
    * Belli bir topluluğa özgü olan işaret.
    kokartlı * Kokardı olan (kimse).
    kokbit * 343 kokpit.
    koket * Yosma.
    koketlik * Koket olma durumu.
    koketri * Sevimlilik, hoşluluk, süs düşkünü.
    kokimbit * Hidratlıdoğal demir sulfat.
    koklama * Koklamak işi.
    koklamak * Kokusunu duymak için bir şeyi burnuna yaklaştırmak veya bir yerin havasını içine çekmek, koku almak.
    koklaşma * Koklaşma işi.
    koklaşmak * Birbirini koklamak.
    * Anlaşmak, birbirini sevmek.
    koklaştırma * Koklaştırmak işi.
    koklaştırmak * Koklaşmak işini yaptırmak.
    koklatma * Koklatmak işi.
    koklatmak * Koklamak işini yaptırmak.
    * Yararlandırmak, biraz vermek.
    * (olumsuz biçimiyle) Hiç vermemek.
    koklayış * Koklamak işi veya biçimi.
    kokma * Kokmak işi.
    kokmak * Koku çıkarmak.
    * Çürüyüp bozularak kötü bir koku çıkarmak, kokuşmak.
    * Olacağıyla ilgili belirtiler göstermek, olacağıhissedilmek.
    * Koklamak.
    kokmuş * Çürüyüp bozularak kötü kokan, kokuşuk.
    * Yerinden kımıldamaya üşenen, tembel, miskin.
    * Çok bilinen, değersiz, önemsiz anlamında küçümseme sözü.
    kokona * Hristiyan kadınlarına verilen ad.
    * Süsüne düşkün kadın.
    kokona gibi * çok süslü yaşlıkadına benzer biçimde.
    kokoreç * Şişe sarılarak korda kızartılan, kekikli kuzu bağırsağı.
    kokoreççi * Kokoreç yapan veya satan kimse.
    kokoreççilik * Kokoreççinin işi veya mesleği.
    kokoroz * Mısır.
    * Sivri uçlu uzun şey.
    * Çirkin kimse.
    kokorozlanma * Kokorozlanmak işi veya durumu.
    kokorozlanmak * Göz korkutmak, meydan okumak.
    kokot * Aşüfte.
    kokoz * Parası olmayan, züğürt.
    kokozlanma * Kokozlanmak işi.
    kokozlanmak * Parasınıtüketmek, parasız kalmak.
    kokozluk * Parasız, züğürt olma durumu.
    kokpit * Uçaklarda uçak mürettebatına ayrılan ve uçağın ön kısmında bulunan yer.
    kokteyl * Türlü içkiler karıştırılarak yapılan içki.
    * İçkili toplantı.
    koku * Nesnelerden yayılan küçücük zerrelerin burun zarıüzerindeki özel sinirlerde uyandırdığıduygu.
    * Güzel kokmak için sürülen esans.
    * Belirti, işaret.
    koku alma duyusu * Koklama.
    koku alma organı * Burun.
    kokucu * Koku yapan veya satan (kimse).
    kokulandırma * Kokulandırmak işi.
    * Özel bir koku vermek için bir ürüne kokulu bir madde katarak arıtma işlemi.
    kokulandırmak * Özel bir koku kazandırmak.
    kokulanma * Kokulanmak işi.
    kokulanmak * Koku sürünmek.
    kokulu * Kokusu olan.
    * Güzel kokan.
    kokulu çayır otu * Buğdaygillerden, çayırlarda yetişen, hayvanlar için iyi bir yem olan ıtırlı bitki (Anthoxanthum odoratum).
    kokulu kiraz * 343 idris ağacı.
    kokulu sabun * Yapılırken içine koku maddesi katılmışsabun.
    kokurdan * Kalkerli ve karstik özelliği ağır basan yerlerde çukurlukları bol, engebeli arazi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 120

    kokusu çıkmak * (gizli tutulan bir iş) anlaşılmak.
    kokusu sinmek * (insan veya nesnede) bir kokunun etkisi kalmak.
    kokusunu (veya koku) almak (veya duymak) * bir nesnenin kokusunu algılamak.
    * gizli tutulan bir şeyi sezmek.
    kokusuz * Kokusu olmayan.
    kokuş * Kokmak işi veya biçimi.
    kokuşma * Kokuşmak işi.
    kokuşmak * Çürüyüp bozularak kötü bir koku çıkarmak, kokmak, taaffün etmek.
    * (kişi, toplum vb. için) Bozularak özelliğini yitirmek, tefessüh etmek.
    * Koklaşmak.
    kokuşturma * Kokuşturmak işi veya durumu.
    kokuşturmak * Kokuşmasına sebep olmak.
    kokuşuk * Kokuşmuş, bozulmuşolan, müteaffin.
    * Kokmuş.
    kokutma * Kokutmak işi.
    kokutmak * Hoşolmayan bir koku bırakmak.
    * Bozulup kokmasına sebep olmak, kokuşturmak.
    * Bir işi uzatarak çıkmaza sokmak.
    kol * İnsan vücudunda omuz başından parmak uçlarına kadar uzanan bölüm.
    * (koyun, dana, kuzu vb. için) Ön ayağın üst bölümü.
    * Giysinin kolu saran bölümü.
    * Ağaçlarda gövdeden ayrılan kalın dal.
    * Makinelerde tutup çevirmeye veya çekmeye yarayan ağaç veya metal parça.
    * Bazıçalgıların elle tutulan sap bölümü.
    * Bir koltukta, bir divanda kol dayamaya yarayan parça.
    * Bir şeyin ayrıldığı bölümlerden her biri, dal, kısım, branş.
    * Güvenliği sağlamak amacıyla dolaşan polis, jandarma veya asker topluluğu, karakol, devriye.
    * İştakımı, ekip, grup.
    * Kanat kol.
    * Dizi, düzen.
    * Bir halat oluşturan bükülmüşlif demetlerinden her biri.
    kol akımı * Bir elektrik akımına yol olan bir devrenin, iki noktasıarasına eklenen ikinci bir devre üzerindeki akım.
    kol atmak * (bitki için) gövdesinden ayrılan bir dal bir yöne uzanmak.
    * çevreye yayılmak, genişlemek, ulaşmak, uzanmak.
    kol bağı * Kadın bileziği.
    kol böreği * Yufka bölünmeden uzunca sarılarak tepsiye döşenen bir börek türü.
    kol değirmeni * Bulgur, yarma, kahve gibi tahılların öğütülmesinde kullanılan, kol gücü ile çalışan taşdeğirmen.
    kol demiri * Bir kapıyıkapadıktan sonra. dışarıdan açılmaması için arkasına vurulan demir destek.
    kol gezmek * güvenlik amacıyla dolaşmak.
    * (kötü durum ve davranışlar için) çokça olmak.
    * dolaşmak.
    kol kanat olmak (veya germek) * yardım etmek, korumak, himaye etmek.
    kol kapağı * Giysi ve gömlek kolunun bileği örten bölümü.
    kol kemiği * Kolun omuz başından dirseğe kadar olan bölümündeki tek ve uzun kemik, pazıkemiği.
    kol kola * Yan yana ve kollarını birbirine geçirerek.
    kol nizamı * Mangaların yan yana değil de arka arkaya yürüme durumu.
    kol saati * Bileğe takılan saat.
    kol uzatmak * yayılmak, ulaşmak.
    kol vermek * destek olmak.
    kol vurmak * dolaşmak.
    kola * Çamaşır kolalamakta kullanılan özel nişasta.
    * Kâğıt veya bez yapıştırmakta kullanılan kaynatılmışnişasta bulamacı.
    * Kolalama.
    kola * Kolagillerden, Afrika’nın sıcak bölgelerinde yetişen ve kola cevizi adıyla anılan, çekirdekleri kahveden daha
    uyarıcı olan bazı içeceklerde ve hekimlikte kullanılan bir bitki (Cola acuminata).
