Kategori: K

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 82

    kerpeten * Bazınesneleri sıkmak veya çekmekte kullanılan, hareketli bir eksen çevresinde çapraz iki parçadan
    oluşmuş, kıskaç biçimimdeki araç.
    * Bu biçimde olan ve dişçekmekte kullanılan araç.
    kerpiç * Duvar örmekte kullanılmak için kalıplara dökülüp güneşte kurutulmuşsaman ve balçık karışımı ilkel tuğla.
    * Kerpiçten yapılmış.
    kerpiç dökmek * saman ve balçık karışımınıkalıplara boşaltmak.
    kerpiç gibi * çok sert ve kuru.
    kerpiççi * Kerpiç yapan veya satan kimse.
    kerpiçleşme * Kerpiçleşmek işi.
    kerpiçleşmek * Çok sert ve kuru bir duruma gelmek.
    kerrake * İnce softan hafif ve dar bir üstlük.
    kerrakeli * Kerrakesi olan.
    kerrat * Birçok kez.
    kerrat cetveli * Çarpım tablosu.
    kerte * İşaret için yapılmışçentik veya iz, kerti.
    kerte * Derece, radde.
    kerte kerte * Azar azar, yavaşyavaş, tedrici.
    kerteleme * Kerte kerte, azar azar ilerleme durumu, tedriç.
    kerteles * Teke ile iki hörgüçlü erkek devenin geriye melezlenmesiyle elde edilen bir deve türü.
    kertenkele * Kertenkelelerden, uzun vücutlu, sivri kuyruklu, çevik, böcekçil, küçük sürüngen hayvan (Lacertus).
    kertenkeleler * Kertenkeleleri, bukalemun ve iguanaları içine alan dört ayaklısürüngenler takımı.
    kerteriz * Bir yerin pusula kertelerine (II) göre bulunduğu yön.
    * Balıkçıların denizde sığlıkları belirlemek için kullandıkları işaretlerin bütünü.
    kerteriz almak (veya etmek) * bir yerin hangi yönde veya geminin nerede bulunduğunu pusula ile ölçmek.
    kerteriz noktası * Geminin bulunduğu yeri anlamak için kerteriz almaya yarayan, fener kulesi, duba, şamandıra gibi şeylerin
    harita üzerindeki yeri.
    kertesine gelmek * tam yerini ve zamanını bulmak.
    kertesine getirmek * tam sırasını, en uygun zamanınıseçmek.
    kerti * Kerte (I).
    * (ekmek, et için) Bayat.
    kertik * Kertilmişolan.
    * Kertilmişyer, gedik, çentik.
    kertik kertik * Üzeri kertiklerle dolu.
    kertikleme * Kertiklemek işi.
    kertiklemek * Kertik açmak.
    kertikli * Kertiği olan.
    kertilme * Kertilmek işi.
    kertilmek * Kertmek işi yapılmak.
    kertme * Kertmek işi.
    * Çentik.
    kertmek * Bir şeyin kenarında kertik açmak, çentmek.
    * Sertçe sürtünmek.
    kervan * Uzak yerlere yolcu ve ticaret eşyasıtaşıyan yük hayvanıkatarı.
    * Toplu olarak birbiri ardınca gelen şeyler.
    kervan çulluğu * Uzun ayaklı, uzun ve eğri gagalıkuşlar sınıfı.
    Kervan Yıldızı * Çulpan yıldızı.
    kervana katılmak * bir topluluğa karışmak.
    kervanbaşı * Kervanıyöneten kimse.
    kervancı * Kervan sahibi veya kervan güden kimse.
    Kervankıran * Çulpan yıldızı.
    kervansaray * Ana yollarda kervanların konaklaması için yapılan büyük han.
    kes * Genellikle yakmak için kullanılan iri saman.
    kes * Ayak bileklerini de içine alan kapalıjimnastik ayakkabısı.
    kesafet * Çokluk, sıklık.
    * Yoğunluk.
    * Saydam olmama durumu, bulanıklık.
    kesat * Alışverişte durgunluk.
    * Yokluk, kıtlık.
    kesatlık * Kesat olma durumu.
    * Kıtlık zamanı.
    kese * Cepte taşınan, içine para, tütün gibi şeyler konulan, kumaştan veya örgüden küçük torba.
    * Bazışeylerin üzerine geçirilen, kumaştan çanta biçiminde kap.
    * Yıkanırken kir çıkartmak için ele geçirilen, vücudu ovmaya yarayan, bürümcükten, cep biçiminde bez.
    * Bir kimsenin kendisine ait parasıveya serveti.
    * Su bitkilerinde içi hava ile dolu olan ve bitkinin suda yüzer durumda kalmasınısağlayan şişkinlik.
    * Herhangi bir kese miktarında olan.
    * Organizmanın bazı boşluklarına verilen ad.
    * Beşyüz kuruşluk para birimi.
    kese * Kısa, kestirme (yol).
    kese çiçeği * Süs için yetiştirilen ve demet olarak çiçek açan bitki (Ceanothus).
    kese kâğıdı * İçine bazışeyler konulmak için kâğıttan yapılmışkese biçiminde torba.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 78

    kendi göbeğini kendi kesmek * ihtiyaç duyduğu yardım, başkalarınca esirgendiğinde işini kendi görmek.
    kendi hâlinde * Hiçbir şeye karışmayan, sessiz.
    kendi hâlinde bırakmak * üzerinde çalışmayarak geliştirmemek veya bakımsız bırakmak; işlememek.
    kendi hâline bırakmak * ilgilenmemek, karışmamak.
    kendi havasında gitmek (veya havasında olmak) * yalnız başına, istediği gibi davranmak.
    kendi hesabına * (para, düşünce, davranışvb. için) kendine göre, kendince.
    kendi içine çekilmek * başkasıyla ilişki kurmamak, kendi yalnız başına kalmak, inzivaya çekilmek.
    kendi kabuğuna çekilmek * Bkz. kabuğuna çekilmek.
    kendi kanatlarıyla uçmak * hiç kimsenin desteği veya yardımı olmaksızın yaşamak veya bir işi olumlu sonuca ulaştırmak.
    kendi kendine * Kimseye danışmaksızın; kimseyle ilgisi, ilişkisi olmadan.
    * Yalnız başına.
    * Başkasının yardımıve ortaklığı olmadan.
    * Kendiliğinden.
    kendi kendine gelin güvey olmak * ilgilinin nasıl karşılayacağınıdüşünmeden bir işi olmuş bitmişsayarak sevinmek.
    kendi kendini yemek (veya kendini yemek) * açığa vurmadan, gizli gizli üzülmek.
    kendi köşesinde yaşamak * yalnız başına yaşamak.
    kendi kuyusunu kendi kazmak * kendine zarar verecek davranışta bulunmak.
    kendi payıma * kendi adıma, bana göre, bana gelince.
    kendi söyler kendi dinler * ne söylediği anlaşılmaz veya söylediği şeylere önem verilmez.
    kendi yağıyla kavrulmak * olanıyla geçinip kimseye muhtaç olmamak.
    kendigelen * Umulmadık bir zamanda gelen ve gelişinden sevinç duyulan kimse veya şeyler için söylenir.
    kendiliğinden * Başka şeylerin etkisi olmaksızın kendi kendine ortaya çıkan, bizatihi.
    * İradesiz olarak gerçekleşen (hareket).
    * İnsan eliyle ekilmeden yetişen, hudayinabit.
