Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük O Sayfa 6

    okuma yitimi * Görmede hiçbir bozukluk olmadığıhâlde okuma yetisinin yok olması, aleksi.
    okumak * Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak bunu sessizce çözümleyip anlamak veya aynızamanda seslere
    çevirmek.
    * Bu biçimde yazılmışolan bir metnin iletmek istediği şeyleri öğrenmek.
    * Bir konuyu öğrenmek için okulda, bir öğretmenin yanında veya yazılışeyler üzerinde çalışmak, öğrenim
    görmek.
    * (şarkı, türkü veya şiir vb. için) Sesli olarak veya ezgi ile söylemek.
    * Bir şeyin anlamınıçözmek.
    * Bazı belirtilerle bir anlamı, gizli bir duyguyu anlamak, kavramak.
    * Hastalığı iyi edeceğini ileri sürerek okuyup üflemek, üfürükçülük etmek.
    * Bir yere çağırmak, davet etmek, okuntu göndermek.
    * Sövmek, küfretmek.
    okume * Afrika’da yetişen, kerestesi parlak, öz odunu mor, dışodunu pembe renkli bir ağaç (Aucoumea).
    okumuş * Okuyarak bilgisini genişletmiş, öğrenim görmüş(kimse).
    okumuşolmak * okunmuşgibi görünmek, öyle farzedilmek.
    okumuşluk * Okur yazar, öğrenim görmüşolma durumu.
    okunaklı * (yazı için) Açık ve düzgün harflerle yazılmış, kolaylıkla okunabilen.
    okunaksız * (yazı için) Güçlükle okunabilen, düzgün olmayan.
    okunma * Okunmak işi.
    okunmak * Okumak işine konu olmak.
    * Okunulmak.
    * Belli olmak, açıkça görünmek.
    okuntu * Çağrıkâğıdı, çağrılık, davetiye.
    okunulma * Okunulmak işi veya durumu.
    okunulmak * Okumak işi yapılmak.
    okunuş * Okunmak işi veya biçimi.
    okur * Okuyan kimse, okuyucu, kari.
    okuryazar * Okumasıyazması olan, öğrenim görmüş(kimse).
    okuryazarlık * Okuryazar olma durumu.
    okus pokus * Dolap, düzen, hile.
    okutma * Okutmak işi.
    okutmak * Okumasını, öğrenim görmesini sağlamak.
    * Okumak işini yaptırmak.
    * Ders vermek, bir konu üzerinde yetiştirmek.
    * Satarak elinden çıkarmak.
    okutman * Üniversitede yabancıdil, Türkçe, tarih öğretimi ile görevlendirilen, uygulamalıçalışmalarıyöneten öğretim
    üyesi yardımcısı, lektör.
    okutmanlık * Okutmanın görevi, lektörlük.
    okutturma * Okutturmak işi.
    okutturmak * Okutmak işini yaptırmak.
    okutulma * Okutulmak işi.
    okutulmak * Okutmak işine konu olmak.
    okutuş * Okutmak işi veya biçimi.
    okuyucu * Sürekli olarak gazete, dergi vb. okuyan, okur, kari.
    * Şarkı, türkü okuyan kimse, şarkıcı, türkücü.
    * Düğüne çağrıyapan kimse.
    okuyup üflemek * dinî inanca göre bir duayı okuduktan sonra, üfleyerek ruhlara yollamak.
    okuyuş * Okumak işi veya biçimi.
    oküler * Optik aletlerinde objektiften aldığıışınları göze veren mercek sistemi.
    okültizm * Bkz. gizlicilik.
    okyanus * Kıtaları birbirinden ayıran engin, açık deniz, ana deniz, umman.
    okyanus çukuru * 3000-4000 m derinlikten 6000-7000 m derinliğe kadar devam eden deniz dibi çukuru.
    okyanus mavisi * Koyu mavi.
    ol * O gösterme sıfatı.
    ola * acaba, sahi, bulunabilir.
    ola ki * olabilir ki, belki.
    olabilir * Gerçekleşme imkânı bulunan, olur, mümkün, kabil.
    olabilirlik * Olasılık, ihtimal.
    olabilme * Olabilmek işi veya durumu.
    olabilmek * Gerçekleşmesi mümkün olmak, uygulanabilir olmak.
    olacak * Olması, yapılmasıuygun olan.
    * Kendinden beklenilen davranışı gösteremeyen.
    * Olma, gerçekleşme olasılığı bulunan şey.
    * Olmasının önüne geçilemeyen durum.
    olacak gibi değil * olamaz, olmuyor, olacağa benzemiyor.
    olagelme * Olagelmek işi.
    olagelmek * Sürmek, süregelmek, devam etmek.
    olağan * Sık sık olan, olagelen, tabiî.
    * Alışılmışolan, normal.
    olağan dışı * Olağan olmayan, gayri tabiî.
    olağanlaşma * Olağanlaşmak işi.
    olağanlaşmak * Olağan duruma gelmek.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 7

    olağanlaştırma * Olağanlaştırmak işi veya durumu.
    olağanlaştırmak * Olağan duruma getirmek.
    olağanlık * Olağan olma durumu.
    olağanüstü * Alışılmıştan, benzerlerinden farklı olan, fevkalâde.
    * Beklenmedik bir zamanda yapılan, önceden tasarlanmışolan, fevkalâde.
    * Büyük bir hayranlığa yol açan, harikulâde.
    olağanüstü hâl * Sıkıyönetimden önce, sonra veya bundan tamamen bağımsız olarak kanunla belirtilen olağanüstü yetkilerin
    sivil yönetime verilmesi ve kullanılmasıdurumu.
    olağanüstülük * Olağanüstü olma durumu.
    olamaz * Olmasınıönleyecek derecede güçlü engelleri bulunan, olanaksız, gayrimümkün.
    * Hayret, şaşırma bildirmek için kullanılır.
    olan * olmak fiilinin şimdiki zaman sıfat-fiili.
    * isim tamlaması belirtileni durumunda bulunan bir isimden sonra getirildiğinde o ismin sıfatıdeğerinde bir
    birleşik oluşturur.
    olan biten (veya olup biten) * meydana gelen olaylar, ortaya çıkan durum veya oluşan her şey.
    olan oldu * işişten geçti, artık yapacak bir şey kalmadı.
    olanak * Yararlanılan uygun şart, imkân.
    olanak sağlamak * bir işin olmasına elverişli ortamıhazırlamak.
    olanaklı * Olma ihtimali bulunan, mümkün, kabil.
    olanaksız * Olanağı olmayan, olma ihtimali bulunmayan, gayrimümkün, imkânsız.
    olanaksızlaşma * Olanaksızlaşmak işi, imkânsızlaşma.
    olanaksızlaşmak * Olanaksız duruma gelmek, imkânsızlaşmak.
    olanaksızlık * Olanaksız olma durumu, imkânsızlık.
    olanca * Bütün, elde bulunanın hepsi.
    olası * Görünüşe göre olacağısanılan, muhtemel, mümkün.
    olasıcılık * Bilginin ancak olasılık değeri olduğunu, kesin doğrunun bilinemeyeceğini, bilginin yalnız olasılığa
    erişebileceğini ileri süren teoriye dayanan kuşkucu öğreti, probabilizm.
    olasılı * Olasılığa dayanan, belkili, ihtimal, muhtemel.
    * Belkili.
    olasılık * Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik, ihtimal.
