Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük C Sayfa 19

    cız sineği * Bir tür büvelek.
    cızbız * Izgarada pişirilmiş(et).
    cızgara * Toplu hâlde Türk müziği icra edilirken kullanılan bir yaylıçalgıtürü.
    cızık * Çizgi.
    * İz.
    cızıktırma * Cızıktırmak işi.
    cızıktırmak * Yazmak, karalamak.
    cızıldama * Cızıldamak işi.
    cızıldamak * Cızırdamak.
    cızıltı * Cızırtı.
    cızıltılı * Cızırtısı olan.
    cızır cızır * Pişmekte olan kebabın, yağda kızartılan yiyeceğin, kesilen camın veya yazıyazarken kamışkalemin
    çıkardığısesi anlatır.
    cızırdama * Cızırdamak işi.
    cızırdamak * Cızır cızır ses çıkarmak.
    * Boğazındaki gıcıktan dolayıkesik ve ince ses çıkarmak.
    cızırdatma * Cızırdatmak işi.
    cızırdatmak * Cızırdamasına yol açmak.
    * Kâğıt üzerinde ustaca kalem oynatmak veya beceriyle yazıyazmak.
    cızırtı * Cızırdama sesi.
    cızırtılı * Cızırdayan, cızırtısı olan.
    cızlam * Kaçma, savuşma.
    cızlama * Cızlamak durumu.
    cızlamak * Cız diye ses çıkarmak.
    * Cız etmek.
    cızlamıçekmek (veya cızlam etmek) * kaçmak, savuşup gitmek.
    -ci * Bkz. -cı/ – ci.
    cibilliyet * (huy ve ahlâk bakımından) Yaradılış, maya.
    cibilliyetsiz * Soysuz, sütü bozuk.
    cibilliyetsizlik * Cibilliyetsiz olma durumu.
    cibinlik * Sivrisinekten ve başka böceklerden korunmak için yatağın üstüne ve yanlarına gerilen çadır biçiminde tül.
    cibre * Sıkılıp suyu alınan üzüm ve başka meyvelerin posası.
    cici * Sevimli, cana yakın, hoş, güzel, hoşa giden.
    cici anne * Bazıçocukların, büyük annelerine veya o yaştaki kadın yakınlarına verdikleri ad.
    * Üvey ana, üvey anne.
    cici bici * Süslü giysi veya süs eşyası.
    cici mama * Kadınlarla düşüp kalkmaya başlayan toy bir erkekten söz edilirken onun bu ilişkilerine verilen ad.
    cicik * İnsan veya hayvan memesi.
    cicili bicili * Göze çarpan süslerle bezenmiş.
    cicim * Ensiz olarak dokunmuşparçaların yan yana eklenmesiyle oluşan, perde veya örtü olarak kullanılan nakışlı
    ince kilim.
    cicim ayı * Balayı, yeni evlilerin ilk haftalarda dillerinden düşürmedikleri sevgi sözü.
    cicim! * bir sevgi sözü.
    * alay yollu seslenme sözü.
    cicoz * Cam veya toprak bilyelerle oynanan bir çocuk oyunu.
    * Bu oyundaki bilyelerin her biri.
    * Hiç yok.
    cicozlama * Cicozlamak durumu.
    cicozlamak * Kaçmak, uzaklaşmak.
    cicozluk * Cicoz olma durumu.
    cidal * Savaşma, cenk.
    * Ağız kavgası, çekişme.
    cidalci * Savaşçı.
    cidar * Duvar.
    * Çeper.
    cidden * Şakasız olarak, gerçekten.
    ciddî * Şaka olmayan, gerçek.
    * Ağırbaşlı.
    * Titizlik gösterilen, önem verilen.
    * Tehlikeli, endişe veren, ağır, vahim.
    * Eğlendirme amacı gütmeyen.
    * Gülmeyen.
    * Güvenilir, sağlam.
    * Önemli.
    * Önem vererek, gerçek olarak.
    ciddî ciddî * Ciddî bir biçimde, ciddî olarak.
    ciddîleşme * Ciddîleşmek işi.
    ciddîleşmek * Ciddî bir durum almak.
    ciddîlik * Ciddî davranış.
    * Ciddî durum.
    ciddiye almak * inanmak, gerçek sanmak, önem vermek.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 20

    ciddiyet * Ciddîlik, ağırbaşlılık.
    ciddiyetsiz * Ciddiyeti olmayan, lâubali.
    ciddiyetsizlik * Ciddiyetsiz olma durumu.
    cif * Bir malın fiyatına sigorta ve navlun ücretinin de katılmışolduğunu gösteren İngilizce bir terimin baş
    harflerinden oluşturulmuş bir kısaltma.
    cife * Leş.
    * İğrenç şey.
    cigara * Bkz. sigara.
    ciğer * Akciğerlerle karaciğerin ortak adı.
    * (kasaplıkta) Akciğer, yürek ve karaciğerin oluşturduğu takım.
    * Yürek, iç.
    ciğer acısı * Evlât acısı.
    ciğer kebapçısı * Ciğer kavurup satan kimse.
    ciğer otları * Yapraklarıkara yosunlarından bir bitki sınıfı.
    ciğer otu * Düğün çiçeğigillerden, çok yıllık otsu bir bitki (Hepatica).
    ciğer sarma * İnce kıyılmışak ve karaciğer, pirinç, yağ, çam fıstığı, kuşüzümü, yeşil soğan, yumurta ve baharat
    karışımıyla fırında pişirilen bir kebap türü.
    ciğer sotesi * Sote.
    ciğer yarası * Ciğer acısı.
    ciğer, kebap olmak * büyük bir acıya uğramak, yüreği yanmak.
    ciğerci * Kesilen hayvanların ciğer, baş, ayak, işkembe gibi parçalarınısatan kimse, sakatatçı.
    * Ciğer pişirip satan kimse.
    ciğerdeldi * Kumaşüzerine küçük delikler açılarak yapılan işleme.