    * Dışetkilerin zorlaması olmadan, iç sebeplerle oluşan süreçlerin gerçekleşme niteliği.
    kendiliğinden üreme * Her türlü bilimsel üreme olaylarının dışında, yoktan var olmayıanlatan bilim dışıkuram.
    kendiliğindenlik * Dıştan bir belirleme ile değil, kendi kendine gerçekleşen etkinlik.
    kendilik * Bir nesnenin varlığınıveya tözünü oluşturan şey.
    kendince * Kendine göre, kendi bakımından.
    kendinde * Nesnenin doğal varlığı, durumu.
    kendinde olmamak * bilinci, aklıyerinde olmamak.
    kendinde toplamak * kendi üzerinde bulundurmak, kendi varlığı içinde yer almasını sağlamak.
    kendinde toplamak * kendi üzerinde bulundurmak, kendi varlığı içinde yer almasını sağlamak.
    kendinden * Kendi aklından, kendi kendine.
    kendinden geçmek * bilinci işlemez olmak, kendini kaybetmek, bayılmak.
    * bir şey karşısında coşkuya kapılmak, duygulanmak.
    * uykuya dalmak, uyuya kalmak.
    kendine … süsü vermek * kendini … gibi göstermek.
    kendine gel! * aklını başına topla” anlamında bir uyarma sözü.
    kendine gelmek * ayılmak.
    * aklı başına gelmek.
    * durumu düzelmek.
    kendine has * 343 kendine özgü.
    kendine kıymak * kendini öldürmek.
    kendine mahsus * 343 kendine has.
    kendine mal etmek * benimsemek veya saymak.
    kendine özgü * Bir kimse veya şeye özgü olan kendine mahsus, kendine has.
    kendine yedirememek (veya onuruna yedirememek) * başkasının kendisine yaptığı işi, onur kırıcısayarak tepki ile karşılamak; kendisinin başkasına yapmasısöz
    konusu olan işi, kişiliği için onur kırıcısaydığından yapmamak.
    kendine yontmak * çıkan bir fırsattan yararlanarak, başkalarınıhiç düşünmeyerek hep kendi çıkarını sağlamak.
    kendini (kapıp) koyuvermek * kendine özen göstermemek, kötümser olmak.
    kendini alamamak * istemeyerek bir işi yapma duruma girmek, kendini tutamamak.
    kendini aşağı görmek * kendini başkalarından değersiz görmek.
    kendini ateşe atmak * bile bile tehlikeli bir işe girmek.
    kendini atmak * vakit geçirmeden hemen gitmek.
    kendini avutmak * oyalamak.
    kendini beğendirmek * başkalarına hoş, iyi, yetenekli görünmek.
    kendini beğenmek * başkalarınıküçümseyerek kendini üstün görmek.
    kendini bırakmak * kendine özen göstermemek.
    * çevre ile ilgisini keserek yalnız bir konuyla uğraşmak.
    * gevşek, rahat bir biçimde kalmak.
    kendini bilen (veya bilir) * ağırbaşlıve onuru olan.
    kendini bilmek * aklıve muhakemesi yerinde olmak.
    * baliğolmak.
    * kendinin ve çevresinin bilincine varmak.
    * durum ve onuruna yakışacak biçimde davranmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 79

    kendini bir şey sanmak * kendini olduğundan çok değerli görmek.
    kendini bir yerde bulmak * farkında olmadan bir yere ulaşmışolamak.
    kendini bulmak * kişilik kazanmak.
    * maddî ve ruhî konularda durumunu düzeltmek.
    * Bkz. kendine gelmek.
    kendini dar etmek * sıkıntıveren bir yer veya durumdan güçlükle kurtulmak.
    kendini dev aynasında görmek * kendini olduğundan çok üstün görmek.
    kendini dinlemek * hastalık kuruntusu içinde bulunmak.
    * yalnız, sakin kalmak.
    kendini dirhem dirhem satmak * çok nazlıdavranmak, ağırdan almak.
    kendini düşünmek * daima kendi çıkarınıkollamak, egoistçe davranmak.
    kendini ele vermek * yaptığı bir davranışveya söylediği bir sözle kendi suçunu ortaya çıkarmak.
    kendini fasulye gibi nimetten saymak * kendini çok önemli biri gibi görmek.
    kendini göstermek * beğenilecek niteliklerini ortaya koymak.
    * ortaya çıkmak, belirmek.
    * pas alabilmek için boşalana kaçmak.
    kendini harap etmek * sıkıntıveya üzüntüden perişan olmak.
    kendini hissettirmek * varlığını belli etmek.
    kendini kapıdışında bulmak * kovulmak, işten atılmak, bir yerden istenmeden uzaklaştırılmak.
    kendini kaptırmak * bir şeyin etkisinden kurtulamayacak duruma düşmek.
    * uğraşmaya başladığı bir işten kendini kurtaramamak.
    kendini kaybetmek * bayılmak.
    * aşırıduygulanma dolayısıyla çevrede olup bitenin farkına varamamak.
    kendini matah sanmak * kendini olduğundan daha fazla değerli kabul etmek.
    kendini naza çekmek * nazlanmak.
    kendini paralamak * çok çaba ve özen göstermek.
    kendini satmak * kendisinde olmayan iyi nitelikleri varmışgibi göstermek.
    kendini sıkmak * kendini zorlamak, çaba göstermek.
    kendini tartmak * ne durumda olduğunu öğrenmek için kendini yoklamak.
    kendini toparlamak (veya toplamak) * herhangi bir konuda eskiden kötü olan durumunu düzeltmek.
    * bir konuda dikkatini yoğunlaştırmak.
    * şişmanlamak, sağlığına kavuşmak.
    kendini tutamamak * bir durum karşısında sessiz ve heyecansız kalamamak; kendine hâkim olamamak.
    kendini tutmak * kendine hâkim olmak; dayanmak, sabretmek.
    kendini vermek (vurmak veya çalmak) * bir şeye bütün varlığıyla bağlanmak, başka her şeyle ilgisini kesip, tek şeyle aşırıölçüde ilgilenmek.
    kendini yiyip bitirmek * Bkz. kendi kendini yemek.
    kendini yoklamak * duygu, düşünce ve beden bakımından kontrol etmek.
    kendir * Kenevir.
    * Kenevirden yapılmış.
    kendircilik * Kendir yetiştirme işi.
    kendirgiller * İki çeneklilerden, kendir, şerbetçi otu, Hint keneviri gibi bitkileri içine alan bir familya.
    kendirik * Deriden veya çadır bezinden yapılan ve hamur tahtasının altına serilen yaygı.
    kendisince * Bkz. kendince.
    kene * Koyun, köpek, at gibi hayvanların veya insanların derisinde asalak olarak yaşayan, bulaşıcıhastalıklara
    sebep olan böceklerin genel adı, sakırga.
    kene ağacı * Kene otu.
    kene gibi yapışmak * istenmediği hâlde birinin peşini bırakmamak, yakasını bırakmamak.
    kene göz * Çok küçük gözlü (kimse).
    kene otu * Sütleğengillerden, tropik bölgelerde yetişen, ağaç veya ağaççık durumunu alabilen, tohumlarından koyu bir
    bitkisel yağelde edilen, bir yıllık otsu bitki (Ricinus communis).
    kenef * Ayak yolu.
    * Pis, berbat.
    keneler * Eklem bacaklıhayvanlardan, örümceğimsiler sınıfına giren bir takım.
    kenet * İki sert cismi birbirine bağlamaya yarayan, iki ucu sivri ve kıvrık metal parça.
    kenet etmek * kenetle birbirine bağlamak.
    kenet gibi yapışmak * çok yakın dost olmak, sıkıfıkı olmak.
    kenet mili * Çatıve öteki parçaların birleştirilmesinde kullanılan metal perçinler.
    kenetleme * Kenetlemek işi.
    kenetlemek * Kenetle tutturmak veya kenetle birbirine bağlamak.
    * Birbirine geçirerek bağlamak.
    * Sıkıca birbirinin üzerine kapamak.
    kenetleniş * Kenetlenmek işi veya biçimi.
    kenetlenme * Kenetlenmek işi.
    kenetlenmek * Kenetlemek işi yapılmak.
    * Bir konuda aynıtutum ve davranışı göstermek.
