Kategori: K

  • Türkçe Sözlük K Sayfa 92

    kınama cezası * Bir görevlinin işyerindeki davranışının yasa ve tüzüğe aykırı olduğunu bildiren ceza.
    kınamak * Yapılan bir işin kötü olduğunu belirtir bir biçimde söz söylemek, ayıplamak, takbih etmek.
    kınanma * Kınanmak işi.
    kınanmak * Kınamak işi yapılmak.
    kınasız * Kına ile boyanmamış.
    kınayış * Kınamak işi veya biçimi.
    kındıra * Sulak yerlerde yetişen, ince uzun yapraklarının kenarlarıkeskin, koyu renkli bir tür çayır otu.
    kındıraç * Oluk veya yiv açmaya yarayan araç.
    Kınık * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    kınlama * Kınlamak işi.
    kınlamak * Bir şeye kın yapmak veya bir şeyi kınına geçirmek.
    kınlı * Kını olan, bir kınla sarılı olan.
    * Kınıçok gelişerek bağlı bulunduğu sapıaz veya çok saran yaprak.
    kınnap * Sicim.
    kınsız * Kını olmayan.
    Kıpçak * Xl-XV. yüzyıllarda, Hazar ve Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda yaşamış bir Türk boyu, Kuman.
    Kıpçakça * Kıpçak Türkçesi.
    kıpık * Yarıkapalı(göz).
    kıpık gözlü * Gözleri yarıkapalı olan.
    kıpıklık * Kıpık olma durumu.
    kıpır kıpır * Yerinde duramayarak, sürekli ve aralıksız kımıldayarak.
    * Çok hareketli, hamarat.
    kıpırdak * Çok hareketli, yerinde duramayan, canlı.
    kıpırdaklık * Kıpırdak olma durumu.
    kıpırdama * Kıpırdamak, kıpırdanmak işi.
    kıpırdamak * Kımıldamak, sürekli ve hafifçe oynamak.
    kıpırdanma * Kıpırdanmak işi veya durumu.
    kıpırdanmak * Bkz. kıpırdamak.
    kıpırdaşma * Kıpırdaşmak işi.
    kıpırdaşmak * Kımıldamak, kıpır kıpır etmek.
    kıpırdatma * Kıpırdatmak işi.
    kıpırdatmak * Kımıldatmak, yerinden oynatmak.
    kıpırtı * Hafif ve sürekli kımıldanma, kımıltı.
    kıpırtılı * Kıpırtısı olan.
    kıpırtısız * Kıpırtısı olmayan.
    kıpıştırma * Kıpıştırmak işi.
    kıpıştırmak * Göz kapaklarınıüst üste birçok kez açıp kapamak.
    kıpkıp * Gözünü çok kırpan (kimse).
    kıpkırmızı * Her yanıkırmızıveya çok parlak kırmızı.
    kıpkırmızıkesilmek (veya olmak) * (yüz için) herhangi bir sebeple çok kızarmak.
    kıpkızıl * Her yanıkızıl veya çok kızıl.
    * Aşırı, koyu.
    kıpma * Kıpmak işi.
    kıpmak * Göz kapaklarınıçabucak açıp kapamak, kırpmak.
    kıprama * Kıpırdama, kıpramak işi.
    kıpramak * Kıpırdamak.
    kıprayış * Kıpramak işi veya biçimi.
    kıprayışlı * Kıpırtılı.
    kıprayışsız * Kıpırtısı olmayan, kıpırtısız.
    Kıptî * Mısır halkından olan kimse.
    * (yanlışolarak) Çingene.
    * Kıptîlerle ilgili olan.
    Kıptîlik * Kıptî olma durumu.
    kır * Beyazla az miktarda karanın karışmasından oluşan renk.
    * Bu renkte olan.
    kır * Şehir ve kasabaların dışında kalan, çoğu boşve genişyer.
    * Orman, dağvb.ye karşıt olan açıklık yer.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 93

    kır bekçisi * Kırların ve ovaların güvenliğiyle görevli kimse.
    kır boynunu! * defol! çekil! git!.
    kır çiçeği * Kırlarda kendiliğinden yetişen çiçek.
    kır düşmek * göze çarpar derecede beyaz kılları bulunmak, kırlaşmak.
    kır eğlencesi * Kırda yapılan eğlence.
    kır gerillâsı * Dağlarda, köy ve kasabalarda eylem yapan çete.
    kır gülü * Çorak bölgelerde biten ve gün gülüne benzeyen bir tür çiçek (Fumana).
    kır kahvesi * Kırda bulunan, çoğunlukla küçük kahve.
    kır serdarı * Kırlarda eşkıyanın ardına düşüp yolların güvenliğini sağlamakla görevlilerin başı.
    kıraat * Okuma.
    * Okuma kitabı.
    * Kur’an’ın belli kural ve işaretlere göre okunması.
    kıraat etmek * okumak.
    kıraathane * Müşterilerinin okumaları için gazete ve dergi bulunduran geniş, temiz ve iyi döşenmişkahvehane.
    * Kahve, kahvehane.
    kıraathaneci * Kıraathane işleten kimse.
    kıracak * Nalbantların atın tırnağınıkesmek için kullandıklarıkeskin demir alet.
    kıraç * Verimsiz veya sulanmayan, bitek olmayan toprak.
    kıraçlaşma * Kıraçlaşmak işi.
    kıraçlaşmak * Kıraç duruma gelmek, verimsizleşmek.
    kıraçlık * Kıraç olma durumu veya kıraç yer.
    kırağı * Soğuk havalarda, su buğusunun yerde, bitkiler, ağaçlar ve öteki nesneler üzerinde donmasıyla oluşan ince
    buz billûru.
    kırağıçalmak (veya vurmak) * kırağı, dondurup bozmak.
    kırağıdüşmek (veya yağmak) * kırağı oluşmak.
    kırağılı * Kırağısı olan.
    kıran * Kırmak işini yapan (kimse).
    * Bit topluluğun ve özellikle hayvanların büyük bir bölümünü yok eden hastalık veya başka sebep, ölet, afet.
    kıran * Kıyı, kenar, çevre, uç.
    * Dağsırtı, tepe, bayır.
    * Kıraç toprak.
    * Birbirine parelel olarak uzanan iki akarsu arasında kalmışdağsırtı.
    kıran girmek * kısa bir zaman içinde çok sayıda ölmek.
    kıran kırana * Çok mücadeleli, acımaksızın öldürürcesine yapılan (kavga, güreş).
    kıranta * Saçlarıağarmaya başlamışorta yaşlıerkek.
    * Ağırbaşlı, yaşına rağmen bakımlı, özenli (erkek).
    * (saç sakal için) Kırlaşmış.
    kırat * Elmas, zümrüt gibi değerli taşların tartısında kullanılan iki desigramlık ölçü birimi.
    * Nitelik, değer, düzey, seviye.
    kıratın yanında duran ya huyundan ya suyundan (almak) * kişi, kiminle arkadaşlık ederse, ondan etkilenir.
    kıratınıölçmek * değerini biçmek, kıymetini belirlemek.
    kıratlık * Kıratı olan, herhangi bir kırat değerinde olan (taş).
    * Herhangi bir nitelikte, değerde olan.
    kıray * Yol kesen, asi.
    * Genç, delikanlı.
    kırba * Sakaların içinde su taşıdıklarıağzıdar, altı geniş, deriden yapılmışkap, su kabı, matara.
    * (çocuklarda) Karın şişmesiyle beliren bir hastalık.