    * Bu bitkinin yaprağından çıkarılan kokulu bir maddeyle kokulandırılan ve içine şeker, karbonat katılarak
    yapılan içecek.
    kola cevizi * Kola bitkisinin çekirdeği.
    kola çıkma * Kamu düzeninin korunması için, kolluk kuvvetlerinin bir şehir çevresinde atla dolaşmaları.
    kola çıkmak * Kamu düzeninin korunması için, kolluk kuvvetleri bir şehir çevresinde atla dolaşmak.
    kolacı * Geçimini giysilere, bazıörtü, çarşaf gibi şeylere kola yaparak sağlayan kimse.
    * Bu işlerin yapıldığıyer.
    kolacılık * Kolacının işi veya mesleği.
    kolaçan * Herhangi bir amaçla çevreyi dolaşıp pek belli etmeksizin gözden geçirme.
    kolaçan etmek * çevrede olup biteni anlamak amacıyla dolaşmak.
    * bir şeye öğrenmek amacıyla kısaca bakmak, göz atmak.
    kolagiller * Ayrıtaç yapraklı iki çeneklilerden, büyük ve küçük kola ağaçları gibi birçok türü içine alan bir bitki
    familyası.
    kolağası * Osmanlı ordusunda, yüzbaşı ile binbaşıarasında yer alan rütbe.
    kolağzı * Giysi kolunun uç bölümü.
    kolâj * Kumaş, tahta gibi malzemelerle yapılan, kâğıt veya kartona yapıştırılan resim veya kompozisyon.
    kolalama * Kolalamak işi, kola.
    kolalamak * Sert ve parlak olması için gömlek, örtü gibi şeyleri, içinde kola eritilmişsuya batırıp ütülemek.
    kolalanma * Kolalanmak işi.
    kolalanmak * Kolalamak işi yapılmak veya kolalamak işine konu olmak.
    kolalatma * Kolalatma işi.
    kolalatmak * Kolalamak işini yaptırmak.
    kolalayış * Kolalamak işi veya biçimi.
    kolalı * İçinde kola bulunan.
    * Kolalanmış.
    * Kolalanarak kullanılan.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 111

    kinestezi * Devin duyum.
    kinetik * Hareketle ilgili, hareket sebebiyle oluşan.
    * Hareket olaylarını inceleyen bilim dalı.
    * Kimyasal tepkimelerin hızlarını inceleyen bilim dalı.
    kinetik enerji * Hareket durumunda olan cismin enerjisi; bir cismin hareketini sağlayan veya hareket eden cisimlerde
    bulunan enerji.
    kinik * Kinizm taraftarı(kimse veya görüş), sinik.
    kinin * Kınakınadan elde edilen ve sıtmanın tedavisinde kullanılan beyaz alkaloit. Halk arasında, tuzlarından biri
    olan kinin sülfatısözünden kısaltılarak sülfata denir.
    kinin gibi * çok acı.
    kinin sülfatı * Kinin.
    kininli * İçinde kinin bulunmak.
    kiniş * Marangozlukta tahta üzerine boydan boya açılan, kesiti kare veya dikdörtgen biçiminde kanal.
    kinizm * İnsanın erdem ve mutluluğa, hiçbir değere bağlı olmadan, bütün gereksinmelerden sıyrılarak bağımsız
    olarak erişebileceğini savunan Antisthenes’in öğretisi, sinizm.
    kinlenme * Kinlenmek işi.
    kinlenmek * Öç almak istemek, kin tutmak.
    kinli * Öç almak isteyen, kin tutan.
    kinsiz * Kini olmayan, kin taşımayan.
    kip * Örnek, kalıp.
    * Değişebilen, geçici nitelik, san karşıtı.
    * Fiillerde belirli bir zamanla birlikte konuşanın, dinleyenin ve hakkında konuşulanın, teklik veya çokluk
    olarak belirtilmiş biçimi, sıyga.
    * Uygun, tıpatıp gelen.
    kip gelmek * tıpatıp, uygun gelmek.
    kipe * Hızla bükülen kalçanın sert ve birden gerilişiyle, vücudun yatıştan ayak üstü duruşa veya asılmadan
    dayanmaya geçmesi.
    kipkirli * Çok kirli, çamura ve pisliğe bulaşmış.
    kiplik * Önermelerin yalın, belkili veya mecburî olma nitelikleri.
    kir * Herhangi bir şeyin veya vücudun üzerinde oluşan, biriken pislik.
    * Utanılacak durum, leke, şaibe.
    kir götürmek * kirini belli etmeyecek bir renkte olmak.
    kir götürmek * bir şey çok kirli olmak.
    kir pas * Kir.
    kir tutmak * kirini hemen belli edecek bir renkte olmak, çok kirlenmek.
    kira * Bir konutun, bir mülkün veya taşıt gibi herhangi bir şeyin belli bir bedel karşılığında, bir süre için sahibi
    tarafından başkasına verilmesi, icar.
    * Bu biçimde tutulan bir şey için karşılık olarak ödenen para.
    kira arabası * Kiralık kullanılan araba.
    kira bedeli * Kiralanan mal için ödenen karşılık.
    kira kontratı * Kiralamak işinde karşılıklıyükümlülükleri belirten resmî belge.
    kiracı * Bir şeyi, bir yeri kira ile tutan kimse, müstecir.
    kiracılık * Kiracı olma durumu.
    kirada olmak (veya oturmak) * kira karşılığında verilmişolmak.
    * kira ile tutulmuş bir yerde oturmak.
    kiralama * Kiralamak işi.
    kiralamak * Kira ile vermek.
    * Kira ile tutmak.
    kiralanma * Kiralanmak işi.
    kiralanmak * Kiraya verilmek.
    * Kira ile tutulmak.
    kiralayan * Kiraya veren.
    kiralayıcı * Kiralayan kimse.
    kiralı * Kiralanmışolan.
    kiralık * Kiraya verilecek olan.
    kiralık adam * Bir işyaptırmak için tutulan adam.
    kiralık ev * Kiralanmak üzere hazırlanmışolan ev.
    kiralık kadın * Para veya başka bir çıkarıkarşılığında erkeklerle cinsel ilişki kuran kadın.
    kiralık kasa * Bankalarda müşterilerin değerli eşya, senet gibişeylerinin saklandığıkasa.
    kiralık katil * Bir kimseyi öldürmek için bir başkasıtarafından tutulan kimse.
    kiralık kız * 343 kiralık kadın.
    kiraya vermek * kira karşılığında vermek, icara vermek.
    kiraz * Gülgillerden bir meyve ağacı(Cerasus avium).
    * Bu ağacın kırmızıve beyaz renkte, etli, sulu, tek çekirdekli meyvesi.
    kiraz elması * Kırmızı, küçük ve sert bir elma türü.
    kiraz reçeli * Kirazın şeker ile kaynatılmasısonucu elde edilen reçel.
    kiraz zamkı * Kiraz, badem, erik, kayısıve şeftali gibi ağaçların gövde ve dallarında meydana gelen zamk.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 112

    kirazlık * Kiraz ağaçlarıçok olan yer, kiraz bahçesi.
    kirde * Genellikle mısır unuyla yapılan bir tür pide.
    kirdeci * Kirde yapan veya satan kimse.
    kirebolu * Arıların kovan deliğini kapamak için kullandıklarısarıve yumuşak madde.
    kireç * Mermer, tebeşir, kireç taşı, alçıtaşı gibi birçok taşın maddesini oluşturan kalsiyum oksit, (CaO).
