Kategori: K

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 106

    kızartılı * Kızartısı olan, kızarmış.
    kızartılma * Kızartılmak işi.
    kızartılmak * Kızartmak işi yapılmak.
    kızartma * Kızartmak işi.
    * Kızartılarak hazırlanmışyemek.
    * Kızartılarak pişirilmiş.
    kızartmak * Kızarmasına sebep olmak.
    * Kızgın yağda pişirmek.
    kızcağız * Kendisine karşışefkat ve acıma duyulan kız.
    kızdırılma * Kızdırılmak işi.
    kızdırılmak * Kızdırmak işine konu olmak veya kızdırmak işi yapılmak.
    kızdırma * Kızdırmak işi.
    * Yüksek vücut ısısı, ateş.
    * Üzüm çubuklarınıköklendirmek için yere gömme, daldırma.
    kızdırmak * Kızmasına sebep olmak, kızmasını sağlamak.
    * Isıtmak.
    * Öfkelenmesine sebep olmak, öfkelendirmek, sinirlendirmek.
    kızgın * Çok ısınmış, ısıtılmışveya kızdırılmış.
    * Kızmışolan, öfkeli, mütehevvir.
    * Kızışık, zorlu, sert, şiddetli.
    * Eşarayan (hayvan).
    kızgın bulut * Yanardağlardan fışkırıp yüksek ısıda su buharıve başka gazlardan oluşmuş, içine kül ve lâv karışmış bulut
    görünüşünde yığın.
    kızgınlaşma * Kızgınlaşmak işi.
    kızgınlaşmak * Kızgın duruma gelmek.
    kızgınlık * Kızgın, ısınmışolma durumu.
    * Öfkeli olma durumu.
    * Hayvanların çiftleşme isteği.
    kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar (veya varır) ya zurnacıya * evlenme çağındaki kızı büyükleri uyarmazlarsa uygun olmayan birisiyle evlenir.
    kızıkısrağı * birinin ailesindeki kızlar ve kadınlar.
    Kızık * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    kızıl * Parlak kırmızırenk.
    * Bu renkte olan.
    * Aşırıderecede olan.
    * Komünist.
    * Daha çok küçük yaşlarda görülen, bulaşıcı, yüksek ateşli, kırmızırenkte genişlekeler döktüren, kuluçka
    dönemi üç dört gün süren tehlikeli hastalık.
    * Altın.
    kızıl boya * Kök boyası.
    kızıl ısı * Temmuzun çok sıcak olan ikinci yarısı.
    kızıl iblis * Çok kötü ruhlu (kimse).
    kızıl kıyamet * Büyük ve aşırı gürültü, kavga, kızılca kıyamet.
    kızıl ötesi * Işık tayfında kırmızıalanın ötesindeki alanda yayılmışısıışınlarından oluşan, gözle görülmeyen ışınım,
    enfraruj.
    kızıl su yosunları * Denizlerin yaklaşık 200 m derinliklerinde yaşayan kırmızırenkli su yosunları.
    kızıl yara * Şirpence.
    kızıl yel * Güneyden esen rüzgâr.
    kızılağaç * Gürgengillerden, dişi çiçekleri küçük ve sarımtırak, erkek çiçekleri püskül biçiminde olan, kerestesi kolay
    işlenebilir bir ağaç (Alnus).
    Kızılbaş * Şiî mezhebinin bir kolundan olanlara verilen ad.
    Kızılbaşlık * Kızılbaşolma durumu.
    kızılca * Kızıla çalar, az kızıl.
    * Kızıla çalan bir çeşit buğday.
    * Aşırıderecede, kızıl.
    kızılca kıyamet * Aşırı bir biçimde gürültülü, çekişme, kavga.
    kızılca kıyamet kopmak * kavga, gürültü olmak.
    kızılcadişi * 4-5 m yükseklikte, beyaz çiçekli bir ağaçcık (Cornus senguinea).
    kızılcık * Kızılcıkgillerden bir ağaç (Cornus mas).
    * Bu ağacın güzün olgunlaşan, kırmızı, tek çekirdekli, reçeli ve şerbeti yapılan, buruk bir tadı olan yemişi.
    kızılcık reçeli * Kızılcık meyvesinden şeker katılarak yapılan ve genellikle ishale iyi gelen reçel.
    kızılcık şerbeti * Kızılcık meyvesinden yapılan bir tür şerbet. Bu söz kan kusup kızılcık şerbeti içmişgörünmek deyiminde
    geçer.
    kızılcık şurubu * Kızılcık özü ile hazırlanan içecek.
    kızılcık tarhanası * Kızılcık suyu ile yoğrularak yapılan tarhana.
    kızılcıkgiller * İki çeneklilerden, çoğu iri gövdeli, yaklaşık on cinste toplanan yüz kadar türü olan bir bitki familyası.
    kızılçam * Uzun boylu bir çam türü.
    * Bir tür orman ağacı.
    Kızılderili * Amerika yerlilerine verilen ad.
    Kızılelma * Osmanlılarca Roma ve Viyana şehirleri için kullanılan sembolik ad.
    * Yeryüzündeki bütün Türkleri birleştirip büyük bir imparatorluk kurmayıamaç olarak alan ülkü.
    kızılış * Kızılmak işi veya biçimi.
    kızılkanat * Sazangilleredn, yüzgeçleri kırmızı, 25-30 cm boyunda, eti kılçıklı bir tatlısu balığı(Scardinus
    eryhrophthalmus).
    kızılkantaron * Kızılkantarongillerin örnek bitkisi olan, 10-50 cm yükseklikte, kırmızıçiçekli, karşılıklıyapraklı, sap ve
    yapraklarıhekimlikte kullanılan, iki yıllık otsu bir bitki (Eryhraea centaurium).
    kızılkantarongiller * İki çeneklilerden, kızılkantaron, acıyonca gibi cinsleri içine alan bir bitki familyası.
    kızılkök * Bkz. kök boyası.
    kızılkurt * At ve eşeklerin kalın bağırsaklarında yerleşip kanlarınıemen kırmızı bir kurt.
    kızılkuyruk * Karatavukgillereden, kışın göçen, küçük, güzel bir kuş(Phoenicurus).
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 107

    kızıllaşma * Kızıllaşmak işi.
    kızıllaşmak * Kızıl duruma gelmek.
    kızıllık * Kızıl olma durumu veya kızıl renkte yer.
    * Pudra, allık, düzgün.
    kızılma * Kızılmak işi.
    kızılmak * Kızmak işi yapılmak, kızgın, öfkeli duruma gelmek.
    kızılşap * Açık, eflâtun renk.
    * Bu renkte olan.
    kızıltı * Bir yerden yansıyan hafif kızıl renk, solgun kızıl.
    kızılyaprak * Gülgillerden, yol kenarlarında biten, sarıçiçek açan bir bitki (Agrimonia eupatorium).
    kızılyörük * Yılancık.
    kızım sana söylüyorum (veya dedim) gelinim sen işit * doğrudan doğruya kendisine söylenemeyen düşünce ve uyarıların, o kimsenin çok yakınına söylendiğinde
    kullanılır.
    * herhangi birine dolaylı olarak söylenecek uyarısöz konusu olduğunda kullanılır.
    kızını(veya evlâdını) dövmeyen dizini döver * kızını, çocuğunu gerektiği gibi eğitmeyen, ileride çok pişman olur.
    kızıp durmak * sürekli olarak kızmak ve söylenmek.
    kızış * Kızmak işi veya biçimi.
    kızışık * Kızışmışolan, şiddetli.
    kızışma * Kızışmak işi.
    kızışmak * Yüksek bir dereceyi bulmak, çok ısınmak.
    * (bitkiler için) Islaklık ve mikropların etkisi altında çürürkenısınmak.
    * Zorlu, sert, kızışık bir durum almak, şiddetlenmek.
    * Hızlanmak, hareketlenmek.
    * (hayvan için) Eşisteme zamanı gelmek, kösnümek.
    kızıştırış * Kızıştırmak işi veya biçimi.
    kızıştırma * Kızıştırmak işi.
    kızıştırmak * Kızışmasını sağlamak.
    * İsteklendirmek, gayret vermek.
    kızkalbi * Şahteregillerden, kalp biçiminde pembe çiçekli bir süs bitkisi (Dicentra).
    kızlar ağası * Osmanlısarayındaki harem ağalarının başı.
    kızlık * Kız olma durumu, erdenlik, bekâret.