    * Çok su içen kimse.
    kırbacık * Tulumcuk.
    kırbaç * Kıl tek parça deri veya uzun esnek bir değneğin ucuna sırım bağlanarak yapılmışvurma aracı.
    kırbaç kurdu * Çeşitli türleri insanların ve hayvanların kalın bağırsağında yaşayan, boyu 5 cm olan eni, gözle görülmeyecek
    incelikte bir asalak, trikosefal (Trichuris trichiura).
    kırbaç kurtları * Örnek hayvanıkırbaç kurdu olan, yuvarlak solucanlar familyası.
    kırbaçlama * Kırbaçlamak işi.
    kırbaçlamak * Kırbaçla vurmak.
    * Canlandırmak, destek vermek, harekete geçirmek.
    kırbaçlanma * Kırbaçlanmak işi.
    kırbaçlanmak * Kırbaçla dövülmek.
    kırca * Hafif kırlaşmış.
    * Hafif kırlaşmışdurumda.
    kırcı * Dolu.
    * Ufak ve sert taneli kar.
    kırcımantı * Küçük ve içi iyi doldurulmuşmantı.
    kırcın * Hayvan kıranı.
    kırç * Kışın, sisli havalarda, ağaç dallarını, toprak çıkıntılarınıvb. yerleri kaplayan buz tabakası.
    kırçıl * Kırlaşmaya başlamış, kır renkli.
    * Bu renkte saçı olan.
    kırçıllanma * Kırçıl duruma gelme.
    kırçıllanmak * Kırçıl duruma gelmek, ağarmak.
    kırçıllaşma * Krıçıllaşmak durumu.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 89

    kıl otu * Dağlık çayırlarda yetişen ince ve sert yapraklı bir bitki (Nardus).
    kıl payı * (daha çok kalmak fiili ile) Çok az.
    kıl testere * Çok ince bir tür testere.
    kıl yumağı * Saç yeme alışkanlığı olan kimselerin midesinde oluşan ur.
    kılabdan * 343 kılaptan.
    kılâde * Gerdanlık, boyna takılan süs eşyası.
    kılağı * Taşüzerinde bilenen bir kesici aracın keskin yüzüne yapışan ve aracın iyi kesebilmesi için, yağlanmış
    yumuşak taşla kaldırılması gereken çok ince çelik parçaları, zağ.
    kılağılama * Kılağılamak işi.
    kılağılamak * Kesici araçların kılağısınıalarak keskinliğini artırmak.
    kılağılı * Kılağılanmış, keskin duruma getirilmişolan.
    kılağısınıalmak * kesici araçları bileği taşına veya kayışa sürterek keskinliğini artırmak.
    kılağısız * Kılağılanmamış, keskin olmayan.
    kılâptan * Pirinç, bakır, kalay gibi madenlerden çekilerek gümüşve altın yaldız vurulmuşince metal iplik.
    * Pamuk ipliğine sırma katılarak eğrilmişiplik.
    * Bu tür iplikten yapılmış.
    kılavuz * Genel olarak yol gösteren kimse, rehber.
    * Yol yöntem gösteren şey.
    * Evlenecek olan erkek veya kadına eş bulan kimse.
    * Ruhî ve zihnî bakımdan yol gösteren,ışık tutan kimse.
    * Somun veya boru içine yiv açmakta kullanılan araç.
    * (dar, uzun bir yerden) Kolaylıkla bükülebilen yay biçiminde tel, kablo vb. geçirilirken bunların ucuna
    bağlanan sert nesne.
    * Makaradaki filmlerin başında ve sonunda yer alan, filmin alıcı, yıkama aracı, basım aracı, gösterici gibi
    araçlara takılıp çıkarılmasında kolaylık sağlayan, asıl film için pay bırakan çeşitli renklerde film parçası.
    * Bir devletin kılavuz alınmasımecburî olan sularında gemilere yol gösteren kimse.
    kılavuzlama * Kılavuzlamak işi.
    kılavuzlamak * Kılavuzluk etmek.
    kılavuzluk * Kılavuz olma durumu veya kılavuzun işi, rehberlik.
    * Bir gemiyi limana sokmak veya limandan çıkarmak işi.
    kılavuzluk etmek * yol göstermek, rehberlik etmek.
    kılbaz * Dalkavuk.
    kılcal * Kıl gibi olan, çok ince.
    kılcal boru * Araştırma ve deneylerde kullanılan çok ince boru.
    kılcal damar * Bütün dokularda bulunan, atardamarların son dallarını, toplardamarların ilk dallarına birleştiren ince
    damar.
    kılcal etki * Birbirine değen bir sıvı ile bir katının molekülleri arasındaki etki.
    kılcal kök * Ana, saçak ve yan köklerden çıkan ikincil, üçüncü kökler üzerinde bulunan ince kıl şeklindeki emici kök
    paröaları.
    kılcallık * Kılcal olma durumu.
    * Bir kılcal boru veya tüpün durumu.
    * Kapsadığısıvılar bakımından kılcal boruların özellikleri.
    kılcan * At kuyruğu kılından yapılmışkuştuzağı.
    kılçık * Balıkların eti arasında bulunan diken gibi ince ve küçük kemik.
    * Fasulye, bakla gibi sebzelerin yeşil kabuğunda ve ekin başaklarında bulunan sert ve kıl gibi uzun lif.
    * Alttaki güreşçinin, kuyruk sokumunu hızla ve birdenbire havaya kaldırarak sırtına abanmışolan güreşçinin
    dengesini bozup ön veya yan tarafına aşırıp atması.
    kılçık atmak * bir kimsenin işini karıştırmak, bozmak.
    kılçıklı * Kılçığı olan.
    * Pürüzlü, çapraşık, karışık.
    kılçıksız * Kılçığı olmayan.
    kıldırma * Kıldırmak işi.
    kıldırmak * Kılmak işini yaptırmak.
    * Namaz kılınmasını sağlamak.
    kıldırtma * Kıldırtmak işi.
    kıldırtmak * Kıldırmak işini yaptırmak.
    * Namaz kılınma işini yaptırmak.
    kılgı * Bir sanat ve bilim dalının ilkelerini düşünce alanından, uygulama alanına geçirip gerçekleştirme işi,
    uygulama, tatbik, ameliye, pratik.
    kılgılı * Harekete ilişkin olan, yalnız düşünce alanında kalmayıp harekete dönüşen, uygulamalı, amelî, tatbikî,
    pratik, kuramsal karşıtı.
    * Maksada uygun, kullanışlı; gerçeklere uygun.
    kılgın * Kılgıdurumuna geçirilebilen, amelî, pratik.
    kılgısal * Kılgılı, uygulamalı, pratik.
    kılıkılına * Tamıtamına.
    kılıkıpırdamamak * durum ve davranışınıdeğiştirmemek, aldırışetmemek, umursamamak.
    kılıkırk yarmak * titiz ve ayrıntılı bir biçimde incelemek, önemle üstünde durmak.
    kılı bık * Karısının baskısıaltında bulunan (erkek), kazak karşıtı.
    kılı bıklaşma * Kılı bıklaşmak işi.
    kılı bıklaşmak * Kılı bık duruma gelmek.
    kılı bıklık * Kılı bık olma durumu.
    kılı bıklık etmek * kılı bığa yakışan davranışlarda bulunmak.
    kılıcına * (kalas, cetvel tahtası gibi kalınlığıeninden az olan şeyler için) Keskin ve dar tarafıyukarı gelmek üzere,
    kılıçlama.
    kılıç * Uzun, düz veya eğri, ucu sivri, bir veya her iki yüzü keskin, kın içinde bele takılan, çelikten silâh.