    * Açılamayacak biçimde sıkıca birbirinin üzerine kapanmak.
    kenetli * Kenedi olan.
    * Kenetle birbirine bağlanmış bulunan, kenetlenmişolan.
    * Birbirinin içine geçerek sıkıca kapanmış.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 80

    kenevir * Kendirgillerden, sapındaki liflerden halat, çuval gibi kaba örgüler yapılan, iki evcikli bir bitki, kendir
    (Cannabis sativa).
    kenevir helvası * Kenevir ve şeker karışımıyapılan bir tür helva.
    kenevir yağı * Kenevir ağacından yapılan yağ.
    kenevircilik * Kenevir yetiştirme işi.
    kengel * Kenger.
    kengel sakızı * Kenger sakızı.
    kenger * Birleşikgillerden, yapraklarıdikenli yaban bir bitki, eşek dikeni (Cynara cardunculus).
    kenger sakızı * Kengel sütünden yapılan bir tür sakız, çengel sakızı.
    kent * Şehir.
    * Site.
    kent soylu * Burjuva.
    kent soyluluk * Burjuvazi.
    kental * 100 kg ağırlığında kütle birimi.
    kentçi * Kentçilik uzmanı, kentçilikle uğraşan kimse, şehirci.
    kentçilik * Şehircilik.
    kentet * Beşli.
    kentilyon * Katrilyon kere bin.
    kentler arası * Şehirler arası.
    kentleşme * Kentleşmek işi.
    kentleşmek * Şehirleşmek.
    kentli * Şehirli.
    kentlileşme * Kentlileşmek işi.
    kentlileşmek * Kentli olmak durumu.
    kentsel * Kentle ilgili, şehirle ilgili.
    kenttaş * Aynıkentten olan kimse.
    Kenyalı * Kenya halkından olan kimse.
    kep * Başlık, sipersiz şapka.
    * Hemşirelerin giydiği başlık.
    * Bazıtörenlerde profesör ve öğrencilerin giydikleri özel başlık.
    kepaze * (nesneler için) Niteliği iyi olmayan.
    * Utanmaz, rezil.
    * Gülünç, değersiz.
    * Talim yaparken kullanılan gevşek ok yayı.
    kepaze etmek * utanılacak bir duruma düşürmek.
    kepaze olmak * gülünç veya utanılacak duruma düşmek.
    kepazelik * Kepaze olma durumu veya kepazece davranış, maskaralık, rezalet.
    kepbastı * Çift katlı büyük dalyan ağı.
    kepçe * Sulu yiyecekleri karıştırmaya, dağıtmaya yarayan, uzun saplı, yuvarlak ve derince kaşık.
    * Erimişmadeni kalı ba dökmek için kullanılan büyük kaşık.
    * Saplı bir çembere geçirilmişolan, balık veya kelebek tutmada kullanılan ağ.
    * Bir kepçenin alabildiği miktarda olan.
    * Tahıl, kömür, kum gibi dökme yüklerin yüklenip boşaltılmasında kullanılan, iki veya daha çok çeneden
    oluşmuşmotorlu araç.
    * Gemilerde, ortasında dümen evi bulunan yuvarlak kıç çıkıntısı.
    * Güreşte hasmın arkasından bacaklarıarasına el sokma oyunu.
    kepçe gibi * kanat gibi öne doğru açılmış(kulak).
    kepçe kulak * Kocaman ve öne doğru kulakları olan.
    kepçe kuyruk * Başkalarının sırtından bedava geçinen.
    kepçe surat * Çok küçük yüzü olan.
    kepçeburun * Bir çeşit yaban ördeği.
    kepçeleme * Kepçelemek işi.
    kepçelemek * İki eli kepçe biçimine getirerek, yere düşmekte olan topu eğilerek yere değmeden kurtarmak.
    kepçeli * Kepçesi olan.
    kepek * Un elendikten sonra, elek üstünde kalan kabuk kırıntıları.
    * Saçlıderide oluşan pulcuklar.
    * Bazıderi hastalıklarında deriden dökülen parçacıklar.
    kepekçi * Kepek satan kimse.
    kepeklenme * Kepeklenmek işi.
    kepeklenmek * Başta kepek oluşmak.
    * (elma) Susuz ve tatsız duruma gelmek.
    kepekli * İçinde kepeği olan.
    * Üzerinde kepek oluşmuşolan.
    * (elma için) Un gibi, susuz ve tatsız.
    kepenek * Çobanların omuzlarına aldıklarıdikişsiz, kolsuz, keçeden üstlük.
    kepenek * Pervane.
    kepenek altında er yatar * insanları giydiğine bakarak değerlendirmek yanlışlara yol açar; bazen değerli kişiler eski giymişolabilir.
    kepenk * Genellikle dükkânlarıkapamak için kullanılan, saç levha veya türlü biçimlerde demir veya tahta kanat.
    kepenkleri indirmek * işi tatil etmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 77

    kemikleştirmek * Kemiğe donüştürmek.
    kemikli * Kemiği olan veya çok kemiği olan.
    * Kemikleri iyi gelişmiş.
    * Çok zayıf, sıska.
    kemikli balıklar * Balıklar sınıfından, iskeletleri kıkırdak durumunda kalmayıp kemikleşmişolan balıklar takımı.
    kemiksi * Kemiğe benzeyen.
    kemiksi bölge * Kıkırdağın kemiğe dönüşmekte olduğu kemik tabakası.
    kemiksiz * Kemiği olmayan, kemiği ayrılmış.
    kemircik * Burun, kulak vb. de bulunan küçük kıkırdak.
    kemirdek * Kuyruğun iskeleti.
    kemirgen * Kesici dişleri çok iyi gelişmişolan (hayvan).
    kemirgenler * Tavşan, kobay, kirpi, sıçan ve kunduz gibi köpek dişleri olmayan ve kesici dişleri iyi gelişmişmemeliler
    takımı.
    kemirici * Kemiren.
    kemiriciler * Kemirgenler.
    kemirilme * Kemirilmek işi.
    kemirilmek * Kemirmek işi yapılmak veya kemirmek işine konu olmak.
    kemiriş * Kemirmek işi veya biçimi.
    kemirme * Kemirmek işi.
    kemirmek * Sert bir şeyi dişleriyle azar azar koparmak.
    * Aşındırmak, yemek.
    * Bir şeyin içine işleyerek onu harap etmek.
    kemiyet * Nicelik.
    kemlik * Kötülük.
    kemlik etmek * kötü davranışlarda bulunmak.
    kemoterapi * Hastalıkların kimyasal maddelerle tedavi yöntemi.
    kemre * Gübre, tezek.
    kemreleme * Gübrelemek işi.
    kemrelemek * Gübrelemek.
    kemrelik * Gübrelik.
    -ken * Bkz. -gan / -gen.
    kenar * Bir şeyin, bir yerin bitişkısmıveya yakını, kıyı.
    * Bir şeyi çevreleyen çizgi.
    * Pervaz, çizgi, antika, baskı gibi çevre süsleri.
    * Bir biçimi sınırlayan çizgilerden her biri.
    * Merkezden uzak olan, kuytu, ıssız, sapa, tenha.
    kenar bobini * (kâğıtçılıkta) Üretim maksimum makine genişliğinde olmasınısağlayabilmek için ana bobinlerin yanında
    üretilen dar, tekrar hamurlaştırmanın dışında kullanıma imkân sağlayacak genişlikteki bobin.
    kenar gezmek * bir şeyden uzaklaşmışolmak.
    kenar mahalle * Şehrin merkezinden uzak ve çoğu kültürsüz, görgüsüz ve fakir halkın oturduğu semt.
    kenar semt * Bkz. kenar mahalle.
    kenar suyu * Kenar süslemesi.
    kenara atmak * bir şeyin üstünde durmamak, önemsememek.
    kenara çekilmek * artık hiçbir şeye karışmamak.
    kenarcı * Deniz kıyılarında avlanan balıkçı.
    kenarda kalmak * kendine yakışan yeri tutamayarak önemsiz bir duruma düşmek.
    kenarda köşede * Dikkati çekmeyen veya umulmayan yerlerde.
    kenarı bastırmak * bir kumaşın kenarlarınıkıvırıp elle veya makine ile dikmek.
    kenarın dilberi * Kibarlığa özenen görgüsü az kadın.
    kenarlı * Herhangi bir biçimde kenarı olan.