    * O zamana kadar yapılan deneylerle bir olayın ortaya çıkmasının beklenilmesi, ama yine de tam bir
    kesinliliği bulunmamasıdurumu.
    olasılık hesabı * Bir olayın gerçekleşmesi şanslarının yüzdesini bulmaya yarayan kuralları inceleyen matematik dalı,
    ihtimaller hesabı.
    olasıya * Olabileceği ölçüde, olabileceği kadar.
    olay * Ortaya çıkan, oluşan durum, ilgiyi çeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü iş, hâdise, vak’a.
    * Önemli tarihî olgu.
    olay bilimi * Görüngü bilimi, fenomenoloji.
    olay çıkarmak * hoşolmayan bir durum yaratmak, hâdise çıkarmak.
    olay yapmak * olduğundan önemli veya büyük düşüncesini yaratmak, sorun çıkarmak.
    olaycılık * Görüngücülük, fenomenizm.
    olaylaştırma * Olaylaştırmak işi veya durumu.
    olaylaştırmak * Olay durumuna getirmek, olay yapmak.
    olaylı * Olayı olan, olay çıkmışolan, hâdiseli.
    olaysız * Olayı olmayan, hiçbir olay çıkmamışolan, hâdisesiz.
    olçum * Hekimlik taslayan kimse.
    * Kendini becerikli, usta gösteren kimse.
    * Eli işe yatkın, becerikli kimse.
    oldu * Peki, evet, tamam, hay hay, elbette, başüstüne, olur, tabiî, memnuniyetle.
    oldu olacak * Artık çekinilecek bir şey kalmadı.
    oldu olacak, kırıldınacak * her şey olup bitti, işişten geçti.
    oldu olanlar * hoşolmayan kötü birtakım olaylar oldu.
    oldubitti * Başkasına karışma fırsatıvermeden bir işi aceleye ve kargaşalığa getirip sonuca bağlama, olup bitti,
    emrivaki.
    oldubittiye (veya olupbittiye) getirmek * geri dönülmesi güç veya olanaksız bir durum yaratmak, emrivaki yapmak.
    oldukça * Yetecek kadar, epey, hayli.
    oldum bittim * Eskiden beri, bildim bileli.
    oldum bittim (oldum olasıveya oldum olasıya) * kendimi bildiğimden beri.
    oldum olası * 343 olmak.
    oldurgan * Geçişli değilken bir ek katılarak geçişli duruma getirilen (fiil).
    oldurma * Oldurmak işi veya durumu.
    oldurmak * Olmasını sağlamak.
    * Olgunlaştırmak.
    ole * Yüreklendirmeye yarayan İspanyolca kelime, yaşa.
    olefin * Etilen gibi yapısına başka bir öge veya kök sokulabilen, karbonlu hidrojenlerin genel adı.
    oleik * Yağlarda gliserin ile birlikte bulunan, rengi, kokusu, tadı olmayan, 40C de billûr durumunda katılaşan sıvı
    bir madde olan oleik asit teriminde geçer.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 8

    oleik asit * Oleik.
    olein * Sıvıyağlarda ve margarinlerde bulunan oleik asidin bir esteri.
    oleometre * Yağların yoğunluğunu ölçmeye yarayan sıvıöçler.
    olgu * Birtakım olayların dayandığısebep veya bu sebeplerin yol açtığısonuç, vakıa.
    * Düşünülmüşolanın karşıtı, olmuşolan, gerçek olan, gerçekleşmişolan, vakıa.
    olgucu * Olguculukla ilgili olan, pozitivist.
    * Olguculuk yanlısı olan (kimse).
    olguculuk * Araştırmalarını olgulara, deneylere, gerçeklere dayayan, fizik ötesi açıklamalarıkuramsal olarak olanaksız ve
    yararsız gören Auguste Comte ‘un açtığıfelsefe çığırı, pozitivizm.
    olgun * (meyveler için) Yenecek duruma gelmiş.
    * (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörüsü gereği kadar gelişmiş, kâmil.
    olgun odun * Ağaç gövdesinin öz odun ile dışodun arasında oluşan, ağaç işleri gereci olarak en üstün niteliği taşıyan
    bölümü.
    olgunca * Olgun gibi, olguna benzer.
    olgunlaşma * Olgunlaşmak işi.
    olgunlaşmak * (meyveler için) Olgun duruma gelmek.
    * (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörüsü gereği kadar gelişmişolmak.
    olgunlaştırma * Olgunlaştırmak işi.
    olgunlaştırmak * Olgun duruma getirmek.
    olgunluk * (meyveler için) Olgun, yenilebilir olma durumu.
    * (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından gereği kadar gelişmişolma durumu, yetkinlik, kemal.
    olgunluk çağı * İnsan hayatında beden ve ruhî yeteneklerinin en yetkin olduğu dönem.
    olgunluk sınavı * Bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından gereği kadar gelişmişolma durumu, yetkinlik, kemal.
    olgunluk yaşı * Bkz. olgunluk çağı.
    oligarşi * Siyasî gücün birkaç kişilik bir grubun elinde toplandığıyönetim, aristokrasinin daralmış biçimi, takım erki.
    oligoklâz * Billûr kütlelerde serpme durumunda bulunan, beyazımtırak bir tür feldspat.
    oligosen * III. çağın miyosen ile eosen arasındaki dönemi.
    olijist * Kızıl renkli, kayaçlarda rastlanan doğal demir oksidi.
    olimpik * Olimpiyatlarla ilgili, olimpiyat ölçülerinde olan.
    olimpiyat * Eskiden Yunanistan’da Zeus onuruna yapılan yarışmalara verilen ad.
    * Her dört yılda bir başka ülkede yapılan, yalnızca amatörlerin katıldığıuluslar arasıspor yarışmaları,
    olimpiyat oyunları.
    * Çeşitli spor dallarında düzenlenen yarışma.
    olivin * Sarımsıyeşil renkli, cam parıltılı, magnezyum ve demirli silikat, peridot.
    olma * Olmak işi veya durumu.
    olmadık * Daha önce hiç olmamış, alışılmamış, hiç beklenmeyen, olağan karşıtı.
    * Gereksiz, yerinde olmayan davranışveya söz.
    olmak * Varlık kazanmak, meydana gelmek, vuku bulmak.
    * Gerçekleşmek veya yapılmak.
    * Bir görev, makam, san veya nitelik kazanmak.
    * Bir şeyi elde etmek, edinmek.
    * Bir durumdan başka bir duruma geçmek.
    * Herhangi bir durumda bulunmak.
    * Uygun düşmek, yerinde görülmek.
    * Yetişmek, olgunlaşmak.
    * Hazırlanmak, hazır duruma gelmek.
    * Bulunmak.
    * (özne olarak zaman bildiren kelimelerle) Geçmek, tamamlanmak.
    * Sürdürmek, yürütmek.
    * Bir kuruluşla, örgütle ilgili bulunmak, mensup olmak.
    * (zaman bildiren bir isimle) Yaklaşmak, gelip çatmak.
    * Bir şey, birinin mülkiyetine geçmek.
    * Özne bir isim tamlaması olduğunda, belirtenin belirtilene ait olduğu düşüncesini anlatır.
    * Ek fiilin genişzamanı olan -dır (-dir) anlamında kullanılır.
    * Sarhoşolmak.
    * Uymak, tam gelmek.
    * Yitirmek, elinden kaçırmak.
    * Bir yerde doğmuş, yaşamışolmak.
    * Bu fiilin genişzamanının tekil üçüncü kişisi olumlu olduğunda kabul, olumsuz olduğunda ret anlatır.