    * Bir kadının evlenmeden önceki yaşantısıyla ilgili, o döneme özgü.
    * Üvey kız.
    kızlık zarı * Cinsel ilişkide bulunmamışkızların döl yolunu kısmen kapayan zar, himen.
    kızma * Kızmak işi.
    kızmabirader * Zarla oynanan, karelerde taşyürütüp çeşitli engellerle dolu karelerden oluşan yolu bir an önce bitirmeye
    dayanan bir tür oyun.
    kızmaca * Kızmaya, öfkelenmeye dayanan davranış.
    kızmak * Isıtılan veya ısınan bir nesnenin sıcaklığıçok artmak.
    * Öfkelenmek, sinirlenmek.
    * (at, eşek gibi hayvanlar için) Çiftleşmek istemek, kösnümek.
    * (dişi kuşlar için) Zamanı gelip kuluçkaya yatma isteği göstermek.
    kızmemesi * Altıntop, greypfurt.
    * Bir tür şeftali.
    ki * Anlam bakımından birbirleriyle ilgili cümleleri birbirine bağlar.
    * Özneyi, tümleci güçlendirerek cümlenin temel bölümüne bağlar.
    * “Öyle, o kadar, o denli” gibi öğelerden sonra, kullanıldığıcümleye güç katar.
    * İkinci cümledeki yargının birincideki hareketin yapılışısırasında görülerek şaşıldığını bildirir.
    * İki cümlede anlatılan durumların uyuşmazlığını bildirir.
    * Yakınma veya kınama gibi duygular anlatmak için bir cümlenin sonuna getirilir.
    * Bir soru cümlesinin sonuna getirildiğinde şüphe veya endişe anlatır.
    * Bazıkelimelerin sonuna bir ek gibi eklenerek birtakım zarflar, yeni edatlar oluşturur: Belki, çünkü, halbuki,
    mademki, sanki gibi.
    -ki * Bkz. -gı/ -gi.
    -ki * İsim soyundan kelimelere getirilerek o ismin kimle, neyle ilişkili olduğunu belirtir ve eklendiği ismi sıfat ve
    zamir durumuna getirir, ilgi eki: Benim giysim kırmızı, ya seninki? Evde-ki, odada-ki, bahçede-ki, akşam-ki, sabah-ki.
    Bu ek birkaç kelimeye -kü biçiminde eklenir: bugün-kü, dün-kü, çün-kü.
    kibar * Davranış, düşünce, duygu bakımından ince, nazik olan (kimse).
    * Şık, seçkin, değerli.
    * Zengin, soylu, köklü (kimse, aile).
    * Büyükler, ulular.
    kibar düşkünü * Varlığını, saygınlığınıyitirmişkimse.
    kibar lokması * Gösterişli, görkemli durum veya ortam.
    kibarca * Kibar bir insana yakışacak biçimde.
    kibarlar âlemi * Yüksek sosyete.
    kibarlaşma * Kibarlaşmak işi.
    kibarlaşmak * Kibar duruma gelmek, kibarlık kazanmak.
    kibarlığıtutmak * bir olay karşısında genel davranışlarıdışında incelik göstermek.
    kibarlık * Kibar olma durumu, incelik.
    * Kibar bir insana yakışacak biçimdeki söz veya davranış.
    kibarlık akmak * aşırıderecede kibar davranmak.
    kibarlık budalası * Kibar biri gibi görünmeye çalışırken gülünç duruma düşen kimse için kullanılır.
    kibarlık düşkünü * Kibarlığa aşırıderecede önem veren kimse.
    kibarlık etmek * kibarca davranmak.
    kibarlık taslamak * kibar olmadığıhâlde kibar gibi görünmeye çalışmak.
    kibarzade * Soylu bir aileden gelme, kibar çocuğu.
    kibernetik * Güdüm bilimi, sibernetik.
    kibir * Büyüklük, ululuk.
    * Kendini büyük görme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme.
    * Onur, gurur.
    kibirleniş * Kibirlenmek işi veya biçimi.
    kibirlenme * Kibirlenmek işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 108

    kibirlenmek * Kendini büyük görmek, büyüklenmek.
    kibirli * Kendini büyük gören, büyüklenen.
    kibirsiz * Kendini büyük görmeyen, büyüklenmeyen.
    kibrine dokunmak * gururu zedelenmek.
    kibrine yedirememek * büyüklenmesini, gururlanmasınıuygun görmemek.
    kibrit * Eczalı bir ucu sürtünme sonucu yanabilecek birleşimde olan, küçük tahta veya karton parçası.
    * İçinde kibrit çöplerini bulunduran küçük kutu.
    * Kükürt.
    kibrit çakmak * kibriti yakmak için bir yere sürtmek.
    kibrit suyu * Zehir.
    kibritçi * Kibrit satan kimse.
    * Cimri.
    kibritlik * Kibrit koymaya yarar yer veya kap.
    kibutz * İsrail’de ortak çalışma esaslarına göre oluşturulmuştarımsal topluluk.
    kifaf * Ancak yetecek kadar azıcık.
    kifafınefs * Doyuracak miktarda.
    kifafınefs etmek * ancak yaşayacak kadar yemek.
    kifaflanma * Kifaflanmak işi.
    kifaflanmak * Elde ne varsa onunla, çok az yiyecekle karın doyurmak, çok az şeyle yetinmek.
    kifayet * Yetişir miktarda olma, yetme, kâfi gelme.
    * Bir işi yapabilecek yetenekte olma, yeterlik, liyakat, iktidar.
    kifayet etmek * yetmek, yeterli olmak.
    kifayetli * Yeterli.
    kifayetsiz * Yetersiz.
    kifayetsizlik * Yetersizlik.
    kik * Dar, uzun ve hafif bir yarışkayığı, futa (II).
    kikirik * Zayıf, ince uzun boylu kimse.
    kiklâ * Lâpinagillerden, güzel renkli, 50 cm uzunluğunda bir balık (Labrus berggylta).
    kiklon * Siklon.
    kiklotron * Atom araştırmalarında, elektriklenmiş cisimlere yüksek hız veren bir aygıt.
    kil * Islandığızaman kolayca biçimlendirilebilen yumuşak ve yağlıtoprak.
    kile * Genellikle tahıl ölçmede kullanılan bir ölçek.
    kiler * Yiyecek, içecek ve erzakın saklandığı oda, ambar veya dolap.
    * Ambar.
    kilerci * Saraylarda, büyük konaklarda kiler işlerini yöneten kimse.
    kilermeni * Eczacılıkta kullanılmışolan kırmızırenkli kil.
    kilidi küreği olmamak * (her şeyi) açıkta bulunmak, kilitli yere saklanmamışolmak.
    kilim * Döşeme, divan gibi yerlere serilen, genellikle desenli, havsız, kalın, kıl veya yün dokuma.
    kilimci * Kilim dokuyan veya satan kimse.
    kilimci ile kör hacı * herhangi bir kimse.
    kilimcilik * Kilim dokuma veya satma işi.
    kilise * Hristiyan tapınağı.
    * Hristiyan mezheplerinden her biri.
    * Hristiyanlıkla ilgili dinî kuruluş.
    * Hristiyanlığın öğretilmesi, dinî işlerin yönetimi vb.ile ilgili papa ve piskoposlar topluluğu.
    kilise çanı * Kiliselerde bulunan, saat başlarında ve dinî törenlerde çalınan büyük çan.
    kilise direği gibi * çok kalın (ense).
    kilise hukuku * Kilisenin kuruluşunu ve iç düzenini sağlayan kurallar.
    kilit * Anahtar, düğme gibi takılıp çıkarılabilen bir parça yardımıyla çalışan kapatma aleti.
    * Bir yanıdeğirmi, öbür yanına demir çubuk geçirilmişolan yarım halka.
    * Atların alnından alt çenesine uzanan beyazlık.
    kilit (kürek) altına almak * bir şeyi kilitli bir yere koyarak saklamak.
    kilit dili * Kilidin anahtarla sürülen parçası.
    kilit gibi olmak * birbirine çok bağlıve dayanışmalı olmak.
    kilit kürek olmak * (bir yeri) korumak, o yerin güvenilir, sağlam adamı olmak.
    kilit mevkii * 343 kilit noktası.
    kilit noktası * Bütün işlerin bağlı olduğu önemli nokta, makam veya yer.
    kilit sarma * İki veya daha çok bağboyunduruklarıaltına karşılıklı olarak atılmışve biribirine fırçalarla bağlanmışolan
    bir çift sarma.
    kilit taşı * 343 anahtar taşı.
    kilit vurmak * Bkz. kapısına kilit vurmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 101

    kışla * Askerlerin toplu olarak barındıkları büyük yapı.
