Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük O Sayfa 16

    orman köylüsü * Orman köyünde yaşayan ve geçimini orman ağaölarınıkesip satarak temin eden kimse.
    orman köyü * Orman arazisinde kurulmuşköy.
    orman kuşağı * Sıralı ormanların oluşturduğu dizi, orman dizisi.
    orman sarmaşığı * Ak asma.
    orman sıçanı * Ormanlık bölgede yaşayan bir sıçan türü (Mus sylvaticus).
    orman taşlamak * bir kimsenin düşüncesini dolaylı olarak öğrenmeye çalışmak.
    orman tavuğu * Orman tavuğugillerden kuşların, özellikle Avrupa ve Asya’da yaşayan siyah tüylü türlerinin ortak adı.
    orman tavuğugiller * Dünyanın soğuk ve ılıman bölgelerinde yaşayan, orta veya büyük yapıda, mat veya parlak renkli, orman
    tavuğu, çil ve çayır tavuğunu içine alan bir familya.
    orman yeşili * Koyu yeşil.
    ormancı * Orman işlerine bakan kimse.
    * Orman mühendisi.
    * Kaba, görgüsüz kimse.
    ormancılık * Orman işi ile uğraşma.
    * Ormanların yetiştirilmesi ve bakımınıkonu alan bilim.
    * Ormana değer verme anlayışı.
    ormanlaşma * Orman durumuna gelme.
    ormanlaşmak * Orman durumuna gelmek.
    ormanlaştırma * Ormanlaştırmak işi.
    ormanlaştırmak * Orman durumuna getirmek.
    ormanlık * Ormanıçok olan, ormanla kaplıveya orman gibi olan (yer).
    ormansız * Ormanı olmayan.
    ormansızlaşma * Ormansızlaşmak durumu.
    ormansızlaşmak * Ormansız kalmak, ormanı bulunmamak.
    ornatma * Ornatmak işi, ikame etme.
    * Bir türün yerine onun değişik bir biçiminin geçmesi.
    * Molekülün geri kalan bölümünde değişikliğe yol açmadan bir atom veya bir kök yerine bir başka atom veya
    kökün geçmesi.
    * Bir cebirsel ifadenin yerine bir başkasınıkoyma işlemi.
    ornatmak * Bir şeyin yerine başka bir şeyi koymak, ikame etmek.
    ornitolog * Kuş bilimi uzmanı.
    ornitoloji * Kuş bilimi.
    ornitorenk * Bkz. gagalımemeli.
    orojeni * Dağoluş.
    orospu * Erkeklerin cinsel zevklerine para karşılığıhizmet eden ve bu işi meslek edinen kadın, fahişe.
    * Kolay elde edilen, düşük ahlâklıkadın.
    orospu bohçası * Derli toplu olmayan, sarsak ve düğümlü, düğümleri tavşan kulaklı, kötü düzenlenmiş bohça.
    * Acele yapılmış, fındık yerine az miktarda ceviz konmuş, ekmek içi iyi ezilmemiş, sarımsaklarıdişdişkalmış
    bir tür tarator.
    orospu böreği * El ayası büyüklüğünde hazırlanmışhamurun içine kıyma konarak tavada aceleyle pişirilmiş börek türü.
    orospu çocuğu * Serseri, haylaz, hinoğluhin, hilekâr, kalleş.
    orospu yemeği * Domates, yeşil biber, soğan, maydanoz vb. sebzelerin düzensiz doğranması ile yağda acele pişirilmiş bir tür
    yemek.
    orospuluk * Orospu olma durumu veya orospunun mesleği, fahişelik.
    * Kalleşlik.
    orostopolluk * Kurnazca iş, dalavere, dolap.
    orsa * Yelkenleri rüzgârın estiği yöne çevirmekte kullanılan, her iki taraftan yelkenin ortasına bağlanan ip.
    * Geminin rüzgâr alan yanı, rüzgâr üstü, poca veya rüzgâr altıkarşıtı.
    * Geminin, rüzgârın geldiği yöne döndürülmesi.
    orsa alabanda * Gemiyi birdenbire rüzgârın üstüne çevirme.
    orsa boca * Bkz. orsa poca.
    orsa poca * Geminin bazen rüzgâr yönüne yaklaşarak, bazen ondan uzaklaşarak yol alması.
    * Bata çıka, iyi kötü.
    orsalama * Orsalamak işi.
    orsalamak * (gemi) Rüzgâr alan tarafa dönmek.
    orta * İki uçtan eşit uzaklıkta olan yer veya durum.
    * (zaman için) Başlangıcı ile bitimi arasında eşit uzaklıkta olan süre.
    * Bir şeyin kenarlarından yaklaşık olarak aynıuzaklıkta olan yer.
    * Bir şeyin eşit olarak ayrılabileceği bölüm.
    * Görünür, algılanır durum.
    * (topluluk) İçinde, arasında.
    * Eğitimde zayıf ile iyi arasındaki derece.
    * Siyasette sorunların çözümünde aşırılıklardan kaçınan, ölçülü bir yöntem izleyen (siyasî parti).
    * Her iki yanda kendi türünden eşit sayıda nesneler bulunan.
    * İki karşıt nitelik veya durum arasında bulunan, tutarlı, ılımlı, vasat.
    * Bir olayın, içinde gerçekleştiği yer.
    * Bkz. orantı.
    * Güreşte pehlivanların ayrıldıkları beşdereceden üçüncüsüne büyük orta, dördüncüsüne de küçük orta
    denir.
    * Futbolda oyunculardan birinin, topu, kale ağzında duran arkadaşlarına havadan yollamak için yaptığıvuruş.
    * Yeniçeri ocağında tabur.
    orta ağırlık * Boksta 71 kg dan 75 kg a kadar olan boksörlerin ayrıldığıkategori.
    * Güreşte, güllede ve halterde 72-79 kg ağırlıktaki oyuncuların ayrıldığıkategori.
    orta boy * Orta büyüklükte olan.
    orta boylu * Orta yükseklikte, boyda olan.
    Orta Çağ * BatıRoma İmparatorluğunun çöküşünden (476) başlayarak 1453 ‘e veya 1492’ye kadar süren çağ.
    orta dalga * Dalga boyu 200 ile 600 m arasında değişen dalga.
    orta damar * Bitki yapraklarının tam ortasında bulunan ve yan damarlara göre daha kalın olan damar.
    orta deri * Dışderi ve iç deri arasındaki hücre katmanı, mezoderm.
    orta dikme * Bir doğru parçasına orta noktasında dik olan doğru.
    orta direk * Çadırda veya çeşitli yapılarda merkezî ağırlığıyüklenen ve dengeli dağılımısağlayan direk.
    * Toplumun memur, emekli, küçük esnaf, küçük çiftçi gibi dar ve sabit gelirli kişilerden oluşan kesimi.
    Orta Doğu * Türkiye, Kuzey Kı brıs Türk Cumhuriyeti, Suriye, Mısır, İsrail, Lübnan, Filistin, S. Arabistan, Irak ve İran’ı
    içine alan ülkelere verilen ad.
    orta elçi * Büyük elçiden önceki elçilik aşamasıve bu aşamada olan kimse.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 17

    orta hâlli * Ne zengin, ne yoksul olan.
    orta hece yutumu * Bazıdurumlarda orta hecede bulunan vurgusuz ünlülerin düşmesi, haploloji.
    orta hizmetçisi * Bir evin temizlik işlerine bakan hizmetçi.
    orta hizmeti * Bir evin temizlik işlerinin bütünü, orta işi.
    orta işi * Orta hizmeti.
    orta karar * Orta derecede, biraz uygun.
    orta karın * Göbeğin üstünde kalan karın bölgesi.
    orta kulak * Kulak zarı, çekiç, örs, üzengi kemiklerinin bulunduğu, dışkulakla iç kulak arasındaki bölüm.
    orta kulak boşluğu * Dışkulak ile iç kulak arasındaki boşluk.
    orta kulak iltihabı * Orta kulakta oluşan iltihaplıhastalık.
    orta kuşak * Toplumda genç kuşak ile yaşlıkuşak arasında yer alan yaşgrubu.
    orta malı * Herkesin yararlandığı.