    * (bir şeyle birlikte) Bir olayla karşılaşmak; başına kötü bir şey gelmek.
    * (ne ile birlikte) Ne gibi bir ilginin bulunduğunu sormak veya hiçbir ilgi olmayacağını belirtmek için
    kullanılır.
    * Yol açmak.
    * Bir isim veya sıfatın belirttiği durumu almak.
    * Sıfat-fiil eki almışkelimelerle birlikte başlama, bitirme vb. bildiren fiilleri oluşturur.
    * (hastalık anlatan bir kelimeyle) Hastalığa yakalanmak, tutulmak.
    olmamış * Olgunlaşmamış, ham.
    olmayacak * Gerçekleşmesi imkânsız.
    * Olmasıhoşgörülmeyen, uygun olmayan.
    olmayacak duaya âmin demek * gerçekleşmeyecek, sonuç, vermeyecek işlerle uğraşmak.
    olmaz * İmkânsız, gerçekleşemez.
    * Yapılamayacak iş, tutum veya davranış.
    olmaz olmaz * olamayacak, imkânsız şey yoktur.
    olmazlı * Olması ihtimal dışı olan.
    olmazlık * Olmazlı olma durumu veya olmazlı olan şey.
    olmuş * Olgunlaşmış, ergin.
    * Oluşmuş.
    olmuş(veya pişmiş) armut gibi eline düşmek * emeksiz ve zahmetsizce eline geçmek.
    olsa olsa * Son ihtimal olarak, nihayet.
    * Ancak.
    olta * Genellikle, bir olta takımının ava hazır bütününe verilen ad.
    * Balık avlamada kullanılan, ucuna çengelli iğne takılı, en çoğu at kuyruğu kılından olan veya naylon tellerden
    yapılmışiplik.
    * Hile, düzen, oyun, yem.
    olta balığı * Olta ile avlanan balık.
    olta iğnesi * Olta takımının ucuna takılan ve biçimlerine göre değişik adlarla anılıp esas balığın yakalanmasında
    kullanılan küçük çengel.
    olta takımı * Olta ile balık avlamada kullanılan iğne, zoka gibi gereçlerin bütünü.
    oltacı * Olta vb. balık avı gereci satan kimse.
    * Olta ile balık avlamada usta kimse.
    oltacılık * Olta yapmak veya satmak işi.
    * Olta ile balık avlama işi.
    oltaya düşmek * hileyle karşılaşmak, oyun veya düzen içinde girmek.
    oltaya vurmak * (balık) oltaya takılmak.
    oltayıyutmak * aldanmak.
    Oltu kebabı * Oltu yöresine özgü yatay olarak şişe geçirilip kızartılan ve küçük küçük kesilen bir tür kebap.
    Oltu taşı * Çeşitli süs eşyalarının yapımında kullanılan kara kehribar, oksidiyon taşı.
    Oltu tozu * Bkz. pire otu.
    oluk * Bir şeyin akmasına yarayan üst yanıaçık boru.
    * Yağmur sularınıdamların kenarlarına toplayıp akıtan yatay konumlu, genellikle çinko vb. boru.
    * Bir şeyin üzerinde oyulmuşyol.
    * Ay yüzeyinde görülen uzun yarıklardan her biri.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 9

    oluk gibi akmak * çok bol ve arasıkesilmeden gelmek.
    oluk oluk * Pek çok.
    olukçuk * Küçük oluk.
    * Bazı organların yüzeyinde bulunan çentikler.
    oluklaşma * Oluklaşmak işi.
    oluklaşmak * Oluk durumuna girmek, oluk görünümü almak.
    oluklu * Oluğu olan.
    * Üstünde yol yol olukları bulunan.
    olumlama * Olumluluğu ortaya koyma, icap.
    olumlu * Gözetilen amaca veya beklenilene uygun, yararlı, müspet.
    * Yapıcı.
    * Onaylayan, kabul eden, lehte olan.
    * Olgulara, deneylere dayalı olarak bazınitelikleri belli olan, müspet, pozitif.
    olumlu bildirme eki * Çoğu sürerlik, kesinlik veya kuvvetli ihtimal kavramlarınıvermek için yüklemin sonuna gelen durur
    kelimesinin ekleşmiş biçimi olan -dır, -dir eki.
    olumlu cümle * Yüklemi olumlu olan cümle: Çocuk okula gitti. Öğrencinin bilgisiz olduğu anlaşılıyordu gibi.
    olumlu eylem * Bkz. olumlu fiil.
    olumlu fiil * Bir işin, bir davranışın, bir oluşun olduğunu bildiren fiil: Söylemiş, yazacak… gibi.
    olumlu tümce * 343 olumlu cümle.
    olumluluk * Olumlu olma durumu.
    olumsal * Olmasıkadar olmamasıda mümkün bulunan, mümkün, zorunlu karşıtı.
    olumsallık * Olumsal olanın niteliği; olumsal olma durumu, imkân, zorunluluk karşıtı.
    olumsuz * Yapıcıve yararlı olmayan, hiçbir sonuca ulaşmayan, menfi, negatif.
    * Davranışları beğenilmeyen, yıkıcıdüşünceleri olan, zararlı, menfi.
    * Bir şeyi inkâr eden, inkâr veya ret özelliği taşıyan.
    olumsuz cümle * Yüklemi olumsuzluk kavramıveren cümle: Çocuk hasta değilmiş. Parasıyok. Gelmezseniz biz de gitmeyiz
    gibi.
    olumsuz eylem * 343 olumsuz fiil.
    olumsuz fiil * Olumsuzluk kavramıveren fiil, Türkçede -ma, -me olumsuzluk eki, -maz, -mez olumsuz genişzaman eki
    alan fiil: Söylememeliydi, hastalanmaz, gelmeyince, yorgun değildir gibi.
    olumsuz tümce * Bkz. olumsuz cümle.
    olumsuzluk * Olumsuz olma niteliği veya durumu, nefiy.
    olumsuzluk eki * Kökü fiil olan bir kelimeye olumsuzluk kavramıveren ek. Türkçe’de bu kavram -ma, -me eki ile verilir:
    Sevmemek, sevmeyecek, okumamışgibi.
    olumsuzluk kelimesi * Cümle içinde art arda kullanılan iki veya daha çok özneyi, tümleci, yüklemi, aralarından bazılarına
    olumsuzluk kavramıvererek birbirine bağlayan veya yüklemin olumsuz çekimini sağlayan değil kelimesi.
    olunma * Olunmak işi veya durumu.
    olunmak * Olmak fiiline konu olmak.
    olup olacağı * hepsi bu kadar.
    olupbitti * Oldubitti, emrivaki.
    olupbittiye getirmek * Bkz. oldubittiye getirmek.
    olur * Olabilir.
    * Peki.
    * Genişzamanın üçüncü tekil kişisi.
    * Onay, tasdik, yapabilme izni.
    olur almak * yetkili makamdan bir uygulamayıyapabilmek için yazılı izin almak.
    olur ki * belki, muhtemelen.
    olur olmaz * rastgele, sıradan.
    * önemsiz, gereksiz, yersiz.
    olur olmaz * Olunca, olmasından hemen sonra.
    * Doğru mu, yanlışmı, yerinde mi yersiz mi olduğu düşünülmeden söylenen (söz), iyi mi kötü mü olduğuna
    bakılmadan seçilen (şey).