    * Koyun ve keçi sürülerinin gecelediği veya kışın barındığıkapalıağıl.
    kışlak * Kışın barınılan yer.
    * Kışın orduların, göçebe oymakların hayvanlarıyla birlikte yayladan inip konakladıklarıyer.
    kışlama * Kışlamak işi.
    kışlamak * Kışolmak.
    * Kışı(bir yerde) geçirmek.
    kışlamak * Kuşve kümes hayvanlarınıürkütmek.
    kışlatma * Kışlatmak işi veya durumu.
    kışlatmak * Kışı(bir yerde) geçirtmek.
    * Musallat etmek.
    kışlık * Kışa özgü, kışiçin.
    * Kışın oturulan yapı.
    kıt * İhtiyaca yetmeyecek kadar az, bol karşıtı.
    * (duygu, söz vb. için) Az.
    kıt kanaat * Yoksulluk içinde ve güçlükle (geçinmek).
    kıt’a * Yeryüzündeki beş büyük kara parçasından her biri, ana kara.
    * Silâhlıveya silâhsız erlerin, bir komutanın emrinde bir araya gelmesinden oluşan birlik.
    * Dörtlük.
    * Parça, tane.
    kıt’a sahanlığı * Karalarıçevreleyen ve karalardan sayılan -iki yüz m derinliğe kadar olan sığdeniz dipleri.
    * Ülke kıyılarına bitişik olan ve 200 m derinliğe veya bu sınırın ötesindeki su derinliğinin doğal kaynaklarının
    işletilmesine elverişli olduğu noktaya kadar, kara sularının dışında kalan deniz altı bölgelerinin deniz yatağıve toprak
    altıkesiminin bütünü.
    kıtaat * Kıtalar, ana karalar.
    * Asker birlikleri.
    kıtal * Vuruşma, birbirini öldürme.
    * Savaş.
    kıt’alar arası * Bütün kıt’aları birbirine bağlayan, kıt’alarla ilgili olan durum.
    kıtıkıtına * İhtiyaca zor yetecek kadar.
    kıtık * Minder, yastık gibi şeyleri doldurmak için kullanılan ve bazen de sıvanın içine katılan keten ve kendir lifleri.
    kıtıklama * Kıtıklamak işi.
    kıtıklamak * Kıtıkla doldurmak.
    kıtıklı * İçine kıtık konmuşolan.
    kıtıpiyos * Değersiz, bayağı, kötü.
    kıtıpiyozluk * Kıtıpiyoz olma durumu.
    kıtır * Uydurma söz, yalan.
    * Patlamışmısır.
    * Kuru ve gevrek ses.
    kıtır atmak * yalan uydurup söylemek.
    kıtır kıtır * Çok pişirilmekten veya kızartılmaktan kuru ve gevrek bir duruma gelmişolan.
    * Yemek, kesmek, doğramak gibi fiillerle kullanıldığında o fiilin gevrek bir ses çıkararak yapıldığını belirtir.
    kıtıra almak * alay etmek.
    kıtırcı * Çok yalan söyleyen kimse.
    kıtırdama * Kıtırdamak işi.
    kıtırdamak * Kuru bir şey kıtır sesi çıkarmak.
    kıtırdatma * Kıtırdatmak işi.
    kıtırdatmak * Kıtır diye gevrek ses çıkarmak.
    kıtırtı * Kıtırdama sesi.
    kıtlama * Şekeri ağızda dişle küçük küçük ısırarak çay içmek için kullanılır.
    kıtlaşma * Kıtlaşmak işi.
    kıtlaşmak * İhtiyacıkarşılayamamak, kıt duruma gelmek.
    kıtlığına kıran girmek * bir şey hiç bulunmaz olmak.
    kıtlık * İhtiyaca yetmeyecek derecede azlık.
    * Kuraklık, savaşgibi sebeplerle ürünün yetişmemesi ve bundan doğan açlık.
    * Yiyecek maddelerinde görülen darlık.
    * (duygu, söz vb. için) Azlık.
    kıtlıktan çıkmışgibi (yemek) * doymak bilmezcesine (yemek).
    kıvam * (sıvılar için) Koyuluk; koyuluk derecesi.
    * Bir şeyin en uygun zaman veya durumu.
    * Spor çalışmalarında başarılı olabilmek için, fizik ve moral yönünden istenilen iyi durum.
    kıvamını bulmak (veya kıvamına gelmek) * gerekli ve istenilen şartlar yerine gelmek, en uygun anında olmak.
    kıvamlanma * Kıvamlanmak işi.
    kıvamlanmak * (sıvılar için) Kıvamına gelmek, koyulaşmak.
    * Olgunlaşmak, uygun duruma gelmek.
    kıvamlaştırıcı * Sıvı bir maddeyi kıvamına getirmeyi sağlayan alet.
    kıvamlaştırma * Kıvamlaştırmak işi.
    kıvamlaştırmak * Bir maddeyi sıvıdan ayırarak kıvamlıduruma getirmek.
    kıvamlı * Gereken kıvamı bulmuşolan.
    kıvamsız * Kıvamlı olmayan.
    kıvanç * Övünç, iftihar.
    * Sevinç.
    kıvanç duymak * övünmek.
    * sevinmeki mutlu olmak.
    kıvançlanma * Kıvançlanmak işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 102

    kıvançlanmak * Kıvanç duymak, övünmek.
    kıvançlı * Övünç duyan, iftihar eden, övünç veren, iftihar edilecek.
    * Sevinç duyan, mutlu.
    kıvanış * Kıvanmak işi veya biçimi.
    kıvanma * Kıvanmak işi, iftihar.
    kıvanmak * Övünülecek bir olaydan dolayısevinmek, iftihar etmek, memnun olmak.
    kıvıl * Kıvılcım.
    kıvıl kıvıl * Toplu olarak hareket etmeyi, kaynaşmayıanlatır.
    kıvılcım * Yanmakta olan bir maddeden sıçrayan küçük ateşparçası, kıvıl.
    * Demir ve taşgibi maddelerin güçlü çarpışmasında sıçrayan ateşdurumundaki küçük parça.
    * Harekete geçiren etken.
    * Güneşyüzeyinde görülen kesikli ışımalara verilen ad.
    kıvılcımlanma * Kıvılcımlanmak işi.
    kıvılcımlanmak * Kıvılcım saçarak yanmak, kıvılcımlıduruma gelmek.
    kıvılcımlı * Kıvılcımı olan, kıvılcım saçan.
    kıvılcımsız * Kıvılcımı olmayan, kıvılcım saçmayan.
    kıvır kıvır * Büklümleri olan, kıvrımlı.
    * Kıvrılmışdurumda sürekli hareket hâlinde olarak.
    kıvır zıvır * Önemsiz, değersiz, derme çatma.
    * Önemsiz ayrıntı.
    kıvırcık * Küçük küçük kıvrımları olan.
    * Daha çok Trakya ve Marmara’da yetiştirilen, beyaz tüylü, ince kuyruklu bir tür koyun.
    * Bu koyunun eti.
    * Kıvırcık salata.
    kıvırcık koyun * 343 kıvırcık.
    kıvırcık salata * Yeşil salata, yapraklarıkıvırcık bir tür marul, kıvırcık.
    kıvırcıklaşma * Kıvırcıklaşmak işi.
    kıvırcıklaşmak * Kıvırcık duruma gelmek.
    kıvırış * Kıvırmak işi veya biçimi.
    kıvırma * Kıvırmak işi.
    kıvırmak * Bükmek.
    * Kenarından katlamak, bükmek.
    * Bir giysinin veya kumaşın kenarını bükerek tersinden dikmek.
    * Kalçalarını iki yana sallayarak oynamak veya yürümek.
    * Başarmak, başa çıkmak, becermek, hakkından gelmek.
    * Uydurup söylemek.
    * Sapmak.
    * Yapmak istememek, yan çizmek.
    kıvırtma * Kıvırtmak işi.
    kıvırtmak * Kıvırmak işini yaptırmak.
    kıvracık * Derli toplu ve işi kolay.