    * Yaygın, özgünlüğü olmayan, basmakalıp.
    * Her isteyenle ilişkide bulunan kadın, hayat kadını, fahişe, orospu.
    orta masası * Değişik sayıdaki kısa ayaklar üzerine yatay olarak yerleştirilmiştablası olan genellikle oturma grubu ile
    kullanılan mobilya.
    orta mektep * 343 ortaokul.
    orta nokta * Futbolda başlama vuruşunun yapıldığıyer, nokta.
    orta oyunculuğu * Orta oyuncusunun sanatı.
    orta oyuncusu * Orta oyununda oynayan (sanatçı).
    orta oyunu * Sahne, perde, dekor, suflör kullanmadan, halkın ortasında oynanan Türk halk tiyatrosu.
    orta öğrenim * İlk öğrenim ile yüksek öğrenim arasında görülen öğretim dönemi.
    orta öğretim * İlköğretim ile yüksek öğretim kurumlarıarasında yer alan, genel okulları, teknik ve meslek okullarını
    yönetmek görev ve sorumluluğunu yüklenmiş bulunan kuruluş.
    * İlköğretimden geçtikten sonra öğrenimini sürdürmek isteyen öğrencileri daha üst öğrenime veya teknik ve
    meslek alanlarında hazırlamak için plânlanan öğretim dönemi.
    orta parmak * El parmaklarının sağdan ve soldan üçüncü olanı.
    orta saha * Futbol, hentbol vb. oyunlarda topun oynandığısahanın orta bölümü.
    orta sıklet * Bkz. orta ağırlık.
    Orta şark * Orta Doğu.
    orta şekerli * Ne az ne de çok şekeri olan.
    * (durum için) Ne çok iyi ne de çok kötü, şöyle böyle.
    orta tedrisat * Bkz. orta öğretim.
    orta terim * İki öncülü içine alan terim.
    orta uç * Orta bölgenin en ilerisi.
    orta yaşlı * Ne genç ne de yaşlı olan.
    orta yaylak * Devamlı oturma ve normal tahıl tarımıyapılan bölge sınırının üstündeki, genellikle deniz seviyesinden
    1200-1600 metre yükseklikteki yaylak.
    orta yol * Çözüme açık, herkes tarafından kabul edilebilir olan davranışve tutum.
    orta yolcu * Orta yolu seçen, orta yoldan yana olan.
    orta yolculuk * Orta yolcu olma durumu.
    orta yuvar * Yer hava yuvarında kat yuvarının üzerinde, sıcaklığın azaldığıyaklaşık olarak 60-80 km arasındaki katman,
    mezosfer.
    orta yuvarlak * Futbol, basketbol vb. oyunların sahasında ortada bulunan ve başlama vuruşu veya atışının yapıldığı
    noktanın merkez olduğu alan, santra yuvarlağı.
    ortaç * Sıfat-fiil, partisip: Hiç tanıdığım kalmadı. Gelen çocuk. Adı batasıadam.
    ortada * görünür yerde, göz önünde.
    * (sporda) sonucu belli olmayan karşılaşmalar için kullanılır.
    ortada bırakmak * birini çok güç bir durumdayken terk etmek.
    ortada fol yok yumurta yok * Bkz. fol yok yumurta yok.
    ortada kalmak * yersiz kalmak, barınacak yer bulamamak.
    * güç bir durumda veya iki şey arasında kalmak.
    * (bir şeyi) kimse üzerine almamak.
    ortada olmak * düşünülmesi ve yapılması gerekmek.
    ortadan kaldırmak * saklamak.
    * yok etmek.
    * öldürmek.
    ortadan kaybolmak * saklanılmak, bulunmaz olmak.
    * yok edilmek, kullanılmamak.
    * öldürülmek.
    ortadan kaybolmak * nereye gittiği bilinmemek, kimseye sezdirmeden gitmek.
    ortadan sır olmak * kaybolmak, arkada iz bırakmadan gitmek.
    ortadan söylemek * herkesin içinde, belli bir kimseyi amaçlamadan konuşmak.
    ortak * Birlikte işyapan, ortaklaşa yararlarla birbirlerine bağlıkimselerden her biri, şerik, hissedar.
    * Kuma.
    * Birden çok kimse veya nesneyi ilgilendiren, onlara özgü olan, onların katılmasıyla oluşan, müşterek.
    ortak (veya kuma) gemisi yürümüş, elti gemisi yürümemiş * bir erkeğin karıları birbirleriyle anlaşabilirler, ama kardeşlerin karıları geçinemezler.
    ortak bölen * İki veya daha çok sayıyı bölen sayı.
    ortak çarpan * İki veya ikiden artık sayıyıçarpan sayı.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 18

    ortak dil * Ana dilleri farklıtoplulukların arasında anlaşmayısağlayan dil.
    ortak etmek * bir şeyi paylaşmaya razı olmak, katılmaya onay vermek.
    ortak fark * Bir aritmetik dizide bir ögeyi elde etmek için ondan öncekine katılan sayı.
    ortak gider * Kat mülkiyetinde her dairenin aylık giderlere eşit ölçüde katılma payı.
    ortak hesap * Birden fazla kişi veya kuruluşun kullandığı banka hesabı.
    ortak kat * Birtakım tam sayıların katı olabilecek sayı.
    ortak mülkiyet * Malların ortak kullanımı.
    ortak nesne * Birleşik cümlede yer alan yüklemlere ortak olarak bağlanan nesne.
    ortak olmak * bir şeyi paylaşmak veya bir şeye katılmak.
    ortak ölçülmez sayılar * Aralarında ortak tam bölen bulunmayan sayılar.
    ortak özne * Birleşik cümleyi oluşturan yüklemlerle bağımlı olan özne.
    ortak payda * Asgarî müşterek.
    ortak tam bölen * İki veya ikiden artık sayının hepsini tam olarak bölebilen sayı.
    ortak tümleç * Birleşik cümledeki yüklemlere bağımlızarf tümleci, nesne veya dolaylıtümleç.
    ortak yapım * Çeşitli ülkelerde iki veya daha çok yapımcının iş birliğinden doğan film çalışması.
    ortak yaşama * Başka türden iki canlının dengeli ve sıkı bir iş birliği ile birbirinden yararlanarak yaşamalarıdurumu.
    ortak yönetim * Koalisyon.
    ortak yüklem * Birden çok öznenin bağlı bulunduğu yüklem.
    ortakçı * Başkasının tarlasında çalışarak veya sürüsüne bakarak, belli bir anlaşmaya göre ürününe ortak olan kimse,
    maraba.
    * Konakçının sindirilmemiş besininden yararlanan konuk.
    ortakçılık * Ortakçı olma durumu.
    * Ortakçıyaşama durumu.
    ortaklaşa * Ortak olarak, el birliğiyle, müştereken, kolektif.
    ortaklaşacı * Ortaklaşacılık yanlısı, kolektivist.
    ortaklaşacılık * Üretim araçlarından kişisel sahipliği kaldırıp ortak kullanmayıve toplum içinde her türlü harekette ortak
    davranışısavunan öğreti, kolektivizm.
    ortaklaşma * Ortaklaşmak işi.
    ortaklaşmak * Ortak olarak davranmak, ortak olmak.
    ortaklaştırma * Ortaklaştırmak işi veya durumu.
    ortaklaştırmak * Ortak duruma getirmek, kolektifleştirmek.
    ortaklık * Ortak olma durumu, iştirak, müşareket.
    * İki veya daha çok kimsenin işyaparak kazanç elde etmek için birleşmeleri, şirket, kumpanya.
    ortaklık etmek * ortak olma durumuna gelmek.
    ortaklık kurmak * şirket, kumpanya açmak veya çalıştırmak.
    ortaklık senedi * Anonim şirketlerde veya kooperatiflerde her ortağın üyelik haklarını gösteren ada yazılısenet.
    ortaklık sözleşmesi * Ortak ticarî kuruluşların oluşumunda ortaklık şartlarını içeren belge.
    ortakyaşar * Ortak yaşama durumunda bulunan (canlı).
    ortakyaşarlık * Ortakyaşar olma durumu.
    ortalama * Ortalamak işi.