    * Saban ökçesini oka bağlayan ağaç parçası.
    kılıç alayı * Kılıç kuşanma.
    kılıç bacak * Bacaklarıeğri olan, çarpık bacaklı.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 90

    kılıç balığı * Kılıç balığı gillerden, burnunda kılıç biçiminde bir uzantısı bulunan, kılçıksız, eti beyaz ve lezzetli, iri bir
    balık (Xiphias gladius).
    kılıç balığı giller * Her türlü kılıç balığı olan, dişsiz ve pulsuz kemikli balıklar familyası.
    kılıç çalmak * kılıçla savaşmak, kılıç ile öldürmek.
    kılıç çekmek * saldırmak veya selâmlamak amacıyla kılıcıkınından çıkarmak.
    kılıç gagalı * Yağmur kuşugillerden, çok ince ve uzun gagalı, tüyleri ak, kanatlarıkara bir kuş(Recurvirosta avocetta).
    kılıç kınınıkesmez * sert ve öfkeli kişi yanındakilere zarar vermez.
    kılıç kuşanma * Tahta yeni çıkan Osmanlıpadişahlarının İstanbul’daki Eyüp Sultan türbesine giderek törenle kılıç
    kuşanmaları.
    kılıç kuşanmak (veya takmak) * kılıcı olmak ve onu taşıyacak güce ve yetkiye hak kazanmak.
    kılıç oynatmak * egemen olarak yaşamak.
    kılıç oyuncusu * Kılıç oyunu oynayan sporcu, eskrimci.
    kılıç oyunu * Dürtücü kılıç, kesici kılıç ve delici kılıç adıverilen silâhlarla yapılan spor, eskrim.
    kılıç pabucu * Kılıç kınının aşağıkısmı.
    kılıç sallamak * kılıç ile dövüşmek, düşman üzerine kılıçla soldurmak.
    kılıç üşürmek * kılıç çekerek saldırmak.
    kılıççı * Kılıç yapan veya satan (kimse).
    * Kılıç sporuyla uğraşan (kimse).
    kılıçhane * Kılıç yapılan yer.
    kılıçıkınına koymak * savaşı bırakmak, savaştan vazgeçmek.
    kılıçkuyruk * Kemikli balıklar takımından uzunluğu 8-10 cm. olan, tropik süs balığı(Xiphophorus helleri).
    kılıçlama * Kılıçlamak işi.
    * Kılıcına.
    * Çaprazlama.
    kılıçlama kaçmak * yan yan koşarak, çaprazlamasına gitmek.
    kılıçlamak * Kılıçla çok sayıda insanıtopluca öldürmek, kılıçtan geçirmek.
    kılıçlayış * Kılıçlamak işi veya biçimi.
    kılıçlı * Kılıç taşıyan.
    * Kılıcı olan.
    * Üzerinde kılıç motifi olan.
    kılıçtan geçirmek * çok sayıda insanıkılıçla topluca öldürmek.
    kılıf * Bir şeyi korumak için kendi biçimine göre, çoğunlukla yumuşak bir nesneden yapılmışözel kap.
    * Yolsuz bir işe bulunan sudan gerekçe.
    kılıfçı * Kılıflama işini yapan kimse.
    * Kılıf yapan ve satan kimse.
    kılıfına uydurmak * bir durum ve tutuma, yöntemine uygun biçim vermek.
    kılıflama * Kılıflamak işi.
    kılıflamak * Kılıf geçirmek, kılıfa koymak.
    kılıflı * Kılıfı olan veya kılıf içinde bulunan.
    kılıfsız * Kılıfı olmayan veya kılıf içinde bulunmayan.
    kılığına çeki düzen vermek * giyinişine özen göstermek.
    kılığına girmek * onun gibi giyinmek.
    kılık * Bir kimsenin giyinişi, giyim, üst baş, kıyafet, kisve.
    * Bir kimsenin dışgörünüşü.
    * Bir kimsenin resmi, fotoğraf.
    kılık kıyafet * Üst başve dışgörünüş.
    kılık kıyafet düşkünü * Giyecekleri eskimişveya kötü olan.
    kılık kıyafet köpeklere ziyafet * giyinişi ve görünüşü kötü ve tiksindirici olanlar için söylenir.
    kılık kıyafeti düzmek * giysilerini yenilemek.
    kılıklı * Herhangi bir kılıkta olan.
    * Güzel, temiz.
    * (birinin) huyunda olan, davranışlarınıtaklit eden.
    kılıklıkıyafetli * İyi giyinmiş.
    kılıksız * Giyimi düzgün olmayan, sünepe, süflî.
    kılıksızlaşma * Kılıksızlaşmak işi.
    kılıksızlaşmak * Kılıksız duruma gelmek.
    kılıksızlık * Kılıksız olma durumu.
    kılıktan kılığa girmek * giysi değiştirmek.
    * sık sık düşünce değiştirmek.
    kılına dokunmamak * bir kimseye dokunacak, zarar verecek en ufak bir davranışta bile bulunmamak.
    kılını bile kıpırdatmamak (veya oynatmamak) * bir olay karşısında ilgisiz kalmak, en küçük bir tepki göstermemek.
    kılınış * Kılınmak işi veya biçimi.
    kılınma * Kılınmak işi.
    kılınmak * Kılmak işi yapılmak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 91

    kılır * Maydanozgillerden, bir yıllık ve özel kokulu otsu bir bitki (Ammi visnaga).
    kılış * Kılmak işi veya biçimi.
    kılkapan * Kehribar.
    kılkıran * Bkz. saçkıran.
    kılkuyruk * Ördekgillerden, uzunluğu 55-65 cm, kuyruğu sivri tüyleri ak yeşil, karışık, gagası, ayaklarımavi bir kuştürü
    (Anas acuta).
    * Zayıf, çelimsiz.
    * Züğürt, niteliksiz, kılıksız.
    kıllanma * Kıllanmak işi.
    kıllanmak * Kıllarıçıkmak.
    * Bıyığı, sakalıçıkmak.
    kıllı * Kılı olan, kıl ile kaplı.
    kılma * Kılmak işi.
    kılmak * “Etmek”, “yapmak” anlamında yardımcıfiil olarak kullanılır.
    * (namaz için) Yerine getirmek.
    kılsız * Kılı olmayan.
    kılükal * Dedikodu, söylenti.
    kımıl * Yarım kanatlılardan, sap, çiçek, yaprak ve başaklarıemerek veya yiyerek ekin hastalığına yol açan, vücudu
    kalkana benzeyen zararlı bir böcek (Aelia rostrata).
    kımıl kımıl * Durmadan kımıldamadan bir şeyin durumunu anlatır.
    kımıldama * Kımıldamak, kımıldanmak işi.
    kımıldamak * Yerinden biraz oynamak.
    * Yerinde hafifçe hareketlenmek.
    kımıldanış * Kımıldanmak işi veya biçimi.
    kımıldanma * Kımıldanmak işi.
    kımıldanmak * Bkz. kımıldamak.
    kımıldatma * Kımıldatmak işi.
    kımıldatmak * Yerinden biraz oynatmak, hafifçe hareketlendirmek.
    kımıldayış * Kımıldamak işi veya biçimi.
    kımıltı * Hafif ve sürekli kımıldama.
    kımız * Kısrak sütünün mayalanmasıyla yapılan, az alkollü, ekşi, eski bir Türk içkisi.
    kımkım * Ağır ağır konuşan (kimse).
    * Her işinde ağır davranan (kimse).
    kımkım etmek * bir işi ağır ağır yapmak, oyalanmak.
    kımlanma * Kımlanmak işi veya durumu.
    kımlanmak * (kuşiçin) Uçmaya hazırlanmak.
    * Kalkacakmışgibi kıpırdamak.
    kın * Bıçak, kılıç gibi kesici araçların kabı.
    * Buğdaygillerde olduğu gibi, yapraklarda sapın bir bölümünü uzunlamasına saran, genişdış bölüm.
    kın kanat * Kın kanatlı böceklerin gövdeyi korumakla görevli ve çok sert yapıda birinci çift kanadı.
    kın kanatlılar * Böcekler sınıfından, boynuzsu bir kın biçiminde olan birinci çift kanatlarıuçmakta kullanan öteki iki
    kanadıörten, ağız parçalarıçiğnemeye, parçalamaya elverişli, bütünüyle başkalaşma gösteren bir takım.