    * Bu delikleri açmakta kullanılan ucu sivri küçük araç.
    ciğeri (veya yüreği) sızlamak * çok acımak, derin bir acıma duygusuyla üzülmek.
    ciğeri beşpara etmez * değersiz, aşağılık (kimse).
    ciğeri parçalanmak * Bkz. yüreği parçalanmak.
    ciğeri yanmak * çok acıve sıkıntıçekmek, büyük bir acıya uğramak.
    ciğerimin köşesi * çok sevdiğim.
    * çok sevgili evlâdım.
    ciğerine işlemek * çok dokunmak, (söz, kötü davranış) etkilemek.
    ciğerini delmek * acıklı bir durum, kişiye dayanılmaz bir üzüntü vermek.
    ciğerini okumak * onun aklından geçenleri, gizli düşüncelerini bilmek.
    ciğerini sökmek * bir kimseyi çok büyük zararlara uğratmak.
    ciğerini yakmak * bir kimseye büyük bir acıçektirmek.
    ciğerinin içini bilmek * çok yakından tanımak, her türlü düşüncesini bilmek.
    ciğerleri bayram etmek * her zamankinden daha iyi cins sigara içen veya temiz havaya çıkan kişilerin söylediği söz.
    ciğerpare * Çok sevilen (kimse).
    cihan * Evren, âlem.
    * Dünya.
    cihangir * Dünyanın büyük bir bölümünü eline geçiren.
    cihangirane * Ülkeler fetheden cesur kahraman.
    cihangirlik * Cihangir olma durumu.
    cihanıtutmak * dünyayıtutmak.
    cihannüma * Her yanı görmeye elverişli, camlıçatıkatıveya taraça, kule.
    * Dünya haritası.
    cihanşinas * Dünyayıtanımış, herşeyi yerli yerinde bilen kimse.
    cihanşümul * Evrensel, üniversal.
    cihar * (tavla oyununda zarlar için) Dört.
    ciharıdü * Oyunda zarlardan birinin dörtlü, öbürünün ikili düşmesi.
    ciharıse * Oyunda zarlardan birinin dörtlü, öbürünün üçlü düşmesi.
    ciharıyek * Oyunda zarlardan birinin dörtlü, öbürünün birli düşmesi.
    cihat * Din uğruna yapılan savaş.
    cihat açmak * savaşiçin çağrıyapmak.
    cihaz * Aygıt, alet, takım.
    * Çeyiz.
    cihazlanma * Donanıma sahip olma, teknolojik gelişmelerin en son ürünleriyle donatılma.
    cihazlanmak * Teknolojik gelişmelerin en son ürünleriyle donatılmak.
    cihet * Yön, yan, taraf.
    cihetiyle * -den dolayı, -den ötürü, sebebiyle.
    -cik * -cık / -cik.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 21

    -cil * -cıl / -cil.
    cilâ * Bir şeyi parlatmak için kullanılan kimyasal birleşik.
    * Parlaklık.
    * Gereksiz süs, gösteriş.
    cilâ topu * Cilâ eriyiğini yüzeye sürtmede kullanılan, dışıdokuma bezden, içi yıkanmışyün veya pamuktan hazırlanan
    topaç.
    cilâ vermek * aydınlatmak.
    cilâ yağı * Cilâ topunun, cilâlanacak yüzeyde kolayca kaymasınısağlayan, asitsiz, renksiz ve reçinesiz ince yağ.
    cilâcı * Cilâ yapan, eşyaya cilâ vuran kimse.
    cilâcılık * Eşyaya cilâ vurma işi.
    cilâlama * Cilâlamak işi.
    cilâlamak * Cilâ sürmek, cilâ vurmak.
    * Pürüzünü gidererek parlatmak.
    * Neşesini artırmak.
    cilâlanma * Cilâlanmak işi.
    cilâlanmak * Cilâlamak işine konu olmak.
    cilâlatma * Cilâlatmak işi.
    cilâlatmak * Cilâlamak işini yaptırmak.
    cilâlı * Cilâsı olan, cilâ sürülmüş, cilâ ile parlatılmış, mücellâ.
    CilâlıTaşDevri * Tarihten önceki zamanların ayrıldığıüç devirden biri.
    cilâsız * Cilâ sürülmemişveya cilâsıkalmamışolan.
    cilâsun * Yiğit, eli çabuk, becerikli kimse.
    cilban * Çok küçük taneli fasulye.
    cilbent * Klâsör.
    cildiye * Deri hastalıkları, dermatoloji.
    cildiyeci * Deri hastalıklarıuzmanı, dermatolog.
    cildiyecilik * Cildiyeci olma durumu.
    cilt * Deri, ten.
    * Formalarıveya yaprakları birbirine dikilerek veya yapıştırılarak bir kitaba geçirilen deri, bez veya kâğıtla
    kaplıkapak.
    * Bir eserin ayrıayrı basılan bölümlerinden her biri.
    cilt evi * Cilt işleri yapan dükkân, ciltçi.
    cilt kapağı * Forma veya fasikül hâlinde yayımlanan eserlerin bir örnek ciltlenip kullanılması için hazırlanan bez veya
    plâstik kaplanmışkalın karton.
    ciltçi * Kitaplarıciltleyen kimse, mücellit.
    * Cilt evi.
    ciltçilik * Ciltçinin işi, mücellitlik.
    ciltleme * Ciltlemek işi.
    ciltlemek * Kitaba cilt yapmak.
    ciltlenme * Ciltlenmek işi.
    ciltlenmek * Ciltlemek işi yapılmak.
    ciltletme * Ciltletmek işi.
    ciltletmek * Ciltlemek işini yaptırmak.
    ciltli * Ciltlenmişolan.
    ciltlik * Cilt yapmaya yarayan malzeme.
    * Ciltlerden oluşan takım.
    ciltsiz * Ciltlenmemişolan.
    cilve * Hoşa gitmek için yapılan davranış, kırıtma, naz.