    * İki veya ikiden artık nicelik toplamının, bu niceliklerin sayısına bölünmesinden çıkan (sayı), vasatî.
    * Orta yerinden.
    * İki karşıt düşünce arasında olan, yaklaşık.
    ortalamak * Ortasını bulmak, ortasına varmak.
    * Topla oynanan bazı oyunlarda, oyuncu topu alanın ortasına doğru atmak.
    ortalamasına * Ortalayarak.
    ortalı * Defterde, bir araya getirilmiş belli sayıda yaprakların oluşturduğu bölümlerden olan.
    ortalığı… almak * kaplamak.
    ortalığı… götürmek * kaplamak.
    ortalığı birbirine katmak * kargaşa çıkarmak.
    ortalığıkırıp geçirmek * herkesi heyecana sürüklemek.
    * çok kızarak çevresindekilere bağırıp çağırmak.
    ortalık * Bulunulan yer, çevre.
    * İçinde bulunulan, yaşanılan ev, oda gibi yer.
    * Herkes.
    * Yeryüzünün görünen bölümü; çevre, etraf.
    ortalık ağarmak * sabah olmaya başlamak.
    ortalık düzelmek * toplum içindeki karışıklık yok olmak, tedirginlik kalmamak.
    ortalık kararmak * akşam olmak.
    ortalık karışmak * toplumda veya devletler arasında düzensizlik başgöstermek.
    ortalık yatışmak * toplum içindeki düzensizlik ve kargaşa sona erip düzenli yaşayışyeniden başlamak.
    ortalıkçı * Lokanta, gazino, pastahane gibi yerlerde ayak işlerine bakan kimse.
    ortalıkta * Göz önünde, meydanda.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 19

    ortam * Canlı bir varlığın içinde bulunduğu doğal veya maddî şartların bütünü.
    * Bir kimsenin veya bir insan topluluğunun yaşayışınıetkileyen ruhsal, toplumsal ve kültürel etkilerin
    bütünü.
    * Nesnel ve toplumsal yönlerle bazen kişinin iç dünyasınıda kapsayan yakın çevre, vasat.
    ortam yaratmak * imkân sağlamak.
    ortanca * Yaş bakımından üç kardeşin büyüğü ile küçüğü arasında bulunan.
    * Büyüklük, irilik bakımından üç nesne arasında sondan veya baştan ikinci gelen.
    ortanca * Taşkırangillerden, kırmızı, pembe veya mor renkli çiçeklerini yaz başında açan, gölgelik yerlerde yetiştirilen
    bir süs bitkisi (Hydrangea hortensia).
    ortancalı * Ortancası olan.
    ortanın sağı * Ilımlısiyasî görüşe göre, sosyal alanla ilgili sosyal yapıyıkoruma veya olduğu gibi sürdürme eğiliminde
    bulunan partilerin benimsedikleri görüş.
    ortanın solu * Ilımlısiyasî görüşe göre, sosyal alanla ilgili köklü değişimleri gerçekleştirmek çabasında bulunan partilerin
    benimsedikleri görüş.
    ortaokul * Öğrencileri genel eğitim yoluyla bir yandan hayata, bir yandan da liseye hazırlayan üç yıllık orta öğretim
    okulu.
    ortasını bulmak * ılımlıderecesini bulmak, uzlaştırmak.
    ortay * Bir düzlem şeklin aynıyöndeki paralel bütün kirişlerini eşit parçalara bölen (çizgi).
    * Bir uzayı, bir yüzeyi eşit iki parçaya bölen (düzlem, çizgi).
    ortaya almak * her yanını çevirmek, kuşatmak.
    ortaya atılmak * ileri sürülmek, herkesin bilgisine sunulmak.
    * (bir kimse) bir işi yapmak için kendini göstermek, ortaya atılmak.
    ortaya atmak * söylemek, ileri sürmek.
    ortaya bir balgam atmak * bir işkıvamında iken, biri herkesin zihnini bulandıracak bir söz söylemek.
    ortaya çıkarmak * delilleriyle göstermek, ispat etmek.
    ortaya çıkmak * yokken var olmak, meydana çıkmak, türemek.
    * biri kendini göstermek.
    ortaya dökmek * çıkarmak, göstermek.
    * açıklamak.
    ortaya düşmek * (kadın) orta malı olmak, sokağa düşmek.
    ortaya koymak * herkesin görebileceği yere koymak.
    * yaratmak, yapmak.
    ortaya sürülmek * anlatılmak, belirtilmek, söylenmek.
    ortaya yayılmak * herkes tarafından duyulmak, yayılmak.
    Ortodoks * Doğmaya ve kilise öğretisine uygun olan.
    * Ortodoksluk mezhebinden olan (kimse).
    Ortodoksluk * Meşru kilisenin resmî kararlarına uygun öğreti ve düşüncelerin bütünü.
    * Doğu Hristiyan kiliselerince sürdürülen, Yunan ve Slâvların çoğunun benimsediği mezhep.
    ortodonti * Dişhekimliğinin, dişleri çenelerin üzerine estetik ve görev bakımlarından düzenli bir biçimde
    yerleştirmekle uğraşan kolu.
    ortoklâz * Dik açı biçiminde ayrıtları olan, billûrlarıparça hâlinde dilinen bir çeşit potasyum feldspat.
    ortopedi * Hekimliğin çocuklardaki vücut biçimsizliklerini düzelten veya önleyen bir kolu.
    * Vücutta kemikler, eklemler, kaslar, kirişler, sinirler gibi hareketi sağlayan organların bozukluklarını
    düzelten, tedavi eden cerrahî kolu.
    ortopedik * Ortopedi ile ilgili olan.
    ortopedist * Ortopedi uzmanı.
    * Ortopedi protezleri yapan kimse.
    ortoz * Ortoklâz.
    orucunda olmak * herhangi bir şeyi yemez içmez olmak.
    oruç * Tanrı’ya ibadet amacıyla yeme, içme gibi birçok şeylerden belli bir süre veya biçimlerde kendini alıkoyma.
    * Haz veren şeylerden sağlanan yoksunluk.
    oruç açmak * vakit gelince oruç bozmak, iftar etmek.
    oruç bozmak * bir şey yiyerek, içerek orucunu kesmek veya sona erdirmek.
    oruç tutmak * oruç ibadetini yerine getirmek.
    oruç yemek * oruç tutmamak.
    oruçlu * Oruç tutan (kimse), niyetli.
    oruçsuz * Oruç tutmayan (kimse).
    orun * Özel yer.
    * Makam, mansıp, mesnet, mevki.
    orunlama * Bir konunun yerine onunla benzerlikleri olan bir başka konuyu anlatma.
    orya * Karo.
    oryantal * Doğu ile ilgili, doğuyu hatırlatan.
    oryantalist * Doğu bilimci, şarkiyatçı, müsteşrik.
    oryantalizm * Doğu bilimi.
    Os * Osmiyum’un kısaltması.
    Osmanî * Osmanlılarla ilgili.
    Osmanlı * XIII. yüzyılda Osman Gazi tarafından Anadolu’da kurulan ve birinci Dünya Savaşından sonra dağılan
    büyük Türk İmparatorluğunun uyruklarına verilen ad.
    * Düşündüğünü çekinmeden, açıkça söyleyen, bulunduğu toplulukta yetki sahibi olan.
    OsmanlıTürkçesi * XIII-XX. yüzyıllar arasında Anadolu’da ve OsmanlıDevleti’nin yayıldığı bütün ülkelerde kullanılmışolan,
    Arapça ve Farsçanın ağır baskısıaltında kalan Türk diline verilen ad.
    Osmanlıca * Bkz. OsmanlıTürkçesi.
    Osmanlıcacılık * Osmanlıcadan yana olan kimsenin tutumu.