    * Kenarısüslü, kenarı işlenmiş.
    kenarlık * Kenar bölümünü oluşturan şey.
    kenarortay * Bir üçgende her tepeden karşıkenarın ortasına indirilen doğru parçası.
    * Bir dikdörtgenin karşılıklı iki kenar ortasını birleştiren doğru parçası.
    kenarsız * Kenarı olmayan.
    kendi * İyelik ekleri alarak kişilerin öz varlığınıanlatmaya yarar.
    * Kişiler üzerinde direnilerek durulduğunu anlatır.
    * Bir işte başkalarının etkisi bulunmadığını belirtir.
    * “Kendisi, kendileri” biçiminde bazen saygıduygusuyla veya söz konusu olanlarıamaçlayarak o ve onlar
    yerine kullanılır.
    * İyelik eki almış bulunan isimlerden önce eksiz olarak iyelik düşüncesini pekiştirir, kişisel.
    kendi adına * salt kendi için, kendisi hesabına.
    kendi ağzıyla tutulmak * suçu, yalanıveya iddiasının yanlışlığıkendi sözüyle ortaya çıkmak.
    kendi başına * Kimseye sormadan.
    * Başkasının payıveya yardımı olmaksızın.
    kendi beslek * Öz beslenen.
    kendi derdine düşmek * kendi sorunu sebebiyle başka şeyle ilgilenememek.
    kendi düşen ağlamaz * kendi zararına kendi sebep olanın yakınmaya hakkı olmaz.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 74

    kekik * Ballı babagillerden, karşılıklıküçük yapraklı, beyaz, pembe, kırmızı başak durumunda çiçekleri olan ve
    çiçeği bahar gibi kullanılan, odunsu saplı, kokulu bir bitki (Thymus vulgaris).
    kekik yağı * Kekikten elde edilen ve genellikle geleneksel halk tedavisinde kullanılan kokulu yağ.
    kekikli * Üzerine veya içine kekik konulmuşolan.
    keklik * Sülüngillerden, güvercin büyüklüğünde, eti için avlanan, tüyü boz, ayaklarıve gagasıkırmızırenkte bir kuş
    (Perdrix).
    * Alımlı, güzel kadın.
    keklik etmek * aptallık etmek.
    keklik gibi * güzel, alımlı, hareketli.
    kekre * Tadıacımtırak, ekşimsi ve buruk olan.
    kekrelik * Kekre olma durumu.
    kekremsi * Tadıaz kekre olan.
    * (koku için) Genzi yakan, buruk.
    * Suratıasık, yüzü gülmeyen (kimse).
    kekremsilik * (tat ve koku için) Kekremsi olma durumu.
    * Asık suratlı olma, yüzü gülmeme.
    kekresi * Tadıkekreye benzeyen.
    kel * Vücudun kıllıyerlerinde üreyen bir tür mantarın, kılların dökülmesine yol açtığı bulaşıcı bir hastalık.
    * Bu hastalığa tutularak saçıdökülmüşolan (kimse).
    * Kalıtıma bağlı olarak veya yaşlılık sebebiyle saçlarıdökülmüşolan.
    * (doğa için) Çıplak.
    * (bitki için) Gelişmemiş, cılız.
    * İçinde az eşya bulunan.
    kel kâhya * ilgisi olsun olmasın her şeye karışan.
    kel kâhya * Kendisini ağa gibi göstermek isteyen zavallıkimse.
    kel ölür, sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur * Bkz. kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur.
    kelâm * Söz.
    * Söyleyiş biçimi, söyleme.
    * Tanrı’nın varlığınıve İslâm dininin doğruluğunu konu edinen bilim.
    Kelâmıkadim * Kur’anıkerim, Kur’an.
    kelâmıkibar * Özdeyiş.
    kelaynak * Leylekgillerden, yeryüzünde yalnız Birecik’te, Fırat vadisini çeviren kayalarda yaşayan uzun gagalı bir kuş
    (Geronticus eremita).
    kelbaşa şimşir tarak * birçok ihtiyaç varken gereksiz özenti ve gösterişi belirtir.
    kele * Boğa, tosun.
    kelebek * Pul kanatlılardan, vücudu, kanatları ince pullarla ve türlü renklerle örtülü, dört kanatlı, çok sayıda türleri
    olan böceklere verilen genel ad.
    * Gevişgetiren hayvanların karaciğerlerinde yerleşip en çok öd yollarınıtıkayan bir cins asalak hayvan ve bu
    hayvanın sebep olduğu hastalık.
    * Vida, somun gibi nesnelerde kolayca çevrilmeye yarayan kelebek biçimindeki bölüm.
    * Kelebek biçiminde olan.
    kelebek camı * Otomobilde ön kapıpenceresinde ekseni çevresinde dönerek açılabilen veya sabit bulunan küçük cam.
    kelebek çiçeği * İki çeneklilerden, aydınlık oda ve salonlarda zengin renkli ve çok dallı bir süs birkisi.
    kelebek gözlük * Burundan tutturularak kullanılan sapsız gözlük.
    kelebek otu * Bir cins yaban yoncası.
    kelebekler * Pul kanatlılar.
    keleci * Öz veya kusursuz, düzgün söz.
    kelek * Olgunlaşmamışham kavun.
    * Irmaklarda işleyen ve şişirilmiştulumlar üzerine kurulan bir çeşit sal.
    * Yer yer çıplaklığıveya boşluğu olan.
    * Kılsız.
    * Aptal.
    keleklik * Kelek olma durumu.
    * Aptallık.
    kelem * Lâhana.
    keleme * Sürülmeden bırakılmıştarla.
    * Bakımsız bırakılmış bağveya bahçe.
    kelep * Büyük iplik çilesi.
    * Bağlam, demet.
    kelepçe * Tutukluların kaçmasınıönlemek için bileklerine takılan, bir zincirle tutturulmuşdemir halka.
    * Kablo, boru gibi şeyleri bir yere bağlıtutmak için kullanılan halka.
    kelepçe vurmak (takmak veya kelepçeye vurmak) * bileklere demir halka geçirmek.
    kelepçeleme * Kelepçelemek işi.
    kelepçelemek * Kelepçe takmak.
    kelepçelenme * Kelepçelenmek işi.
    kelepçelenmek * Kelepçelemek işi yapılmak.
    kelepçeli * Kelepçesi olan.
    * Bileklerine kelepçe takılmışolan.
    kelepir * Değerinden çok aşağı bir fiyatla alınan veya alınabilecek olan (şey).
    kelepirci * Her şeyi kelepir olarak ele geçirmek isteyen (kimse).
    kelepircilik * Kelepircinin işi.
    kelepire konmak (veya yakalamak) * bir şeyi çok ucuza almak.
    kelepleme * Keleplemek işi.
    keleplemek * İpi çile yapmak.
    kelepser * Atın başvurmasınıengelleyen kayış.
    keler * Sürüngenler sınıfının kelerler takımından olan hayvanların genel adı.
    keler balığı * Kelergillerden, 1,5m uzunluğunda bir cins köpek balığı(Squalus squatina).
    kelergiller * Asıl köpek balıklarıyla vatozlar arasında geçit sayılabilecek balıklarıkapsayan kemikli balıklar familyası.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 75

    keleş * Yiğit, cesur, bahadır.
    * Çok yakışıklı, çok güzel.
    * Vücut yapısı gösterişsiz.