    * Kalsiyum hidroksit, Ca(OH).
    kireç fabrikası * Kireç üreten fabrika.
    kireç gibi (olmak) * yüzünde hiç renk kalmamak, rengi solmak.
    kireç kaymağı * Bazıeşya ve yerleri mikroplardan arıtmakta, çamaşırlarıağartmakta kullanılan, sarımsı beyaz renkte ve klor
    kokusunda, toz veya sulandırılmışkireç klorürü.
    kireç kuyusu * İçinde kireç söndürülen genişçukur.
    kireç ocağı * Kireç yapmak için kireç taşlarının yakıldığıfırın.
    kireç söndürmek * kireci kullanmadan önce üzerine bolca su dökerek kalsiyum hidroksit durumuna getirmek.
    kireç suyu * İçinde erimiş bir durumda kireç bulunan su.
    kireç sütü * Badana için hazırlanmışsulu kireç.
    kireç taşı * Kireç elde etmekte kullanılan, kalsiyum karbon tuzundan bileşik kayaç, kalker, kireç.
    kireççi * Kireç taşından kireç elde eden veya satan kimse.
    kireççil * (bitki için) Kireçli topraktan hoşlanan, kireçli toprakta yetişen, kireçyeren karşıtı.
    kireçleme * Kireçlemek işi.
    kireçlemek * Kireç katmak veya kireç sürmek.
    * Kireç kullanarak badana yapmak.
    kireçlenme * Kireçlenmek işi.
    * Organik dokuların içinde kireç birikmesi durumu.
    kireçlenmek * Kireç dökülmek veya saçılmak.
    * Kireç sürülmek.
    * Kireç bulaşmak.
    * Bitkilerin hücre zarlarında kalsiyum karbonat ve kalsiyum oksalat gibi kalsiyum tuzlarıtoplanmak.
    * (kalsiyum tuzları için) Organik dokularda, dokunun görevine engel olacak derecede birikmek.
    kireçleşme * Kireçleşmek işi, kireçlenme.
    kireçleşmek * Kireç durumuna gelmek, kireçlenmek, kalkerleşmek.
    kireçli * Birleşiminde kireç olan veya kireci çok olan.
    * Kirece sürülmüş, kireç bulaşmış.
    kireçlik * Kireç konulan yer.
    * Kireci çok olan.
    kireçsileme * Kireçsilemek işi.
    kireçsilemek * Isıyardımıyla kirece çevirmek.
    * Yüksek ısı ile kurutmak.
    kireçsiz * Birleşiminde kireç olmayan veya çok az olan.
    * Birleşiminde karbon tuzlarının oranıdüşük olan (su).
    kireçsizlenme * Kayaçların içinde bulunan kalsiyum karbon tuzunun sularla eritilerek alınması.
    kireçsizleştirme * Kireçten arıtma.
    kireçsizleştirmek * Kireçsiz duruma getirmek.
    kireçyeren * Kireçli topraktan hoşlanmayan, kireçli toprakta yetişmeyen, kireççil karşıtı.
    kiremit * Yapıların çatılarınıörtmekte kullanılan, yan yana dizilerek, suyu aşağıya geçirmeden dışarıakıtacak biçimde
    yapılmış, kızıl toprağın renginde, pişmiş balçık levha.
    kiremit fabrikası * Modern usullerle hazırlanmış balçığın kiremide dönüştürüldüğü işyeri.
    kiremit rengi * Kahverengine çalan kızıl kırmızırenk, kiremidin rengi.
    * Bu renkte olan.
    kiremitçi * Kiremit yapan, satan veya döşeyen kimse.
    kiremitçilik * Kiremitçi olma durumu veya kiremitçinin yaptığı iş.
    kiremithane * Kiremit yapılan yer.
    kiremitli * Kiremiti olan.
    kiri kabarmak * nem, ısı gibi sebeplerle kir, üzerinde bulunduğu yüzeyden ayrılabilir duruma gelmek.
    kiril alfabesi * Yunan büyük harfi tipinde düzenlenmişSlav alfabe ve yazısı.
    kiriş * Bazıtelli müzik araçlarında kullanılan, hayvan bağırsaklarından yapılan tel.
    * Ok atılan yayın iki ucu arasındaki esnek bağ.
    * Dört köşe kalın keresteden, demirden veya betonarmeden yapılmışyatay destek parçası.
    * Bir eğrinin iki noktasını birleştiren doğru parçası.
    * Kasların uçlarında bulunan, kaslarıkemiklere ve başka organlara bağlayan beyazımsıkordon.
    kirişçi * Kirişyapan veya satan kimse.
    kirişhane * Kirişin yapıldığı işlik.
    kirişi kırmak * bulunduğu yerden ayrılmak, kaçıp gitmek.
    kirişleme * Kirişlemek işi.
    * Ahşap döşemelerde yaklaşık 50 cm ara ile kirişler koyma.
    * Çapraz olarak, kılıçlama.
    kirişlemek * (yay için) Kirişi çekip germek.
    * Kiriş, olarak kullanılan keresteyi döşemek.
    kirişli * Kirişi olan.
    * Kirişyapısında olan.
    kirişlik * Kirişolarak kullanılmaya uygun.
    kirişsiz * Kirişi olmayan.
    kirizma * Toprağıderince kazarak altınıüstüne getirme.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 113

    kirizma yapmak (veya etmek) * toprağıderince kazarak altınıüstüne getirerek sürmek.
    kirizmalama * Kirizmalamak işi veya durumu.
    kirizmalamak * Kirizma yapmak.
    kirizme * 343 kirizma.
    kirkit * Dokumacılıkta atkı ipliğini sıkıştırmak için kullanılan, demirden veya ağaçtan yapılmışdişli araç.
    kirlenme * Kirlenmek işi.
    kirlenmek * Kirli duruma gelmek, pislenmek.
    * Onuru lekelenmek.
    * (kadın için) Irzına geçilmek, iffeti bozulmak, lekelenmek.
    * (kadın) Ay başı olmak.
    kirletme * Kirletmek işi.
    kirletmek * Kirli duruma getirmek, pisletmek.
    * Küçük veya büyük abdestini yapmak, pislemek.
    * Namusuna, onuruna zarar verecek bir suç yüklemek, lekelemek.
    * (kadın için) Irzına geçmek, namusuna zarar vermek.
    kirli * Leke, toz vb. ile kaplı, pis, murdar, mülevves.
    * (kadın için) Aybaşıdurumunda bulunan.
    * Toplumun değer yargılarına aykırı olan.
    kirli çamaşır * Yasal olmayan, saklı gizli iş.
    kirli çamaşırlarını ortaya dökmek * (birinin) ayıp, kusur veya suçlarınıaçıklamak, söylemek.
    kirli çıkı * Cimrilikle zengin olmuşkimseler için söylenir.
    kirli çıkın * Bkz. kirli çıkı.
    kirli kan * Toplardamarların kalbe götürdüğü kan.
    kirli sarı * Koyu ve donuk sarırenk.
    kirlihanım peyniri * Yumuşak ve yağlı bir tür peynir.
    kirlilik * Kirli olma durumu, pislik.
    kirliye atmak * yıkanmak için bir kenara koymak, bir yerde biriktirmek.
    kirloş * Kirli ve pasaklı.
    kirloz * Kirloş.
    kirmen * Elde yün eğirmeye yarayan tahtadan yapılmış araç.
    kirpi * Kirpigillerden, uzunluğu 25-30 cm olan, sırtıdikenlerle kaplımemeli hayvan (Erinaceus europaeus).
    kirpigiller * Böcekçiller takımının, örnek hayvanıkirpi olan, sırtlarıdikenlerle kaplımemeli hayvanlar familyası.
    kirpiği kirpiğine değmemek * hiç uyumamak.
    kirpik * Göz kapağının kenarındaki kıllar veya bu kıllardan her biri.
    * Tüy gibi, küçük ve ince uzantıveya uzantılar.
    kirpik besleyici * Kirpiklerin dökülmesini önleyen ve besleyici nitelikleri olan şeffaf, sıvımadde.
    kirpikli * Herhangi bir nitelikte kirpiği olan.