    * Ayağına çabuk, hamarat.
    kıvrak * Canlı, hareketli, atik.
    * Akıcı, işlek.
    * Yerli dokumasıkara bezden yapılmışköylü kadın yeldirmesi.
    * İnce tülbent veya ipekli başörtüsü.
    * Aceleci.
    * Güzel, şık, yakışıklı.
    kıvrak kıvrak * Kıvrak olarak, kıvrakça.
    kıvrakça * Kıvrak bir biçimde.
    kıvraklaşma * Kıvraklaşmak işi veya durumu.
    kıvraklaşmak * Kıvrak duruma gelmek.
    kıvraklık * Kıvrak olma durumu veya kıvrakça davranış.
    kıvrama * Kıvramak işi veya durumu.
    kıvramak * Buruşup toplanmak, kıvırcık duruma gelmek.
    * Hızlıyürümek.
    * Harekete geçmek.
    kıvrandırma * Kıvrandırmak işi.
    kıvrandırmak * Kıvranmasına sebep olmak.
    * Çok üzmek, acıçektirmek.
    kıvranış * Kıvranmak işi veya biçimi.
    kıvranma * Kıvranmak işi.
    kıvranmak * Ağrı, sancı gibi fiziksel veya korku, heyecan gibi ruhî sebeplerle vücut eğilip bükülmek.
    * Acıçekmek, üzülmek.
    * Bir şeye çok ihtiyaç duymak.
    kıvrantı * Kararsızlık.
    kıvratma * Kıvratmak işi veya durumu.
    kıvratmak * İpi katladıktan sonra iyice bükmek veya tel gibi şeyleri burmak.
    kıvrık * Eğrilip bükülmüş; yuvarlak bir biçim verilmiş.
    kıvrıklık * Kıvrık olma durumu.
    kıvrılış * Kıvrılmak işi veya biçimi.
    kıvrılma * Kıvrılmak işi, bükülme.
    * Dağların oluşumuna sebep olan, yer kabuğunun genişölçüde dalgalı bir biçim alması.
    kıvrılmak * Eğrilip bükülmek.
    * Kıvırcık bir duruma gelmek.
    * Yuvarlak bir biçim almak.
    * (dar bir yere) Büzülerek yatmak.
    * Dönmek, sapmak.
    kıvrım * Bir şeyin kıvrılan yeri, büklüm.
    * Kıvrılma sonunda oluşan toprak dalgası.
    * Bir tür tatlı.
    kıvrım kıvrım * Kıvrımları olan, dalgalanmış bir yüzey veya dalgalı bir çizgi biçiminde olan.
    kıvrım kıvrım kıvranmak * çok acıçekerek kıvranmak.
    * yalvarma veya sıkıntı gibi bir sebeple çok kıvranmak.
    kıvrımlanma * Kıvrımlanmak işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 99

    kısırganmak * Esirgeyip bir şeyi vermekten çekinmek.
    kısırlaşma * Kısırlaşmak işi.
    kısırlaşmak * Kısır duruma gelmek.
    kısırlaştırma * Kısırlaştırmak işi.
    kısırlaştırmak * Üreme organlarınıameliyatla döl veremez duruma getirmek.
    kısırlık * Kısır olma durumu.
    * Verimsizlik, akamet.
    kısış * Kısma işi.
    kısıt * Kişinin yurttaşlık haklarınıkullanma yetkisinin yargıkuruluşlarınca kaldırılması.
    * Bunama, mahkûm olma gibi sebeplerden dolayıkanunun, bir kimsenin malını, parasını istediği gibi
    kullanmasına ve harcamasına engel olması, hacir.
    kısıt altına almak * kısıtlamak.
    kısıtlama * Kısıtlamak işi, hacir.
    kısıtlamak * Önceden verilmişolan hak ve hürriyetlerin sınırlarınıdaraltmak, tahdit etmek.
    * Birini yasal yoldan mallarınıkullanmaktan yoksun bırakmak, kısıt altına almak, hacir altına almak.
    * Sınırlamak, daraltmak.
    kısıtlanış * Kısıtlanmak işi veya biçimi.
    kısıtlanma * Kısıtlanmak işi.
    kısıtlanmak * Kısıtlamak işi yapılmak.
    kısıtlayıcı * Kısıtlayan, kısıt altına alan.
    * Sınırlayan, daraltan.
    kısıtlayış * Kısıtlamak işi veya biçimi.
    kısıtlı * Kısıtlanmış, kısıt altına alınmış, mahcur.
    * Sınırlanmış.
    kısıtlılık * Kısıtlı olma durumu, hacir.
    kıska * Arpacık soğanı.
    kıskacı * Soğan tohumundan arpacık soğanıyetiştiren kimse.
    kıskacılık * Soğan tohumundan arpacık soğanıyetiştirme işi.
    kıskaç * Bir şeyi tutup sıkıştırmaya yarayan kerpeten, pense gibi araç.
    * Açılıp kapanan eğreti merdiven.
    * Böceklerde besin maddelerini parçalamaya ve kendilerini savunmaya yarayan organ.
    * Demircilerin kızgın demiri tuttuklarımaşa gibi araç.
    * Kıskaç biçiminde olan.
    kıskaç gözlük * Kelebek gözlük.
    kıskaçlama * Kıskaçlamak işi.
    kıskaçlamak * Kıskaç duruma gelmek.
    kıskanç * Kıskanma huyunda olan.
    kıskançlık * Bir kimse bir üstünlük gösterdiğinde veya sevilen birisinin, başkası ile ilgilendiği kanısına varıldığında
    takınılan olumsuz tutum veya acıduyma.
    kıskançlık etmek * kıskanmak.
    kıskandırma * Kıskandırmak işi.
    kıskandırmak * Kıskanmasına yol açmak.
    kıskanılma * Kıskanılmak işi.
    kıskanılmak * Kıskanmak işi yapılmak veya kıskanmak işine konu olmak.
    kıskanış * Kıskanmak işi veya biçimi.
    kıskanma * Kıskanmak işi.
    kıskanmak * Sevgide veya kendisiyle ilişkili şeylerde bir başkasının ortaklığına veya üstün durumda görünmesine
    dayanamamak.
    * Herhangi bir bakımdan kendinden üstün gördüğü birinin bu üstünlüğünden acıduymak, günülemek, haset
    etmek.
    * Esirgemek, çok görmek.
    * Bir şeye, en küçük saygısızlık gösterilmesine bile dayanamamak.
    * Yerinde olmayı istemek, imrenmek.
    kıskı * Türlü maksatlarla iki şeyin arasına sokuşturulan, kıstırılan parça, kama, takoz.
    kıskıvrak * Çözülemeyecek veya kurtulamayacak bir biçimde.
    kıskıvrak yakalamak (veya bağlamak) * kurtulamayacak veya çözülemeyecek biçimde tutmak, sımsıkıtutmak.
    * tamamen etkisi altında kalmak, bir şeyle sürekli meşgul olmak.
    kısma * Kısmak işi.
    kısmak * Azaltmak, alçaltmak.
    * (göz için) Biraz kapamak.
    * Boyunu kısaltmak veya daraltmak.
    * (lâmba için) Işığınıazaltmak.
    * Sıkıştırmak.
    * (para, masraf vb. için) Azaltmak.
    * Pintilik etmek.
    * Verilen hak ve özgürlüklerin sınırınıdaraltmak.
    kısmen * Bütün değil, bir bölüm olarak veya bazı bakımdan, bazıyönden.
    kısmet * Tanrı’nın her kişiye uygun gördüğü yaşama durumu, nasip.
    * (kız veya kadın için) Evlenme talihi.
    * Olayların kötü sonuçlarınıtevekkülle karşılama durumu.
    * Şimdiden belli değil, ya olur ya olmaz anlamında.
    kısmet (veya kısmeti) çıkmak * (kız, kadın için) evlenme teklifi almak.
    kısmet ağacı * Bütün sıcak ülkelerde sık rastlanan tırmanıcıve iri gövdeli ağaç (Clerodendron).
    kısmet beklemek * evlenmeyi, evleneceği kimseyi beklemek.
    kısmet kapısı * Gelir, geçim yeri sağlayan yer.
    kısmet olmak * talih yardım etmek.
    kısmeti açılmak * kazancıartmak, bolluğa ermek.