    Osmanlıcılık * Osmanlılık düşüncesini benimseyen ve yayan düşünce akımı.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 20

    Osmanlılık * Osmanlı olma durumu.
    osmiyum * Mavi renkte, 2700° C de eriyen, plâtin filizlerinde bulunan çok kırılgan bir element. Kısaltması os.
    osmiyumlu * Bileşiminde osmiyum içeren (madde).
    osteololi * Kemik bilimi.
    osurgan * Çok yellenen.
    osurgan böceği * Kendisini, çıkardığıpis bir koku ile savunan bir böcek (Brachynus crepitans).
    osurma * Osurmak işi.
    osurmak * Yellenmek.
    osuruğu cinli * Çabuk ve olmayacak şeylere bile kızıp öfkelenen kimse.
    osuruk * Yellenme.
    oşinografi * Okyanus ve denizlerin fiziksel, kimyasal ve biyolojik özellikleri üzerine deneysel araştırmalar yapan bilim
    kolu, ana deniz bilimi.
    ot * Toprak üstündeki bölümleri odunlaşmayıp yumuşak kalan, ilkbaharda bitip, bir iki mevsim sonra kuruyan
    küçük bitkilere verilen ortak ad.
    * Ağı, zehir.
    * İlâç.
    * Otla yapılmışveya otla doldurulmuş.
    * Esrar.
    ot tutunmak * vücuttaki istemneyen kıllarıdüşürmek için ilâç sürünmek.
    ot yiyenler * Bitki yiyerek beslenenler.
    ot yoldurmak * çok zor bir işgördürmek, çok uğraştırmak.
    otacı * Hekim.
    otacılık * Hekimlik.
    otağ * Büyük ve süslü çadır.
    otak * Bkz. otağ.
    otakçı * Otağyapan veya satan kimse.
    * Orduda otağkuran er.
    otalama * Otalamak işi.
    otalamak * Zehirlemek, ağılamak.
    * Otamak.
    otama * Otamak işi, tedavi.
    otamak * İlâç vererek hastalığı iyi etmeye çalışmak, tedavi etmek.
    otantik * Gerçek olan, gerçeğe veya aslına dayanan, orijinal, mevsuk.
    otarma * Otarmak işi veya durumu.
    otarmak * Otlatmak.
    otarsi * Bir ülkede ekonomik alandaki ihtiyaçlarıkendi kendine karşılamaya yönelen tutum.
    otarşi * Bkz. otokrasi.
    otçu * Köylerde hekimlik yapan kimse.
    otçul * Otla beslenen (hayvan).
    otel * Yolcu ve turistlere geceleme imkânı sağlamak, bunun yanında yemek, eğlence gibi türlü hizmetleri sunmak
    amacıyla kurulmuşişletme.
    otelci * Otel sahibi kimse.
    * Otel işleten kimse.
    otelcilik * Otel sahibi olma durumu.
    * Otel işletme işi.
    otist * İçine kapanık, psikolojik sorunları olan kimse.
    otizm * İçe yöneliklik.
    otlak * Hayvan otlatılan yer, salmalık, yayla, mera.
    otlakçı * Para ve emek harcamadan başkalarının sırtından geçinen (kimse).
    otlakçılık * Başkalarının sırtından geçinme durumu.
    otlakiye * Osmanlıdöneminde, devlet malı otlaklarda yayılan hayvanlardan alınan vergi.
    otlama * Otlamak işi.
    otlamak * (hayvan) Dolaşarak yerdeki ot, çimen, yaprak vb.ni yemek, meşgul olmak, bulunmak.
    * Para ve emek harcamadan başkalarının sırtından geçinmek.
    otlanma * Otlanmak işi.
    otlanmak * (hayvan) Otlamak.
    * (otlak) Hayvanlar tarafından yenilmek.
    otlatılma * Otlatılmak işi.
    otlatılmak * Otlamaya bırakılmak.
    otlatma * Otlatmak işi.
    otlatma sistemi * Bir meradan beklenen maksimum yararı, özellikle vejetasyona devamlı bir zarar vermeden elde etmek ve
    bununla birlikte meranın her tarafının aynıderecede otlatılmasını sağlamak için uygulanan bir otlatma plânı.
    otlatmak * Hayvanıveya sürüyü otlayabileceği bir yere götürmek, otlamaya bırakmak, otlamasını sağlamak.
    otlu * Otu olan.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 11

    on parasız * Hiç parası olmaksızın, parasız.
    on paraya on taklak atar * küçük çıkar sağlamak için her türlü onur kırıcı işe katlanır.
    on parmağı boğazında olmak * isteği yapılmazsa sıkıntıya düşme, düşürme anlamında kullanılan bir söz.
    on parmağında on hüner (veya marifet) * elinden her işgelir, çok becerikli.
    on parmağında on kara * herkesi lekelemek huyu olanlar için kullanılır.
    ona * O zamirinin yönelme durumu.
    ona buna dil uzatmak * herkes için ileri geri konuşmak.
    ona göre hava hoş * onun için fark etmez, tutulacak yolu başkalarıdüşünsün.
    onama * Onamak işi, uygun bulma, tasvip.
    onamak * Bir işi doğru ve uygun bulmak, tasvip etmek.
    onanizm * Mastürbasyon, istimna.
    onanma * Onanmak işi.
    onanmak * Onamak işine konu olmak.
    onar * On sayının üleştirme sayısıfatı, her birine on; her defasında onu bir arada.
    onar onar * Her biri on tane, her biri on taneden oluşmuşolan.
    onarıcı * Onarmak işini yapan kimse.
    * Hasar görmüşhücreleri canlıduruma getiren madde.
    onarılma * Onarılmak işi.
    onarılmak * Onarmak işine konu olmak, onarmak işi yapılmak.
    onarım * Onarmak işi, tamirat, tamir.
    * Bir yapının, bir heykelin, bir resmin bozulmuşyerlerini yeniden yapma, ilk durumuna getirme, restore
    etme.
    onarım görmek * onarılmak.
    onarımcı * Onarma işini yapan kimse, tamirci.
    onarımcılık * Bozulmuşolan nesneleri onarıp yararlı bir duruma getirme, tamircilik.
    onarma * Onarmak işi.
    onarmak * Bozulmuş, eskimişolan bir şeyi düzeltip işler veya kullanılır duruma sokmak, işe yarar duruma getirmek,
    tamir etmek.
    * Bir yapının, bir heykelin, bir resmin bozulmuşyerlerini yeniden yapmak, ilk duruma getirmek, restore
    etmek.
    * İşlenen bir kusuru veya yapılan bir yanlışlığı giderecek veya önleyecek davranışlarda bulunmak.
    onartma * Onartmak işi veya durumu.
    onartmak * Onarmak işini birine yaptırmak, tamir ettirmek.
    onaşmak * Karşılıklırıza göstermek, razı olmak.
    onat * Özenli, düzgün, uygun.
    * Yararlı.
    * Dürüst, iyi ahlâklı.
    onay * Uygun bulma, tasdik.
    onay almak * onaylanmasını sağlamak, kabul veya tasdik ettirmek.
    onayına sunmak * tasdike arz edilmek.
    onaylama * Onaylamak işi, tasdik.
    onaylamak * Yapılan bir işi doğru ve yerinde bularak kabul etmek, tasdik etmek.
    onaylanış * Onaylanmak işi veya biçimi.
    onaylanma * Onaylanmak işi.
    onaylanmak * Onaylamak işi yapılmak veya onaylamak işine konu olmak, tasdik edilmek.
    onaylatma * Onaylatmak işi.
    onaylatmak * Onaylamak işini birine yaptırmak, tasdik ettirmek.
    onaylı * Onaylanmışolan, tasdik edilmiş.
    onaysız * Onaylanmamış, tasdik edilmemiş.
    onbaşı * Erbaşsıralamasının ilk basamağı.
    onbaşılık * Onbaşı olma durumu, onbaşının rütbesi.
    onbeş * On beşoyuncudan oluşan rugby takımı.
    * Teniste yapılan ilk sayı.
    onbir * On bir oyuncudan oluşan futbol takımı.
    onbirli * Dizeleri on bir heceli şiir.
    * Bentleri on bir dizeden oluşan manzume.