    * Rastgele, sıradan, kimliği, niteliği belirsiz (kişi).
    olur şey * olağan, görülegelen, sıradan, alelâde.
    olur şey (veya olur … değil) * şaşma anlatır.
    olur şey değil * olabileceği düşünülmeyen veya gerçekleşmesi beklenmeyen (şey).
    olurluk * Olabilme durumu.
    oluruna bakmak * bir işin yapılabilirliğini araştırmak, yapmaya çalışmak.
    oluruna bırakmak * (bir işi) kendi gidişine bırakmak.
    oluruna bırakmak (veya bağlamak) * sonucu önemsemeyerek, bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek.
    oluruyla yetinmek * elde olanlarıyeterli bulmak, kanaat etmek.
    oluş * Olmak işi veya biçimi, vuku.
    * Oluşma, teşekkül, tekevvün.
    * Bir durumdan öteki duruma geçiş.
    oluşma * Oluşmak işi, teşekkül.
    oluşmak * Belli bir varlık kazanmak, ortaya çıkmak, meydana gelmek, teşekkül etmek, tekevvün etmek.
    oluşturma * Oluşturmak işi.
    oluşturmak * Oluşmasını sağlamak, meydana getirmek, teşekkül ettirmek, tekvin etmek.
    oluşturulma * Oluşturulmak işi.
    oluşturulmak * Oluşmasısağlanmak, teşekkül ettirilmek.
    oluşuk * Oluşmuş.
    * Bir jeoloji döneminde meydana gelmişkatmanlar dizisi.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 2

    ocağına darıekmek * Bkz. ocağına incir dikmek.
    ocağına düşmek * birine koruması için sığınmak veya yardım etmesi için yalvarmak.
    ocağına incir dikmek * birinin evini barkınıdağıtmak.
    ocağınıyeşertmek * aile yuvasınıcanlandırmak.
    ocak * Ateşyakmaya yarayan, pişirme, ısıtma, ısınma gibi amaçlarla kullanılan yer.
    * Odalarda, genellikle duvar kenarlarında tuğla veya taştan yapılmış, bacası olan yer, şömine.
    * Isıvererek üzerine veya içine konulan maddeleri ısıtan, pişiren, kaynatan, eriten araç veya âlet.
    * Kahvelerde, kuruluşlarda çay, kahve vb.nin yapıldığıyer.
    * Yer üstünde veya yer altında cevher çıkarılan yer.
    * Bahçelerde ve bostanlarda her tür meyve ve sebze ekimine ayrılmış, çevresinden biraz yükseltilmiştoprak
    parçası.
    * Bir şeyin en çok bulunduğu veya yapıldığıyer.
    * Aynıamaç ve düşünceyi paylaşanların kurduklarıkuruluşveya toplandıkları, görev yaptıklarıyer.
    * (bazıdeyimlerde) Ev, aile, soy.
    * Bazıhastalıkları iyi ettiğine inanılan aile.
    * Yılın 31 gün süren birinci ayı, kânunusani.
    ocak başı * Ocağın başında yemek yenilen yer.
    ocak eşeği * Ocakta odunlarıdayayarak çatmaya yarayan üç ayaklıdemir araç.
    ocak kaşı * Ocağın içinde üstüne kazan, tencere oturtmaya yarayan yer.
    ocak katı * Belirli bir düzeyde hazırlanmışgaleri ağının tümü.
    ocak taşı * Ocağın çevresine yerleştirilen ateşe dayanıklıtaş.
    ocakçı * Ateşçi.
    * Ocak bacalarıtemizleyicisi.
    * Kahvelerde ocak başında kahve, çay gibi şeyleri hazırlayan kimse.
    ocakçılık * Ocakçı olma, ocakçının işi.
    ocaklı * Ocağı olan, içinde ocağı bulunan.
    * Ocaktan olan (yeniçeri).
    ocaklık * Bir aileye, babadan oğula geçmesi için verilen (mülk).
    * Ateşyakılan yer, ocak.
    * Bir yapının temelini veya çatısını oluşturan büyük kereste, temel direği.
    * Mutfak.
    * Baca.
    ocumak * Bir şeyden korkmak, ürkmek, çekinmek.
    * Bir şeyden soğumak.
    od * Ateş.
    od ocak * Mal, mülk, maddî zenginlik.
    od yok ocak yok * “çok yoksul” anlamında kullanılır.
    oda * Evin veya herhangi bir yapının oturmak, çalışmak, yatmak gibi işlere yarayan, banyo, salon, girişvb.
    dışında kalan, bir veya birden fazla çıkışı olan bölmesi, göz.
    * Serbest meslek adamlarını içinde toplayan resmî birlik.
    * Yeniçeri kışlası.
    oda hapsi * Askerî ceza hukukunda kabul edilmiş bir ceza türü.
    oda müziği * Az sayıda çalgı için ve özel toplantılarda çalınmak amacıyla bestelenmişmüzik.
    oda spreyi * Havasız kalan veya havasıağırlaşan odalarda güzel ve hoşkoku veren bir sprey türü.
    odabaşı * Hanlarda çalışan uşakların başı.
    * Yeniçeri kuruluşunda görevi alaylarda selâm törenlerini düzenlemek ve yönetmek olan subay.
    odacı * Resmî kuruluşlarda, işyerlerinde, temizlik ve getir, götür işlerine bakan görevli, hizmetli, hademe,
    müstahdem.
    odacık * Küçük oda.
    odacılık * Odacı olma durumu veya odacının görevi, hademelik.
    odak * Bir ışık veya ısıkaynağından yayılan ışınların toplandığıyer, mihrak.
    * Herhangi bir düşüncede, nitelikte olan kimselerin kaynağıveya bir şeyin toplandığı, yoğunlaştığıyer,
    mihrak.
    odak noktası * Bir merceğe paralel olarak gelen ışınların, mercekten geçip kırıldıktan sonra merceğin öte yanında
    birleştikleri nokta.
    odaklama * İyi bir görüntü elde etmek, görüntüyü tam odak noktasına düşürmek için alıcımerceğinde yapılan
    düzenleme.
    odaklamak * İyi görüntü elde etmek, görüntüyü tam odak noktasına düşürmek için alıcımerceğini düzenlemek.
    odaklanma * Odaklanmak işi.
    odaklanmak * Odaklamak işine konu olmak.
    * Belli bir noktada, yerde veya olguda toplanmak.
    odaklaşma * Odaklaşmak durumu.
    odaklaşmak * Bir ışık demeti veya elektron akışı bir noktada toplanmak.
    * Odak durumuna gelmek.
    odaklaştırma * Odaklaştırmak işi.
    odaklaştırmak * Bir ışık demetini veya elektron akışını bir noktaya toplamak.
    * Odak durumuna getirmek.
    odaklayıcı * Alıcısının çalıştırılmasısırasında odaklamayı gerçekleştiren alıcıyönetmeni yardımcısı.
    odalı * Herhangi bir sayıda odası olan.
    * Topkapısarayında oturan saray adamları.
    odalık * Bir erkeğin nikâhsız olarak aldığıcariye.
    * Padişah ve şehzadelerin, saraya alınan karavaşlar arasından seçtikleri kadın, ikbal.
    odeon * Eski Yunan’da müzisyenlerin konser verdiği basamaklıyer.
    oditoryum * Dinleme salonu.
    odsuz * Ateşsiz.
    odsuz ocaksız * Çok yoksul, aç ve barınaksız.
    odun * Yakılmak için kesilmiş, parçalanmışağaç.