    * kendisiyle evlenmek isteyen biri çıkmak.
    kısmeti ayağına (kadar) gelmek * beklenmeyen bir sebeple kazançlı bir durumla karşılaşmak.
    kısmeti bağlanmak * istediği hâlde evlenememek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 100

    kısmeti çıkmak * olumlu bir duruma kavuşmak.
    kısmetinde ne varsa kaşığında o çıkar * kişi ne kadar çabalarsa çabalasın alın yazısındaki şeye ulaşır.
    kısmetine mani olmak * kazancına veya evlenmesine engel olmak.
    kısmetini ayağıyla tepmek * kavuşacağı iyi bir durumu, değerini bilmeyerek istememek.
    kısmetini bağlamak * (büyü ile) evlenmesine engel olmak.
    kısmetli * Kısmeti iyi olan.
    kısmetsiz * Kısmeti iyi olmayan.
    kısmetsizlik * Kısmetsiz olma durumu.
    kısmık * Cimri, pinti, hasis.
    kısmî * Bir şeyin yalnız bir bölümünü içine alan, tikel, cüz’î.
    kısmî felç * Vücudun bir bölümünün felçli duruma gelmesi.
    kısmî seçim * 1961 Anayasasına göre Cumhuriyet Senatosu üyelerinden süresi dolanların yenilenmesi için yapılan seçim.
    kısrak * Dişi at.
    kıssa * Hikâye, fıkra.
    kıssadan hisse * anlatılan bir olaydan alınacak ders.
    kıssadan hisse almak (veya çıkarmak) * anlatılan bir olaydan ders almak.
    kıstak * Bir yarımadayıkaraya bağlayan, iki yanısu, dar kara parçası, berzah, dil.
    kıstas * Ölçüt.
    kıstas tutmak * ölçü olarak almak.
    kıstelyevm * Görev başına gelinmediği günlerde kesilip ödenmeyen para.
    kıstırılma * Kıstırılmak işi.
    kıstırılmak * Kıstırmak işi yapılmak.
    kıstırma * Kıstırmak işi.
    * İçerisine peynir, kıyılmışet vb. konularak sac üzerinde pişirilen börek.
    * Karnıyarık yemeği.
    kıstırmak * İki şey arasında bırakarak sıkıştırmak.
    * Kaçamayacak bir duruma getirmek.
    kış * (kuzey yarım küre için) Aralık ayının yirmi ikisinde başlayıp martın yirmi birine kadar süren, yılın en soğuk
    mevsimi.
    * Çok soğuk hava.
    kış * Tavuk gibi kümes hayvanlarınıkovalamak için çıkarılan ses.
    kış basmak * kışın, şiddetli soğukları başlamak.
    kışdönemi * Kışsüresine rastlayan, kışın yapılanşey.
    kışdönencesi * Bkz. Oğlak dönencesi.
    kışgünü * Kışın.
    kışkayıtı * Kışiçin saklanan yiyecekler.
    kışkıyamet * Çok zorlu kış; yağmurlu, fırtınalısoğuk hava.
    kışuykusu * Soğuk ve kurak mevsimlere karşıkoyabilmek için canlıvarlıkların yapısında görülen olayların bütünü.
    * Ilıman ve soğuk bölgelerde, özellikle yapraklarınıdöken ağaçlarda ham ve ongun besi suyu dolaşımının
    tamamen veya kısmen durması.
    * Durgunluk, hareketsizlik dönemi.
    kışyapmak * (hava) çok soğuk ve karlı geçmek.
    kışı geçirmek * kışmevsimini bir yerde geçirmek.
    kışın * Kışmevsiminde, kışsüresince.
    kışır * Kabuk.
    kışkırtı * Kışkırtmak işi, tahrikât.
    kışkırtıcı * Kışkırtmak işini yapan, muharrik.
    * Kışkırtma yapan, provokatör.
    kışkırtıcıajan * İnsanları, bazısuçları işlemeye sürüklemekle görevli kimse.
    kışkırtıcılık * Kışkırtıcı olma durumu.
    * Kışkırtıcıajana özgü davranış.
    kışkırtılma * Kışkırtılmak işi.
    kışkırtılmak * Kışkırtmak işi yapılmak.
    kışkırtış * Kışkırtmak işi veya biçimi.
    kışkırtma * Kışkırtmak işi, tahrik, tahrikât.
    * Herhangi bir kişiye, gruba, kuruluşa veya devlete karşı girişilen ve onlarısonradan ağır sonuçlar verecek bir
    karşıeylemde bulunmaya zorlayan, önceden tasarlanmışgirişim, provokasyon.
    kışkırtmacı * Kışkırtmak işini yapan (kimse).
    kışkırtmacılık * Kışkırtmacının işi.
    kışkırtmak * (kümes hayvanlarını) Ürkütüp kaçırmak.
    * Bir kimseyi kötü bir işyapması için harekete geçirmek, tahrik etmek.
    kışkışlama * Kışkışlamak işi.
    kışkışlamak * Genellikle kümes hayvanlarınıkovalamak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 98

    kısa mesafe * Uzaklığı az olan.
    kısa ömürlü * Ömrü az olan veya uzun süre yaşamayan.
    kısa tutmak * bir şeyi gerektiği kadar uzun yapmamak.
    * bir konuyu genişve ayrıntılı bir biçimde vermemek.
    kısa ünlü * Boğumlanma süresi uzun olmayan ünlü: At, al, kır gibi kelimelerindeki ünlülerde olduğu gibi.
    kısa vadeli * Süresi az olan.
    kısa yoldan * Uzatmadan, süreyi geçirmeden.
    * Kesin bir biçimde.
    kısaca * Oldukça kısa, biraz kısa.
    * Kısa olarak, özetle.
    kısacası * kısa söylemek gerekirse.
    kısacık * Çok kısa.
    kısalık * Kısa olma durumu.
    kısalış * Kısalmak işi veya biçimi.
    kısalma * Kısalmak işi.
    kısalmak * Kısa duruma gelmek.
    * Süresi azalmak.
    kısaltılma * Kısaltılmak işi.
    kısaltılmak * Kısa duruma getirilmek.
    kısaltım * Kısaltmak işi, taksir.
    * (güzel sanatlarda) Perspektif sebebiyle bazı boyutlarıküçük görülen nesneleri, bu görünüşe uygun bir
    biçimde çizme yöntemi.
    kısaltış * Kısaltmak işi veya biçimi.
    kısaltma * Kısaltmak işi, taksir.
    * Kısaltılmışad veya söz, ihtisar.
    kısaltmak * Kısa duruma getirmek.
    * Kısa gibi göstermek.
    kısaltmalı * Kısaltılmışolan.
    kısaltmalıkelime * Birden çok kelimenin başharfiyle kurulmuşkelime.
    kısalttırma * Kısalttırmak işi.
    kısalttırmak * Kısaltmak işini yaptırmak.
    kısarak * Biraz kısa, kısaca.
    * Kısa süreli.
    kısas * Bir suçluyu, başkasına yaptığıkötülüğü aynı biçimde uygulayarak cezalandırma.
    kısas * Kıssalar, hikâyeler, öyküler: Kısas-ıenbiya.
    kısas etmek * bir suçluya başkasına yaptığıkötülüğü aynı biçimde uygulamak.
    kısasa kısas * Yapılan kötülüğü aynı biçimde, yapan kimseye yapma, uygulama.
    kısık * Kısılmışolan.
    * (ses için) Boğuk, güçlükle çıkan.
    * (göz kapakları için) Hafifçe aralanmış, yumulmuşolan.
    * Bir kıvrımıkeserek iki yandaki çukurlukları birleştiren, dar ve boğaz biçimindeki koyak, dar boğaz, klüz.
    kısıkça * Biraz kısılmışolarak.
    kısıklık * Kısık olma durumu.
    kısılış * Kısılmak işi veya biçimi.
    kısılma * Kısılmak işi.
    * Kalbin, içindeki kanıdamarlara vermek için açılıp kapanması.
    kısılmak * Hacmi, niceliği, gücü azalmak.
    * (göz kapakları için) Hafifçe kapanmak.
    * Kaçıp kurtulma yolu kalmamak.
    kısım * Avuç.
    kısım * Parçalara ayrılmış bir şeyin her bölümü, bölük, kesim.
    * Bir cinsten veya meslekten olanların tümü.