    -kın/ -kin * Bkz. -gın / -gin.
    kına * Kına ağacının kurutulmuşyapraklarından elde edilen, saç ve elleri boyamakta kullanılan toz.
    kına ağacı * İki çeneklilerden, tropikal bölgelerde yetişen, kurutulmuşyapraklarından kına elde edilen, beyaz çiçekli,
    küçük bir ağaç (Lawsonia inermis).
    kına çiçeği * Kına çiçeğigillerden, çiçekleri tüylü renkte olan, bir veya çok yıllık otsu bitki (Balsamina hortensis).
    kına çiçeğigiller * İki çeneklilerden, örneği bahçelerde yetişen kına çiçeği olan bir familya.
    kına gecesi * Düğünden bir gece önce, kadınların kendi aralarında, gelinin parmaklarına kına yakarken kız evinde
    yaptıklarıeğlence.
    kına gibi * (toz durumundaki şeyler için) çok ince.
    kına yakmak (koymak, sürmek, vurmak veya yakınmak) * kınayısu ile karıştırıp bulamaç kıvamına getirerek boyanacak yere sürmek.
    kına(lar) yakmak * (birinin uğradığıkötü duruma) çok sevinmek.
    kınacık * Buğday pasımantarının, tahıl bitkilerinin sap ve yapraklarında oluşturduğu pas rengindeki hastalık.
    kınakına * Kök boyası gillerden, asıl yurdu Güney Amerika olan, Hindistan ve Endonezya’da da yetiştirilen,
    kabuğundan kinin çıkarılan bir ağaç (Cinchona).
    * Bu bitkiden yapılan içecek.
    kınalama * Kınalamak işi.
    kınalamak * Kına koymak, kına ile boyamak.
    kınalanma * Kınalanmak işi.
    kınalanmak * Kına konulmak, kına yakılmak.
    * Kına ile boyanmak.
    kınalı * Kına ile boyanmışolan.
    * Kınanın renginde veya kızıl renkte olan.
    * Yapıncak.
    kınalıkeklik * Sülüngillerden, Balkan Yarımadası, Orta ve Doğu Asya’da yaşayan, uzunluğu 38 cm olan bir kuştürü
    (Alectoris graeca).
    kınalıyapıncak * Bkz. yapıncak.
    kınama * Kınamak işi, ayıplama, takbih.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 88

    Kı brıslı * Kı brıs halkından olan kimse.
    kıç * Kuyruk sokumu bölgesi, popo, makat.
    * (bazı bölgelerde) Bacak, ayak.
    * (deniz teknelerinde) Art taraf.
    * Arka bölümde olan.
    -kıç * Bkz. -gıç / -giç.
    kıç atmak * (hayvan) çifte atmak.
    * çok istemek.
    kıç attırmak * ondan üstün olmak.
    kıçıkırık * Önemsiz, değersiz şey veya kimse.
    kıçın kıçın * Geri geri.
    kıçın kıçın gitmek * geriye doğru gitmek, geri geri gitmek.
    * (henüz yürümeyen bebek için) kıç üstü gitmek.
    kıçına bakarak (veya kıçına baka baka) * başvurduğu yerden olumlu sonuç alamayarak.
    kıçına tekmeyi atmak (vurmak veya yapıştırmak) * kovmak.
    kıçınıyırtmak * bağırıp çağırmak.
    * bütün gücünü kullanarak uğraşmak.
    kıçtan bacaklı * Kısa boylu (kimse).
    kıçtankara * Baştan demirleyen, kıçtan da halatlarla kıyıya bağlanan gemi.
    kıçüstü * Kıçıyere gelmişdurumda.
    kıçüstü oturmak * kıçıyere gelir duruma düşmek.
    * herhangi bir konuda yenilmek, umduğuna ulaşamamak.
    kıdem * Bir görevde rütbece eskilik.
    * Bir görevde geçirilen süre.
    kıdem tazminatı * Belirli süre çalıştıktan sonra ayrılan işçiye görev süresine bağlı olarak verilen para.
    kıdemce * Bir işte tecrübe ve süre bakımından, kıdeme göre.
    kıdemli * Bir işte eski ve tecrübesi çok olan.
    * Sınıf temsilcisi, mümessil.
    kıdemli başçavuş * Kıdemi olan başçavuşun rütbesi.
    kıdemli üstçavuş * Kıdemi olan üstçavuş.
    kıdemlilik * Kıdemli olma durumu.
    kıdemsiz * Bir işte yeni ve tecrübesi az olan.
    kıdemsizlik * Kıdemsiz olma durumu.
    kıdım kıdım * Azar azar.
    kığ * Koyun, keçi veya deve pisliği.
    kığı * Kığ.
    kığılama * Kığılamak işi.
    kığılamak * (koyun, keçi, deve) Pislemek.
    kıh * (çocuk dilinde) Kir, kirli, pis.
    kıkır kıkır * İçinden gelerek, sesli bir biçimde (gülmek).
    kıkır kıkır gülmek * içinden gelerek, sesli sesli bir biçimde gülmek.
    kıkırdak * Kemik kadar sert olmayan, dayanıklı, esnek, bükülgen, damarsız bağdokusu.
    * Sığır ve danada, hayvanın göğüs boşluğunun arka tarafının alt bölümünde bulunan parça.
    kıkırdak bilimi * Kıkırdakları inceleyen bilim dalı.
    kıkırdak doku * Kemiklerin bağlantıyerlerinde bulunan, katı, esnek ve saydam doku.
    kıkırdaklaşmış * Kıkırdak durumunu almışhayvan dokusu.
    kıkırdaklı * Yapısında kıkırdak bulunan.
    kıkırdama * Kıkırdamak işi.
    kıkırdamak * Kıkır kıkır diye ses çıkararak gülmek.
    * Donacak kadar üşümek.
    * Soğuktan donmak.
    * Ölmek.
    kıkırdatma * Kıkırdatmak işi.
    kıkırdatmak * Kıkırdamasına sebep olmak.
    kıkırdayış * Kıkırdamak işi veya biçimi.
    kıkırlık * İçten gülme durumu.
    kıkırtı * Kıkırdarken çıkan ses.
    kıl * Bazıhayvanların derisinde, insan vücudunun belli yerlerinde çıkan, üst deri ürünü olan ipliksi uzantı.
    * Keçi tüyü.
    * Bitkilerde görülen, genellikle silindirimsi, içi boş, çok ince uzantı.
    * Keçi tüyünden yapılmışveya dokunmuşolan.
    kıl (kadar) kalmak * çok az kalmak.
    kıl burun * Deniz içine uzanmışince kara parçası.
    kıl çadır * Keçi kılından dokunmuşparçalarla kurulan çadır.
    kıl gibi * ipince, incecik.
    kıl keçisi * Vücut rengi beyazdan siyaha kadar değişmekle beraber, tel renkliler arasında en çok siyah renklisi görülen
    yerli bir keçi türü.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 84

    kesiklik vermek * ara vermek.
    * hâlsizlik, kırıklık, yorgunluk ortaya çıkmak.
    kesiksiz * Kesilmeden süren, sürekli, süreli, devamlı, mütemadi.
    * Kesilmeden, ara vermeden sürüp giden (elektrik akımı).
    kesiliş * Kesilmek işi veya biçimi.
    kesilme * Kesilmek işi.
    kesilmek * Kesmek işi yapılmak.
    * Bitkin duruma gelmek, gücü, takati kalmamak.
    * Gibi olmak, benzemek, dönmek.