    * Görünme, ortaya çıkma, tecelli.
    cilve etmek (veya yapmak) * nazlanmak, kırıtmak.
    cilvebaz * Cilve yapan, cilveli davranan kimse.
    cilvekâr * Cilveli.
    cilvelenme * Cilvelenmek işi.
    cilvelenmek * Cilve yapmak.
    cilveleşme * Cilveleşmek işi.
    cilveleşmek * Karşılıklıcilve yapmak.
    * Birbirine çok yakın arkadaşmışgibi takılmak.
    cilveli * Cilvesi olan, cilve yapan, cilvekâr.
    cilvesiz * Cilvesi olmayan.
    cim * Arap alfabesinde c sesini gösteren harfin adı.
    cim karnında bir nokta * hiçbir bilgisi olmayan, cahil.
    * acemi, toy.
    cima * (insanlarda) Çiftleşme, cinsel ilişki.
    cimbakuka * Çelimsiz ve biçimsiz (kimse).
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 11

    celep * Koyun, keçi, sığır gibi kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse.
    * Topkapı, Galata, İbrahim Paşa ve Edirne saraylarına alınıp türlü devlet hizmetleri için aday olarak
    yetiştirilen genç.
    celeplik * Koyun, keçi, sığır gibi kesilecek hayvanların ticaretini yapma işi.
    celî * Açık, aşikâr.
    * Parlak, cilâlı.
    celî yazı * (Arap harfleriyle) Uzaktan okunacak biçimde istif edilmişiri sülüs levha yazısı.
    celil * Çok büyük, ulu.
    * Tanrı’nın sıfatlarından biri.
    cellât * Ölüm cezasına çarptırılanlarıöldürmekle görevli olan kimse.
    * Acımasız, katıyürekli, kolaylıkla suç işleyen, zalim.
    cellât gibi * acımasız.
    cellâtlık * Cellâdın görevi.
    * Katıyüreklilik, zalimlik.
    celp * Getirtme, kendi üzerine çekme.
    * Mahkeme tarafından dava edene, edilene veya tanıklara gönderilen çağrı belgesi.
    * Askerlik ödevini yapmaya çağırma.
    celp etmek * kendine çekmek.
    * getirmek.
    celp kâğıdı * Çağrıkâğıdı, çağrı belgesi, celpname.
    celpname * Celp kâğıdı, çağrı belgesi.
    celse * Oturum.
    celseyi açmak * oturumu açmak.
    celseyi tatil etmek * oturuma ara vermek.
    cemaat * Bir imama uyup namaz kılan kişiler.
    * İnsan kalabalığı.
    * Bir dinden veya bir soydan olanların topluluğu.
    cemaat ne kadar çok olsa (veya cami ne kadar büyük olsa) imam gene bildiğini okur * bir yetkili kimse, çevresindekilerin düşüncesi ne olursa olsun kendi istediğini yapmaya çalışır.
    cemaate uymak * içinde bulunulan bir topluluğa uyarak davranmak.
    cemaatimüslimin * Müslüman halk.
    cemaatle namaz kılmak * imama uyarak namaz kılmak.
    cemaatleşme * Cemaatleşmek işi veya durumu.
    cemaatleşmek * Cemaat hâline gelmek.
    cemaatli * Cemaati olan.
    cemaatsiz * Cemaati olmayan.
    cemaatsizlik * Cemaatsiz olma durumu.
    cemadat * Cansızlar, cansız varlıklar.
    cemal * Yüz güzelliği.
    cem’an * Toplayarak, toplam olarak, hepsi.
    cem’an yekûn * Toplam olarak, hepsinin tamamı.
    cemaziyülâhır * Ay takviminin altıncıayı, küçük tövbe ayı.
    cemaziyülevvel * Ay takviminin beşinci ayı, büyük tövbe ayı.
    cemaziyülevvelini bilmek * bir kimsenin herkesçe bilinmeyen, geçmişteki kötü bir yönünü veya kötü durumunu bilmek.
    cembiye * Bir çeşit eğri kama, hançer.
    cembiyeli * Cembiyesi olan.
    cembiyesiz * Cembiyesi olmayan.
    cemetme * Cemetmek işi.
    cemetmek * Toplamak, bir araya getirmek.
    cemi * Bütün, hep, (bir şeyin) hepsi, (bir şeyin) tümü.
    * Toplama.
    * Toplama.
    * Çoğul, çokluk.
    cemil * (erkek için) Güzel.
    * Tanrı’nın sıfatlarından biri.
    cemile * (kadın için) Güzel.
    * Gönül alıcıdavranış.
    cemilendirme * Çoğullandırma işi.
    cemilendirmek * Çoğullandırmak, çokluk hâline getirmek.
    cemilenme * Çoğullanma işi.
    cemilenmek * Çoğullanmak.
    cemiyet * Dernek.
    * Topluluk, toplum.
    * Düğün.
    * Birbirine uygun veya zıt anlamlıkelimeleri tenasüp veya tezat sanatlarıyoluyla bir araya getirme.
    * Bir olayıveya kişiyi kutlama amacıyla bir araya gelen topluluk.
    cemiyetli * Cemiyet içinde geçen, derli toplu, dağınık olmayan.
    cemre * Şubat ayında birer hafta aralıklarla önce havada, sonra suda ve en sonra toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık
    yükselişi.
    cemre düşmek * sıcaklık yükselişi o hafta içindeki günde başlamak.
    cenabet * Cünüp.
    * Pis, kötü, hoşlanılmayan kimse veya şey.
    Cenabıhak * Allah, Tanrı.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 12

    cenah * Kuşkanadı.
    * Kol, pazı.
    * Yan, taraf.
    * Savaşdüzenindeki ordunun iki yanından her biri.
    cenap * Saygı, onur ve büyüklük anlamıyla kullanılır.
    cenaze * Kefenlenip tabuta konmuş, gömülmeye hazırlanmışinsan ölüsü.