    * Üzerinde kirpik veya kirpiğe benzer uzantılar olan.
    kirpikliler * Bir hücreli hayvanlardan, üzerleri hareketlerini sağlayan kirpik biçimindeki uzantılarla kaplı organizmalar
    sınıfı.
    kirpiksi * Kirpiğe benzer.
    kirpiksi cisim * gözde damar tabakanın ön dış bölümü.
    kirş * Kirazın mayalanmasıve damıtılmasıyla yapılan bir tür içki.
    kirtikli * Kenarları girintili çıkıntılı olan.
    kirtil * Büyük kabuklu deniz hayvanlarınıavlamakta kullanılan, ince dallardan örülmüşsepet.
    kirve * Sünnet olan çocuğun bütün masraflarınıüstlendikten sonra sünnet sırasında çocuğu kucağına alarak elini,
    kolunu tutan ve bütün hayatı boyunca çocuk üzerinde babasına yakın hak taşıyan kimse.
    kirvelik * Kirve olma durumu.
    kirvelik etmek * kirve görevini yüklenmek.
    kisbî * 343 kispî.
    kisedar * Para hesabınıyapan, parayıtoplayan kimse, vekilharç.
    kispet * Yağlı güreşte pehlivanların giydikleri, belden baldıra kadar uzanan, dar paçalımeşin pantolon.
    kispet çıkarılması * Yağlı güreşte yenilginin en kötüsü sayılan, kispetin hasım tarafından çekilip çıkarılmasıveya boydan boya
    yırtılması.
    kispî * Sonradan elde edinilmiş, sonradan kazanılmış.
    kist * İçi koloit veya yağgibi sıvıveya yarısıvı bir madde ile dolu patolojik torba.
    * Tek hücrelilerin veya çok hücreli küçük hayvanların uygun olmayan şartlarda veya çoğalma sırasında
    çevrelerine saldıklarıkendilerini korumaya yarayan dayanıklıkapsül.
    * Sporlu bitkilerde, özellikle mantarlar veya su yosunlarında görülen, bir veya birkaç hücreden oluşmuş
    organ.
    kistleşme * Kistleşmek işi.
    kistleşmek * Yabancı bir cisim veya patolojik bir urun çevresinde katılgan doku sertleşmek.
    kisve * Kılık.
    * Hacıların Kâbe’de giydikleri beyaz üstlük.
    kisvesi altında * herhangi bir nitelikte veya biçimde.
    kişi * İnsan, kimse, şahıs.
    * Eş, koca.
    * Erkek.
    * Bir eserde (oyun, roman, hikâye) yer alan kimse.
    * Çekimli fiillerde ve zamirlerde konuşan, dinleyen, sözü edilen varlık, şahıs.
    kişi eki * Fiil çekimlerinde kullanılan ve kişiyi gösteren ek, şahıs eki: Geldi-m, gelmiş-sin gibi.
    kişi refikinden azar * kötü arkadaş, kişiyi kötü yola sürükler.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 114

    kişi zamiri * Kişilerin yerine kullanılan zamir.
    kişiler arası * Bütün insanları göz önüne alan.
    kişiler arası ilişki * Bireyler arasındaki toplumsal etkileşim veya karşılaşma.
    kişileşme * Kişileşmek işi.
    kişileşmek * Kişilik kazanmak.
    kişileştirme * Cansız varlıklarıveya hayvanları insanmışgibi gösterme, canlandırma sanatı, teşhis.
    kişilik * Bir kimseye özgü belirgin özellik; manevî ve ruhî niteliklerinin bütünü, şahsiyet.
    * İnsanlara yakışacak durum ve davranış.
    * Bireyin toplumsal hayatı içinde edindiği alışkanlıkların ve davranışların bütünü.
    * Herhangi bir kişi için, herhangi bir kişiye yetecek miktarda.
    * Herhangi bir sayıda kişiden oluşan.
    * Bayram gibi önemli günlerde veya konukların yanına çıkarken giyilen yeni giysi, yabanlık, adamlık.
    kişilik dışı * Kişisel olmayan, gayrişahsî.
    kişilik kazanmak * bir kişinin öz yapısı, kişiliği belirginleşmek.
    kişilikli * Kişiliği olan, şahsiyetli.
    kişiliksiz * Kişiliği olmayan, şahsiyetsiz.
    kişioğlu * İnsanoğlu, insan.
    * Soylu kimse.
    kişisel * Kişi ile ilgili, kişiye ilişkin, kişinin kendi malı olan, şahsî, zatî.
    kişiye özel * Sadece o kişiye ait, o kişi tarafından kullanılabilen (şey).
    kişizade * Soylu.
    kişmirî * Çekici, albenili.
    * Esmer.
    kişmiş * Küçük taneli bir tür çekirdeksiz siyah üzüm.
    kişneme * Kişnemek işi veya sesi.
    kişnemek * (at için) Bağırmak.
    kişneyiş * Kişnemek işi veya biçimi.
    kişniş * Maydanozgillerden yapraklarımaydanozu andıran, 20-60 cm yükseklikte, tüysüz, bir yıllık ve otsu bir bitki
    (Coriandrum sativum), kara kimyon.
    * Bu bitkinin baharat olarak kullanılan kurutulmuşmeyvesi veya tohumu.
    kişnişşekeri * İçinde bir kişniştanesi bulunan ufak şeker.
    kit * Macun.
    kitaba (veya kitabına) uydurmak * kanun olmayan bir işi hile, düzen vb. ile kanuna uygun gibi göstermek.
    kitaba el basmak * kutsal kitap üzerine elini koyarak ant içmek.
    kitabe * Taş, mermer vb.gibi sert cisim üzerindeki oyma veya kabartma yazı, tarih, yazıt.
    kitabet * Yazmanlık, kâtiplik.
    * Kompozisyon, tahrir.
    kitabıkapamak * herhangi bir konu ile ilgiyi kesmek.
    kitabî * Kitapla ilgili; kitaba uygun.
    * Kitaba bağlıkalan, özgür düşünemeyen (kimse).
    * Düzgün, dil bilgisi kurallarına uygun (anlatım).
    kitap * Ciltli veya ciltsiz olarak bir araya getirilmiş, basılıveya yazılıkâğıt yaprakların bütünü.
    * Herhangi bir konuda yazılmışeser.
    * Kutsal kitap.
    kitap açacağı * Sayfalarının bir veya iki kenarıkatlı olan kitaplarıaçmak amacıyla kullanılan, tahta, fil dişi, gümüşgibi
    maddelerden yapılan araç.
    kitap dolabı * Ön yüzü açık, yatay ve dikey bölümleri olan bazıtürlerinde çekmece de bulunan, kitap koymaya yarayan
    mobilya.
    kitap ehli * Dört kutsal kitaptan birine inanan, iman eden, bağlanan kimse.
    kitap evi * Kitap satılan yer, kitapçıdükkânı.
    kitap kurdu * Kitaplarıyiyerek zarar veren bir böcek.
    * Çok kitap okuyan kimse.
    kitap sarayı * Halkın yararlanması için kurulmuş büyük kitaplık.
    kitapça * Kitabın yazdığına göre.
    kitapçı * Kitap satan veya kitap bastırıp satan kimse.
    kitapçılık * Kitap bastırma veya satma işi.
    kitaplaştırma * Kitaplaştırmak işi.
    kitaplaştırmak * Kitap durumuna getirmek, kitap olarak yayımlamak.
    kitaplık * Kitapların yerleştirildiği raflardan oluşan mobilya, kütüphane.
    * Kuruluşamaç ve görevine uygun kitap, film, plâk gibi her türlü düşünce ve sanat ürününü toplayan,
    düzenleyen ve genel olarak ilgilenen okurlara sunan kuruluş, kütüphane.
    * Kitap yapmaya elverişli.
    * Herhangi bir sayıda veya kitap olabilecek kadar.
    * Belli bir sayıda kitabı olan.