    * İçindeki maddeler birbirinden ayrılıp bozulmak.
    * Dinmek, sona ermek.
    * Akmaz olmak.
    * Kendinden önceki kelimeyi “olmak” anlamıyla pekiştirir.
    * Son veya aralık verilmek.
    * Kendini herhangi bir şey gibi göstermek.
    * Tutulmak, kapatılmak.
    * Makaslamak.
    * Durmak.
    * Çok beğenmek, çok hoşlanmak.
    * Yoksun kalmak.
    kesim * Kesmek işi.
    * Bölüm, parça, kısım, sektör.
    * Bölge, bölüm.
    * Kesme zamanı.
    * Belli bir bölüm.
    * İşaretlenmiş belli yer.
    * Terzinin belli bir ölçü ve örneğe göre kumaşa biçim vermesi işi, fason.
    * Hazineye ait herhangi bir gelirin belli bir bedel karşılığıkeseneğe verilmesi.
    * Boy bos, endam.
    * Pazarlık, anlaşma.
    kesim evi * Kasaplık hayvanların kesilip yüzüldüğü yer, kanara, mezbaha.
    kesimci * Kesenekçi, mültezim.
    kesimhane * Kesim evi, mezbaha.
    kesimlik * Kesime elverişli (hayvan).
    kesin * Şüphe ve duraksamaya yer bırakmayan veya geri dönülmeyen, değişmez, kat’i, maktu.
    kesin bilgi * Doğruluğundan kuşkulanılmayan bilgi.
    kesin olarak * kesin bir biçimde, kesinlikle.
    kesinleme * Kesin olan şey.
    kesinleşme * Kesinleşmek işi.
    kesinleşmek * Kesin bir durum almak, kat’ileşmek, kat’iyet kespetmek.
    * Değişme olanağı olmadan yürürlüğe girmek.
    kesinleştirme * Kesinleştirmek işi.
    kesinleştirmek * Kesin bir duruma getirmek.
    kesinlik * Kesin olma durumu veya kesin davranış, kat’iyet.
    * Bir bilginin, bir kanaatin şüpheye düşmeden onaylanmasıdurumu.
    kesinlikle * Kesin bir biçimde, kesin olarak, her hâlde, mutlaka, kat’iyen.
    kesinme * Kesinmek işi veya durumu.
    kesinmek * Kendine veya kendisi için kesmek.
    kesinsizlik * Kesin olmama durumu.
    kesinti * Kesilen parça, kırpıntı.
    * Bir işin bir süre için durması, inkıta, fasıla.
    * Ödenen bir paradan herhangi bir gerekle kesilen bölüm.
    kesintili * Ara verilerek yapılan.
    * (para için) Kesintisi olan.
    kesintisiz * Aralıksız.
    * (para için) Hiçbir vergi kesilmeden verilen.
    kesintiye almak * biriyle sezdirmeden alay etmek.
    kesintiye uğramak * bir süre için durmak.
    kesip (veya kestirip) atmak * uzun uzadıya düşünmeden kesin yargıya varmak.
    * kesin olarak çözmek, bitirmek.
    kesip biçmek * parçalamak, doğramak, ameliyat etmek.
    * ağzına geleni söylemek, ileri geri konuşmak.
    * zorbalıkla korkutmak.
    kesir * Bir birimin bölündüğü eşit parçalardan birini veya birkaçınıanlatan sayı.
    kesir ölçek * Plân ve haritaların ölçekleri payı1 olan ve kesirli sayılarla gösterilen ölçek.
    kesirli * Kesir niteliğinde olan (sayı).
    kesirli sayı * 1,5 veya 1,3 gibi kesri olan sayı.
    kesirsiz * Kesir niteliğinde olmayan.
    kesiş * Kesmek işi veya biçimi.
    kesişen * Bir nokta veya çizgi üzerinde birbirini kesip geçen (çizgiler veya yüzeyler).
    kesişme * Kesişmek işi.
    kesişmek * Birbirini kesmek.
    * Pazarlıkta, herhangi bir fiyatta uyuşmak.
    * Erkek ve kadın, bakışlarla anlaşmak.
    * Bir nokta veya çizgi üzerinde birbirine kavuşmak.
    kesit * Bir şeyi inceleyebilmek için, enlemesine veya boylamasına kesildiğinde ortaya çıkan yüzey.
    * Bir toplumun bölümü, kesim.
    * Bir cisim düz olarak kesildiğinde ortaya çıkan düzlemin biçimi, makta.
    keskenme * Keskenmek işi.
    keskenmek * El ile veya başka bir şeyle vuracak gibi yapmak.
    keski * Ağaç, taş, metal vb. yontmaya yarayan, bir ucu keskin çelik araç.
    * Demir ve saç kesmek için üzerine çekiçle vurularak yürütülen keskin araç, tırnak.
    * Pulluk gövdesi önüne takılan ve toprağıkesip ayıran bıçak veya disk biçiminde çelikten yapılmışpulluk
    parçası.
    keskin * Çok kesici, iyi kesen.
    * Etkili, sert.
    * Görevini iyi yapan.
    * (ses için) Tiz.
    * Acı, üzüntü veren.
    keskin sirke küpüne (veya kabına) zarar * öfkeli, sert kimsenin zararıkendisinedir.
    keskin zekâ keramete kıç attırır * zeki kimse, bir işin nereye varacağınıkeramet sahibi kimseden daha iyi bilir.
    keskinleşme * Keskinleşmek işi.
    keskinleşmek * Keskin duruma gelmek.
    keskinleştirme * Keskinleştirmek işi.
    keskinleştirmek * Keskin duruma getirmek.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 85

    keskinletme * Keskinletmek işi veya durumu.
    keskinletmek * Keskin duruma getirmek.
    keskinlik * Keskin olma durumu.
    kesme * Kesmek işi.
    * Teneke, sac gibi şeyleri kesmek için kullanılan makas.
    * Lokum.
    * Çizgisel iki doğru parçasıve bir eğri yayı ile sınırlanan düzlem yüzeyi.
    * İki çekimin birbirine doğrudan doğruya bağlanmasından, iki ayrıçekimin birbirini izlemesinden doğan
    durum.
    * Küp biçiminde veya köşeli olarak kesilmişolan.
    * Kesin, değişmez, maktu.
    * Nazımda veya nesirde, bir cümleyi sonu anlaşılacak biçimde yarım bırakma sanatı, kat.
    kesme imi * 343 kesme işareti.
    kesme işareti * Özel adlara getirilen ekleri iki sözün birleşmesi sırasında ortaya çıkan ses düşmesini veya bazıyabancı
    sözlerin kesintili okunacağını belirtmek için kullanılan ( ‘ ) işaretinin adı.
    kesme kaya * Baskıaltında kalarak sertleşmiştoprak.
    kesme şeker * Küp biçiminde veya köşeli bir biçimde olan şeker.
    kesme taş * Yola dizilmek amacıyla veya bir yapı için biçimlendirilmiştaş.
    kesmece * Kesip bakarak beğenmek şartıyla.
    * Aradaki değer ayrımını gözetmeksizin hepsi bir fiyattan.
    * Kesilip müşteriye gösterilerek satılan.
    kesmek * Bıçak, makas gibi bir araçla bir şeyi ikiye ayırmak, parçalamak, doğramak, ameliyat etmek.
    * Dibinden ayırmak.
    * Düzgün parçalara ayırmak.
    * Kesici bir araçla yaralamak.
    * Ucunu almak.
    * (hayvan için) Başını gövdesinden ayırmak, boğazlamak.
    * Ara veya son vermek.
    * Bir şeyden yoksun bırakmak, vermemek.
    * Akımıdurdurmak.
    * Belirtmek, kararlaştırmak.
    * (verilecek şeyin bir bölümünü) Alıkoyup vermemek.