    * Anlayışsız ve kaba (kimse).
    odun bilimi * Odunun yapısını; fiziksel, mekanik ve kimyasal özelliklerini inceleyen bilim dalı, ksiloloji.
    odun gibi * anlayışsız, görgüsüz.
    odun kömürü * Odunun kömürleştirilmesiyle elde edilen, kalori değeri düşük kömür, mangal kömürü.
    odun özü * Bitkiye destek olan, besi suyunu taşıyan, odunda bulunan katımaddelerden her biri.
    odun sobası * Sadece odun yakılmasına elverişli bir soba türü.
    oduncu * Odun kesen veya satan kimse.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 3

    oduncul * Odunla beslenen böcek.
    odunculuk * Odun kesme ve satma işi.
    odunlaşma * Bazı bitki hücrelerinde odun özü denilen bir kimyasal madde alarak odunsu bir duruma girmeleri olayı.
    * Kabalaşma.
    odunlaşmak * (bitkilerde) Odun durumuna gelmek.
    * Kabalaşmak.
    odunluk * Odun konulan yer.
    * Odun durumuna getirilip yakılmaya elverişli (ağaç).
    * Kabalık, anlayışsızlık.
    odunsu * Oduna benzeyen, odunu andıran.
    odunumsu * Oduna benzer, odun gibi.
    * Kaba, iri, heybetli.
    odyometre * İşitme organıve sisteminin niteliklerini değerlendiren, işitmeyi ölçen araç.
    odyovizüel * Görsel-işitsel.
    of * Sıkıntı, bezginlik, usanç, acı gibi duyguları bildirir.
    of çekmek * oflamak.
    ofis * İşyeri, daire, büro.
    oflama * Oflamak işi.
    oflamak * “Of” diyerek sıkıntı, bezginlik, usanç, acıveya yorgunluk duyduğunu belli etmek.
    oflatıp puflatmak * bunaltıp sıkıntıçekmeye sebep olmak.
    oflaya puflaya * sıkılarak, acıçekerek, bunalarak.
    oflaz * İyi, güzel, mükemmel.
    ofris * Salepgillerden, çiçekleri sinek, örümcek gibi birtakım böcekleri andıran, yumrulu, otsu bir bitki (Ophrys).
    ofsayt * Futbolda hücuma geçen takımın en az bir oyuncusunun topla oynandığı anda rakip takımın kale çizgisine,
    o takımın en yakın oyuncusundan daha yakın bulunmasıdurumu.
    ofset * Kalıp izlerini önce kauçuğa, kauçuktan da kâğıda geçirmeye dayanan çift kopyalı baskıyöntemi, düz baskı.
    ofsetçi * Ofset baskıyapan kimse.
    oftalmolog * Göz hekimi.
    oftalmoloji * Göz hekimliği.
    oftalmoskop * Gözün içini aydınlatıp görmek ve gözü muayene etmek için kullanılan ayna.
    oğalamak * Bkz. ovalamak.
    Oğan * Tanrı.
    oğdurmak * Bkz. ovdurmak.
    Oğlak * Zodyakta Yay ile Kova arasındaki burç, Cedi. 343 Zodyak.
    oğlak * Keçi yavrusu.
    Oğlak dönencesi * Güney yarıkürenin 230 27’lik enleminde, güneşin 23 Aralık’ta, öğle üzeri dimdik durduğu çember, kış
    dönencesi.
    oğlaklamak * (keçi) Yavrulamak.
    oğlan * Erkek çocuk.
    * Yetişkin erkek.
    * İskambil kâğıtlarında genç erkek resimli kâğıt, bacak, vale.
    * Cinsel bakımdan erkeklerin zevkine hizmet eden sapık erkek çocuk.
    oğlan evi * Nişan, düğün gibi törenlerde erkek tarafının bulunduğu ev.
    oğlancı * Erkeklerle cinsel ilişki kuran eş cinsel aktif erkek, kulampara.
    oğlancık * Küçük oğlan çocuk.
    oğlancılık * Oğlancı olma durumu, kulamparalık.
    oğmaç * Bkz. ovmaç.
    oğmak * Bkz. ovmak.
    oğul * Erkek evlât.
    * Yaşlıkimselerin genç erkeklere söylediği bir seslenme.
    * Bazıkelimelerin anlamınıpekiştirmek için kullanılır.
    * Bey veya ana arıdenilen bir dişi arıyla kovandan çıkan arıtopluluğu.
    oğul balı * Oğul arılarının yaptığı bal.
    * Bir büyük anneye veya büyük babaya göre oğuldan olan erkek torun.
    oğul çıkarmak * bir kovan, yeni bir oğul arısıtopluluğu meydana getirmek.
    oğul oğul * Gruplar hâlinde, bölük bölük.
    oğul otu * Ballı babagillerden, 20-150 cm yükseklikte, tıpta yapraklarından yararlanılan çok yıllık ve otsu bir bitki,
    kovan otu, melisa (Melissa officinalis).
    oğul uşak * Çocuklar ve torunlar.
    oğul vermek * oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp ayrı bir kovana gitmek.
    oğulcuk * Oğul sözünün sevgi bildiren küçültme veya okşama biçimi.
    * Döllenmişyumurtacığın gelişmeye başladığı andan dölüt olmasına kadar geçen süredeki adı, rüşeym,
    embriyon.
    * Bitki tohumlarında bir kökçük ile bir filizcikten oluşan ana bölüm.
    oğulduruk * Döl yatağı.
    oğullanma * Oğullanmak işi veya durumu.
    oğullanmak * Arılar, oğul durumuna gelmek.
    oğullu * Oğlu olan.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 4

    oğulluk * Oğul olma durumu.
    * Üvey oğul.
    oğulsuz * Oğlu olmayan.
    oğunmak * Bkz. ovunmak.
    oğuşturmak * Bkz. ovuşturmak.
    Oğuz * XI. yüzyılda Harezm bölgesinde toplu olarak yaşayan ve daha sonra batıya doğru göç ederek, bugünkü
    Türkmen, Azerî, Gagavuz ve Türkiye Türklerinin aslını oluşturan büyük bir Türk boyu.
    oğuz * İyi huylu (kimse).
    Oğuzca * Türk dilinin Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmence, Gagavuzca ile Kırım’ın güney
    bölgelerinde kullanılan Türkçeyi içine alan grubun ortak adı.
    oh * Sevinç, beğenme, hayranlık, rahatlama gibi çeşitli duyguları belirtir.
    oh çekmek * birinin kötü duruma düşmesine sevinildiğini anlatır.
    oh demek * rahata ermek, rahata kavuşmak, rahat bir soluk almak.
    oh olsun! * söz dinlemeyerek, yanlışdavranarak kötü duruma düşenlere “çok iyi olmuş” anlamında söylenir.
    oha * Büyük başhayvanlarıdurdurmak için kullanılan seslenme.
    * Kaba ve yakışıksız bir davranışta bulunana karşıkullanılır.
    ohlama * Ohlamak işi veya durumu.
    ohlamak * Oh sesini çıkarmak, oh demek.
    ohm * Bkz. om.
    oje * Tırnak cilâsı.
    ojeli * İçinde oje bulunan.
    * Oje sürülmüş.
    ojit * Yanardağkütlelerinde bulunan ve feldspatla birlikte bazaltların temelini oluşturan piroksen cinsinden
    mineral madde.
    ok * Yayla atılan, ucunda sivri bir demir bulunan ince ve kısa tahta çubuk.