    * Çirkin, kötü.
    * Kel.
    keleşlik * Keleşolma durumu.
    keleye çekmek * (inek) boğa ile cinsel ilişkide bulundurmak, boğaya çekmek.
    keli görünmek * kusuru ortaya çıkmak.
    keli kızmak * (seyrek öfkelenenler için) öfkelenmek.
    keli körü toplamak * işe yaramaz kimseleri toplamak.
    kelifit * Hidratlıdoğal magnezyum silikat.
    kelik * Eski ayakkabı.
    kelime * Anlamı olan ses veya ses birliği, söz, sözcük.
    kelime cambazı * Kelime cambazlığıyapan kimse.
    kelime cambazlığı * Sözlerle oyun yapma.
    kelime hazinesi * Bkz. söz dağarcığı, söz varlığı, vokabüler, kelime kadrosu.
    kelime kadrosu * Söz varlığı.
    kelime karışıklığı * 343 söz karışıklığı.
    kelime oyunu * Sözlerin çok anlamlı olmasından veya benzerliklerinden yararlanarak yapılan nükte veya aykırı
    anlamlandırma.
    * İki veya daha çok kişinin her defasında bir harf ekleyerek anlamlıkelime oluşturma oyunu.
    kelime sıklığı * Dilde bir sözün kullanılma oranı, frekans.
    kelime türü * Yapı, kavram, görev bakımından aralarındaki benzerliğe göre ayrılmış bulunan kelime türlerinden her biri.
    Türkçede sekiz kelime türü vardır: isim, sıfat, zamir, zarf, edat, bağlaç, ünlem, fiil.
    kelime vurgusu * Bir kelimede bir hecenin öteki hecelerden daha baskılısöylenişi.
    kelimecik * Küçük kelime.
    kelimeişahadet * “Tanrı’dan başka Tanrıyoktur ve Muhammed onun kulu ve peygamberidir” sözü; İslâmın beşşartından
    biri.
    kelimeleri tartarak konuşmak * sonucu hesaplayarak konuşmak.
    kelimeleşmek * Kelime durumuna, söz varlığıhâline gelmek, söze dönüşmek.
    kelimenin tam anlamıyla * bir durumu anlatmak için kullanılan sözün kapsadığıtam kavramla.
    kelimesi kelimesine * Hiçbir kelimesini atlamadan, olduğu gibi, tıpkı, harfiyen, aynen, motamot.
    kelimesiz * Sessiz, kelimeleri kullanmadan.
    kelin merhemi olsa başına sürer (veya kelin medarı olsa kendi başında olur) * kendi işini halledemeyen kişiden aynıdurum için yardım istendiğinde söylenir.
    kelle * Baş, kafa.
    * (bazıpeynir cinsleri ve külçe durumundaki şeker gibi şeyler için) İri tane.
    * Ekinlerde başak.
    kelle götürmek * gereksiz bir aceleyle gitmek, koşturmak, acele davranmak.
    kelle koltukta (gezmek) * gözünü budaktan esirgememek.
    kelle koparmak * olumsuz ve başarısız bir durum sonunda işe, göreve son vermek.
    kelle koşturmak * gereğinden çok acele etmek.
    kelle kulak yerinde (olmak) * kanlıcanlıve iri yapılı olan.
    * gösterişli, itibarlısayılan.
    kellesinden olmak * can vermek, ölmek.
    kellesini koltuğuna almak * ölümü göze almak.
    kellesini uçurmak * kafasınıkeserek koparmak.
    kellesini vurdurmak * öldürmek.
    kelleşme * Kelleşmek işi.
    kelleşmek * Kel durumuna gelmek.
    kelleyi vermek * canınıfeda etmek.
    kelli * “Sonra” edatı gibi, çıkma durumundaki sözlerin ardısıra geldiğinde birbirine bağladığı iki yargıdan
    birincisini zorlayıcı bir sebep olarak gösterir.
    kelli felli * Kılığıkıyafeti düzgün, olgun ve gösterişli (kimse), kerli ferli, gün görmüş.
    kellik * Kel olma durumu.
    * Çıplak, bitkisiz yer.
    Keloğlan * Türk masallarının çoğunda geçen, sonunda zekâsıve yiğitliğiyle amacına eren bir kahramanın adı.
    * (küçük k ile) Bir ailenin koruyuculuğuna veya bir yere çıraklığa alınan öksüz çocuklarıanlatmak için bir
    okşama sözü gibi de kullanılır.
    keloğlan * Hindi.
    kem * Noksan, eksik.
    * Kötü, fena.
    kem göz * Kötü, baktığışeye nazar değdiren göz.
    kem gözle bakmak * kötü niyetle bakmak.
    * nazar değdiren bir bakışla bakmak.
    kem küm * Verecek cevap bulamayıp açık bir anlamı olmayan gelişigüzel sözler söylemek” demek olan kem küm
    etmek deyiminde geçer.
    kem söz kem akçe sahibinindir * kötü söz söyleyenindir.
    kemakân * Önceden olduğu gibi, eskisi gibi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 76

    kemal * Bilgi ve erdem bakımından olgunluk, yetkinlik, erginlik, eksiksizlik.
    * En yüksek değer.
    kemale ermek (gelmek veya kemal bulmak) * (kema:le) olgunlaşmak.
    Kemalist * Atatürkçü.
    Kemalizm * Atatürkçülük.
    Kemalpaşa tatlısı * Un, yağve yumurta karışımıkurabiyelerin sıcak şeker şerbetine atılarak yapılan tatlı.
    keman * Yay.
    * Dört telli, çenenin altına dayayarak çalınan yaylıçalgı.
    keman gibi * ince, düzgün (kaş).
    keman yayı * Kemana takılan ses vermeyi sağlayan tel.
    kemancı * Keman yapan veya çalan kimse.
    kemancılık * Kemancının işi.
    kemane * Keman ve kemençe yayı.
    * Ağaç gemilerde talimarın üst ucundaki kıvrım.
    * Bir tür halk çalgısı.
    * Delgi veya küçük torna çevirmek için kullanılan ok yayı biçimindeki araç.
    kemane çekme * Yağlı güreşte, elleri hasmının arkasından göğsü üzerinde kilitledikten sonra midesi ve karnıüzerinde
    kuvvetli bir biçimde ve bastıra bastıra gezdirme.
    kemanî * Alaturka müzikte keman çalan kimse.
    kemankeş * Ok atıcı, okçu.
    keme * Büyük sıçan.
    * Domalan.
    kemençe * Yayla, diz üzerinde çalınan, kemana benzer üç telli küçük bir çalgı.
    kemençeci * Kemençe çalan veya yapan kimse.
    kement * Hayvanlarıyakalamak için kullanılan, ucu ilmikli, kaygan uzun ip.
    * İdam için kullanılan yağlıkayış.
    kement atmak * kemendi bir ucu elde kalacak biçimde ileri doğru fırlatmak.
    kementlemek * Kement geçirmek.
    kemer * Bele dolayarak toka ile tutturulan, kumaş, deri veya metalden yapılan bel bağı.
    * Etek, pantolon gibi giysilerin bele gelen bölümü.
    * Özellikle yolculukta kullanılan, üzerinde altın para yerleştirmeye yarar gözleri olan meşin kuşak.
    * İki sütun veya ayağı birbirine üstten yarım çember, basık eğri, yonca yaprağı gibi biçimlerde bağlayan ve
    üzerine gelen duvar ağırlıklarını, iki yanındaki ayaklara bindiren tonos bağlantı.
    * Bkz. emniyet kemeri.
    * Kemiklerden oluşmuşkemer biçiminde tavan.
    * Katmanlıkayaçlarda bir kıvrımın kabarık tepe yeri, tekne karşıtı.