    * Evlerde ve işyerlerinde içinde kitapların bulunduğu oda.
    kitaplık bilimci * Kitaplıklarda işlerin yürütülmesini sağlayan, kitaplık bilimi öğrenimi görmüşkimse, kütüphaneci.
    kitaplık bilimi * Kitap sayısınıçoğaltmanın, kataloglayıp sınıflandırmanın ve okuyucularıkitaptan yararlandırmanın
    yollarını, kurallarını belirten bilim dalı, kütüphanecilik.
    kitaplık görevlisi * Kütüphanecilik öğrenimi görmemişolan ve bir kitaplıkta bilimsel işler dışında kalan işleri yürüten kimse,
    hafızıkütüp.
    kitapsever * Öz ve biçim yönünden iyi nitelikli kitaplarıseçen, kitaba tutkuyla bağlıkimse, bibliyofil.
    kitapseverlik * Kitapsever olma durumu.
    kitapsız * Kitabı olmayan.
    * Dört kutsal kitaptan (Kuran, İncil, Zebur, Tevrat) hiçbirine inanmayan, dinsiz.
    * Zalim, insafsız.
    kitapta yeri olmak * din veya yasa kitaplarında bulunmak, konusu geçmek.
    kitara * Bkz. gitar.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 115

    kitaracı * Kitara çalan kimse.
    kitin * Eklem bacaklıların ve kabukluların örteneğini oluşturan, dayanıklıve esnek organik madde; bazımantar ve
    likenlerde de rastlanır.
    kitle * İnsan topluluğu.
    * Kütle.
    kitle haberleşmesi * Kitle iletişimi.
    kitle iletişimi * Genişdağınık insan topluluklarının, aynızamanda, örgütlenmiş bir kaynaktan iletilen haberlere veya
    uyarılara maruz kalması, birtakım kaynaklardan elde edilen bilgi ve haberlerin değişik araçlarla genişhalk
    topluluklarına yaygın olarak duyurulması.
    kitlemek * Kilitlemek.
    kitli * Kilitli.
    kitre * Gevenden çıkarılan bir tür zamk, kestere.
    kivi * Kivigillerden, kanatlarıküt olduğu için uçamayan, bacakları güçlü, Yeni Zelanda’da yaşayan bir kuş,
    apteriks (Apteryx australis).
    kivi * Kahverenkli tüylü kabuğu soyularak yenen yeşil renkli sulu, C vitamini bakımından zengin meyve.
    kivigiller * Omurgalıhayvanlardan kuşlar sınıfına giren bir familya.
    kiyanus * Doğada serbest olarak bulunmayan, fakat birçok cismin birleşimine giren, karbon ve azottan oluşan bir
    gaz.
    kiyaset * Akıllıca davranış, akıllılık.
    kizir * Köy muhtarıyardımcısı; köy kâhyası; köy bekçisi.
    klâkson * Korna.
    klâkson çalmak * korna çalmak.
    klân * Boy.
    klâpa * Yakanın göğüse doğru inen devrik bölümü.
    klâpe * Bir pompada, bir körükte, bir motorda, bazımüzik araçlarında vb. de bir akışkanın geçmesini sağlamak
    veya engellemek üzere bir eksen etrafında yaptığı açval hareketle açılıp kapanan bir kapak.
    klârnet * Tahtadan, metal perdeli, orkestrada önemli yeri olan bir üflemeli çalgı.
    klârnetçi * Klârnet çalan kimse.
    klâs * Sınıf.
    * Üstün nitelikli, üstün yetenekli.
    klâsik * Eski Yunan ve Roma çağıdili ve sanatı ile ilgili olan.
    * XVll.yüzyıl Fransız dili, sanatıve yazarları ile ilgili olan.
    * Üzerinde çok zaman geçtiği hâlde değerini yitirmeyen, türünde örnek olarak görülen (eser veya sanatçı).
    * Sanatta kuralcı.
    * Alışılmışolan, yenilik getirmeyen, geleneksel.
    * Eski Yunan, Roma veya XVII. yüzyıl Fransız sanatıyla ilgili sanatçıveya eser.
    klâsikleşme * Klâsikleşmek işi.
    klâsikleşmek * (herhangi bir sanat, sanatçı, eser) Klâsik duruma gelmek, zamana karşıdeğerini yitirmemek.
    * Alışılmışdurumda kalmak, bir yenilik, özellik getirmemek.
    klâsiklik * Klâsik olma durumu.
    klâsisizm * Eski Yunan, Roma sanatından, edebiyatından kaynaklanan, XVll. yüzyılda Fransa’dan yayılan sanat ve
    edebiyat çığırı.
    klâsman * Bölümleme, sınıflama, tasnif.
    klâsör * İçinde belli bir sıraya göre kâğıtlar konacak bölmeleri olan dosya veya dolap, musannif, cilbent, sıralaç.
    klâvsen * Klâvyeli ve telli bir çalgı.
    klâvsenci * Klâvsen çalan kimse.
    klâvye * Parmaklarla hareket ettirilen piyano ve org gibi çalgılarda veya yazıve hesap makinelerinde değişmez bir
    eksen çevresinde inip kalkabilen, istenilen işe göre düzenlenmiş bazımekanizmalarıçalıştıran kaldıraç kollarının, tuş
    sıralarının bütünü.
    klâvyeli * Klâvyesi olan.
    kleptoman * Kleptomaniye yakalanmışkimse.
    kleptomani * Dayanılmaz bir ruhsal dürtüyle, kişinin hırsızlık yapma ihtiyacıduyması ile beliren hastalık.
    klerikalizm * Dinin ve din kurumlarının toplum hayatının çeşitli kesimlerindeki yerini güçlendirmeyi amaçlayan
    toplumsal, ekonomik akım, din erkçilik.
    klik * Hizip.
    klikçi * Hizipçi.
    klikleşme * Hizipleşme.
    klikleşmek * Hizipleşmek.
    klima * Soğuk veya sıcak hava verme yoluyla kapalı bir mekânın havasınıdeğiştiren araç, iklimleme aracı.
    klimatolog * İklim bilimci.
    klimatoloji * İklim bilimi.
    klinik * Hasta bakılan yer.
    * Hekim olacak öğrencilerin hasta başında uygulamalı olarak ders gördükleri hasta koğuşu.
    * Vücut muayenesinde görülen (hastalık belirtisi).
    klinker * Çimento yapımında fırından ezilmeden çıkan pişirme ürünü.
    klinometre * Eğimölçer.
    klip * Görüntüleme.
    klips * Yaylı bir pensle tutturulmuşküpe, iğne vb.
    kliring * Dışticarette, iki ülke arasında yapılan alışverişin karşılıklı olarak malla ödenmesi, takas.
    klişe * Baskıda kullanılmak amacıyla, üzerine kabartma resim, şekil, yazıçıkarılmışmetal levha.
    * Basma kalıp (söz, görüşvb.).
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 109

    kilit yeri * Kilidin yerleştiği yuva.
    kilitleme * Kilitlemek işi.
    kilitlemek * Anahtarla kilidi kapamak.
    * Bir nesne veya bir kimseyi kilitli bir yere kapamak.
    * (karşıklıçıkıntıve girintileri olan şeyleri) Birbirine geçirmek, kenetlemek.
    * Sıkıca tutmak.
    kilitlenme * Kilitlenmek işi.
    kilitlenmek * Kilitlemek işi yapılmak.
    * Fiziksel, ruhî vb. sebeplerle hareket edemez, kıpırdayamaz duruma gelmek.
    kilitletme * Kilitletmek işi.
    kilitletmek * Kilitlenmesini sağlamak.
    kilitleyici * Kilitleme işleri gören.
    kilitli * Kilidi olan.
    * Kilitlenmiş.
    kilitsiz * Kilidi olmayan.
    * Kilitlenmemiş.
    kilitsiz küreksiz * Açık, kilitlenmemiş.
    kiliz * Hasır otu, saz, kamış, kofa.
    kiliz balığı * Sazangillerden bir balık türü (Tinca tinca).
    kilizman * Sazlık, kamışlık.
    killeme * Killemek işi.
    killemek * Kirli çamaşırlarıkil kullanarak tokaçla yıkamak.
    killi * İçinde kil bulunan.
    kilo * Önüne getirildiği birimi binle çarpan ön ek.