    * Cenaze töreni.
    cenaze alayı * Ölüyü kaldırma töreni veya bu törende yer alan veya cenazeyi izleyen topluluk.
    cenaze duası * Cenaze defnedilirken okunan dua.
    cenaze gibi * benzi sararmış.
    cenaze levazımatı * Ölünün kefenlenmesi sırasında gerekli olan malzemeler.
    cenaze merasimi * Cenaze töreni.
    cenaze namazı * Cenaze gömülmeden önce musalla taşının üstüne konan tabutun önünde kılınan namaz.
    cenaze töreni * Cenaze namazından mezara kadar yapılan dinî tören.
    cenazeyi kaldırmak * ölüyü gömmek üzere götürmek; gömmek.
    cenbiye * Ağzıeğri bir tür Arap bıçağı.
    cendere * Bir şeyi sıkmak, ezmek gibi işlerde kullanılan mekanizma, pres.
    * Manevî baskı.
    cendereleşme * Cendereleşmek işi.
    cendereleşmek * Manevî baskıaltında mücadele etmek.
    cendereye sokmak * manevî baskıaltına almak.
    Cenevizli * Ceneviz (bugünkü Cenova şehri) Cumhuriyeti halkından olan kimse.
    cengâver * Savaşçı.
    * İyi dövüşen, dövüşçü, savaşkan, vuruşkan.
    cengâverce * Cengâvere yakışır biçimde.
    cengâverlik * Savaşçılık, savaşkanlık, dövüşçülük.
    cengel * Otlarla ve sık ağaçlarla örtülü genişHindistan ormanlarına verilen ad.
    cenin * Ana rahminde doğma zamanınıtamamlayamamışveya vaktinden önce düşmüşçocuk.
    ceninisakıt * Düşük.
    cenk * Savaş, kavga.
    * Büyük çaba, uğraş, kavga; çekişme.
    cenk etmek * savaşmak, mücadele etmek.
    cenkçi * Savaşçı, kavgacı.
    cenkçilik * Cenkçi olma durumu.
    cenkleşme * Cenkleşmek işi.
    cenkleşmek * Savaşmak.
    * Atışmak, çekişmek, münakaşa etmek.
    cennet * Dinî inanışlara göre, iyilik yapanların, günahsızların, öldükten sonra sonsuz bir mutluluğa kavuşacakları
    yer; uçmak (II).
    * Çok güzel, huzur veren yer.
    cennet balığı * Cennet balığı gillerden, mavi yeşil zemin üzerine bakır rengi çizgili tropikal balık (Macropodus
    viridiauratus).
    cennet balığı giller * Kemikli balıklar takımının kefallar alt takımına giren bir familya.
    cennet biberi * Zencefilgillerden karabiber tadında bir bitki.
    cennet gibi * güzel, bakımlı(yer).
    cennet kuşu * Cennet kuşugillerden, tüyleri güzel renkli bir kuş(Paradisea apoda).
    * Güzel, alımlıkadın.
    * Henüz pek küçükken ölen bebek.
    cennet kuşugiller * Omurgalıhayvanlardan kuşlar sınıfının bir familyası.
    cennet öküzü * Yüreği temiz ama budala denecek kadar saf kimse.
    cennet taamı * Tadıçok güzel olan yemek veya yiyecek.
    cennete çevirmek * temiz, bakımlı, güzel bir yer durumuna getirmek.
    cennete dönmek * güzel, rahat yaşanılır, bakımlı bir yer durumuna gelmek.
    cennetleşme * Cennetleşmek durumu.
    cennetleşmek * Cennet durumuna girmek.
    * Cennetin güzellikleriyle donanmak.
    cennetlik * Öldükten sonra yerinin cennet olacağına inanılan (kimse).
    * (ölmüşkimse için) Yeri cennet olan, cennetmekân.
    cennetmekân * Cennetlik.
    centilmen * İyi arkadaşlık eden, saygılı, görgülü, kibar (erkek).
    centilmence * Centilmene yakışır (bir biçimde).
    centilmenlik * Centilmen olma durumu.
    * Centilmene yakışır davranış.
    centilmenlik antlaşması * Hukukî ve resmî olmayan, ancak tarafların karşılıklı güvenlerine dayanan sözlü antlaşma.
    cenubî * Güneyle ilgili, güneye özgü olan, güney.
    cenup * Güney.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 1

    C * Karbon’un kısaltması.
    * Elektrik kapasitesinin kısaltılması.
    c, C * Türk alfabesinin üçüncü harfi. Ce adıverilen bu harf ses bilimi bakımından ötümlü katışık diş- dişeti
    ünsüzünü gösterir.
    * Nota işaretlerini harflerle gösterme yönteminde do sesini gösterir.
    * Romen rakamlarında 100 sayısını gösterir.
    Ca * Kalsiyum’un kısaltması.
    -ca / -ce, -ça / -çe * Vurgusuz zarf eki: Kısa-ca, iyi-ce, açık-ça, mert-çe vb.; dil adlarıtüretir: Alman-ca, İngiliz-ce, Rus-ça, Türkçe vb. “bakımından” anlamına zarf türetir: Para-ca, yaş-ca vb. “-a göre” anlamına zarf türetir: Onlar-ca, biz-ce, ben-ce,
    sen-ce vb. “tarafından” anlamına zarf türetir: Bakanlık-ça, hükümet-çe vb. “kadar” anlamına zarf türetir: Bun-ca, onca vb. sayıca eşitlik bildiren zarflar türetir: Yüzyıllar-ca, aylar-ca, günler-ce, binler-ce vb. topluluk beraberlik anlatan
    zarflar türetir: Aile-ce, ev-ce, köy-ce vb.
    -ca / -ce, -ça / -çe * Sıfatlardan küçültme sıfatlarıtüreten ek: Sarışın-ca, esmer-ce, soluk-ça, sert-çe vb.
    caba * Bir şey ödemeden, para vermeden alınan şey, bedava.
    * Fazla olarak, üstelik.
    cabadan * Bedava olarak, karşılıksız, fazladan.
    cacık * Yoğurt, ayran içine hıyar veya marul doğranarak yapılan, çoğu kez sarımsaklı, iştah açıcıyiyecek.
    cacık * Bir tür ot.