    * Tümsekli.
    kemer bağlama * Aile büyüğünün, gelinin beline altın veya gümüşkemer bağlamasıtöreni, kuşak bağlama.
    kemer gözü * Kemerle ayaklarıarasındaki boşluk.
    kemer patlıcanı * Bir çeşit ince uzun patlıcan.
    kemere * Gemi güvertesinin enine konmuşkirişlerinden her biri.
    kemeri dolu olmak * çok zengin olmak.
    kemerini sıkmak * açlığa veya tutumlu davranmaya katlanmak.
    kemerleme * Kemerlemek işi.
    kemerlemek * Ciltçilikte dikişten sonra kitabın sırtına yuvarlak bir biçim vermek.
    kemerli * Üzerinde kemeri olan veya kemer takılmışolan.
    * Kemer biçiminde olan.
    * Kavisli olan.
    kemerlik * Bazı işçi ve satıcıların araç veya gereçlerini koymak için bellerine taktıkları, gözlere ayrılmış, tahta, meşin
    veya metal kemer.
    * Kemer yapımında kullanılan.
    kemersiz * Kemeri olmayan.
    kemha * Bir çeşit ipek kumaş.
    kemiğine (kemiklerine) kadar * iyice, en son sınıra dek.
    kemik * İnsanın ve omurgalıhayvanların çatısını oluşturan türlü biçimdeki sert organların genel adı.
    * Kemikten yapılmış.
    kemik atmak * susturmak, oyalamak için birini küçük bir şeyle avutmak.
    kemik bilimci * Kemik bilimi uzmanı, osteolog.
    kemik bilimi * Anatominin kemiklerle ilgili bölümü, osteoloji.
    kemik doku * Omurgalıhayvanlarda iskeleti oluşturan bir bağdokusu türü.
    kemik gibi * pek kuru, katı, sert; sağlam.
    kemik rengi * Beyaz ile krem rengi arasında olan renk.
    kemik yalayıcı * Dalkavuk.
    kemik zarı * Kemikleri kapsayan beyazımsıve sedef renginde zar.
    kemikçik * Küçük kemik.
    kemikleri sayılmak * çok zayıflamak.
    kemikleri sızlamak * (ölü) huzursuz. rahatsız olmak.
    kemiklerini kırmak * birini çok dövmek, aşırıdayak atmak.
    kemikleşme * Kemikleşmek işi.
    kemikleşmek * Kemik durumuna gelmek.
    * Sert, değişmez bir durum almak.
    * Dokusu kemik doku durumuna gelmek.
    kemikleştirme * Kemikleştirmek işi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 72

    keçimemesi * Sert kabuklu, iri taneli, uzunca, beyaz veya kırmızımsı bir çeşit üzüm.
    keçisağan * Çobanaldatan, dağkırlangıcı.
    keçisakalı * Lâdengillerden, çayırlarda, nemli yerlerde yetişen, topraklarımızraksıve çizgili çiçekleri mavimtırak veya
    mor renkte lâden bitkisinin bir türü (Cistus creticus).
    * Gülgillerden, beyaz veya penbe çiçekli, bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen bir ağaççık, erkeçsakalı,
    çayırmelikesi (Spiraea aruncus).
    keçisedefi * Keçisakalı.
    keçitırnağı * Kesici ağzıüçgen biçiminde olan oyma kalemi.
    keçiye can kaygısı, kasaba et (veya yağ) kaygısı * başkasının büyük zararıkarşısında kendi küçük yararınıdüşünenler için sitem olarak söylenir.
    keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur * gözü doymayan hırslı insanlar küçük bir çıkar için bütün varlığınıtehlikeye atar.
    keder * Acı, üzüntü, dert, sıkıntı, ıstırap, tasa.
    keder çekmek * acıduymak, ıstırap çekmek.
    keder vermek * üzüntü vermek, kederlendirmek, tasalandırmak.
    kederlendirme * Kederlendirmek işi.
    kederlendirmek * Keder, üzüntü duymasına yol açmak, acıvermek.
    kederleniş * Kederlenme durumu.
    kederlenme * Kederlenmek işi.
    kederlenmek * Kederli olmak, üzülmek, tasalanmak, mükedder olmak.
    kederli * Acılı, üzüntülü, mukedder.
    kedersiz * Acısız, üzüntüsüz.
    kedi * Kedigillerden, köpek dişleri iyi gelişmiş, kaslarıçevik ve kuvvetli evcil veya yabanî, küçük memeli hayvan
    (Felis domesticus).
    kedi (veya eti) ne, budu ne? * yaşıküçük.
    * imkânları, gücü sınırlı, parasıaz.
    kedi balı * Erik, kayısı gibi ağaçlardan sızan bir çeşit zamk.
    kedi balığı * Kedi balığı gillerden, dişleri ve solungaç yarıklarıküçük bir balık (Scyiliorhinus canicula).
    kedi balığı giller * Balıklar sınıfının köpek balıklarıtakımını içine alan bir familya.
    kedi ciğere bakar gibi bakmak (veya süzmek, seyretmek) * imrenerek bakmak.
    kedi gibi * uysal ve sokulgan.
    kedi gibi dört ayak üzerine düşmek * en güç durumdan zarar görmeden kurtulmak.
    kedi ile harara girmek * geçimsiz biri ile iş birliği yapmak.
    kedi ile köpek gibi * birbirleriyle geçinemeyen, anlaşamayan kimseler için söylenir.
    kedi nanesi * Ballı babagillerden, kırlarda yetişen, kedilerin kokusundan çok hoşlandığı bir bitki, yaban sümbülü (Nepeta
    cataria).
    kedi olalı bir fare tuttu * şimdiye kadar bir tek başarılı işyapabildi.
    kedi otu * İki çeneklilerden, kök sapıhekimlikte kullanılan bir bitki (Valeriana).
    kedi otugiller * Yapraklarısapsız olan otsu bitkileri, seyrek olarak da çalıdurumundaki bitkileri kapsayan bitişik taç
    yapraklı, iki çenekli bitkiler familyası.
    kedi yavrusunu yerken sıçana benzetir * yolsuz olduğunu bildiği bir işi yaparken kendini mazur göstermek için bahane uydurur.
    kedi yetişemediği (veya uzanamadığı) ciğere pis (veya murdar) dermiş * elde edemeyecekleri şeyi hor göstermeye kalkışanlar için söylenir.
    kediayağı * Birleşikgillereden, süs bitkisi olarak da yetiştirilen, beyazımsı, yumuşak, sık tüylü bir bitki (Antennaria
    dioica).
    kedibastı * Bütün yüzeye tutkal sürmeyi gerektirmeyen işlerde, fırçayıaralıklı bastırarak tutkal sürme işi.
    kedidili * Genellikle dondurmanın yanında yenilen bir tür tatlı bisküvi.
    kedigiller * Kedi, aslan, kaplan, pars gibi hayvanları içine alan etçil memeli hayvanlar sınıfı.
    kedigözü * Taşıtların arkasındaki kırmızırenkli işaret lâmbası.
    * Yollarda ışık vurduğu zaman parlayan trafik işareti.
    kedinin boynuna ciğer asılmaz * bir kimseye, kullanıp zarar vereceği, kendine mal edip ortadan kaldıracağışey emanet edilmez.
    kediyaladı * Kadife veya tiftikten yapılmış bir ürünün yüzeyine verilen şekil.
    kediye peynir ( veya ciğer) ısmarlamak * güvenilmeyecek birine saklaması için bir şey bırakmak.
    kefal * Kefalgillerden, orta büyüklükte, çok pullu, küt başlı, gümüşrenkte, beyaz etli bir balık (Mugil cephalus).
    kefalet * Birinin borcunu ödememesi veya verdiği sözü yerine getirmemesi durumunda bütün sorumluluğu üzerine
    alma durumu, kefillik.
    kefaleten * Kefalet yoluyla.
    kefaletname * Bir kimsenin kefil olduğunu gösteren belge, kefillik kâğıdı.
    kefalgiller * Kefallarla onlara yakın türleri kapsayan kemikli balıklar familyası.
    kefaller * Kefalgiller, kum balığı giller, cennet balığı giller, uskumrugiller familyalarını içine alan kemikli balıklar
    takımı.
    kefaret * Bir günahıTanrı’ya bağışlatmak umuduyla verilen sadaka veya tutulan oruç.
    kefaretini ödemek * cezasını çekmek.
    kefe * Terazi gözlerinden her biri.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 73

    kefe * Semercilerin kullandığı bir tür araç.
    kefek * Kefeki.
    kefeki * Yapılarda kullanılan açık renkli, delikli, hafif, işlenmesi kolay, ateşe dayanıklı bir tür taş.