    * Yön göstermek amacıyla belli yerlere konulabilen, oka benzeyen işaret.
    * Bazıâletlerde veya araçlarda düz ve uzun bölüm.
    * Bir dairede bir kirişin ortasında bu kirişi gören yayın ortasına indirilen doğru parçası.
    ok atmak * miras kalan mallarıpay etmek için ad çekmek.
    ok gibi (yerinden) fırlamak * çok hızlı gitmek.
    ok meydanı * Ok atma ustalığıedinilen veya ok atma yarışlarının yapıldığı alan.
    ok meydanında buhurdan yakmak * geniş bir yeri yetersiz bir şeyle ısıtmaya çalışmak.
    * önemli bir işiçin yetersiz imkânlardan yararlanmaya çalışmak.
    ok yaydan (veya yayından) çıkmak * geri dönülemeyecek bir işyapmak.
    ok yılanı * Başıpullu, boyu 2 m kadar olan, zehirli ve tehlikeli bir yılan.
    okaliptüs * Mersingillerden, asıl yurdu Avustralya olan, boyu 100 m’yi aşabilen, toprağın suyunu çekerek yerin bataklık
    duruma gelmesini önleyen bir ağaç (Eucalyptus globulus).
    okapi * Gevişgetirenlerden, Kongo’da bataklık ormanlarda yaşayan, büyük bir antilop boyunda, gövdesi kızıl
    kestane, bacakları beyaz çizgili bir memeli hayvan (Okapia johnstoni).
    okar * Telli balıkçıl.
    okazyon * Fırsat.
    * Kelepir.
    okçu * Ok yapan veya satan kimse.
    * Okçuluk sporunu yapan kimse, kemankeş.
    okçuluk * Ok yapma veya satma işi.
    * Ok ve yay kullanılarak yapılan spor, ok atıcılığı.
    okey * Plâstik, tahta veya mika benzeri maddelerden yapılmıştaşlarla oynanan ve konkene benzeyen bir tür oyun.
    okka * 1283 gr’lık ağırlık ölçüsü birimi; 400 dirhem bir okka ederdi, kıyye.
    okka çekmek * hacminden umulmayacak kadar ağır gelmek.
    okka her yerde dört yüz dirhem * konuşulan bir gerçeğin açıklığınıve tartışma götürmezliğini anlatmak için söylenir.
    okkalama * Okkalamak işi.
    okkalamak * Bir şeyin ağırlığınıyaklaşık olarak anlayabilmek için elle yoklamak.
    * Gereğinden çok övmek veya ilgi göstermek, koltuklamak, pohpohlamak.
    okkalı * Kiloca fazla olan, ağır çeken.
    * Büyük.
    * Ağır.
    okkalıkahve * Bol kahve ile yapılmışve büyük fincana konulmuşkahve.
    okkalık * Herhangi bir okka ağırlığında veya oylumunda olan.
    okkanın altına gitmek * haksız yere ezilmek, bir zarar veya ceza görmek.
    oklama * Oklamak işi veya durumu.
    oklamak * Ok gibi fırlama.
    * Okla vurmak.
    oklanma * Oklanmak işi veya durumu.
    oklanmak * Okla vurulmak.
    oklava * Hamur açmakta kullanılan silindir biçiminde uzunca değnek.
    oklava (veya baston) yutmuşgibi * dimdik duranlar için söylenir.
    oklu kirpi * Kemirgenlerden, kirpiye benzeyen, uzun dikenleri olan bir hayvan (Hystrix cristatus).
    okluk * İçine ok konulan ve sırtta taşınan meşinden yapılmışok kılıfı, sadak.
    okrama * Okramak işi veya durumu.
  • Türkçe Sözlük O Sayfa 1

    o * Başına getirildiği cümlenin anlattığıduyguyu belirtir.
    o * Teklik üçüncü kişiyi gösterir.
    * İki veya daha çok şeyden, daha önce sözü geçeni gösterir.
    * Uzakta olan, hakkında konuşulan kimse veya şeyi belirtir.
    O * Oksijen’in kısaltması.
    o bu * Bazıkimseler ve nesneler.
    o denli * Öyle, o kadar.
    o duvar senin, bu duvar benim * birinin yalpalayacak kadar sarhoşolduğunu anlatır.
    o gün bugün(dür) * o zamandan beri.
    o hâlde * bu durum karşısında, demek oluyor ki, öyleyse.
    o kadar * aşırılık belirtir.
    * tehdit ve kızgınlık bildirir.
    o kapı(mahalle) senin bu kapı(mahalle) benim * sürekli gezip dolaşmayıanlatır.
    o saat * Hemen, o anda.
    o sırada * İçinde bulunulan zamanda.
    o taraflı olmamak * ilgi göstermemek, konuyla ilgisi yokmuşgibi davranmak.
    o tarakta bezi olmamak * o şeyle ilişiği bulunmamak.
    o yolda * öyle, o gidişve düzenle.
    o yolun yolcusu * (toplumun ahlâk anlayışına göre) kötü bir hayat sürdüren kimse.
    * ölümle sonuçlanacak bir durumda olan kimse.
    o, O * Türk alfabesinin on sekizinci harfi; ses bilimi bakımından kalın, yuvarlak ve genişünlüyü gösterir.
    oba * Göçebelerin konak yeri.
    * Bu konak yerinde konaklayan göçebe halk veya aile.
    * Genellikle bölmeli göçebe çadırı.
    obabaşı * Obanın başı olan kimse.
    obartı * Bkz. abartı.
    obartıcı * Bkz. abartıcı.
    obartılmak * Bkz. abartılmak.
    obartma * Bkz. abartma.
    obartmak * Bkz. abartmak.
    obelisk * Dikili taş.
    oberj * Şehir merkezinin dışında sade, basit kurulmuşkonaklama tesisi.
    obje * Nesne.
    objektif * Nesnel, afakî.
    * Fotoğraf makinesi, mikroskop, dürbün gibi optik âletlerle, cisimlerden gelen ışınlarıalıp ekran üzerine
    yansıtan mercek veya mercek sistemi.
    objektif olmak * nesnel olmak.
    * tarafsız davranmak.
    objektiflik * Objektif olma durumu.
    objektivist * Nesnelci.
    objektivite * Objektiflik.
    objektivizm * Nesnelcilik.
    obruk * İçbükey, mukaar, konkav.
    * İçinde su biriken çukur yer, doğal kuyu.
    obruklu * Obruğu olan.
    observatuvar * Gözlem evi, rasathane.
    obstrüksiyon * Engelleme.
    obua * Orkestrada yer alan çift kamışlı, tahta üflemeli çalgı.
    obuacı * Obua çalan kimse.
    obur * Gereğinden çok yemek yiyen, doymak bilmeyen (kimse).
    oburca * Doymak bilmezcesine, gereğinden çok (yiyen).
    oburlaşma * Oburlaşmak işi.
    oburlaşmak * Obur duruma gelmek.
    oburluk * Obur olma durumu.
    obüs * Yüksek ve alçaktan mermi atabilen, top ve havanların bazıözelliklerine sahip kısa namlulu top.
    ocağı batmak * yuvasıyıkılmak veya soyu tükenmek.
    ocağıkör kalmak * soyu tükenmek, çocuğu bulunmamak.
    ocağısönmek * aile dağılmak, yok olmak, çoluk çocuk yok olmak.
    ocağıtütmek * soyu devam etmek.