    * Kilogram kelimesinin kısa biçimi.
    kilo almak * beslenerek vücudun ağırlığı artmak, şişmanlamak.
    kilo vermek * vücudun ağırlığı azalmak, zayıflamak.
    kiloamper * Değeri 1000 amper olan akım şiddeti birimi.
    kilogram * Uluslar arası bin gramlık ağırlık birimi, kilo (kg).
    kilogramağırlık * Bir kilogramlık bir kütlenin Yer tarafından çekilmesini sağlayan güce eşit olan güç birimi, 9,81 newton’a
    eşittir.
    kilogramkuvvet * Kilogramağırlık.
    kilogrammetre * Bir kilogram ağırlığındaki bir gücün, uygulandığımaddî bir noktayı güç doğrultusunda bir metre yer
    değiştirmesiyle yapılan işe eşit iş birimi.
    kilohertz * Bir saniyede 1000 titreşimi olan elektromanyetik dalga boyu ölçüsü birimi.
    kilojul * Bin jul değerinde iş birimi.
    kilokalori * Büyük kalori.
    kilolu * Ağır.
    * Şişman.
    kiloluk * Herhangi bir kilo ağırlığında.
    * Bir kilo ağırlığında.
    kilometre * 1000 m lik uzunluk ölçü birimi (km).
    kilometre kare * Kenarları birer kilometre uzunluğunda olan bir karenin alanına eşit yüzey ölçü birimi, (km).
    kilometre taşı * Kara yollarında üzerinde kilometreleri gösteren dikili taş.
    * Önemli bir durumu belirleyen, üzerinde durulması gereken nokta.
    kilometrelerce * Mesafece uzun süren.
    kilosikl * Saniyede bin devir olan elektrik akımının frekansınıölçmek için kullanılan birim.
    kiloton * Değeri bin ton olan kütle birimi.
    kilovat * Değeri bin vat olan güç birimi.
    kilovat saat * Bir kilovatlık bir gücün bir saatte verdiği işve enerji birimi.
    kilovolt * Değeri bin volt olan elektrik gerilimi veya potansiyel farkı birimi.
    kils * Kireç, sönmemişkireç.
    kilüs * Bağırsaktan gelen, içinde yağdamlacıkları bulunan ak kan, keylus.
    kim * Hangi kişi anlamında cümlede, özne, tümleç, nesne, yüklem görevinde kullanılır.
    kim * Ki.
    kim bilir * belirsizlik, bilinmezlik bildirir.
    * olabilirlik bildirir.
    kim kime, dum duma * kimsenin kimseyle ilgilenmediği” kimseye önem vermediği, çok karışık bir durumu anlatır.
    kim oluyor? * “kendini ne sanıyor, ne hakkıvar?” anlamında kullanılır.
    kim vurduya gitmek * bir kalabalık arasında öldürülen veya vurulan kimsenin kimin tarafından öldürüldüğü veya vurulduğu
    anlaşılamamak.
    kime ne * başkasını ilgilendirmez.
    kimesne * Kimse.
    kimi * Birtakımı, bazısı.
    * Bazı.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 110

    kimi kimsesi olmamak * yakınları, koruyucusu bulunmamak.
    kimi köprü bulamaz geçmeye, kimi su bulamaz içmeye * insanların nasipleri arasındaki tutarsızlıkları belirtir.
    kimi zaman * Ara sıra, bazen.
    kimin arabasına binerse onun türküsünü çağırır * kimden bir çıkar sağlarsa, onun hoşuna gidecek biçimde davranan dönek ve dalkavuk kimseler için
    kullanılır.
    kimin nesi? * “kimin yakını” anlamında kullanılır.
    kimine hay hay, kimine vay vay * kiminin talihinin iyi, kiminin de kötü gittiğini anlatır.
    kiminin parası, kiminin duası * bir işyapılırken veya yapıldıktan sonra kiminden para, kiminden dua alınabilir.
    kimisi * Bazısı, birtakımı, kimi.
    kimlik * Toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını
    sağlayan şartların bütünü.
    * Kim olduğunu tanıtlayan belge, hüviyet.
    * Herhangi bir nesneyi belirlemeye yarayan özelliklerin bütünü.
    kimlik belgesi * Kimlik, hüviyet cüzdanı.
    kimlik kartı * 343 kimlik belgesi.
    kimono * Japonların önden çapraz olarak kavuşan uzun ve genişkollu ulusal giysisi.
    * Genişkollu sabahlık.
    kimse * Herhangi bir kişi, kim olduğu bilinmeyen kişi, şahıs, nefer.
    * (olumsuz cümlelerde) Hiçbir kişi.
    kimse kendi memleketinde peygamber olmaz * insanlar kendi çevrelerinde olan kimseyi değerlendiremezler.
    kimse yoğurdum ekşi demez * herkes sattığımalıherkes kendi işini, tutumunu ve davranışınıöver.
    kimsecik * (olumsuz cümlelerde) Hiç kimse.
    kimsecikler * (olumsuz cümlelerde) Hiçkimse.
    kimseden kimseye hayır yok (veya gelmez) * insan, yapacağı işte başkasının yardımına güvenirse, hayal kırıklığına uğrar.
    kimsesiz * Anası babası, yakını, koruyucusu olmayan (kimse).
    * Hiç kimse bulunmayan, boş.
    kimsesizlik * Kimsesiz olma durumu, yalnızlık.
    kimüs * Yemeklerin mide öz suyuyla karıştıktan sonra aldığıdurum, keymus.
    kimya * Maddelerin temel yapılarını, birleşimlerini, dönüşümlerini; çözümleme, birleşim ve üretim yöntemlerini
    inceleyen bilim.
    * Üstün özellikler taşıyan çok değerli şey.
    kimya doğrulumu * Kimyasal maddelerin etkisi ile bitkilerde görülen, maddeye doğru veya ters yöne yönelme durumu,
    şimiotropizm.
    kimya göçümü * Bir hücreli varlıklarda, kimyasal maddelerin etkisi altında yanaşma veya uzaklaşma biçiminde görülen yer
    değiştirme durumu, şimiotaksi.
    kimya olmak * bulunmaz olmak.
    kimyacı * Kimya ile uğraşan kimse, kimyager.
    * Kimya öğretmeni.
    kimyacılık * Kimyacı olma durumu veya mesleği, kimyagerlik.
    kimyager * Kimyacı.
    kimyagerlik * Kimyacılık.
    kimyasal * Kimyaya ait, kimya ile ilgili, kimyevî.
    kimyasal savaş * Kimyasal madde ve silâhların kullanıldığısavaş.
    kimyasal silâh * İnsan, hayvan ve bitkiler üzerinde zehirli maddelerle ölümcül olaylara sebep olan silâh.
    kimyevî * Kimyasal.
    kimyon * Maydanozgillerden, 50 cm kadar yükseklikte, beyaz veya pembe çiçekli, bir yıllık, ıtırlıve otsu bir bitki
    (Cuminum cyminum).
    * Bu bitkinin tohumundan elde edilen ve bahar olarak kullanılan toz.
    kimyonî * Kahverengiye çalan yeşil renkte olan.
    kimyonlu * İçinde kimyon bulunan.
    kin * Öç almayıamaçlayan gizli düşmanlık, garez.
    -kin * Bkz. -gın / -gin.
    kin bağlamak * birine karşıöç alma duygusu duymak.
    kin beslemek (veya tutmak) * birine karşıöç alma duygusunu sürdürmek.
    kin duymak * birine karşıöç alma duygusunu yaşatmak veya bu duyguyu hissetmek.
    kin gütmek * öcünü alıncaya kadar kininden vazgeçmemek.
    kinaye * Düşünüleni, dolaylı olarak anlatan söz.
    * Üstü kapalı, sitemli, dokunaklısöz.