    * Dişlerin diplerinde ve kaplarda oluşan kireç tabakası.
    kefeki tutmak * küflenmek.
    kefekiye dönmek * delik deşik olmak.
    kefeleme * Kefelemek işi.
    kefelemek * (atı) Kefe (II) ile silip tüylerini parlatmak.
    kefeli * Kefesi olan.
    kefen * Gömülmeden önce ölünün sarıldığı beyaz bez, kefin.
    kefenci * Cenaze gereçleri satan kimse.
    * Zorba.
    kefeni boynunda olmak * her an ölümü göze almak.
    kefeni yırtmak * ağır bir hastalıkta ölüm tehlikesini atlatmak.
    kefenin cebi yok * mal veya para “ölürken götürülmez” anlamında cimriler için söylenir.
    kefenleme * Kefenlemek işi veya durumu.
    kefenlemek * Ölüye kefen sarmak, tekfin etmek.
    kefenleyiş * Kefenlemek işi veya biçimi.
    kefenli * Kefene sarılmış.
    * Kefene sarılarak.
    kefenlik * Kefen olarak kullanılmaya elverişli (bez).
    kefenlik para * Ölüm durumunda gerekli masrafların görülmesi için ayrılmışpara.
    kefensiz * Kefene sarılmamış.
    * Kefene sarılmadan.
    kefere * Müslüman olmayanlar, kâfirler.
    kefil * Borçlu borcunu ödemediğinde veya bir kimse verdiği sözü yerine getirmediğinde bütün sorumluluğu
    üzerine alan kimse.
    kefil göstermek * bir işiçin gerekli olan kefili bulmak.
    kefil olmak * borçlu borcunu ödemediğinde veya bir kimse verdiği sözü yerine getirmediğinde bütün sorumluluğu
    üzerine almak.
    kefillik * Kefil olma durumu, kefalet.
    kefin * 343 kefen.
    kefir * Özel bir maya mantarıyla keçi veya inek sütünün mayalanmasıyla hazırlanan ekşi içecek.
    kefiye * Arapların kullandığıve omuzlarıda örten, püsküllü erkek başörtüsü.
    kefne * Çuvaldız veya kalın iğne ile işişleyen kimsenin eline geçirdiği demirli kayış.
    kehanet * Bir olayın gerçekleşeceğini önceden bilme, kâhinlik.
    kehanette bulunmak * kâhinlik yapmak.
    Kehkeşan * Samanuğrusu, Samanyolu.
    kehle * Bit.
    kehribar * Süs eşyasıyapımında kullanılan, açık sarıdan kızıla kadar türlü renklerde, yarısaydam, kolay kırılır ve bir
    yere hızlıca sürtüldüğünde hafif cisimleri kendine çeken, fosilleşmişreçine, samankapan.
    * Bu maddeden yapılmış.
    kehribar balı * Sarıve saydam bal.
    kehribar gibi * sapsarı, koyu sarı.
    kehribarcı * Kehribardan tespih, ağızlık gibi şeyler yapan veya satan kimse.
    kek * Yumurta, un ve şekerden, genellikle içine çekirdeksiz kuru üzüm veya kakao vb. konularak yapılan, fırında
    pişirilen tatlıçörek.
    * Tane ve tohumların, etin veya balığın yağınıveya diğer sıvılarınıçıkarmak için mekanik sıkılmalarıyla
    oluşan fiziksel form.
    kekâ * Keyifli bir durum anlatılırken “ne güzel, ne iyi” anlamında söylenir.
    kekâh * Bkz. kekâ.
    keke * Kekeme.
    kekeç * Kekeme.
    kekeleme * Kekelemek işi.
    kekelemek * Damak sesleriyle başlayan kelimeleri ve heceleri tekrarlayarak ve keserek konuşmak.
    * Ne söyleyeceğini şaşırıp kelimeleri birbirine karıştırmak.
    kekeleyiş * Kekelemek işi veya biçimi.
    kekelik * Kekemelik.
    kekeme * Damak sesleriyle başlayan kelimeleri ve heceleri tekrarlayarak birdenbire söyleyen ve keserek konuşan,
    keke.
    kekemeleşme * Kekemeleşmek işi.
    kekemeleşmek * Kekeme durumuna gelmek.
    kekemelik * Kekeme olma durumu, rekâket.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 70

    kazgıç * Tandırdan ekmeği çıkarmaya yarayan bir araç.
    * Bitki kökü çıkarmağa yarayan ucu sivriltilmişsopa.
    kazı * Bir yeri kazma işi, hafriyat.
    * Yer altındaki tarihî değeri olan şeyleri, yapıları ortaya çıkarmak amacıyla arkeologlarca toprağın belli
    kurallara ve yöntemlere göre kazılması, araştırılması.
    * Tahta, maden gibi şeyler üzerine yazıveya resim oyma işi, hak (II).
    kazı bilimci * Arkeoloji ile uğraşan kimse, arkeoloji uzmanı, arkeolog.
    kazı bilimi * Arkeoloji.
    kazı bilimsel * Arkeoloji ile ilgili, arkeolojik.
    kazıkoz anlamak * söylenen şeyi çok yanlışanlamak.
    kazıcı * Kazıveya oyma işi yapan.
    kazığa vurmak * bir kimseyi yere dikilmişucu sivri bir kazığa oturtarak öldürmek.
    kazık * Toprağa çakılmak için hazırlanmış, ucu sivri çubuk.
    * Direk, sopa.
    * Yapıların temelinde kullanılan, toprağa çakılan veya toprak içine giren tahta, maden veya betonarmeden
    silindir, prizma vb.biçimindeki uzun parça.
    * İnsanıüzerine oturtarak öldürdükleri, yere dik çakılmışsivri uçlu odun veya şiş.
    * Kazığa oturtarak uygulanan öldürme cezası.
    * Genellikle yağlı güreşte, güreşçinin, elini hasmının kispeti içine sokarak yaptığı oyun.
    * Alışverişte aldatılma.
    kazık atmak * aldatmak, kazıklamak.
    kazık dikmek * devamlıkalmak, ebediyen yaşamak.
    kazık gibi * dimdik ve sert.
    kazık kadar * kocaman (kimse).
    kazık kakmak * umulduğundan pek çok yaşamak.
    kazık kök * Havuçta olduğu gibi toprağa dikine giren koni biçiminde kök.
    * Toprağın içinde derinlere doğru dik bir şekilde gelişen, üzerinden çıkan ikincil yan kökleri çoğunlukla az
    olan kök.
    kazık marka * Çok pahalı.
    kazık yemek * aldatılmak, kazıklanmak.
    kazık yutmuşgibi * Bkz. baston yutmuşgibi.
    kazıkazan * Kazındığında, aynıtutardan üçünü bir arada bulma esasına dayalı bir tür talih oyunu.
    kazıkçı * Alışverişte aldatan, pahalımal satan (kimse).
    kazıklama * Kazıklamak işi.
    kazıklamak * Bir tarla veya arsanın sınırını belirtmek için kazık çakmak.
    * Kazık cezasına çarptırmak.