  • Türkçe Sözlük N Sayfa 26

    nüve * Bir şeyin özü, çekirdek.
    nüzul * İnme, felç.
    nüzul inmek (veya gelmek) * felç geçirmek, felce uğramak.
    nüzullü * İnmeli, felçli.
  • Türkçe Sözlük N Sayfa 24

    Nuh nebiden kalma * çok eski, modasıçoktan geçmişolan.
    nuhuset * Uğursuzluk, kademsizlik, şeamet, kötü, berbat.
    nukut * Paralar.
    numara * Bir şeyin bir dizi içindeki yerini gösteren sayı, rakam.
    * Ölçü, derece.
    * Benzer şeyleri ayırt etmek için her birinin üzerine işaret olarak yazılan sayı.
    * Öğrenciye verilen not.
    * Bir telefonun açılmasınısağlayan sayılar.
    * Eğlendirici oyunlardan her biri.
    * Hile, düzen.
    * Okullarda öğrencileri birbirinden ayırt etmek için her birine verilen sayı.
    numara yapmak * bir hareketi yalandan yapmak veya yapar gibi görünmek.
    numaracı * Davranışlarıyapmacıklı olan (kimse).
    numaracılık * Numaracının işi.
    numaralama * Numaralamak işi.
    numaralamak * Bir veya daha fazla sıra numarasıyla göstermek, numara koymak.
    numaralandırma * Numaralandırmak işi.
    numaralandırmak * Numara vermek, numaralamak işini yaptırmak.
    numaralanış * Numaralanmak işi veya biçimi.
    numaralanma * Numaralanmak işi.
    numaralanmak * Numaralamak işine konu olmak.
    numaralayış * Numaralamak işi veya biçimi.
    numaralı * Numarası olan.
    * Belli bir numarası olan.
    numarasınıvermek * bir kimse için kötü bir kanıya varmak.
    numarasız * Numara verilerek belirtilmemiş.
    * (gözlük veya gözlük camı için) Gözün görme gücünü artırma özelliği bulunmayan.
    numen * Nesnenin kendisi, görüngü karşıtı; Kant’ın modern felsefesinde, insanlar duyularla bağlı olduğundan
    nesnenin görünüşünü, olayları bilebilir, nesnenin özünü bilemezler, onu yalnız düşünebilirler.
    numune * Örnek.
    numunelik * Örneklik.
    nur * Aydınlık, ışık, parıltı.
    * İlahî bir güç tarafından gönderildiğine inanılan parlaklık.
    nur gibi * parlak, pırıl pırıl.
    nur içinde yatsın * sevgiyle anılan ölüler için söylenir.
    nur inmek * kutsal bir yere gökten ilâhî ışık yağmak.
    nur ol! * beğenme, alkışsözü.
    nur topu gibi * sağlıklı, çok güzel ve temiz (çocuk).
    nur yüzlü * Saygıuyandıran, pak yüzlü ihtiyarlardan söz ederken kullanılır.
    nuranî * Işıklı.
    * Saygıuyandıran, nurlu.
    nurlandırma * Nurlandırmak işi veya biçimi.
    nurlandırmak * Nur gibi yapmak, parlak ve tertemiz bir duruma getirmek.
    nurlanış * Nurlanmak işi veya biçimi.
    nurlanma * Nurlanmak işi.
    nurlanmak * Işık içinde kalmak.
    * Temiz, parlak bir duruma gelmek.
    nurlu * Aydınlık, ışıklı, parlak.
    * Saygıuyandıran, temiz, nuranî.
    nursuz * Saygıuyandırmayan, sevimsiz.
    nursuz pirsiz * Sevimsiz, bakımsız.
    nuruaynım * Gözümün nuru.
    nuruçeşmim * Gözümün nuru.
    nurudidem * Nur yüzlüm.
    Nusayrî * Hatay ili ve çevrelerinde yaşayan bir Türk topluluğuna eskiden verilen ad.
    nutku tutulmak * korkudan, şaşkınlıktan ve öfkeden konuşamaz olmak.
    nutuk * Söz, konuşma.
    * Söylev.
    nutuk atmak (veya çekmek) * bir kimsenin uzun, sıkıcı bir konuşma yaptığınıveya özden yoksun bir söylev verdiğini belirtmek için
    kullanılan küçümseyici bir söz.
    nutuk vermek * bir konuda özel olarak hazırlanıp konuşmak.
    * Çıplak.
    nüans * Ayırtı, çalar, fark.
    nübüvvet * Nebilik, savacılık, peygamberlik.
    nüfus * Kişi.
    * Bir ülkede, bir bölgede, bir evde belirli bir anda yaşayanların oluşturduğu toplam sayı.
    * Ortak bir özellik gösteren kimselerin bütünü.
    nüfus bilimci * Nüfus bilimiyle uğraşan kimse, demograf.
  • Türkçe Sözlük N Sayfa 25

    nüfus bilimi * İnsan nüfusunu yapı, gelişme ve dağılım açısından inceleyen bilim, demografi.
    nüfus bilimsel * Nüfus bilimiyle ilgili, demografik.
    nüfus coğrafyası * Yeryüzündeki nüfus yoğunluğunun dağılışını inceleyen ve bunu türlü yönleriyle açıklayan coğrafya kolu.
    nüfus cüzdanı * Bir ülkenin vatandaşlarına devletçe verilen, kimlikleriyle kişisel durumlarını gösteren resmî belge, kafa
    kağıdı, nüfus tezkeresi.
    nüfus kâğıdı * Nüfus cüzdanı.
    nüfus kalemi * Nüfus memurluğu.
    nüfus kaydı * Nüfusa yazılma.
    nüfus kesafeti * Nüfus yoğunluğu.
    nüfus kütüğü * Nüfusa kayıtlı olunan defter.
    nüfus memurluğu * Nüfus kayıtlarının yapıldığıve nüfus işlerinin düzenlendiği resmî daire.
    nüfus patlaması * Günümüz toplumlarında hayat şartlarındaki türlü iyileşmeler sonucu ölüm oranlarının düşmesi, doğum
    oranlarının ise değişmemesi sonucu nüfusun büyük hızla çoğalması.
    nüfus plânlaması * Ailelere, sahip olmak istedikleri ve yetiştirebilecekleri çocuk sayısıkonusunda karar verebilme ve bunu
    gerçekleştirecek yöntemleri uygulayabilme imkânlarının verilmesi.
    nüfus sayımı * Ülkenin nüfus sayısınıtespit etmek için yapılan sayım.
    nüfus tezkeresi * Nüfus kâğıdı, nüfus cüzdanı.
    nüfus yoğunluğu * Nüfus ile bu nüfusun üzerinde yaşadığıtoprakların yüzölçümü arasındaki oran.
    nüfusçu * Nüfus memuru.
    nüfusunu çıkarmak * nüfus kütüğüne kayıt yaptırarak nüfus cüzdanıalmak.
    nüfuz * (içine) Geçme.
    * Söz geçirme, güçlü olma, erk.
    nüfuz etmek * bir şeyin içine işlemek, geçmek.
    * inceliğine varmak, anlamak.
    * etkili olmak.
    nüfuz ticareti * Bir kimsenin bulunduğu makamın gücüne dayanarak bazı işlere karışıp kendine çıkar sağlaması.
    nüfuzkâr * Etkileyici, güçlü.
    nüfuzlu * Sözü geçer, istediğini yaptıran, erkli.