    * On bir dereceyle ayrılan iki noktanın aralığı.
    onca * Ona göre, onun düşüncesince.
    * (çok olan şeyler için) O kadar, o denli.
    onculayın * Ona göre, onun gibi.
    onda * O zamirinin kalma durumu.
    ondalık * Onda bir olarak alınan veya verilen ücret.
    * Toprak ürünlerinden onda bir oranında alınan vergi, öşür, aşar.
    * Temel olarak on sayısınıalan, aşarî.
    ondalık kesir * Paydası10 veya 10’un herhangi bir kuvveti olan kesir: 0,3 (onda üç), 0,15 (yüzde on beş), 0,007 (binde
    yedi) gibi.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 12

    ondalık sayı * Payda olarak 10 veya 10’un herhangi bir kuvvetini alan kesirli sayı.
    ondalıkçı * Onda bir pay alarak çalışan kimse.
    ondan * O zamirinin çıkma durumu.
    * O sebeple.
    ondurma * Ondurmak işi.
    ondurmak * Onmasını sağlamak, iyiye döndürmek.
    ondurmaz * Öldürücü, kötüleştirici.
    ondülâtör * Telgraf yazısı.
    ondüle * Dalgalı, kıvrımlı, kıvrılmış.
    ondüleli * Ondülesi olan.
    ondülesiz * Ondülesi olmayan.
    onejit * Hidratlıdoğal oksit.
    ongen * On açısı, on kenarı olan çokgen.
    ongun * Çok verimli, bol, eksiksiz.
    * Yarar duruma gelmiş, bayındır.
    * Mutlu.
    * Kutlu, uğurlu.
    ongun * İlkel toplumlarda topluluğun kendisinden türediği sanılarak kutsal sayılan hayvan, ağaç, rüzgâr gibi
    herhangi bir doğal nesne veya olay, totem.
    * Arma.
    ongun besi suyu * Yapraklarda yeni maddelerle zenginleştikten sonra bitkiyi beslemek için her yana inen besi suyu.
    ongunculuk * Bir onguna duyulan inanca dayanan toplumsal kuruluşve din uygulama biçimi, totemizm.
    ongunluk * Ongun olma durumu, mutluluk, bolluk, bereket, feyiz, saadet.
    onikiparmak bağırsağı * Mideden sonra gelen ince bağırsak bölümü.
    oniks * Balgam taşı.
    onkoloji * Urları inceleyen tıp dalı.
    onlar * O zamirinin çoğulu.
    onlar * Ondalık sayısistemine göre yazılan bir tam sayıda sağdan sola doğru ikinci basamağa verilen ad.
    onlarca * Çokluk ifade etmek için kullanılır.
    onlu * On parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden on tane bulunan.
    * On işaretli iskambil kâğıdı.
    onluk * On birimden, on parçadan oluşan.
    * On üzerinden tam not alan.
    * On para, on kuruş, on lira veya on bin lira değerinde para.
    onluk bozma * onluğu, on tane birliğe çevirme.
    onma * Onmak işi veya durumu.
    onmadık * Talihi yaver gitmeyen, başı belâdan kurtulmayan.
    * Bereketsiz.
    onmak * Daha iyi bir duruma girmek, salâh bulmak.
    * Eksiği kalmayıp gönül ferahlığına ermek, mutlu olmak, mesut olmak.
    * Hastalıktan, dertten kurtulmak, şifa bulmak, felah bulmak, iflâh olmak.
    onmaz * İyileşme ihtimali bulunmayan.
    onomastik * Özel adlar ve özellikle kişi adları bilimi.
    onomatope * Bkz. yansıma.
    ons * Fransa’da 30,59 gr, İngiltere’de 28,349 gr ağırlığında bir ağırlık birimi.
    onsuz * O olmaksızın.
    ontik * Varlıksal.
    ontojenez * Birey oluş.
    ontoloji * Varlık bilimi.
    ontolojik * Varlık bilimi ile ilgili, varlık bilimine ait.
    ontolojizm * Tanrı bilgisinin insan için doğal olduğunu ileri süren kuram.
    onu * O zamirinin belirtme durumu.
    onulma * Onulmak işi.
    onulmak * Onmak işine konu olmak.
    onulmaz * İyileşmez, şifa bulmaz.
    onum * Kötü bir durumdan kurtulma.
    onun * O zamirinin tamlayan durumu.
    onun için * bundan dolayı, bundan ötürü.
    onuncu * On sayısının sıra sıfatı, sırada dokuzuncudan sonra gelen.
    * Onuncu sırayıalan şey veya kimse.
    onur * İnsanın kendine karşıduyduğu saygı, öz saygı, haysiyet, izzetinefis.
    * Başkalarının gösterdiği saygının dayandığıkişisel değer, gurur, şeref.
    onur belgesi * Şeref belgesi.
    onur kurulu * Bir kuruluşveya derneğin üyeleri arasında çıkan onur davalarını gören veya bu kuruluşveya derneğin
    ilkelerine aykırıdavranan üyelerin bu davranışlarını inceleyip karara bağlayan kurul, haysiyet divanı.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 13

    onur üyesi * Bir kuruluşveya derneğe kişiliği ile onur katacağıdüşünülerek seçilen kimse.
    onurlandırma * Onurlandırmak işi.
    onurlandırmak * Kendisine saygıduyulan bir kimse, bir yere gelerek oradakileri mutlu etmek, onur kazandırmak, onurunu
    artırmak, şereflendirmek, şeref vermek.
    onurlanma * Onurlanmak işi, şereflenme, teşerrüf.
    onurlanmak * Onur duymak, şereflenmek, teşerrüf etmek.
    onurlu * Onuru olan veya onurunu üstün tutan, şerefli, gururlu.
    onursal * Saygı için verilen veya övünç için kabul edilen (başkanlık, üyelik, profesörlük gibi unvan), fahrî.
    onursal başkan * Bir kuruluşa onur vermek için sorumsuz ve yetkisiz olarak başkan seçilen kimse.
    onursuz * Onuru olmayan veya onura aykırıdavranışlarda bulunan, şerefsiz, haysiyetsiz.
    onursuzluk * Onursuz olma durumu, şerefsizlik.
    onuruna … vermek * birine saygı göstermek için yemek, toplantı gibi bir ağırlamada bulunmak.
    onuruna dokunmak * (birinin) gururunu, haysiyetini incitmek.
    onuruna yedirememek * bir kimse, kendine duyduğu saygıyla bağdaşmayan ve onur kırıcı olay veya davranışlar karşısında tepkide
    bulunmak, kendine yedirememek.
    oosfer * Bitkilerde erkek gamet tarafından döllenerek yumurtayı oluşturan dişi gamet.
    oosit * Büyüme evresini tamamlamış, fakat henüz döllenebilecek duruma gelmemişdişi gamet.
    op * Bkz. opus.
    opal * Silis grubundan değerli bir mineral; silisin hidratlıve jelâtinli bütün türlerini kapsar.
    * İnce, düzgün dokunmuşpamuklu kumaş.
    opalin * Opali andıran camdan yapılmışvazo, kupa vb.ne verilen ad.
    opalleşme * Saydam bir camın, özündeki kristallerin çökmesiyle opal renge girmesi.
    oparlör * Bkz. Hoparlör.
    opera * Sözlerinin bütünü veya çoğu şarkılı olarak söylenen müzikli tiyatro eseri.
    * Bu eseri uygulayan sanatçıtopluluğu.
    * Böyle eserlerin oynandığıyapı.
    operacı * Opera sanatçısı.
    operakomik * Konuşmalıve şarkılı bölümlerin bir arada bulunduğu oyun.
    operasyon * Ameliyat.
    * Elde edilecek sonuç için alınan önlem ve yürütülen işlemlerin bütünü.
    operatör * Ameliyat yapan, uzmanlığı ameliyat yapmak olan hekim, cerrah.
    * Bazıteknik aletleri işletenlere verilen ad.
    * Bilgisayarıçalıştırıp gerekli uygulamayıyapan kimse, işletmen.