    * Sözün gelişiyle, gerçek anlamların dışında bir kavrama değinme sanatı.
    kinayeli * İçinde kinaye bulunan (söz).
    kinayeli kinayeli * Dolaylı olarak, iğneli.
    kinci * Öç almak isteyen, kin tutan, kindar.
    kincilik * Kinci olma durumu, kin tutma.
    kindar * Kinci, kinli.
    kindarlık * Kindar olma durumu.
    kinematik * Cisimlerin hareketlerini yörünge, hız ve ivme gibi konular bakımından inceleyen mekanik kolu, sinematik.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 103

    kıvrımlanmak * Kıvrımlıduruma gelmek.
    kıvrımlı * Kıvrımı olan.
    kıvrıntı * Kıvrım.
    * Kıvrılan yer, dönemeç.
    kıya * Adam öldürme suçu, cinayet.
    kıyacı * Cinayet işleyen kimse, cani.
    kıyafet * Kılık.
    * Resmî giysi.
    kıyafet balosu * Alışılmışgiysilerin dışında her çeşit özel giysilerin giyildiği balo.
    kıyafet düşkünü * Kötü giyimli kimse.
    kıyafetli * Herhangi bir kıyafette olan, kılıklı.
    kıyafetname * Bir ülkenin veya bir dönemin giyimlerini anlatan kitap.
    * Yüze veya dışgörünüşe bakılarak ruhî durumu anlama bilgisinden söz eden kitap.
    kıyafetsiz * Kıyafeti düzgün olmayan, kılıksız.
    kıyafetsizlik * Kıyafetsiz olma durumu, kılıksızlık.
    kıyak * Kıyıcı, zalim, gaddar.
    * Benzerlerinden üstün olan, çok güzel, mükemmel.
    * Güzel, biçimli, yakışıklı, düzgün giyimli.
    * Hoşgörü, ayrıcalık tanıma.
    kıyak kaçmak * çok uygun düşmek, yakışık almak.
    kıyak yapmak * maddî ve manevî destek olmak, yardım etmek.
    kıyakçı * Gözü pek oyuncu, cesur kumarbaz.
    kıyaklaşma * Kıyaklaşmak işi.
    kıyaklaşmak * Kıyak duruma gelmek.
    kıyaklık * Kıyak olma durumu.
    * Kıyakçıya yakışır davranış.
    kıyam * Ayağa kalkma, ayakta durma.
    * Bir işe girişme, kalkışma, teşebbüs etme.
    * Ayaklanma, başkaldırma, karşı gelme.
    * İslâm inancına göre, ölümden sonra, yeniden dirilip ayağa kalkma.
    * (namazda) Ayakta durma.
    kıyamet * Tek tanrılıdinlerin inanışına göre dünyanın sonu ve bütün ölülerin dirilerek mahşerde toplanacağızaman.
    * Gürültülü karışıklık, gürültü, patırtı.
    kıyamet alâmeti * Kıyametin kopacağınıönceden gösteren belirtiler.
    * İçinde yaşanılan zamanın durumunu beğenmeyenlerin kullandığı bir tamlama.
    kıyamet gibi (veya kıyamet kadar) * pek çok.
    kıyamet günü * Dünyanın yok olacağı, ölülerin dirilip ayağa kalkacağızaman.
    kıyamet kopmak * kıyamet günü gelmek.
    * (bir yerde) çok gürültü ve telâşolmak.
    kıyamet mi kopar? * “ne olur, ne çıkar, ne önemi var” anlamlarında kullanılır.
    kıyamete kadar * dünya durdukça, uzun süre.
    kıyamete kalmak * bir sorunun çözülemeyeceğini anlatır.
    kıyametleri koparmak * bir şeye çok kızarak bağırıp çağırmak, feryat etmek; aşırı gürültülere, kargaşaya yol açmak.
    kıyas * Bir tutma, denk sayma.
    * Karşılaştırma, oranlama.
    * Benzetme yolu, örnekseme.
    * Tasım.
    kıyas etmek * kıyas eylemek.
    kıyas eylemek * karşılaştırmak, mukayese etmek.
    kıyas kabul etmez * iki şey arasındaki ayrımın çok fazla olduğunu belirtmek için kullanılır.
    kıyasa muhalefet * Bkz. kurala aykırılık.
    kıyasen * Kıyas edilerek, kıyas yoluyla.
    * Karşılaştırarak, oranlayarak.
    * Benzeterek.
    kıyasımukassem * 343 ikilem.
    kıyasıya * Canınıyakmak, öldürmek amacıyla.
    * Çok şiddetli, korkunç, muthiş.
    kıyasî * Uygulama ve benzetme ile elde edilen.
    * Kurala göre yapılmış, kurallı.
    kıyaslama * Kıyaslamak işi, mukayese.
    kıyaslamak * Karşılaştırmak, oranlamak, örneksemek, mukayese etmek.
    kıyaslanma * Kıyaslanmak işi.
    kıyaslanmak * Kıyaslamak işi yapılmak, karşılaştırılmak.
    kıydırma * Kıydırmak işi.
    kıydırmak * Kıymak işini yaptırmak.
    kıygı * Haksızlık, gadir.
    * Acımazlık, zulüm.
    kıygın * Haksızlığa uğramış, mağdur.
    kıygınlık * Haksızlığa uğramışolma durumu, mağdurluk, mağduriyet.
    kıyı * Kara ile suyun birleştiği yer.
    * Kenar, uç.
    * Karanın deniz boyunca uzanan bölümü, sahil.
    * Issız, tenha yer.
    kıyı balıkçılığı * Kıyıdan fazla uzaklaşmadan bir gün içinde avlanıp limana dönülme şeklinde yapılan avcılık.
    kıyı bucak * Göze çarpmayan yer.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 104

    kıyıdili * Bir körfezin önünü kapatan, denizle küçük bir bağlantısıkalabilen, kum ve çakıl karışımı birikinti, sahil
    kordonu.
    kıyıkıyı * Kıyıya yakın bir biçimde, kıyıyıtakip ederek, kıyıdan.
    kıyıtırmığı * Buğdaygillerin hasadında yararlanılan tırmık benzeri, dişleri metal ve sapıdaha uzun olan, kayalar
    üzerindeki kökü zayıf deniz yosunlarının kıyı boyunca yapılan hasadında kullanılan bir alet.
    kıyıcı * Kıymak işini yapan kimse.
    * Acıma duygusu olmayan, başkalarına kıyasıya kötülük eden, gaddar, zalim.
    kıyıcı * Kıyılara vuran enkazıdevletten aldığı izinle toplayan kimse.
    kıyıcılık * Kıyıcı olma durumu.
    * Gaddarlık, zulüm.
    kıyıcılık etmek * gaddarlık etmek, gaddarca davranmak.
    kıyıda bucakta * Bkz. kıyıda köşede.
    kıyıda köşede * Göze çarpmayan, umulmayan yerlerde.
    kıyıda köşede kalmak * göze çarpmayan bir yerde unutulmuşolmak.
    kıyık * Kıyılmışolan.
    kıyık * İğne, kalın yorgan iğnesi.
    * Çuvaldız.
    kıyılama * Kıyılamak işi.
    kıyılamak * Kıyı boyunca gitmek.
    kıyılık * Sayanın kenarlarınısağlamlaştırmak ve güzelleştirmek için dikilen şerit hâlindeki parça.
    kıyılma * Kıyılmak işi.
    kıyılmak * Çok ince ve küçük parçalar hâlinde doğranmak.
    * Kıymak işi yapılmak.
    * Ezilir, kıyılır gibi olmak.
    kıyım * Kıymak işi.
    * Kıyılma biçimi.
    * Görev yönünden kötü bir duruma sokma, haksızlığa uğratma.
    kıyım kıyım * İnce imce.
    kıyımlı * Herhangi bir biçimde kıyılmışolan.
    kıyımlık * Bir defada kıyılacak miktarda olan.
    kıyın * Güçlü bir kimsenin yasaya veya vicdana aykırı olarak başkasınıuğrattığıkötü durum, zulüm.
    kıyın kıyın * Kıyıdan, gizli gizli.
    kıyınma * Kıyınmak işi.
    kıyınmak * Ezilmişveya kırılmışgibi bir duygu duymak.
    kıyıntı * Açlık sebebiyle midede duyulan eziklik.