    * Yüksek makam, üst kademe.
    nüfuzsuz * Nüfuzu olmayan.
    nüfuzu altında tutmak * söz geçirme gücünü üstün kılmak, egemenliği altında bulundurmak.
    nühüft * Klâsik Türk müziğinde bir birleşik makam.
    nükleer * Atom çekirdeği ile ilgili, çekirdeksel.
    nükleer enerji * Atom çekirdeğinin parçalanmasından doğan enerji.
    nükleer reaktör * Uranyum, plutonyum gibi atom çekirdeklerinin parçalanmasından yararlanılarak enerji elde edilen kaynak.
    nükleer santral * Nükleer reaktör yardımıyla elde edilen enerjiyi dağıtan merkez.
    nükleer silâh * Nükleer enerji ile yıkım gücü sağlayan silâh.
    nükleon * Atom çekirdeğini oluşturan proton ve nötronun ortak adı.
    nükleoprotein * Proteinlerin nükleik asitlerle kurduğu moleküler birlik.
    nüksetme * Nüksetmek işi.
    nüksetmek * (hastalık veya başka bir durum) Geri dönmek, yeniden başlamak, depreşmek.
    nükte * İnce anlamlı, düşündürücü ve şakalısöz, espri.
    * Yazıda, resimde, sözde ve davranışta ince, derin anlam, espri.
    nükte yapmak * nükteli söz söylemek.
    nükteci * İnce, güzel nükteler yapan (kimse).
    nüktecilik * Nükteci olma durumu.
    nüktedan * Nükteci.
    nüktedanlık * Nüktecilik.
    nükteli * Nükte ile süslenmiş, nüktesi olan, esprili.
    nüktesiz * Nüktesi olmayan.
    nükul * Vazgeçme.
    nükul etmek * caymak, vazgeçmek.
    nümayiş * Gösteri.
    * Gösteriş.
    nümayişçi * Bir gösteride yer alan kimse, gösterici.
    * Gösterişçi.
    nümayişkâr * Gösteri ile, gösterişile ilgisi olan.
    nüsha * Birbirinin tıpkısı olan yazılışeylerin her biri.
    * (gazete, dergi vb. için) Sayı.
    * Benzer, aynı, kopya.
    nütasyon * Bkz. üğrüm.
    nüvaziş * Bkz. nevaziş.
  • Türkçe Sözlük N Sayfa 22

    Nogay * Altın Ordu devleti baş buğlarından biri olan Nogay’ın yönetimindeki Kıpçaklara verilen ad.
    * Bugün Kuzey Kafkasya’da yaşayan bir Türk boyunun adı.
    Nogayca * Nogay dili.
    nohudî * Kirli veya donuk sarı(renk).
    nohut * Baklagillerden, birleşik telek yapraklı, çiçekleri sarımtırak renkte, meyvesi baklamsı, bol nişastalı bir bitki
    (Cicer arietinum).
    * Bu bitkinin yuvarlak tanesi.
    nohut oda, bakla sofa * bir evin küçüklüğünü ve darlığınıanlatmak için söylenir.
    nohutlu * (genellikle yiyecekler için) İçine nohut katılmış.
    nohutsuz * Nohudu olmayan.
    nokra * Büveleğin sebep olduğu, daha çok davar ve sığırlarda, seyrek olarak insanlarda rastlanan, ortasıdelik
    şişkinliklerle tanınan hastalık.
    noksan * Eksik, eksiklik, kusur.
    noksan bulmak * beğenmemek, uygun bulmamak.
    noksanlık * Noksan olma durumu, eksiklik.
    noksansız * Eksiksiz (bir biçimde).
    nokta * Çok küçük boyutlarda işaret, benek.
    * Hiçbir boyutu olmayan işaret.
    * Bazıharflerin üzerine konulan ufak işaret.
    * Cümlenin bittiğini anlatmak için sonuna konulan küçük benek biçimindeki işaret, durak.
    * Yer.
    * Konu, konu ile ilgili önemli bölüm.
    * Tek nöbetçi bulunan yer.
    * Sınır, derece, radde.
    * Nöbetçi, gözcü, bekçi.
    nokta memuru * Kavşaklarda durup trafik akışını düzenleyen görevli.
    nokta nokta * Hafif hafif, belli belirsiz.
    noktacı * Noktacılıkla ilgili, noktacılığıuygulayan (kimse).
    noktacılık * (resimde) Tonların bölünmesini yan yana renkli noktalarla göstererek, ışığın titreşimini daha iyi yansıtmak
    isteyen sanat anlayışı.
    noktainazar * Görüş, görüşaçısı.
    noktainazardan * herhangi bir bakımdan.
    noktalama * Noktalamak işi.
    * Bir filmin çekim, sahne, ayrım, bölüm gibi çeşitli parçalarını birbirinden ayırmakta kullanılan işlemlerin
    bütünü.
    noktalama işareti * Noktalama işaretleri.
    noktalama işaretleri * Cümle veya yan cümledeki türlü ögeleri birbirinden ayırmaya yarayan, nokta, virgül, noktalıvirgül, iki
    nokta, üç nokta, soru işareti, ünlem işareti, parantez vb. işaretleri.
    noktalamak * Nokta koymak.
    * Yazıda noktalama işaretlerini yerli yerine koymak.
    * Sona erdirmek.
    noktalanma * Noktalanmak işi.
    noktalanmak * Noktalamak işi yapılmak.
    noktalayış * Noktalamak işi veya biçimi.
    noktalı * Nokta konmuşolan, üstünde noktalar olan.
    noktalıdelik * Trakeit hücreleri ile öz ışınların kesişme noktalarında bulunan ve yatay yönde besin suyu iletimini sağlayan
    geçişyolu.
    noktalıvirgül * Bağımsız fakat mantıkî açıdan birbirini bütünleyen cümleleri bağlayan noktalama işareti (;).
    noktasınoktasına * Eksiksiz, tastamam, tamamen.
    noktasız * Noktası olmayan.
    nom * Eski Mısır’da şehir devletlerine verilen isim.
    nominal * Ad belirtilerek yapılan.
    nominal değer * Hisse senedi, tahvil vb. için üzerinde belirtilmişdeğer.
    nominalizm * Adcılık, isimcilik.
    nominatif * Yalın durum.
    nomografi * Sayısal hesaplar yerine, başka çizgilerle kesim noktalarıçözümleri veren, uygun biçimde çizilmişçizgi veya
    grafiklerden yararlanmaya dayanan yöntem.
    nonfigüratif * İnsanı, hayvan ve tabiat ögelerini işlemeyen sanat, betisiz sanat.
    nonoş * Sevgi sözü olarak söylenir.
    * Homoseksüel erkek.
    non-stop * 343 duraksız.
    norm * Kural olarak benimsenmiş, yerleşmişilke veya kanuna uygun durum, düzgü.
    normal * Kurala uyan, alışılagelene uyan, düzgüye uygun, düzgülü.
    * Bu durumda olan şey.
    * Bir eğrinin bir teğetine değme noktasından çizilen dikme.
    normalaltı * Bir eğriye ilişkin normalin, bir doğruyu kestiği nokta ile normalin ayağıarasındaki parçanın o doğru
    üzerindeki iz düşümü.
    normalleşme * Normalleşmek işi.
    normalleşmek * Normal duruma gelmek, normal olmak.
    normalleştirme * Normalleştirmek işi.
    normalleştirmek * Normal duruma getirmek.
    normallik * Normal olma durumu.
    normalüstü * Olağan dışı.
    normatif * Bir kural değerini, gücünü taşıyan, norma ilişkin, düzgüsel.