    * Basılacak metinleri dizgi makinesinde dizen kimse.
    operatörleşme * Operatörleşmek işi.
    operatörleşmek * Operatör olmak, operatör gibi davranmak.
    operatörlük * Operatör olma durumu.
    operatris * Operatör.
    operet * Eğlenceli, hafif konulu, içinde bestesiz konuşmalar bulunan sahne eseri.
    * Operet oynayan oyunculardan oluşan kuruluş.
    operetçi * Operet metni yazan, besteleyen veya operette rol alan sanatçı.
    oportünist * Duruma göre davranan, içinde bulunduğu şartlarıdeğerlendirmeyi bilen (kimse).
    oportünizm * Güç durumlarda, davranışlarınıahlâk kurallarıveya düzenli bir düşünceden çok, çıkarlarına uyacak biçimde
    ayarlamayıamaçlayan tutum.
    opsiyon * (bankacılıkta) Borç senetlerinin, bankalara ödenmesi için vade tarihinden başlayarak tanınan iki gün.
    * (ticarette) Bir alışverişin karara bağlanması için genellikle satıcının alıcıya tanıdığısüre.
    * Belli bir tarih için, vapur, uçak, vb. nde önceden ödeme yapmadan, şarta bağlıyer ayırtma.
    optik * Görme ile ilgili olan.
    * Fizik biliminin ışık olaylarını inceleyen kolu.
    optik kaydırma * Alıcının değişir odaklımerceğinin yakından uzağa veya uzaktan yakına doğru odaklanmasıyla elde edilen
    sonuç, zum.
    optikçi * Gözlükçü.
    optimal * En elverişli durum, optimum.
    optimetri * Görmeyi inceleyen optik veya fizik dalı.
    optimist * Yaradılışı gereği her şeyin iyi yanını görme eğiliminde olan, iyimser, nikbin pesimist karşıtı.
    * Tek yelkenli, tek kişilik yarış.
    optimizm * Her şeyi en iyi yanından gören, her durumda iyi bir çıkışyolu uman dünya görüşü, iyimserlik, nikbinlik.
    optimum * (sıcaklık, nem veya tutumda) En elverişli durum.
    * En elverişli, en iyi olan, optimal.
    opus * Bestecinin, bestelenişsırasına göre numaralanmışmüzik eseri. Kısaltması op.
    or * Ordu kelimesinin kısaltması.
    ora * O yer.
    oracık * Hemen o yer, bulunduğu yer.
    oracıkta * Hemen o yerde, olduğu yerde.
    orada * Sözü edilen yerde, bulunduğu yerde.
    orada burada * her yerde.
    oradan * Sözü edilen yerden.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 14

    oradan buradan * belli bir sıra gözetmeksizin, karışık olarak.
    orak * Ekin biçmekte kullanılan, yarım çember biçiminde yassı, ensiz ve keskin metal bir bıçakla, buna bağlı bir
    saptan oluşan ekin biçme aracı.
    * Ekin biçme zamanı.
    orak ayı * Temmuz.
    orak böceği * Ağustos böceği.
    orakçı * Orakla ekin biçen kimse.
    orakçılık * Orakçının işi.
    oraklaşma * Oraklaşmak işi veya durumu.
    oraklaşmak * Orak biçimini almak.
    oralarda olmamak * işi sezmemişgibi davranmak, anlamamazlıktan gelmek.
    oralı * O yerden olan.
    oralı olmamak (veya oralı bile olmamak) * önemsememek, umursamamak, aldırmamak, ilgilenmemek.
    oralılık * Oralı olma durumu.
    oramiral * Deniz kuvvetlerinde, kara kuvvetlerindeki orgeneralin dengi olan en yüksek rütbeli amiral.
    oramirallik * Oramiral rütbesi.
    * Oramiral makamıve görevi.
    oran * Büyüklük, nicelik, derece bakımından iki şey arasında veya parça ile bütün arasında bulunan bağıntı, nispet.
    * İki şeyin birbirini tutması, karşılıklıuygunluk, tenasüp.
    * Akıl yoluyla gerçeğe yakın olduğuna inanılarak verilen yargı, tahmin.
    * İki büyüklük, iki nicelik arasındaki bağıntı.
    oran dışı * İki tam sayının bölümü olmayan (sayı).
    oranca * Oran bakımından, orana göre.
    orangutan * Sumatra ve Borneo’da yaşayan, insana benzeyen, yemişle beslenen bir cins maymun (Pongo pygmaeus).
    oranla * Herhangi bir şeye göre, herhangi bir şeyle kıyaslayarak, nispeten.
    oranlama * Oranlamak işi, tahmin, kıyas.
    oranlamak * Ölçmek, hesaplamak, hesap etmek.
    * Akıl yoluyla gerçeğe yakın olduğuna inanılarak hüküm vermek, tahmin etmek.
    * Karşılaştırmak, kıyaslamak.
    * Eşit tutmak.
    oranlı * Kendinde oran bulunan, nispetli, mütenasip, mütevazin.
    oransız * Kendinde oran bulunmayan, nispetsiz.
    oransızlık * Oransız olma durumu, nispetsizlik.
    orantı * Bir şeyi oluşturan parçaların kendi aralarında ve parçalarla bütün arasında bulunan uygunluk, oran,
    tenasüp.
    * Birincinin ikinciye oranı, üçüncünün dördüncüye oranına eşit olan dört terim arasındaki bağıntı.
    orantılama * Orantılamak işi veya durumu.
    orantılamak * Orantılı olarak düşünmek veya değerlendirmek.
    orantılanma * Orantılanmak işi veya durumu.
    orantılanmak * Orantılı olarak düşünülmek.
    orantılı * Bir orantıyla ilgili olan, aralarında orantı bulunan, mütenasip.
    * Bir niceliğin iki, üç, … kez çoğalmasıveya azalması başka bir niceliğin o nispette çoğalmasınıveya
    azalmasını gerekli kılarsa “bu iki nicelik birbiriyle orantılıdır” denir.
    orası * O yer, ora.
    * O yönü.
    orasısenin, burası benim dolaşmak (veya gezmek) * durmadan gezip dolaşmak.
    orasına burasına * dağınık olarak, gelişigüzel.
    oratoryo * Solo sesler, koro ve orkestra için yazılmış, oyun ögesi bulunmayan, kutsal nitelikte müzik eseri.
    oraya * O yere, o yöne.
    orcik * Şeker ile kaplanmış ceviz içi.
    ordinaryüs * Türk üniversitelerinde 1960 öncesinde, en az beşyıl profesörlük yapmış, bilimsel çalışmalarıyla kendini
    tanıtmışöğretim üyeleri arasından seçilerek bir kürsünün yönetimiyle görevlendirilen kimselere verilen unvan.
    ordinat * Bir noktanın uzaydaki yerini belirtmeye yarayan çizgilerden biri; en çoğu apsise dikey olarak çizilir. 343
    koordinat.
    ordino * Bir poliçenin arkasına ciro edildiği kişiye ödenmesi için yazılan havale emri.
    * Tüccarın malını gümrükten çekebilmesi için vapur kumpanyasından yük konşimentosuna karşılık verilen
    havale.
    * Denizcilik işletmelerinde gemi adamlarını gemilere atama belgesi.
    ordonat * Silâhlıkuvvetlerin savaşgereçlerini, araçlarınıve bunlara benzer her türlü ihtiyaçlarını sağlamakla görevli
    sınıf (ordu donatım işleri sözünün kısaltması).
    ordövr * Yemekten önce sofraya getirilen soğuk yiyecekler, çerez, meze.
    ordövr arabası * Ordövlerin servisinde kullanılan küçük el arabası.
    ordövr tabağı * İçine genellikle soğuk mezelerin konduğu özel olarak hazırlanmıştabak.
    ordu * Bir devletin silâhlıkuvvetlerinin tümü.
    * Bu topluluğun başlıca bölümlerinden her biri.
    * Amaç, nitelik vb. yönlerden benzeyen insanların bütünü.