    -cacık / -cecik * Zarf türeten ek (vurgusuz): hemen-cecik, yavaş-çacık, usul-cacık vb.
    cadaloz * Çok konuşan, huysuz ve şirret (kadın, kocakarı).
    cadalozlaşma * Cadalozlaşmak işi.
    cadalozlaşmak * Cadaloz gibi davranmak.
    cadalozluk * Cadaloz olma durumu.
    cadde * Şehir içinde ana yol.
    caddeyi tutmak * herhangi bir sebeple bir yoldan geçişi engellemek, kapamak.
    * (korkulu bir durumda) başınıalıp gitmek, uzaklaşmak.
    cadı * Geceleri dolaşarak insanlara kötülük ettiğine inanılan hortlak.
    * Huysuz, çirkin, ihtiyar kadın.
    * Çok güzel göz.
    cadı gibi * saçı başıdağınık, tırnaklarıuzun ve pis kadınlar için kullanılır.
    * çok becerikli.
    cadıkazanı * dedikodunun, fesadın çok olduğu yer.
    cadılaşma * Cadılaşmak işi.
    cadılaşmak * (kadın) Çirkinleşip huysuzlaşmak.
    * Bitki bakımsızlıktan yabanîleşmek.
    cadılık * Cadıya yakışır davranış, huysuzluk.
    cadılık etmek * huysuzluk etmek, cadı gibi davranmak.
    cadısüpürgesi * Emeçleri özellikle dal uçlarındaki kabuk altında sıkı bir ağörerek çekirdekli yemişağaçlarının
    çiçeklenmesine, dolayısıyla meyve verimine engel olan asklımantar (Taphrina cerasi).
    * Bu mantarın yol açtığı bitki hastalığı.
    cafcaf * Gösteriş, şatafat.
    * Ağız kalabalığı ile bir şeyi elde eden, şirret.
    cafcaflı * Gösterişli, fazla şık, şatafatlı.
    * Karışık, gürültülü patırtılı, tehlikeli.
    Caferî * Şiîliğin bir kolu ve bu koldan olan kimse.
    cağ * Parmaklık, korkuluk.
    cağ * Büyük bez veya deri torba, cav.
    cağ * Lavabo, banyo.
    * Hamam, duş, banyo vb. yerlerde atık suyun akmasınısağlayan zemindeki delik.
    cağlık * Dokumacılıkta, çözgü makinesinde çözgü ipliği bobinlerinin desen ve renk sırasına göre yerleştirildiği
    sehpa.
    cahil * Öğrenim görmemiş, okumamış, bilgisiz.
    * Belli bir konuda yeterli bilgisi olmayan.
    * Deneysiz, genç, toy (delikanlıveya kız).
    cahil kalmak * bilgi edinememek, bilgisi olmamak.
    cahilâne * Cahilce, cahile yakışır (biçimde).
    cahilce * Cahil gibi, cahile yakışır (biçimde).
    cahiliye * Araplarda Müslümanlıktan önceki çağ.
    cahiliyet * Cahillik, bilgisizlik.
    cahillik * Cahil olma durumu, bilgisizlik.
    * Gençlik, toyluk, deneysizlik ve bu yüzden işlenen kusur.
    cahillik etmek * bilgisizliğini göstermek.
    * gençlik, toyluk, deneysizlik yüzünden kusur işleme.
    caiz * Din, yasa, töre veya başka bakımdan işlenmesinde, yapılmasında sakınca olmayan, yapılıp işlenmesine izin
    verilen, uygun, yerinde sayılan, yakışık olan.
    caize * Şairlerin kasidelerle övdükleri büyükler tarafından kendilerine verilen bahşiş.
    * Yazıda bir sözün olduğu gibi tekrarlandığını göstermek için alt hizasına konulan tırnak biçimindeki
    noktalama işareti.
    * Yol yiyeceği, azık.
    -cak / -cek, -çak / -çek * Küçültme isimleri türeten ek: Yavru-cak, kuzu-cak vb.
    caka * Gösteriş, çalım, kabadayılık, fiyaka.
    caka satmak * gösterişyapmak, çalım satmak.
    caka yapmak * gösterişli davranmak, fiyakalıdurumda olmak.
    cakacı * Caka yapmayıseven.
    cakacılık * Cakacı olma durumu veya cakalıdavranış.
    cakalanma * Caka satma.
    cakalanmak * Caka satmak.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 2

    cakalı * Cakası olan, caka ile yapılan, gösterişli.
    cakasız * Cakası olmayan.
    calî * Yapmacıklı, düzme, sahte.
    calip * Celp eden, çeken, çekici.
    Calvinci * Bkz. Kalvenci.
    Calvincilik * Bkz. Kalvencilik.
    cam * Soda veya potas katılmışsilisli kumun ateşte eritilmesiyle yapılan sert, saydam ve çabuk kırılır cisim.
    * Tümü veya bir bölümü bu maddeden yapılmış, sırça.
    * Pencere.
    * Kadeh, içki.
    cam çivisi * Yaklaşık çapları1 mm, boyları1,5-2,5 cm arasında değişen ince ve başsız tel çivi.
    cam evi * Cam takma işleri yapılan dükkân, camcı.
    * Çerçevelerde camın yerleştirilmesi için açılan yiv.
    cam gibi * arkası görünen, saydam, şeffaf.
    * (göz için) donuk, cansız.
    cam göz * Gözü takma olan.