    * Bir malı, bir kimseye değerinden çok pahalıya satmak, alışverişte aldatmak.
    kazıklanma * Kazıklanmak işi.
    kazıklanmak * Kazığa oturtulmak.
    * Bir malıdeğerinden çok pahalıya almak, alışverişte aldatılmak.
    kazıklayış * Kazıklamak işi veya biçimi.
    kazıklı * Kazığı olan, kazıkla desteklenmişolan.
    kazıklıhumma * Tetanos.
    kazıl * Kıldan bükülmüşçuval dikmekte kullanılan ip, sicim.
    kazılış * Kazılmak işi veya biçimi.
    kazılma * Kazılmak işi.
    kazılmak * Kazmak işi yapılmak.
    kazım * Kazma işi.
    kazıma * Kazımak işi.
    * Vücutta boşluklar içinde bulunan yabancıcisimleri, hasta veya zararlısayılan dokularıkazıyarak almak,
    kürtaj.
    kazıma resim * Ağaç, metal veya taş bir yüzeye ayrıkatlar hâlinde değişik renkli boyalar sürüldükten sonra, üstteki katları
    yer yer kazıyarak alttaki renklerden yararlanma tekniği, gravür.
    * Bu teknikle yapılan resim, gravür.
    kazımak * Kesici bir aracısürterek bir şeyin yüzündeki tabakayıkaldırmak.
    * Kesici bir araç kullanarak silmek, çıkarmak.
    * Sertçe ovmak.
    * Vücuttaki yabancı bir cismi hasta, zararlıveya istenmeyen bir organıalmak, temizlemek, yok etmek.
    * Tıraşetmek.
    * Metal bir yüzey üstüne sert bir araçla şekil çizmek, yazıyazmak, nakşetmek.
    * Aslını, kökünü çok detaylıaraştırmak.
    kazımık * Süt, muhallebi ve yemek pişerken tencerenin dibinde yanan yapışkan bölüm.
    kazın ayağıöyle değil * bir sorun, bir durum sanıldığı gibi değildir.
    kazınma * Kazınmak işi.
    kazınmak * Kendi kendini kazımak.
    * Kazımak işi yapılmak.
    * Derisini kazır gibi kaşımak.
    * Derisini yüzercesine tıraşolmak.
    * Her tarafı iyice temizlemek.
    * Varıyoğu, elindeki bütün parasıalınmak veya çalınmak.
    kazıntı * Kazıyarak çıkarılan parça.
    * Kâğıtta kazıma izi.
    kazıntılı * Kazıntısı olan (kâğıt, yazı).
    kazıtma * Kazıtmak işi.
    kazıtmak * Kazımak işini yaptırmak.
    kazıyış * Kazımak işi veya biçimi.
    kaziye * Önerme.
    kazkanadı * Güreşte hasmının başınıkoltuk altına alarak hasmıarkadan, yandan sararak, elleri koltuklarıaltından
    geçirdikten sonra sırtında veya ensesinde birleştirme biçimindeki oyun.
    kazma * Kazmak işi.
    * Toprağıkazıp kaldırmak, düzeltmek gibi işlerde kullanılan ağaç saplıdemir araç.
    * Kazılarak yapılmış.
    kazma diş * Ön dişleri uzun ve dışarıdoğru çıkık olan (kimse).
    kazma gibi * büyük, kocaman (diş).
    kazmacı * Kömür ocaklarında kazma ile kömür çıkaran işçi.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 71

    kazmaç * Bkz. kazaratar.
    kazmak * Herhangi bir araçla toprağıaçmak, oymak.
    * Bu yolla çukur, kuyu, yol vb. oluşturmak.
    * Hakketmek.
    kazmir * Bkz. kaşmir.
    kazolit * Hidratlıdoğal kurşun ve uranyum silikat.
    kazulet * Kocaman.
    kazurat * Dışkı.
    ke * Türk alfabesinin on dördüncü harfinin adı.
    kebap * Doğrudan doğruya ateşte veya kap içinde susuz olarak pişirilmişet.
    * Kızartma, çevirme veya kavurma yoluyla hazırlanan her türlü yiyecek.
    * Kavrulmuş, kızarmış.
    * Yanmış, yanık.
    kebapçı * Kebap yapıp satan kimse.
    * Kebap yenilen veya satılan yer.
    kebapçılık * Kebapçı olma durumu.
    kebaplı * Kebabı olan, içine kebap konulmuşolan.
    kebaplık * Kebap yapılmaya elverişli, kebap yapılmak için ayrılmış.
    kebe * Kısa kepenek.
    kebere * Gebre otu.
    kebir * Büyük, ulu.
    * Yaşça büyük, yaşlı.
    kebze * Kürek kemiği.
    kebzeci * Koyunların kebzesine bakarak gelecekten haber verdiğini ileri süren kimse.
    keçe * Yapağıveya keçi kılının dokunmadan, yalnızca dövülmesiyle elde edilen kaba kumaş.
    * Bu kumaştan yapılmışolan.
    * Yere serilen halı, kilim gibi yünlü döşemelik.
    keçe külâh etmek * aldatmak, kandırmak.
    keçe külâh olmak * ordudan veya resmî görevden çıkarılmak.
    keçeci * Keçe yapan veya satan kimse.
    keçecilik * Keçe yapma veya satma işi.
    keçeleme * Keçelemek işi.
    * Keçeleşmek işi.
    keçelemek * Bir nesneye keçe geçirmek.
    * Metal bir yüzeyi keçeyle parlatmak.
    keçelenme * Keçelenmek işi.
    keçelenmek * Keçeleşmek.
    keçeleşme * Keçeleşmek işi.
    keçeleşmek * Telleri birbirinin içine girip karışarak ayrılmaz olmak.
    * (deri) Pürüzlü duruma gelmek, keçe gibi olmak.
    * Vücudun bir yeri uyuşup duyarlığı azalmak.
    keçeleştirme * Keçeleştirmek işi.
    keçeleştirmek * Keçeleşmesine yol açmak.
    keçeli * Keçesi olan.
    keçesini sudan çıkarmak * güç olan bir işi, durumu yoluna koyarak rahatlamak.
    keçeyi suya atmak * ar ve namusu hiçe saymak.
    keçi * Gevişgetirenlerden, eti, sütü, derisi ve kılı için yetiştirilen, memeli evcil hayvan (Capra hircus).
    * Bu hayvanın dişisi.
    * İnatçı.
    keçi inadı * Bir türlü yumuşamayan vazgeçilmeden sürdürülen inat.
    keçi kömüreni * Yapraklarısoğan terine kullanılan bir tür yaban sarımsağı.
    keçi mantarı * Bkz. ak mantar.
    keçi postu * Keçinin derisinin terbiye edilmesi ile yapılan post.
    keçi sakal * Sakalıyalnız çenede sivri ve seyrek olarak bulunan.
    keçi söğüdü * Bataklıklarda ve nemli ormanlarda çok bulunan bir söğüt türü (Salix caprea).
    keçi yemişi * Yaban mersini.
    keçi yolu * Engebeli yerlerden gelip geçenlerin ayak izlerinden oluşan, tekerlekli araç işlemeyen dar yol, çığır, patika.
    keçiboynuzu * Baklagillerden, kerestesi marangozlukta, kabuklarıtabaklıkta kullanılan bir ağaç, harnup (Ceratonia siliqua).
    * Bu ağacın baklamsı, şekerli olan yemişi, harnup.
    keçiboynuzu gibi * işi çok, verimi az olan şeyler için söylenir.
    keçiler * Keçileri ve çeşitli koyun türlerini içine alan, dağlık, kayalık yerlerde yaşayan, hafif yapılı, çevik geviş, getiren
    hayvanlar sınıfı.
    keçileri kaçırmak * delirmek veya bir bunalım içinde bulunmak.
    keçileşme * Keçileşmek işi.
    keçileşmek * İnadıtutmak.
    keçilik * İnatçılık.
    keçilik etmek * inat etmek.