    * Çok sayıda insan, kalabalık.
    ordu donatım * Ordonat.
    ordu evi * Kara, deniz ve hava subay ve astsubaylarının buluştukları, sosyal ihtiyaçlarınıkarşılayabilecek biçimde
    yapılmışlokal veya yapı.
    ordu komutanı * Bir orduya komuta eden ve genellikle orgeneral rütbesinde olan asker.
    ordu merkezi * Ordu karargâhının bulunduğu yer.
    ordubozan * Mızıkçı, dönek, oyunbozan.
    * Fesat çıkaran, fesatçı.
    * Bacaklardaki varis hastalığı.
    ordubozanlık * Ordubozan olma durumu, fesatçılık, mızıkçılık.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 15

    orducu * Savaşalanına gitmek için yola çıkan Osmanlı ordusunun her türlü ihtiyaçlarını sağlamak için birlikte giden
    zanaatçılar ve esnafa topluca verilen ad.
    ordugâh * Ordunun konakladığıyer.
    ordusuz * Ordusu olmayan.
    orfoz * Hanigillerden, Ege ve Akdeniz’de bulunan, eti beyaz ve lezzetli, 10 kg dan 50 kg a kadar ağırlığı olan bir
    balık türü (Epinepheles gigas).
    org * Klâvyeli büyük ve küçük borulardan yapılmış, körüklerden elde edilen havanın bu borulardan geçmesiyle
    değişik ses tonlarıverebilen, genellikle kilise çalgısı, erganun.
    organ * Canlı bir vücudun, belirli bir görev yapan ve sınırlarıkesin olarak belirlenmiş bölümü, üye, uzuv.
    * Bir görevi, bir işi yerine getirmekle yükümlü kuruluş.
    organ aktarımı * Bkz. organ nakli.
    organ nakli * İşlevini yitirmiş bir organın yerine sağlam bir organıkoyma, organ aktarımı, transplântasyon.
    organik * Organlarla ilgili, uzvî.
    * Bir görevi yerine getirmekle yükümlü kuruluşla ilgili olan.
    * Canlı, güçlü (ilişki).
    organik kimya * Karbon birleşiklerinin incelenmesini konu alan kimya bölümü.
    organik kütle * Birleşimindeki ögelerin büyük ve belirgin bölümü canlıvarlıklardan oluşan kayaç.
    organikçi * Organik kimya uzmanı.
    organizasyon * Düzenlemek işi, düzenleme, tertip.
    * Devlet, idare, toplum vb.nin düzenleniş biçimi.
    * Düzenli bir grup üyelerinin bütünü.
    * Kuruluş, kurum, teşkilât.
    organizatör * Düzenleyici.
    organize * Düzenlenmiş, düzenli.
    organize etmek * düzenlemek.
    organize sanayi * Birbirini bütünleyen, değişik sanayi kollarının ve kuruluşlarının oluşturduğu işalanı.
    organize suç * Çeşitli kişi ve örgütlerce plânlanıp işlenen suç.
    organizma * Canlı bir varlığı oluşturan organların bütünü, uzviyet.
    * Herhangi bir canlıvarlık.
    organlaşma * Organlaşmak işi.
    organlaşmak * (canlılar için) Organlar oluşmak.
    organlık * Organ olma durumu.
    organoleptik * Cisimlerin duyu organlarınıetkileme yeteneği.
    organtin * Seyrek dokunmuş, ince, sert bir kumaş.
    * Bu kumaştan yapılmış.
    organze * İpek veya keten iplikle dokunmuş, tülbent inceliğinde bir çeşit kolalıkumaş.
    * Bu kumaştan yapılmış.
    orgazm * Cinsel uyarım ve zevkin en yüksek noktası.
    orgcu * Org çalan sanatçı.
    orgeneral * Asıl görevi ordu komutanlığı olan rütbesi en yüksek general.
    orgenerallik * Orgeneralin rütbesi.
    * Orgeneralin makamıve görevi.
    orijin * Soy sop.
    * Köken, başlangıç, kaynak.
    orijinal * Özgün.
    * Alışagelenden daha değişik, şaşırtıcınitelikte olan.
    * Fabrikasınca yapılmışolan, taklit olmayan (araç ve gereç).
    * Otantik.
    orijinalite * Özgünlük.
    * Alışılagelenden değişik, şaşırtıcınitelikte olma durumu.
    orijinallik * Orijinal olma durumu, özgünlük.
    orkestra * Yaylıve üflemeli çalgılar topluluğu.
    * Eski Yunan tiyatrolarında, sahne ve seyirciler arasındaki çember biçiminde koro yeri.
    * Bazıtiyatroların birinci katında sahne veya perdeye en yakın koltuklara verilen ad.
    orkestracı * Orkestrada görevli kimse.
    orkestralama * Bir çalgıtopluluğu için yazılmışparçanın notalarını, çalgıların tınıfarklarını göz önünde tutarak, bu
    topluluğu oluşturan çalgılar arasında paylaştırma sanatı.
    orkestralı * Orkestrası olan.
    orkestrasız * Orkestrası olmayan.
    orkide * Salepgillerden, çiçeklerinin güzelliği dolayısıyla camlıklarda yetiştirilen birtakım bitki türlerinin ortak adı.
    orkinos * Uskumrugillerden, boyu 2,5 m kadar olabilen, eti yenir bir balık, ton (Thunnus).
    orkit * Er bezlerinin iltihaplanıp şişmesi.
    orlon * Yapay dokuma ipliği.
    * Bu iplikle dokunmuşkumaş.
    orman * Ağaçlarla örtülü genişalan; bu ağaçların bütünü.
    orman çayırı * Orman içerisindeki açıklıklarda veya orman ağaçlarının altında yetişen tabiî çayır.
    orman evi * Orman koruma memurunun evi.
    orman gibi * (saç, kaşvb. için) gür, çok.
    orman gülü * Avrupa, Asya dağlarında yetişen açelyaya benzer bitki.
    orman işletmesi * Ormanla ilgili işleri yürüten kamu kurumu.
    orman kebabı * Tas kebabına benzer bir çeşit et yemeği.
    orman kibarı * Ayı.
    * Kaba, görgüsüz, bayağı(adam).
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 10

    oluşum * Oluşmak işi, teşekkül, teşkil.
    * (katman, kütle, gök cismi vb. için) Biçimlenme süreci.
    oluşumcu * Oluşumculuk yanlısı olan kimse.
    oluşumculuk * İnsanın ruh dünyasında oluşan ve gelişen bir durumun yaşla geliştiğini ileri süren görüş.
    om * Kemiklerin toparlak ucu.
    om * Elektrik direnç birimi, ohm.
    oma * Kalça kemiği.
    * Bel kemiği.
    omaca * Kesilmişağaç kökü, bağkütüğü.
    * İri kemik.
    ombra * Doğrama işlerini kahverengine boyamakta kullanılan toprak boya.
    omça * Kalça kemiğinin bir bölümü.
    * Bağkütüğü.
    omfazit * Piroksen grubundan, yeşil renkli doğal silikat.
    omlet * Çırpılmışyumurta, peynir, kıyma, mantar vb. katılarak tavada pişirilen bir yemek, kaygana.
    ommatidyum * Görme hücresi.
    omnibüs * Dolmuşyapan büyük at arabası.
    * Yolcu taşıyan büyük motorlu taşıt.
    omnivor * Hem et hem ot ile beslenen canlı.
    omur * Omurgayı oluşturan kemiklerden her biri, fıkra.
    omurga * Birbiriyle eklemlenince kafatasından kuyruk sokumuna kadar uzanan bir kemik eksen oluşturan omurların
    bütünü, bel kemiği.
    * Gemi kaburgasının aşağıtaraftan bağlı bulunduğu boy ekseni doğrultusunda boydan boya geçen ana yapı
    ögesi.
    * Bir şeyin varlığı ile ilgili en önemli bölümü, temel, bel kemiği, esas.
    omurgalılar * Memelileri, kuşları, amfibyumları, sürüngenleri, yuvarlak ağızlılarıve balıkları içine alan hayvan bölümü
    (Vertebrata).
    omurgasızlar * Omurgasız çok hücreli hayvanlar (Protostomia).
    omurilik * Omurga içinde bulunan kanal boyunca uzanan, boz madde ve ak maddeden oluşan sinir dokusu, murdar
    ilik.
    omuz * Boynun iki yanında, kolların gövdeye bağlandığı bölüm.
    omuz başı * Kol ile omzun birleştiği yer.