    * (para için) Basmak.
    * Azaltmak, güçleştirmek.
    * (iskambil kâğıtları için) Destenin üzerinden bir bölümünü kaldırıp öte yana koymak.
    * Gidermek.
    * Geçişi önlemek.
    * Susmak.
    * (hasta organı) Ameliyatla almak.
    * Bölmek, ayırmak.
    * (yazı, film için) Kısaltmak.
    * Uydurmak, yalan söylemek.
    * (rüzgâr, soğuk vb. için) Çok etkili olmak.
    * Birini yermek, kötülemek.
    kesmelik * Kesme taşçıkarılan ocak.
    kesmik * Kesilmişsütün koyu bölümü.
    * Başakla karışık iri saman.
    * Taşgibi olmuştoprak parçası.
    kesmikli * İçinde kesmik bulunan.
    kesp * Kazanma.
    kesp etmek * kazanmak, elde etmek.
    kesre * Esre.
    kesret * Çok olma durumu, çokluk.
    kestane * Kayıngillerden, ılıman iklimlerde yetişen, 25-30 m kadar boylanabilen, kerestesi doğramacılıkta kullanılan
    bir orman ağacı(Castanea sabva).
    * Bu ağacın yenebilen meyvesi.
    * Kestane rengi.
    kestane dorusu * At donlarından açık kahve rengi olan.
    kestane fişeği * İçinde tane barut ve fitilinin geçmesine yarayan küçük bir kanalı olan bir tür şenlik fişeği.
    kestane kabağı * Helvacıkabağı.
    kestane kabuğundan çıkmışda kabuğunu beğenmemiş * soyunu veya yetiştiği yeri, çevreyi hor görenler için kınama yollu söylenir.
    kestane kargası * 343 alakarga.
    kestane rengi * Açık kahve rengi.
    * Bu renkte olan.
    kestane suyu gibi * sulu (kahve).
    kestane şekeri * Kestanenin şeker şerbeti içinde kaynatılmasıyla yapılan şekerleme.
    kestaneci * Kestane kebabıyapan veya satan kimse.
    kestanecik * Prostat.
    * Atların her bacağında birer tane çıkan, boynuz dokusunda olan kısa ve yayvan uzantı.
    kestanelik * Kestane ağaçlarıçok olan yer.
    kestere * Kitre.
    kestiği (veya attığı) tırnak olamamak * bir kimse, söz konusu olan kimseden değerce çok aşağı olmak.
    kestirilme * Kestirilmek işi.
    kestirilmek * Kestirmek işi yapılmak.
    kestirim * Kestirmek işi, tahmin.
    kestirip atmak * ayrıntılıdüşünmeden kesin yargıya varmak.
    kestiriş * Kestirmek işi veya biçimi.
    kestirme * Kestirmek işi.
    * Alışılan yolun dışında kısa yol, kese.
    * Amacıfazla uzatmadan anlatan.
    * Kısaca, özet olarak.
    * Kısa yoldan.
    * Kaynatılarak limon sıkarak koyulaştırılmışşeker şerbeti.
    kestirmece * Kısa yoldan olan, kısaca olan.
    * Yaklaşık, tahminî.
    kestirmeden * En kısa yoldan.
    kestirmeden gitmek * en kısa yoldan gitmek.
    kestirmek * Kesmek işini yaptırmak.
    * Akıl yolu ile gerçeğe yakın bir yargıya varmak, tahmin etmek.
    * Kesilmesini sağlamak, kesilmesine yol açmak.
    * Karar vermek.
    * Kısa bir süre uyumak.
    * Anlamak, farkına varmak.
    keş * Yağıalınmışsütten veya yoğurttan yapılan peynir.
    * Kışiçin kurutulan yağsız, tuzsuz yoğurt.
    * Aptal.
    keşen * Zincirden yular veya ayak kösteği.
    keşfedilme * Keşfedilmek işi.
    keşfedilmek * Keşfetmek işi yapılmak.
    keşfetme * Keşfetmek işi.
    keşfetmek * Var olduğu bilinmeyen bir şeyi bulmak.
    keşfettirme * Keşfettirmek işi.
    keşfettirmek * Keşfetmesini sağlamak.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 86

    keşide * (banka ve her tür piyango ikramiyeleri için) Çekme, çekiliş.
    * Eski Arap harfli yazıda bazıharflerin baştarafıyazıldıktan sonra süs için çekilen uzatma.
    keşideci * Çek veya poliçe düzenleyen ve imzalayan kimse.
    keşif * Ortaya çıkarma, meydana çıkarma, açma.
    * Var olduğu daha önce bilinmeyen bir şeyin ortaya çıkarılması.
    * Bir olay veya durumun oluşsebeplerini anlayabilmek için yerinde inceleme yapma.
    * Gizli olan bir şey hakkında geniş bilgi edinme.
    * Bir şeyin olacağınıönceden anlama, sezme, tahmin.
    keşif kolu * Düşmanın durumunu anlamak, arazi ve yollar hakkında bilgi toplamak için gönderilen kol.
    keşik * Sıra, nöbet.
    keşikleme * Almaş, münavebe.
    keşikleşme * Keşikleşmek işi.
    keşikleşmek * Keşikle çalışmak.
    keşiş * Hristiyanlarda, manastırda yaşayan, hiç evlenmemişpapaz, karabaş, rahip.
    keşişhane * Keşişlerin bulunduğu yer, manastır.
    keşişleme * Güneydoğudan esen yel, akça yel, kara yel karşıtı.
    * Pusulada güneydoğuyu gösteren yön.
    keşişlik * Keşişolma durumu.
    keşke * Dilek anlatan cümlelerin başına getirilerek “ne olurdu” gibi özlem veya pişmanlık anlatır, keşki.
    keşkek * İyice dövülmüşve uzun süre birlikte kaynatılmışet ve buğdayla yapılan bir yemek.
    keşkekçi * Keşkek pişiren kimse.
    keşki * Keşke.
    keşkül * Gezici bazıdervişlerin ve dilencilerin ellerinde tuttukları, Hindistan cevizi kabuğundan, metalden veya
    abanozdan yapılmışdilenci çanağı.
    * Üstü, dövülmüşfıstık ve rendelenmişHindistan cevizi gibi şeylerle bezenmiş bir çeşit süt tatlısı,
    keşkülüfukara.
    keşkülüfukara * Keşkül.
    keşleme * Keşlemek durumu.
    keşlemek * Aldırışetmemek, önem vermemek, ciddiye almamak.
    keşmekeş * Karışık olma durumu, karışıklık.
    keşmekeşlik * Karışıklık, halledilmesi, içinden çıkılmasızor durum.
    keşmir * Bkz. kaşmir.
    keşşaf * Bilinmeyen çok önemli bir şeyi keşfeden.
    * Keşif kolu.
    * İzci.
    keşşaflık * İzcilik.
    ket * Engel.
    ket vurmak * engel olmak, güçleştirmek.
    ketal * Çirişli bir çeşit parlak bez.
    ketçap * Temel maddesi baharat katılmışdomates olan İngiliz sosu.
    kete * Yağlı, mayalıveya mayasız hamurdan yapılan, külde pişirilen çörek.
    ketebe * Yazıcılar, kâtipler.
    * El yazmasıkitaplarda yazarının adınıverdiği yer.
    keten * Ketengillerden, çiçekleri mavi renkte ve beştaç yapraklı, lifleri dokumacılıkta kullanılan bir bitki
    (Linumusitatissimum).