    * Bölüm, kol, dal.
    kısım kısım * Ayrıayrı, bölük bölük.
    kısımlama * Kısımlamak işi.
    kısımlamak * Tek elle avuçlamak.
    kısınma * Kısınmak işi.
    kısınmak * Kendi ihtiyaçlarınıkarşılamakta tutumlu davranmak, imsak etmek.
    kısıntı * Her türlü ihtiyacıkarşılamada tutumlu davranma, kısma, azaltma.
    kısıntıyapmak * tutumlu davranmak.
    kısıntılı * Kısıntıya dayanan, kısıntısı olan.
    kısıntısız * Kısıntıya dayanmayan, kısıntısı olmayan.
    kısır * (insan ve hayvan için) Üreme imkânı olmayan, döl vermeyen.
    * (toprak için) Ürün vermeyen.
    * Verimsiz, yararsız, sonuçsuz.
    * İçinde hiçbir üreme olayı geçmeyen (canlıhücre, çekirdek vb.).
    kısır * Haşlanmış bulgur, taze soğan, maydanoz ve baharatla yapılan bir tür yemek.
    kısır döngü * Bir önermeyi ikinci bir önerme ile, bunu da birincisiyle tanıtlama.
    * Aynı olumsuz sonucu veren, çözüm getirmeyen durumların tekrarlanması, sürdürülmesi.
    kısırgan * Esirgeyip vermeyen.
    kısırganma * Esirgeme.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 96

    kırkıncı * Kırk sayısının sıra sıfatı, sırada otuz dokuzuncudan sonra gelen.
    kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak * “vakti geçmiş, artık işe yaramayacak durumda olmak” anlamında kullanılan bir söz.
    kırkından sonra azmak * yaşlandıktan sonra yaşına uymayan davranışlarda bulunmak.
    kırkından sonra saz çalmak * yaşlandıktan sonra uzun ve güç bir işe girişmek.
    kırkıntı * Kırpıntı.
    kırkikilik * Bir tabanca türü.
    kırklama * Kırklamak işi.
    kırklamak * Loğusa veya yeni doğmuş bebek için kırk günü doldurmak.
    * Bir şeyi kırk defa yapmak ve özellikle birçok defa sudan geçirmek, çok yıkamak.
    kırklanma * Kırklanmak işi.
    kırklanmak * Kırklamak işi yapılmak.
    kırklar * Kırk kişilik bir evliya topluluğuna verilen ad.
    kırklara karışmak * bir kimse artık ortalarda görünmez olmak.
    kırklarıkarışmışolmak * (çocuklar için) aynıkırk günlük süre içinde doğmuşolmak.
    kırklı * Kırk parçadan oluşmuş.
    * Kırk gününü doldurmamış.
    * Birinin kırkıçıkmadan, öbürü doğan iki çocuktan her biri.
    kırklık * İçinde kırk sayısı bulunan.
    * Kırk yaşdolaylarında bulunan (kimse).
    * Kırk para.
    * Doğacak çocuk için hazırlanan bez veya giysi.
    kırkma * Kırkmak işi.
    * Ucu kesilip alnın üstüne bırakılan saç.
    kırkmak * Bir şeyi uçlarından kesmek.
    * (saç sakal, tüy için) Kesmek.
    * Bir hayvanın tüylerini kesmek.
    kırkmerdiven * 343 kırk merdiveni.
    kırkmerdiveni * Dik yokuş.
    kırktırma * Kırktırmak işi.
    kırktırmak * Kırkmak işini yaptırmak.
    kırlangıç * Kırlangıçgillerden, genişgagalı, çatal kuyruklu, ince uzun kanatlı, küçük göçebe kuş(Hirundo).
    * Öküz arabasında arka dingil ve tekerlekleri özeğe bağlayan çatal ağaç.
    * Köyleri dolaşarak göz hastalıklarınıve özellikle ak basmayı iyi ettiğini öne süren sahte hekim.
    * Osmanlıdonanmasında yer alan, karakol ve keşif işlerinde kullanılan, yelkenli ve kürekli küçük bir tür
    savaşgemisi.
    kırlangıç balığı * Kırlangıç balığı gillerden, yüzgeçleri genişve uzun, eti beyaz, kırmızırenkli bir balık (Trigla hirundo).
    kırlangıç balığı giller * Kemikli balıklar takımının dikenli yüzgeçlikler alt takımına giren bir familya.
    kırlangıç dönümü * Ekim ayının ilk günleri.
    kırlangıç fırtınası * Nisan ayının ilk günlerinde görülen fırtına.
    kırlangıç otu * Gelincikgillerden, çiçekleri altın ve limon sarısırenginde olan, tanelerinden asitsiz bir yağelde edilen çok
    yıllık ve otsu bir bitki (Chelidonium majus).
    kırlangıçgiller * Omurgalıhayvanlardan, kuşlar sınıfının ötücü kuşlar takımının bir familyası.
    kırlangıçkuyruğu * Hayvanın kulağınıdelerek yapılan işaret.
    kırlaşma * Kırlaşmak işi.
    kırlaşmak * Rengi kır olmak.
    kırlaşmak * Kır durumuna gelmek.
    kırlent * Çiçek veya yaprak işlemeli süs.
    * İşlemeli veya işlemesiz olarak yatak üzerine konulan yastık.
    kırlık * Kır olan yer, şehir dışında açıklık yer.
    kırma * Kırmak işi.
    * Kumaşıkatlayarak yapılan giysi süsü, pli.
    * Kırılmışveya dövülmüştahıl.
    * Basılıkâğıtlarıforma durumuna getirmek için belli yerlerinden bükme ve katlama işi.
    * Ortasından kırılarak doldurulan (çifte veya tüfek).
    * (hayvan için) Soyu karışmış, azma, melez, metis.
    * Yabancıetkilerle özgün niteliğini yitirmişolan.
    kırmacı * Giysilere pli yapan kimse.
    * Kırılmıştahıl satıcısı.
    * Değirmen işleten kimse, değirmenci.
    * Basılmışformalarıkatlayan kimse.
    kırmak * Vurarak veya ezerek parçalamak.
    * İri parçalara ayırmak.
    * Belirli bir biçimde katlamak.
    * Öldürmek, yok olmasına sebep olmak.
    * Azaltmak, indirmek.
    * Gücünü, etkisini azaltmak.
    * Yok etmek.
    * İndirimle almak.
    * Dileğini kabul etmeyerek veya beklenmeyen bir davranışkarşısında bırakarak gücendirmek, incitmek.
    * (tavla gibi oyunlarda) Karşı oyuncunun pulunu oyun dışında bırakmak.
    * Vücut kemiklerinden birini parçalamak.
    * (tahıl için) İri ve kaba öğütmek.
    * Hareket durumundaki canlının veya taşıtın yönünü değiştirmek, çevirmek, döndürmek.
    * Kaçmak, uzaklaşmak.
    * Daha iyi bir sonuç elde etmek.
    kırmalı * Üstünde kırmaları bulunan (giysi).
    kırmasız * Kırması bulunmayan.
    kırmız * Kırmız böceğinden çıkarılan parlak al boya, çiçek boyası.
    kırmız böceği * Zar kanatlılardan, küçük bir böcek (Coccus ilicis).
    kırmız madeni * 343 madenkırmız.
    kırmızı * Al, kızıl.
    * Bu renkte olan.
    kırmızıçizgi * Özellikle çam türü ağaçlarda görülen, uygunsuz koşullarda kurutulan ağacın çatlayan göze zarından giren
    mantarların yaptığı bir tür hastalık.
    kırmızıçürük * Zararlımantarların etkisi sonucu çam türü ağaçlardaki göbek odunun kırmızıkahverengi olması.
    kırmızıdipli mumla davet etmek * birine bir yere gelmesi için çok yalvarmak, ısrar etmek.
    kırmızıet * Büyükbaşhayvanların yağıve proteini yüksek, besleyici eti.
    kırmızıfener * Genel ev.
    kırmızı gömlek * Saklanmaya ne kadar çalışılırsa çalışılsın gizlenemeyen şey.
    kırmızıkart * Kurallara aykırıdavranan ve daha önce hakemler tarafından sarıkart gösterilerek ikaz edilmişoyuncuyu
    oyundan çıkartma cezası.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 97

    kırmızıkart görmek * oyundan çıkarılma cezasına çarptırılmak.
    kırmızılâhana * Rengi kırmızı olan bir tür lâhana.
    kırmızı oy * Bir oylamada, karşıdurum alındığını gösteren oy.
    kırmızı biber * Patlıcangillerden bir biber türü (Capsicum annuum).