    * Yanı başı, üstten aşağı.
    omuz eklemi * Kol kemiğinin başınıkürek kemiğinin yuva çukuruyla birleştiren eklem.
    omuz kaldırmak * bilmez gibi davranmak.
    omuz omza * Çok sıkışık bir durumda, yan yana; dayanışarak.
    * Dayanışarak, birlikte.
    omuz öpüşmek * eşit derecede olmak.
    omuz silkmek * aldırmamak, önem vermemek.
    omuz vermek * omzuyla dayanmak.
    * destek olmak.
    omuzda taşımak * çok saygı göstermek, yüceltmek, övmek.
    omuzdaş * (daha çok, iyi olmayan işlerde) Arkadaş, hempa.
    omuzdaşlık * Arkadaşlık, dayanışma, tesanüt.
    omuzlama * Omzuna alma, omzuna vurma.
    * Destek olma.
    omuzlamak * Omzuna almak.
    * Omzuyla dayayıp itmek.
    * Destek almak.
    * (bir işveya görevi) Yüklenmek, sorumluluk almak.
    * Alıp götürmek, sırtlayıp kaçırmak, aşırmak.
    omuzlanma * Omuzlanmak işi veya durumu.
    omuzlanmak * Omuzlamak işine konu olmak.
    omuzlarıçökmek * bitkin, perişan ve yıkılmış bir durumda olmak.
    omuzlu * Omzu olan.
    omuzluk * Rütbeyi göstermek amacıyla omuzlara takılan işaret, apolet.
    * Gemilerde başve kıç bölümlerinin her bir yanı.
    * Omza alınıp iki ucuna yük asılan kısa sırık, çiğindirik.
    omzuna binmek * yük olmak, ağırlık vermek.
    on * Dokuzdan bir artık.
    * Dokuzdan sonra gelen sayının adıve bu sayıyı gösteren rakam: 10, X.
    on (defa veya kere) * pek çok.
    on (veya beş) para etmez * değersiz.
    on altılık * Birlik notanın on altıda biri uzunluğunda nota.
    on ayaklılar * Çeşitli istakoz, yengeç ve karides türlerini içine alan eklem bacaklıkabuklular takımı.
    on binlerce * Sayısal olarak çokluk ifade eder.
    on binlik * On bin liralık bütün kâğıt veya madenî para.
    on bir aylık * Bkz. çuha çiçeği.
    on iki telli * Tambura cinsinden, on iki telli bir halk çalgısı.
    on para on aslanın ağzında * para kazanmak çok güçleşti.
    on paralık * Değeri çok az veya değersiz, hiç.
    on paralık etmek * birine hakarette bulunmak, birini kötü duruma düşürmek.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 5

    okramak * (acıkmış, susamışolan at için) Yiyecek veya su gördüğü zaman kişnemek.
    oksalat * Billûrları idrarda bulunabilen ve idrar yolunda taşyapan kalsiyum oksalatın kısa biçimi.
    oksalik * Kuzu kulağı gibi birçok bitkilerde rastlanan, özellikle temizleme maddesi olarak kullanılan, “keskin, zehirli
    asit” anlamına gelen oksalik asit teriminde geçer, (HOCO-COOH), kuzu kulağıasidi.
    oksalik asit * Oksalik.
    oksidiyon taşı * Oltu taşı.
    oksijen * Hidrojenle birleşerek suyu oluşturan, atom numarası8, atom ağırlığı16, rengi, kokusu ve tadı olmayan,
    havada beşte bir oranında bulunan bir gaz, müvellidülhumuza. Kısaltması o.
    oksijen çadırı * Hava geçirmeyen bir dokumadan veya plâstikten yapılan, birini normak bir havadan ayırıp saf oksijen veya
    karbojen etkisi altına koymaya yarayan alet.
    oksijenleme * Oksijenlenmek durumu veya biçimi.
    * Oksijenlemek işi.
    oksijenlemek * Bir maddenin birleşimine oksijen katmak.
    * Saçların rengini sulandırılmışoksijenli su ile sarartmak.
    oksijenlenebilir * Oksijenle birleşebilen madde.
    oksijenlenmek * Oksijen ile birleşmek.
    * Özünde oksijen bulunmak.
    oksijenli * Birleşiminde oksijen bulunan.
    * (saç için) Oksijenli su ile sarartılmış.
    oksijenli su * Hidrojen peroksidin (H2O2) sulu çözeltisi.
    oksilit * Suyla birleştiğinde oksijen açığa çıkaran, birleşiminde nikel ve bakır tozları bulunan sodyum ve potasyum
    peroksit.
    oksit * Oksijenin bir element veya kökle birleşmesiyle oluşan madde.
    oksitleme * Oksitlemek işi, yükseltgeme.
    oksitlemek * Oksit durumuna getirmek, oksijenle birleştirmek, yükseltgemek.
    oksitlenme * Oksitlenmek işi, yükseltgenme.
    oksitlenmek * Oksit durumuna girmek, oksijenle birleşmek, yükseltgenmek.
    oksiyür * Bkz. sivrikuyruk.
    okşama * Okşamak işi.
    okşamak * Sevgi veya şefkat belirtisi olarak elini bir şeyin üzerinde yavaşyavaşgezdirmek veya ona hafifçe vurmak.
    * Hafifçe dövmek.
    * Benzemek, andırmak, hatırlatmak.
    * Bir kimseyi hoşnut etmek.
    okşamalık * Gönül okşayıcıözelliği olan.
    okşanma * Okşanmak işi.
    okşanmak * Okşamak işine konu olmak.
    okşantı * Okşama.
    okşatma * Okşatmak işi veya durumu.
    okşatmak * Okşamak işini yaptırmak.
    okşayıcı * (söz, davranışvb. için) Hoşa giden, gönül alan.
    okşayış * Okşamak işi veya biçimi.
    oktan * Parafinler serisinden, birçok izomerli doymuşhidrokarbür (C8H18).
    oktant * Yıldızların yüksekliğini ve açıuzaklığını gözlemeye yarayan alet.
    oktav * Sekiz sesten oluşan ses dizisi; bir do sesiyle ondan sonraki do sesi arasındaki uzaklık.
    oktrua * Şehre giren şeylerden alınan vergi.
    okul * Okuyup yazmadan başlayarak en yüksek düzeyde bilim ve sanat bilgisi vermeye kadar, çeşitli derecede
    toplu olarak öğretimin yapıldığıyer, mektep.
    * Bir okuldaki öğrenci ve görevlilerin bütünü.
    * Bir bilim veya sanat kolunda ayrınitelik ve özellikleri bulunan yöntem veya akım, ekol.
    okul çocuğu * Öğrenci.
    okul kaçağı * Derslere girmeyip, okul dışında vakit geçiren.
    okul kooperatifi * Okulda öğrencilerin kalem, defter, kitap, yiyecek vb. ihtiyaçlarınıkarşılayan kuruluşve satışyeri.
    okul öncesi * Çocuğun okul çağına girmesinden önceki çağı.
    * Bu çağla ilgili, bu çağa özgü.
    okul sonrası * Okul çağından sonra gelen çağ.
    * Bu çağla ilgili, bu çağa özgü.
    okuldan ayrılmak * öğrenime son vermek.
    okuldaş * Okul arkadaşı.
    okullaşma * Okullaşmak durumu.
    okullaşmak * Okul durumuna gelmek.
    okullu * Bir okula devam eden kimse, öğrenci.
    okulu asmak (veya kırmak) * okuldan kaçmak, derslere girmemek.
    okuma * Okumak işi, kıraat.
    okuma kitabı * Okuma becerisini kazandırmak amacıyla içinde değişik metinlerin bulunduğu kitap.
    okuma saati * Zamanın belli bir bölümünü okumaya ayırma anı, okuma vakti.
    okuma yazma * Okuma ve yazma bilgisi.