    * Bu bitkinin liflerinden yapılmış(dokuma vb.).
    keten helva * Kavrulmuşşekerden yapılan, pamuk görünüşünde bir çeşit helva, keten helvası.
    keten helvacı * Keten helva yapan ve satan kimse.
    keten helvası * Bkz. keten helva.
    keten kuşu * İspinozgillerden, güzel sesli, 13 cm uzunluğunda tarla ve çalılıklarda yaşayan bir kuş(Carduelis linaria).
    keten tohumu * Keten bitkisinin, yağıçıkarılan veya dövülerek hekimlikte kullanılan küçük taneleri.
    ketencik * Deniz yosununun ince bir cinsi (Muscus arboreus).
    * Turpgillerden, küçük sarıçiçekli, yağlı bir bitki (Chamaelina sativa).
    * Bu bitkiden elde edilen, sabun yapımında ve ressamlıkta kullanılan bir yağ.
    ketengiller * Ayrıtaç yapraklı iki çeneklilerden, keten ve benzeri türleri içine alan bitki familyası.
    kethüda * Zengin kimselerin ve devlet büyüklerinin buyruğunda çalışan, onların birtakım işlerini gören kimse, kâhya.
    kethüda bey * Yeniçeri ocağında, yeniçeri ağasından sonra gelen en yüksek makamdaki subay.
    kethüdalık * Kethüdanın yaptığı iş.
    keton * Karbonil grubuna iki alkil kökünün bağlanmasıyla türeyen birleşik.
    ketum * Sır saklayan, ağzısıkı, ağzıpek.
    ketum olmak * sır saklamak, ağzısıkı olmak.
    ketumiyet * Ağzısıkılık, açmazlık, ketumluk.
    ketumluk * Ketum olma durumu, açmazlık, ketumiyet.
    kevel * Kuzu veya koyun postundan yapılmışkürk.
    kevelci * Deri ve kürk satan kimse.
    keven * Geven.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 87

    kevgir * Uzun saplı, yayvan ve delikli kepçe.
    * Haşlanmışyiyeceklerin sıvılarınıveya bazısıvılarısüzmek için kullanılan, delikli, genellikle yuvarlak biçimli
    mutfak kabı, süzgeç.
    Kevser * Cennette bulunduğuna inanılan kutsal su.
    kevser gibi * (içecekler için) tatlı, lezzetli.
    keyfetme * Keyfetmek işi.
    keyfetmek * Hoşve eğlenceli vakit geçirmek.
    keyfî * İsteğe bağlı olan.
    * Gerçeğe, akla, yol ve yöntemine uymayan.
    keyfi bozulmak * hastalanmak.
    * canısıkılmak, rahatıkaçmak.
    keyfi bilmek (biri) * isterse yapmak, nasıl isterse öyle yapmak.
    keyfi gelmek * neşelenmek.
    keyfi kaçmak * neşesi kalmamak.
    keyfi oluncaya kadar * razı oluncaya kadar.
    keyfi sıra * (birinin) Kendi istediği gibi.
    keyfi yerinde * Neşesi, sağlığıyerinde.
    keyfi yerinde * sağlığı, neşesi, mutluluğu bulunmak.
    keyfîlik * Keyfî olma durumu.
    keyfince * İsteğine göre, nasıl isterse, dilediğince, keyfine göre.
    keyfinden bayılmak (veya dört köşe olmak) * bir şeyden çok kıvanç duymak.
    keyfine bakmak * dilediğince yaşamak, güzel vakit geçirmek.
    keyfine gitmek * isteğine uygun davranmak.
    keyfini çıkarmak * bir şeyden iyice tat almak.
    keyfini kaçırmak (veya bozmak) * üzmek.
    keyfini yapmak * her türlü istek ve dileği yerine getirmek.
    keyfinin kâhyası olmamak * birine karışmaya hakkı olmamak.
    keyfiyet * Nitelik.
    * Durum.
    keyif * Vücut esenliği, sağlık.
    * Canlılık, tasasızlık, iç rahatlığı.
    * Hoşvakit geçirme.
    * İstek, heves, zevk.
    * Alkollü içki ve başka uyuşturucu maddeler kullanıldığında insanda görülen durum.
    * Yolsuz ve kural dışı istek.
    * Esrar.
    keyif benim, köy Mehmet ağanın * “hiçbir şeyi tasa etmiyorum, işlerim yolunda” anlamında kullanılır.
    keyif çatmak * keyfetmek.
    keyif ehli * Rahatına düşkün kimse.
    keyif etmek * Bkz. keyfetmek.
    keyif hâli * İçkili, çakırkeyf.
    keyif sormak * birine “iyi misiniz”, “nasılsınız” sorularınıyönelterek sağlığıhakkında bilgi almak; saygı göstermek.
    keyif sürmek * sıkıntısız, rahat yaşamak.
    keyif vermek * neşe vermek, sarhoşetmek.
    keyiflenme * Keyiflenmek işi.
    keyiflenmek * Keyifli duruma gelmek, neşelenmek.
    keyifli * Keyfi yerinde, neşeli.
    keyifli keyifli * Keyifli bir biçimde, keyifli olarak.
    keyifsiz * Sağlığıpek yerinde olmayan, rahatsız.
    * Neşesiz.
    keyifsizlenme * Keyifsizlenmek işi.
    keyifsizlenmek * Biraz hastalanmak.
    keyifsizlik * Keyifsiz olma durumu.
    keylus * Bkz. kilüs.
    keymus * Bkz. kimüs.
    kez * Bir olgunun, bir olayın tekrarlandığını belirtir, defa, kere, sefer.
    keza * Tekrarlamalardan sakınmak amacıyla “aynı, aynı biçimde” anlamında kullanılır.
    kezalik * Bkz. keza.
    kezzap * Derişik nitrik asidin halk arasındaki adı.
    -kı/ -ki * Bkz. -gı/ -gi.
    kı ble * Namazda yönelinen yön.
    * Güneyden esen yel.
    * Sıkıntılı bir durumda yardım umarak başvurulan yer.
    kı blenüma * Kı ble yönünü göstermek için, bulunulan yere göre özel işareti olan pusula.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 83

    kesecik * Kulağın dolambacında bulunan ve lenf ile dolu olan küçük zarsı organ.
    kesedar * Zengin kimselerin parasınıyöneten ve gerekli harcamalarıyapan kimse.
    * Esnafların gelirlerini toplayıp satan kimse.
    kesek * Bel, çapa veya sabanın topraktan kaldırdığı iri parça.
    * Tezek.
    * Çimen yapmak için üzerindeki otuyla birlikte çıkarılmışçayır parçası.
    keseklenme * Keseklenmek işi.
    keseklenmek * Toprak, parça parça olmak.
    kesekli * Parça parça kabarmışolan (toprak).
    kesel * Gevşeklik, tembellik.
    kesel gelmek * gevşemek, tembelleşmek.
    kesel perdesi * Herhangi bir müzik ölçüsüne girmeyen, insanın iç dünyasınıkarartan ve bıkkınlık veren bir ses tonu.
    keseleme * Keselemek işi.
    keselemek * Kir çıkarmak için vücudu kese ile ovmak.
    keseleniş * Keselenmek işi veya biçimi.
    keselenme * Keselenmek işi.
    keselenmek * Keselemek işi yapılmak.
    * Kendini keselemek.
    keseletme * Keseletmek işi.
    keseletmek * Keselemek işini yaptırmak.
    keseli * Kesesi olan.
    keseli kurt * Genellikle omurgalılarda, kasların içinde gelişen şerit kurtçuklarının genel adı(Cysticercus).
    keseliler * Kanguru gibi, dişilerinin karnında yavrularınıtaşımaya yarayan kese bulunan hayvanlar takımı.
    kesen * Kesmek işini yapan.
    * Bir şekli kesen doğru; özellikle bir üçgenin kenarlarınıkesen doğru.
    kesene * Sözleşme, yazılıanlaşma.