    * Aç gözlü, tamahkâr.
    cam kanatlılar * Kurtçukları, elma, kayın, kavak, meşe ve gürgen ağaçlarına zarar veren, kanatlarıcamsı, hortumları
    körelmişkelebekler familyası.
    cam macunu * Camıyuvasına tutturmak ve yalıtkanlık sağlamak amacı ile kullanılan bezir yağıve üstübeç karışımı.
    cam mozaik * Renkli taşparçalarıyerine cam parçalarından yapılan mozaik.
    cam resim * Renkli camların kesilip birbirlerine kurşun çubuklarla bağlanması ile yapılan süs veya resim.
    cam suyu * Potas veya sodanın kuvars ile eritilmesinden elde edilen, ağacın böceklere ve ateşe direncini artıran renksiz
    sıvı.
    cam yuvası * Cam evi.
    cam yünü * Çok ince, bükülebilir cam liflerinin oluşturduğu ısıve ses yalıtımında kullanılan madde.
    camadan * Çapraz düğmeli, ipek veya sırma işlemeli bir tür kısa yelek.
    * Dört köşe yelkenleri boğarak yüzeylerini küçültme işi.
    camadan vurmak * fazla rüzgâra karşıyelkeni kasmak.
    camadanıfora etmek * bağlarıkoyuverip kısılmışyelkeni açmak.
    camadanlı * Camadan giymişolan.
    cambaz * Yerde ve tel, at, bisiklet vb. üzerinde dengeye dayanan, tehlikeli, heyecan verici gösterileri yapan kimse,
    akrobat.
    * At alıp satan veya yetiştiren kimse.
    * Usta, becerikli kimse.
    * Kurnaz, hileci.
    * OsmanlıDevletinde atlı olan ve savaşlarda padişahın önünde düşmana karşı ilk saldırıya geçen birlik.
    cambazhane * Cambazların oyunlarını gösterdikleri yer.
    cambazlık * Cambazın işi veya mesleği, akrobatlık, akrobasi.
    * At alıp satma veya yetiştirme işi.
    * Kurnazlık, hilecilik.
    cambul cumbul * (yemek için) Çok sulu, suyu bol.
    camcı * Cam ticaretini veya cam takmayımeslek edinmişkimse.
    * Evin içini pencereden gözetleyen kimse.
    camcıelması * Ucundaki küçük, dönebilen elmas parçası ile camıçizerek kesmeye yarayan araç.
    camcımacunu * Cam ile çerçeve arasındaki aralıklarıkapatmakta kullanılan ve kaba üstübeçle bezir yağından yapılan
    hamur.
    camcılık * Cam alıp satma veya takma işi.
    * Evin içini pencereden gözetleme.
    camekân * Göstermelik, satılık şeylerin sergilendiği camlı bölme veya yer, sergen, vitrin.
    * Bir yeri, bir veya daha çok bölüme ayıran cam bölme, camlık.
    * Ser (II).
    * Hamamlarda soyunulan camlıyer.
    * Gözlük.
    camekânlı * Camekanı olan (yer).
    camekânlıkutu * Televizyon.
    camekânsız * Camekânı olmayan.
    camgöbeği * Yeşile çalar mavi renk.
    * Bu renkte olan.
    camgöz * Deniz kıyısına yakın yaşayan, boyu bir buçuk metre kadar olan, eti lezzetli bir tür köpek balığı(Galeius
    canis).
    camgüzeli * Evlerde süs olarak yetiştirilen, pembe, kırmızıçiçekler açan bir tür kına çiçeği (Impatiens sultanı).
    camıçerçeveyi indirmek * etrafıkırıp dökmek, her şeyi parçalayıp dağıtmak.
    camız * Manda, su sığırı, kömüş.
    cami * Müslümanların hep birlikte namaz kılmak için toplandıklarıyer.
    cami * Toplayan, bir araya getiren.
    * İçine alan, içinde bulunduran.
    cami yıkılmış, ama mihrabıyerinde * yaşlandığıhâlde güzelliği bozulmamış(kadın).
    camia * Topluluk, zümre.
    camit * Cansız.
    * Donmuş.
    camlama * Camlamak işi.
    camlamak * Cam geçirmek, cam takmak.
    camlanma * Camlanmak işi.
    camlanmak * Cam takılmak.
    camlaşma * Camlaşmak işi.
    camlaşmak * Cama benzer duruma gelmek.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 3

    camlatma * Camlatmak işi.
    camlatmak * Cam taktırmak.
    camlı * Cam takılmış, cam geçirilmiş, camı olan.
    camlıköşk * Saraylarda veya bahçelerde soğuktan korunmak için camla örtülmüşoda, salon.
    camlık * Camlıçerçeve ile bölünmüşyer.
    * Çiçek, sebze gibi bitkileri dışetkenlerden korumak için yapılmışküçük limonluk, camekân.
    camsı * Cam gibi saydam, cama benzer.
    * Yerin içinden yüze çıkan erimişsıcak maddelerin, soğuma sırasında billûrlaşmayıp biçimsiz olarak
    katılaşmışdurumu.
    camsız * Camı olmayan.
    can * İnsan ve hayvanlarda yaşamayısağladığına ve ölümle vücuttan ayrıldığına inanılan madde dışıvarlık.
    * Yaşama, hayat.
    * Güç, dirlik.
    * Kişi, birey.
    * İnsanın kendi varlığı, özü.
    * Gönül.
    * Bektaşîlik ve Mevlevîlikte tarikat kardeşi.
    * Yakınlık duygusu belirten bir seslenme sözü.
    * Çok içten, sevimli, sevilen, şirin.
    can acısı * Vücudun herhangi bir yerinde duyulan şiddetli acı.
    can alacak nokta (veya yer) * bir şeyin en önemli yeri.
    can alıcı * En önemli, en çarpıcı.
    * Azrail.
    can alıp can vermek * ölüm sıkıntısıve acısı içinde bunalmak.
    can arkadaşı * Bkz. can dostu.
    can atmak
    can başüstüne * istenilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağınıanlatır.
    can başına sıçramak * çok korkmak.
    can bayılmak * iç geçmek, takatsizlik göstermek.
    can beraber * Çok sevgili.
    can beslemek * kaygısızca yiyip içip rahatına bakmak.