    * Bu bitkinin olgunlaşınca kızarıp yakıcı bir acılık kazanan, yemeklerde bahar olarak kullanılan tozu.
    kırmızılaşma * Kırmızılaşmak işi.
    kırmızılaşmak * Kırmızı bir renk almak, kızarmak.
    kırmızılık * Kırmızı olma durumu, kızıllık.
    kırmızımsı * Kırmızıyıandıran, kırmızıya çalan.
    kırmızımtırak * Kırmızımsı.
    kırmızıturp * Turpgillerden, kökü kırmızı olan bir turp tütü (Raphanus sativus varradicula).
    kırnak * Cariye.
    * Çalımlı, süslü (kimse).
    * Güzel, titiz.
    * Cilveli, oynak (kadın).
    * Boylu boslu; çevik.
    kırnav * Çiftleşmek isteyen dişi kedi.
    kırpık * Kırpılmışolan.
    * Bölük pörçük.
    kırpılma * Kırpılmak işi.
    kırpılmak * Kırpmak işi yapılmak.
    kırpıntı * Kırpılan şeyden kalan küçük parça.
    * Kırpıntı biçiminde olan.
    kırpıntı bohçası * İçine kumaşkırpıntılarıkonulan bohça.
    kırpışma * Kırpışmak işi.
    kırpışmak * (göz kapakları) Çok ışıktan sık sık kırpılmak.
    * (ışık) Yanıp söner gibi olmak.
    kırpıştıra kırpıştıra * Kırpıştırarak, sürekli ve hızlıkırparak.
    kırpıştırma * Kırpıştırmak işi.
    kırpıştırmak * (göz kapaklarını) Çabuk çabuk açıp kapamak, kıpmak, kırpmak.
    kırpma * Kırpmak işi.
    kırpmak * Parçalara ayırmak, kesmek, kırkmak.
    * (göz kapaklarını) Açıp kapamak, kıpmak.
    * Kesinti yapmak, tutumlu davranmak.
    kırptırma * Kırptırmak işi.
    kırptırmak * Kırpmak işini yaptırmak.
    kırsal * Kır ile ilgili.
    * Az insanın barındığı, daha çok kır durumunda olan (yer).
    kırsal alan * Üretim etkinlikleri tarıma dayalı olan, kırsal nüfusun yaşadığıve çalıştığı alan.
    kırsal bölge * Genellikle tarım veya hayvancılık yapılan ve az insanın yaşadığıyer.
    kırsal nüfus * Tarımla uğraşan, genellikle şehir sınırlarıdışında, köy ve kasabalarda yaşayan nüfus.
    kırt kırt * Kırt sesi çıkararak.
    kırtasiye * Defter, kâğıt, kalem, mürekkep gibi yazıaraç ve gereçlerinin bütünü.
    * Kâğıtla yapılan işlemler.
    kırtasiyeci * Kırtasiye satan kimse.
    * Devletle ilgili işlerin yürütülmesinde, şekle gereğinden çok önem veren, bürokrat, şekilci, formalist.
    kırtasiyecilik * Kırtasiyecinin yaptığı iş.
    * Devletle ilgili işlerin yürütülmesinde şekle gereğinden çok önem verme, bürokrasi.
    kırtıklı * Kirtikli.
    kırtıpil * Değersiz, bayağı, yarım yamalak.
    kırtıpilleşme * Kırtıpilleşmek işi veya durumu.
    kırtıpilleşmek * Kırtıpil durumunda olmak.
    kıs kıs * Gülmenin sessiz ve alaylı olduğunu anlatır.
    kıs kıs gülmek * sessiz ve alaylı gülmek.
    kısa * Boyu, uzunluğu az olan, uzun karşıtı.
    * Az süren, uzun olmayan.
    * Ayrıntısıçok olmayan.
    * Kısaca, kısaltarak.
    * Kısa olan şey.
    kısa çizgi * Satır sonuna sığmayan kelimelere, hecelere bölerken kullanılan noktalama işareti ( – ), tire.
    kısa dalga * (radyo yayını için) Dalga boyu on ile yüz m arasında değişen dalga.
    kısa devre * Aralarında potansiyel farkı bulunan iki nokta, direnci çok küçük olan bir iletkenle birleştirildiğinde oluşan
    elektrik olayı.
    kısa far * Otomobilde farın verdiği ışığın daha yakın görmesi, karşıdan geleni rahatsız etmemesi için getirdiği
    konum, uzun far karşıtı.
    kısa görüşlü * Dar görüşlü.
    kısa günün kârı * “hiç olmamaktansa bu kadarıda iyidir” anlamında kullanılır.
    kısa kafalı * Kafatasının ön-art ekseni yan eksenine göre kısa olan (kimse), brakisefal.
    kısa kesmek * sözü uzatmamak.
    kısa kısa * Uzun olmayan bir biçimde, azar azar.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 94

    kırçıllaşmak * Krıçıl duruma gelmek.
    kırçıllık * Krıçıl olma durumu.
    * Koyu at donlarıüzerine ak kılların tek tek dağılması.
    kırdığıkoz (veya ceviz) kırkı(veya bini) aşmak * sürekli yakışıksız davranışlarda bulunmak.
    kırdırma * Kırdırmak işi, ıskonta.
    kırdırmak * Kırmak işini yaptırmak.
    kırdırtma * Kırdırtmak işi.
    kırdırtmak * Kırdırmak işini yaptırmak.
    * Düşük fiyat verdirtmek.
    * Ticarî bir senedi, süresi gelmeden düşük fiyatla birine devretmek veya satmak.
    kırgın * Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmışolan.
    * Toplu ölümlere yol açan bulaşıcıhastalık.
    kırgınlık * Kırgın olma durumu.
    * Kırıklık.
    Kırgız * Kırgızistan Cumhuriyeti’nde yaşayan, Türk soylu halk veya bu halktan olan kimse.
    * Kırgızlara özgü olan.
    Kırgızca * Kırgız Türkçesi.
    kırıcı * Kırmak işini yapan.
    * Kaba, sert, çevresindekileri inciten.
    * Senet, tahvil, bono ve süresi gelmemişalacaklarla ilgili alışverişveya işler yapan kimse veya kuruluş.
    * Bir şeyin gerektiği gibi gelişmesini, oluşmasınıönleyici, engelleyici.
    * Kırınım oluşturan.
    kırıcılık * Kırıcı olma durumu, huşunet.
    * Işığıkırma özelliği.
    kırığı olmak * dönem sonu alınan karnede ders notu zayıf bulunmak.
    kırığı olmak * yasa ve törelere aykırı olarak karşıcinsten biriyle sürekli ilişki içinde bulunmak.
    kırık * Kırılmışolan.
    * Melez.
    * Tam nota göre düşük olan (not).
    * Gücenmiş, üzgün.
    * Kırılmış bir şeyden ayrılan parça.
    * Kemiğin bir etki ile kırılması.
    * Bir şeyin kırılan yeri.
    * Kırılmış bir şeyin parçası.
    * Tavla oyununda oyun dışı bırakılan pul.
    kırık * Kadının veya erkeğin yasalara ve törelere aykırı olarak ilişki kurduğu erkek veya kadın.
    kırık * Kayaç kütlelerinin bir kırılma düzlemi boyunca yerlerinden kayması, fay.
    kırık çizgi * Bir veya birkaç noktada doğrultu değiştiren çizgi.
    kırık dökük * Eski, sağlam olmayan, çürük, değersiz (şey).
    * Düzgün olmayan, parça parça (söz).
    kırık dölü * Evlilik dışı ilişkiden doğan çocuk.
    kırık hava * Hareketli ve canlı oyun melodisi ve türküsü.
    kırık plâk gibi * Durmaksızın, aynıtonda tekrarlayarak.
    kırıkçı * Kırık kemikleri ve çıkıklarıtedavi eden kimse, sınıkçı, çıkıkçı.
    kırıkçılık * Kırıkçının işi.
    kırıklama * Kırıklamak işi.
    kırıklamak * Kırık duruma getirmek, ufalamak.
    kırıklık * Kırık olma durumu.