    * Götürü, toptan iş.
    keseneğe almak * gelirini, satın almak, iltizam etmek.
    keseneğe vermek * bir şeyin gelirini önceden götürü olarak satmak.
    kesenek * Görevlilerin aylıklarından her ay belli oranda kesilip bir sosyal güvenlik kurumuna yatırılan para.
    * Fabrika, çiftlik gibi gelir kaynaklarının gelirini satın alma işi, iltizam.
    kesenekçi * Keseneği alan kimse, iltizamcı, mültezim.
    kesenin ağzınıaçmak * bol para harcamaya başlamak.
    kesenin dibi görünmek * para tükenmek.
    kesenize bereket * maddî katkısı görülen bir kimseye “çok kazan, kazancın bol olsun” anlamında söylenen teşekkür sözü.
    kesenkes * Kesin olarak, kesinlikle.
    keser * Tahta, ağaç yontmaya yarayan, kısa saplı, bir yanıkeskin ağızlı, öteki yanıçivi çakmaya uygun çelik araç.
    kesesi elvermemek * bütçesi elverişli olmamak.
    kesesine bir şey girmemek * bir yarar veya çıkar sağlamamak.
    kesesine göre * parasına, malî imkânlarına göre.
    kesesine güvenmek * parasına güvenmek.
    kesesini doldurmak * fırsatlardan yararlanarak para kazanıp zengin olmak.
    keseye davranmak * ödemek istemek.
    kesici * Kesmek işini yapan, kesen.
    * Kasaplık hayvanlarıkesen kimse.
    * Kesme işinde kullanılan araç.
    kesici diş * Alt çenenin ve üst çenenin on tarafında bulunan, yiyecekleri kesmeye yarayan, yassı, keskin ön dişlerden
    her biri.
    kesif * Yoğun.
    * Saydam olmayan.
    * Sık, kalın.
    kesif yem * Sindirilebilir besin maddeleri yüksek, selülozu düşük yem.
    kesik * Kesilmişolan.
    * Kesilerek bozulmuşolan.
    * Çiğsütten yapılan yağsız peynir, çökelek, ekşimik.
    * Kısa.
    * Gazete, dergi vb.den kesilmişyazı, kupür.
    * Kesilmişolan yer.
    * Tarla, bağve bahçe çevresine açılan hendek.
    kesik hava * Halk şiiri dışında yanık ezgili deyiş.
    kesik kelime * Bir bölümü kesilerek kullanılan söz.
    kesik kerem * Âşık Kerem’in ezgilerinde görülen yanık türkü dalı.
    kesik kesik * Ara vererek ve kısa kısa.
    kesik koni * Bir koninin tabanına paralel bir düzlemle kesilmesinden elde edilen cisim.
    kesik piramit * Bir piramit, tabanına paralel bir düzlemle kesildiğinde taban yönünde kalan cisim.
    kesik prizma * Bir prizmanın bütün yer ayrıtlarınıkesen bir düzlemle elde edilen, kesiti ile tabanıarasında kalan cisim.
    kesikli * Kesikleri olan.
    * Aralıklarla süren, duraklamalar yapan (elektrik akımı).
    kesiklik * Kesik olma durumu.
    * Ansızın duyulan hâlsizlik, kırıklık, yorgunluk.
  • Türkçe Sözlük K Sayfa 81

    kepez * Yüksek tepe, dağ.
    * Dağların oyuk, kuytu yerleri.
    * Gelin başlığı.
    * Tavuk ve kuşların ibiği veya başındaki uzun tüyler.
    kepir * Çorak, verimsiz toprak.
    * Çamurlu çorak toprak.
    kepme * Kepmek işi.
    kepmek * Çökmek, yıkılmak.
    kerahet * İğrenme, tiksinme.
    kerahet vakti * (akşamcılar arasında) İçkiye başlama zamanı.
    keramet * Ermişkimselerin gösterdiklerine inanılan, doğaüstü, şaşkınlık uyandırıcıdurum.
    * Olağanüstü durum.
    * Keramet sayılabilecek nitelikte olan şey.
    keramet buyurdunuz (veya keramette bulundunuz) * “çok doğru söylediniz”, “çok güzel yaptınız” anlamlarında kullanılan bir yaranma sözü.
    keramet sahibi * keramet gösterebilen (kimse).
    kerameti kendinden menkul * başka bir etkenle kavuştuğu iyi durumu kendi çabasının verimi veya değerinin karşılığısaymak.
    kerametli * Doğaüstü güce sahip.
    keramette bulunmak * doğaüstü olaylarda bulunmak.
    kerata * Karısıtarafından aldatılan erkek.
    * Sevgi ile söylenen sitem sözü.
    * Ayakkabıçekeceği.
    keratin * Tırnak, boynuz, kıl gibi üst deri ürünü olan yapıları oluşturan proteinli madde.
    keratinleşme * Keratinleşmek işi veya durumu.
    keratinleşmek * Protoplâzma proteinler keratin durumuna dönüşmek.
    keratinli * Keratini olan.
    kerde * Sebze fideliği.
    kere * Kez, yol, defa, sefer.
    kerem * Soyluluk, ululuk, büyüklük, asalet.
    * Bağışolarak verme, iyilik, lütuf.
    kerem buyurun (veya eyleyin) * “izin verin, beni dinleyin” anlamında nezaket sözü.
    kerem etmek * bağışta, iyilikte bulunmak.
    kerem gibi sevmek (veya yanmak) * büyük aşk yaşamak, aşkından ölmek.
    kerem sahibi * İyi huylu, cömert.
    kerempe * Denize doğru uzanan taşlık burun.
    * Dağın en yüksek yeri.
    keres * Büyük ve derin karavana.
    kereste * Tomrukların boyuna biçilmesiyle elde edilen marangozluk ve inşaat odunu.
    * Kaba saba kimse, kalas.
    * Ayakkabıyapımında kullanılan gereç.
    keresteci * Kereste satan kimse.
    kerestecilik * Kereste alıp satma işi.
    keresteli * İri yapılı.
    kerestelik * Kereste yapılmaya elverişli ağaç.
    kerevet * Üzerine şilte serilerek yatmaya veya oturmaya yarayan, tahtadan seki, sedir.
    kerevides * 343 kerevit.
    kerevit * Kabuklular sınıfından, çamurlu tatlısularda yaşayan bir eklem bacaklı, tatlısu istakozu, karavide
    (Potamobius fluviatilis).
    kereviz * Maydanozgillerden, kökleri ve yapraklarısebze olarak kullanılan kokulu bir bitki (Apium graveolens).
    kerh * Tiksinme, iğrenme.
    * Bir işi istemeyerek, zorla yapma.
    kerhane * Genel ev.
    kerhaneci * Kerhane işleten kimse.
    * Sövgü sözü.
    kerhen * Tiksinerek, iğrenerek.
    * İstemeyerek, istemeye istemeye, gönülsüz.
    kerih * Tiksindirici, iğrenç.
    kerim * Soylu, asil.
    * Eli açık, cömert.
    * Allah’ın adlarından biri.
    kerime * (saygılıkonuşmada) Kız evlât.
    keriz * Geriz, çirkef, pislik.
    * Kumar.
    * Kolayca kandırılabilen oyuncu, aptal.
    * Eğlenti.
    kerizci * Çalgıcı.
    * Hile yapan oyuncu.
    kerkenez * Kartalgillerden, leşle beslenen, 35 cm uzunluğunda, kızılımsıtüyleri olan bir kuş(Falco tinnunculus).
    kerkes * Akbaba.
    kerki * Keser.
    kerli ferli * Kelli felli.
    kermen * Kale, germen.
    kermes * Bir çalışmaya yardım sağlamak için, genellikle açık havada yapılan eğlentili toplantı.
    * Küçük şehirlerde bayram veya panayır günlerinde yapılan eğlenceli toplantı.