    * başkasının yiyeceğini, içeceğini sağlamak.
    can boğazdan gelir (veya geçer) * insan yiyeceğine önem vererek güçlenebilir veya yemeden yaşamak mümkün değildir.
    can borcunu ödemek * ölmek.
    can bunaltısı * Aşırıüzüntü sebebiyle canın sıkılma, bunalma hâli.
    can cana, baş başa * herkesin kendi canının, kendi başının kaygısına düştüğü bir tehlike anınıanlatır.
    * birbirini seven iki kişi bir arada yalnız olarak.
    can ciğer * Çok yakın, sıkıfıkı, pek içten (arkadaş).
    can ciğer kuzu sarması * içli dışlı, candan, pek içten.
    can ciğer olmak * birbiriyle çok yakın arkadaşolmak.
    can cümleden aziz * insanın kendisi herkesten önce gelir.
    can çabası * varlığınıkanıtlama amacıyla aşırı gayret.
    can çekişmek * ölmek üzere bulunmak.
    * sona ermek, tükenmek, bitmek.
    can çekişmektense ölmek yeğdir * bir işte çeşitli sıkıntıve üzüntülerle karşılaşıp olağanüstü gayret harcamaktansa o işten vazgeçmek daha
    iyidir.
    can çıkmayınca (veya çıkmadan) huy çıkmaz * insanıalışkanlıklarından, huylarından vazgeçirmek mümkün değildir.
    can damarı * En önemli veya hassas nokta, bir şeyin yaşaması için en önemli araç.
    can damarına basmak * bir işin en önemli yönü üzerinde durmak.
    can dayanmamak * bir şey karşısında insanın dayanıklılığıelden gitmek.
    can derdinde olmak * zor bir durumdan kurtulmaya çalışmak.
    can derdine düşmek * ölüm korkusuna kapılmak.
    can direği * Kemanın içinde, alt ve üst kapaklarıarasında dikili duran çubuk.
    can dostu * Pek içten dost.
    can düşmanı * Aşırıdüşmanlık güden kimse, öldürmeyi bile düşünen düşman.
    can eriği * Genellikle yeşilken yenen sert, sulu bir tür erik.
    can evi * Yüreğin altındaki bölge.
    * En duyarlıyer, yürek.
    can evinden vurmak * en etkileyici yönünden saldırmak.
    can feda * Çok imrenilen iyi veya güzel şeyler, davranışlar karşısında söylenir, can kurban.
    can gelmek * canlanmak, güçlenmek.
    can gözdesi * Sevgili.
    can havli * ölüm korkusu.
    can havli ile…
    * ölüm korkusundan doğan güçlü bir tepki ile.
    can kalmamak * bitkin bir duruma gelmek, gücü tükenmek.
    can kaygısına düşmek * her şeyden vazgeçip sadece kendi hayatınıkoruma veya kurtarma çabasında olmak.
    can korkusu * Bkz. can havli.
    can korkusu * Ölüm korkusu.
    can kulağı * çok yakın dost, sırdaş.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 4

    can kulağı ile dinlemek * büyük bir dikkatle dinlemek.
    can kurban * Can feda.
    can kuşu * Ruh.
    can noktası * En önemli husus, vurgulanması gereken yer.
    can olmak * sevimli, hoşgörünmek.
    can pahasına * canınıvererek veya tehlikeye koyarak.
    can pazarı * Herkesin kendi canının kaygısına düştüğü ve kendini kurtarmaya çalıştığı bir durum.
    can sağlığı * İnsanın sağve sağlıklı olması.
    can sevecek bir şey * hoşa gidecek bir şey.
    can sıkıcı * Üzüntü yaratan, üzücü.
    can sıkıntısı * yapılacak bir işolmamaktan ve hiçbir şeyle oyalanma imkânı bulunamadığı için duyulan tedirginlik,
    bunalım.
    can sıkmak * bıkkınlık vermek.
    can sohbeti * İçtenlikle konuşan çok yakın dostlar bir arada söyleşip dertleşme.
    can tahtası * Göğüs kemiği.
    can vermek * ölmek.
    * ruha güç vermek.
    * canlanmasına yol açmak.
    * bir şeyi çok istemek.
    can yakmak * zulmetmek, eziyet etmek.
    * bir kimseyi büyük zarar ve ziyana sokmak.
    * üzmek, acıvermek.
    can yeleği * Bkz. cankurtaran yeleği.
    can yoldaşı * Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan (kimse vb.).
    cana * Sevgiliye hitap sözü.
    cana can katmak * yaşama gücünü artırmak.
    cana kıymak * öldürmek.
    cana minnet saymak (veya bilmek) * bir lütuf olarak kabul etmek.
    cana yakın * Sevimli.
    cana yakınlık * Cana yakın olma durumu.
    canan * Gönülden sevilen, gönül verilmişolan kadın, sevgili.
    * (tasavvufta) Tanrı.
    canavar * Masallarda sözü geçen yabanî, yırtıcıhayvan.
    * Kurt, domuz gibi cana kıyan yaban hayvanı.
    * Haşarı, yaramaz çocuk.
    * Acımasız, kötü ruhlu, zalim (kimse).
    * Köpek balığı.
    canavar düdüğü * Taşıtlarda bulunan, tiz ses çıkaran alet.
    * Acıacıses çıkaran ve uzaklara kadar tehlike işareti vermek için kullanılan düdük.
    canavar gibi * iri yarı, saldırgan.
    * çok fazla.
    canavar kesilmek * hırçınlaşmak, canavar gibi olmak.
    canavar otu * Canavar otugiller familyasının örnek türlerinden olan ve kenevirle tütün köklerinin asalaklarından biri
    sayılan çiçekli bitki (Orobanche ramosa).
    canavar otugiller * Bitişik taç yapraklı iki çeneklilerden, tarım bitkilerine zarar veren asalak bir bitki familyası.
    canavarca * Canavar gibi, canavara uygun düşen biçimde.
    canavarlaşma * Canavarlaşmak işi.
    canavarlaşmak * Canavar gibi davranmak.
    * Korkunç, ürkütücü bir durum almak.
    canavarlık * Canavar gibi davranma.
    cancağız * Cancağızım sözünde sevgi ve teklifsizlik; cancağızı isterse deyiminde ise önemsemezlik anlatır.
    candan * İçten, yürekten, gönülden, samimî.