    * Herhangi bir sebeple vücutta duyulan kırıklık.
    * İnce ince doğranmışküçük parça.
    kıyış * Kıymak işi veya biçimi.
    kıyışma * Kıyışmak işi.
    kıyışmak * Karşılıklısözleşmek, anlaşıp karar vermek.
    * Biriyle yarışmaya kalkmak.
    * Yüreklilik göstermek, cesaret etmek.
    kıyıya atmak * karaya çıkartmak veya sürüklemek.
    kıyıya çıkmak * karaya çıkmak, gemiden karaya inmek.
    kıyma * Kıymak işi.
    * Kıyılmışet.
    * Küçük kuş başıetlerden kavrularak yapılmışkışlık kavurma.
    kıymak * Çok ince ve küçük parçalar durumunda doğramak.
    * Acımadan vermek, esirgememek, feda etmek.
    * Acımayıp öldürmek.
    * Acımayarak büyük bir kötülük etmek, zulmetmek.
    * Bkz. nikâh kıymak.
    kıymalı * (yemek için) İçinde kıyma bulunan.
    kıymalı börek * Soğan ve çeşitli baharatlar katılmasıyla hazırlanan kavrulmuşkıymanın iç olarak kullanıldığı börek türü.
    kıymalııspanak * İnce kıyılmışıspanak, soğan, kıyma ve tereyağı ile hazırlandıktan sonra pirinç, salça ve tuz eklenen bir
    yemek türü.
    kıymalımakarna * İçinde kavrulmuşkıyma bulunan makarna yemeği.
    kıymalıpide * Etli pide.
    kıymalıyumurta * İçine kavrulmuşkıyma konularak hazırlanan yumurtalıyemek.
    kıymalık * Kıyma yapmaya elverişli.
    kıymasız * (yemek için) İçinde kıyma bulunmayan.
    kıymet * Değer.
    kıymetini bilmek * önemini, değerini bilmek.
    kıymetlendirme * Kıymetlendirmek işi.
    kıymetlendirmek * Değerlendirmek.
    kıymetlenme * Kıymetlenmek işi.
    kıymetlenmek * Değerlenmek.
    kıymetleşme * Kıymetleşmek işi.
    kıymetleşmek * Değerli duruma gelmek.
    kıymetleştirme * Kıymetleştirmek işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 105

    kıymetleştirmek * Değerli duruma getirmek.
    kıymetli * Değerli.
    kıymetli evrak * Senet niteliğinde bir hak bildiren evrak, önemli yazı, belge.
    kıymetlilik * Değerlilik.
    kıymetsiz * Değersiz.
    kıymetsizlik * Değersizlik.
    kıymettar * Değerli.
    kıymık * Çok küçük ve sivri tahta, demir veya kemik parçası.
    kıymıklı * Üzerinde veya içinde kıymık bulunan.
    kıytırık * Değersiz, bayağı, basit.
    kıytırıklık * Kıytırık davranma.
    kıyye * Yaklaşık 1300 gr lık ağırlık ölçüsü birimi, okka.
    kız * Dişi çocuk.
    * Cinsî ilişkide bulunmamışdişi, kız oğlan kız, erden, bakire.
    * Dişi cinsten birine daha yaşlı biri tarafından seslenilirken kullanılır.
    * İskambil kâğıtlarında kız resimli kâğıt.
    * Dişi.
    kız almak * bir ailenin kızını gelin olarak bir başka aileye katmak.
    kız beşikte (veya kundakta), çeyiz sandıkta * kız daha beşikte (veya kundakta) iken çeyiz düzmeye başlamak gerekir.
    kız böceği * Eklem bacaklıların kız böcekleri takımından, başı büyük, vücudu narin, zar kanatlı bir böcek (Libellula
    depressa).
    kız böcekleri * Örnek hayvanıkız böceği olan, kanatlarıeşit, camsı, uçuşlarısürekli ve hızlı, avcı böcekler takımı.
    kız evi naz evi * kız evi nazlı olur, kızınıağır satar.
    kız gibi * kıza benzeyen.
    * utangaç.
    * çok güzel ve yeni.
    kız istemek * bir kızıevlenmek için ana ve babasından veya yakınlarından istemek.
    kız kaçırmak * bir kızıkendinin veya ailesinin rızası olmadan alıp götürmek.
    kız kardeş * Bir kimsenin, kendinden küçük, kendisiyle yaşıt olan kadın veya kız kardeşi. Kendinden büyük olana daha
    çok abla denir.
    kız kızan * Çoluk çocuk, ev halkı.
    kız kilimi * Göçebe kızların işledikleri süslü çeyizlik kilim.
    kız kurusu * Evlenmemişyaşlıkız.
    kız kuşu * Yağmur kuşugillerden, uzunluğu 34 cm olan, eti yenebilen, başısorguçlu, koyu yeşilimsi renkte esmer,
    küçük bir kuş(Vanellus vanellus).
    kız oğlan * 343 kız oğlan kız.
    kız oğlan kız * Cinsel ilişkide bulunmamış, bakire, erden.
    kız vermek * bir ailenin kızını bir başka aileye gelin etmek.
    kızağa çekmek * gemiyi bakım, onarım için bir süre veya hiç kullanılmamak üzere kızağa almak.
    * bir görevliyi etkin bir görevden alıp çalışmayı gerektirmeyen, pasif bir işe vermek.
    kızak * Kar veya buz üzerinde kaydırılan tekerleksiz taşıt.
    * Üzerinde gemi yapılan, onarılan veya gemiyi suya indirip sudan çıkarmaya yarayan ızgara.
    * Ağaç tablaların kamburlaşmaması için liflere dikey konumda açılan kanala geçirilen uzun parça.
    * Ambalâjın dibine uzunluğuna çakılan, hem dip levhasıelemanlarının tutturulmasınıhem de ambalâjın
    yerde kolayca kaymasınısağlayan kereste parçası.
    kızak yapmak * (taşıt için) fren görevini yerine getirdiği hâlde duramayıp kaymak.
    kızaklama * Kızaklamak işi.
    kızaklamak * (taşıt için) Fren görevini yerine getirdiği hâlde kaymak, kızak yapmak.
    kızaklık * Döşeme tahtalarının altına çaprazlama olarak konulan uzun ve yassıdireklerden her biri.
    kızamık * Genellikle küçük yaşlarda görülen, kuluçka dönemi bir iki hafta süren, bulaşıcı, ateşli, ufak kızıl lekeler
    döktüren hastalık.
    kızamıkçık * Kızamığa benzeyen, ona göre hafif geçen döküntülü bir hastalık.
    kızamıklı * Kızamığa yakalanmış.
    kızan * Erkek çocuk.
    * Delikanlı; silâhlıköy delikanlısı.
    * Çoluk çocuk.
    kızan * Dişi köpek, kedi gibi hayvanların çiftleşme isteği gösterdikleri durum veya zaman.
    kızana gelmek * (dişi kedi ve köpek) erkek istemek.
    kızanlık * Kızan olma durumu.
    kızarık * Kızarmış.
    kızarıklık * Kızarık olma durumu.
    kızarıp bozarmak * utanç, öfke gibi duyguların etkisiyle yüzünün rengi değişmek.
    kızarış * Kızarmak işi veya biçimi.
    kızarma * Kızarmak işi.
    kızarmak * Kırmızıveya ona yakın bir renk almak.
    * (bazısebze ve meyveler için) Olgunlaşmaya başlamak, olgunlaşmak.
    * Utanç, öfke gibi duyguların etkisiyle, kanın yüze hücumu sonucu yüz kırmızı bir renk almak.
    * (yiyecekler için) Tavada kızgın yağiçinde veya ateşte kırmızılaşarak pişmek.
    kızartı * Kızarmışyer.
    kızartıcı * Kızarmayısağlayan, kızarmaya sebep olan.
    * Karalayıcı, kirletici.