    * Vücutta duyulan ağrı, yorgunluk, rahatsızlık, kırgınlık.
    * İsteksizlik, güceniklik, kırgınlık.
    kırılgan * Kolay ve çabuk kırılan.
    * Kolay ve çabuk gücenen.
    kırılganlık * Kırılgan olma durumu.
    kırılıp bükülmek * kırıtarak, kibarlığa özenerek konuşmak.
    kırılıp dökülmek * kibar görünmeye çalışmak.
    * çok eskimek.
    * kırıklık duymak.
    kırılış * Kırılmak işi veya biçimi.
    kırılma * Kırılmak işi.
    * Yürürken salınma, nazlıyürüyüş.
    * Saydam bir ortamdan başka bir saydam ortama (örneğin havadan cama) geçen bir ışının doğrultusunu
    değiştirmesi.
    kırılmak * Kırmak işine konu olmak, bir veya birçok parçaya ayrılmak.
    * Bükülerek kat yeri oluşturmak.
    * (savaş, bulaşıcıhastalık sebebiyle) Çok sayıda insan ölmek.
    * (soğuk, rüzgâr vb. için) Eski gücü kalmamak, azalmak, yatışmak.
    * (cesaret, umut, onur için) Azalmak, yok olmak.
    * Birine karşıkırgın duruma gelmek, gücenmek, incinmek.
    * Kırıklık duymak.
    * Ağaç, dal üzerinde meyve, çiçek, yaprak çok olmak.
    * Saydam bir ortamdan başka bir saydam ortama geçen bir ışın, doğrultu değiştirmek.
    kırım * Savunmasız insanların veya tutsakların toplu olarak öldürülmesi, katliam.
    * Hayvanların hastalık, soğuk gibi sebeplerle ölmesi.
    kırım kırım * Kırıtarak, kırıta kırıta.
    Kırımlı * Kırım halkından olan (kimse).
    kırınım * Işık, ses ve radyoelektrik dalgalarının karşılaştığı bazıengelleri dolanarak geçmesi olayı, difraksiyon.
    kırınma * Kırınmak işi.
    kırınmak * Yürürken salınmak.
    * Oynamak, raksetmek.
    kırıntı * Bir şeyden ayrılan küçük parça.
    * Küçük kalıntı.
    * Kurumak için kesilip yerde bırakılan odun.
    kırıntıkülte * Kırıntılardan oluşmuşkülte.
    kırıntılı * Kırıntısı olan, kırıntılardan oluşmuş.
    kırıp dökmek * dikkatsizlik veya öfkeyle bir çok şeyin kırılmasına sebep olmak.
    kırıp geçirmek * yakıp yıkarak, öldürerek baskıveya etki yaparak büyük zarar vermek.
    * çok sert davranarak darıltmak.
    * tuhaf söz ve davranışlarıyla herkesi gülmekten katıltmak.
    * hayran etmek.
    kırıp sarmak * bir şeyi yapmak için, güçlükle her türlü imkândan yararlanmak.
    kırışkırış * Kırışıkları olan, çok kırışık; kırışık bir biçimde.
    kırışık * Kırışmışolan.
    * Deride esnekliğin kaybolmasından oluşan kıvrım.
    * Kırışmışyer, kırışıklık.
    kırışıklı * Kırışığı olan.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 95

    kırışıklık * Kırışık olma durumu.
    * Kırışık olan yüzeyin durumu.
    * Kırışmışolan yer, kırışık.
    kırışıksız * Kırışığı olmayan.
    kırışma * Kırışmak işi.
    kırışmak * Bir yüzeyin düzgünlüğü bozulmak, kırışıklık oluşmak.
    * Birbirini kırmak, yok etmek, öldürmek.
    * Karşılıklıkırmak.
    * Pazarlık etmek.
    * Bahse tutuşmak.
    * Bir şeyi yarıyarıya paylaşmak.
    kırıştırma * Kırıştırmak işi.
    kırıştırmak * Kırışmasına sebep olmak.
    * Karşıcinsten biriyle yakın ilişkide bulunmak, flört etmek.
    kırıta kırıta * Kırıtarak, cilve yaparak.
    kırıtım * Kırıtmak işi.
    kırıtım kırıtım * Kırıtarak.
    kırıtış * Kırıtmak işi veya biçimi.
    kırıtkan * Her zaman kırıtan.
    kırıtkanlık * Kırıtkan olma durumu.
    kırıtma * Kırıtmak işi, cilve, işve.
    kırıtmak * Hoşgörünmek çabasıyla cilveli jest ve mimikli davranışlarda bulunmak.
    kırk * Otuz dokuzdan sonra gelen sayının adı, 40, XL.
    * Dört kere on, otuz dokuzdan bir artık.
    * Pek çok.
    kırk (veya bin) dereden su getirmek * birini kandırmak için birçok sebep ileri sürmek.
    kırk basmak * kırk gün dolmadan, doğum yapmışannenin ve bebeğin dışarıçıkarılmasının tehlikeli olacağını geleneksel
    olarak kabul etmek.
    kırk basması * Doğumdan sonra kırk gün içinde anne veya çocuğun ruhsal sebeplerle bağlanan ateşli bir hastalığa
    yakalanması.
    kırk bir (buçuk) maşallah * (ciddî veya alaylı) “nazar değmesin” anlamında kullanılır.
    kırk bir buçuk * “Allah nazardan korusun” anlamındaki kırk bir buçuk kere maşallah” sözünde geçer.
    kırk bir kere maşallah! * pek çok, binlerce kez nazar değmesin!.
    kırk budak * Bektaşîlikte erenler meydanına konulan kırk kollu büyük şamdan.
    kırk evin kedisi * birçok eve girip çıkan (kimse).
    kırk hamamı * Doğumdan kırk gün sonra annenin hamama götürülmesi ve bu amaçla yapılan tören.
    * Kadının loğusallıkta ilk kırk günü doldurduktan sonra bebeği ile birlikte temizlenmesi için hamamda
    yapılan toplantı.
    kırk ikindi * Genellikle Orta Anadolu’da ikindi zamanıyağan sürekli yağmurlara verilen ad.
    kırk kapının ipini çekmek * bir çok yere uğramak.
    kırk merak * Çok meraklı, herşeyi anlamak isteyen.
    kırk para * bir kuruş.
    * (para için) çok az.
    kırk para * Para biriminin kırkta birlik değerine verilen ad.
    kırk tarakta bezi olmak * bir çok işi veya ilişkisi olmak.
    kırk yıl * Çok uzun bir süre.
    kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş * ecel gelmedikçe ölünmeyeceği inancınıanlatır.
    kırk yılda bir * çok seyrek olarak.
    kırk yılın başı(veya başında) * çok uzun süre içinde bir kez.
    kırk yıllık * Çok eski, köklü.
    kırk yıllık yani, olur mu kâni * eskimiş bir alışkanlık kolay kolay değişmez.
    Kırkağaç kavunu * Kabuğu alacalısarırenkte olan bir tür kavun.
    kırkambar * İçinde değişik türden şeyler bulunan kap veya yer.
    * Bir çok konuda bilgisi olan kimse.
    * Çerçi.
    kırkar * Kırk sayısının üleştirme biçimi, her birine kırk, her defasında kırkı bir arada olan.
    kırkayak * Eklem bacaklıların çok ayaklılar sınıfına giren, taşların altında yaşayan, vücudu yuvarlak ve uzun bir böcek
    (Julus terrestris).
    * Kasık biti.
    kırkbayır * Gevişgetiren hayvanların dört gözlü olan midelerinin üçüncü gözü.
    kırkbeşlik * Bir tabanca türü.
    * Dönme hızıdakikada kırk beşdevir olan plâk.
    kırkgeçit * Üzerinden birçek kez geçilmesi gereken veya birçok geçidi bulunan ırmak.
    kırkı * Kırkmak işi.
    * Davarların yün veya kıllarınıkırkmaya yarayan makasa benzer araç.
    kırkıçıkmak * (loğusa, yeni doğan bebek veya ölü için) doğumdan veya ölümden sonra kırk gün geçmek.
    kırkıcı * Davarların yün veya kıllarınıkırkan kimse.
    kırkılma * Kırkılmak işi.
    kırkılmak * Kırkmak işi yapılmak.
    kırkım * Davarların kırkılması işi.
    * Davarların kırkıldıklarımevsim.
    kırkımcı * Kırkıcı.