    * İçtenlikle, istekle, ilgiyle.
    candan candan * İçtenlikli bir biçimde.
    candan geçmek * ölmek.
    candan yürekten * içtenlikle.
    candanlık * Candan olma durumu.
    candarma * Jandarma.
    canfes * Üzerinde desen bulunmayan, ince dokunmuş, parlak, tok, ipekli kumaş.
    * Bu kumaştan yapılmış.
    canfes gibi yaprak * (asma ve dut yaprakları için) ince, taze ve sinirsiz yaprak.
    canfeza * Türk müziğinde çok az kullanılmış bir birleşik makam.
    cangıl * Bkz. cengel.
    * Karışıklık, kargaşa.
    cangıl cungul * Hayvanlara takılan çanların veya başka maden eşyanın çıkardığıkaba sesleri anlatır.
    * Bu biçimdeki gürültü.
    canhıraş * Yürek paralayan, kulak tırmalayan, acı, tüyler ürpertici.
    canıacımak * çarpma, vurma vb. sonucu acıduymak.
    * üzülmek, rahatsız olmak.
    canıağzına (veya boğazına) gelmek * büyük bir tehlike karşısında ölecekmişgibi bir korkuya kapılmak.
    * aşırıduygulanmak, çok heyecanlanmak.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 5

    canı burnuna (veya burnundan) gelmek * bir şey yaparken çok zorluk çekmek.
    canı burnunda olmak * çok yorgun ve bezgin olmak.
    canıcana ölçmek * başkasına yapılacak şeyi kendine yapılacak gibi düşünmek.
    canıcanına (veya içine) sığmamak * sabırsızlık göstermek, tahammül etmemek.
    canıcebinde * zayıf ahlâklıkimse.
    canıcehenneme * sevilmeyen bir kimse için duyulan öfke ve nefreti bildirir.
    canı çekilmek * (vücudun herhangi bir organı için) canlılığı azalır gibi olmak.
    * içi ezilmek.
    canı çekmek * bir şeyi istemek, istek duymak, arzulamak.
    canıçıkasıca! * “büyük zarara veya kötülüğe uğrasın, perişan olsun, ölsün” anlamlarında kullanılan bir ilenme sözü.
    canıçıkmak * çok yorulmak veya çok zorluk çekmek.
    * ölmek.
    * çok yıpranmak.
    canıçıksın! * “ölsün, gebersin” anlamında bir ilenme sözü.
    canı gelip gitmek * ayılıp bayılmak.
    * ümit ve ümitsizlik arasında kalıp heyecanlanmak.
    canı gelmek * yeniden canlanmak, canıyerine gelmek.
    canı gibi sevmek * çok güçlü bir sevgiyle bağlanmak.
    canı gitmek * özen gösterilen, çok sevilen bir şeye zarar gelecek diye kaygılanmak.
    canı gönülden (veya canıyürekten) * içtenlikle, çok isteyerek.
    canı ile oynamak * tehlikeli işlerle uğraşmak.
    canı ile uğraşmak * ağır hasta olmak, ölüm döşeğinde can çekişmek.
    * büyük sıkıntıya düşmek.
    canı istemek * heves duymak.
    canı isterse * (olumsuz bir cevap karşısında) “kabul etmezse etmesin!” anlamında kullanılır.
    canıpek * Acıya, sıkıntıya karşıdayanıklı.
    canısağolsun! * üzülmeye gerek olmadığınıkarşıtarafa bildirmek için kullanılır.
    canısıkılmak * içi sıkılmak, yapacak bir işi olmamaktan tedirginlik duymak.
    * keyfi kaçmak.
    * yarıüzülmek, yarıöfkelenmek.
    canısıkkın * keyfi kaçmış.
    canıtatlı * Sıkıntıya ve acıya katlanmak istemeyen.
    canıtez * Beklemeye dayanamayan, sabırsız.
    canıyanan eşek attan yüğrük olur * zarara veya kötülüğe uğrayan kimse acısınıçıkarmak için aşırıçaba harcar.
    canıyanmak * çok acıduymak.
    * acı bir deneme geçirmek; bir işte zarar görmek.
    canıyerine gelmek * yorgunluğu geçmek; sağlığını, gücünü kazanmak.
    canıyok mu? * birinin katlandığısıkıntıyı başkalarına örnek göstermek için söylenir.
    canıyürekten * Bkz. canı gönülden.
    canım ciğerim * içten bir sevgi seslenişi.
    canım dese, canım çıksın diyor sanmak * birinin en gönül okşayıcısözleri bile kendisine dokunmak, batmak.
    canım! * hoşnutsuzluk anlatır.
    * sevgi seslenişi olarak kullanılır.
    * (ca:nım) çok güzel, çok değer verilen.
    canımısokakta bulmadım * tehlikeye veya herhangi bir sıkıntıya katlanmaya hiç niyetim yok.
    canımın içi * şefkat veya sevgi seslenişi.
    canın isterse! * “dilediğin gibi olsun, sen bilirsin, bana göre hava hoş” anlamında kullanılır.
    canına acımamak * kendini düşünmeden, kendine bakmadan yaşamak.
    canına değmek * çok hoşlanmak.
    * ruhu şad olmak.
    canına düşkün * kendine iyi bakan, kendini koruyan.
    canına ezan okumak * bir kimsenin hakkından gelmek, öldürmek.
    canına geçmek, canına işlemek (veya canına kâr etmek) * çok etkilemek.
    canına kasdetmek * intihara kalkışmak.
    * birini öldürmeye hazırlanmak.
    canına kıymak * acımadan öldürmek.
    * kendini öldürmek.
    * gücünden fazla işgörerek aşırıderecede kendini yormak.
    canına minnet * beklenilmeyen iyi bir durumla karşılaşınca duyulan memnunluğu anlatmak için söylenir.
    canına okumak * berbat ve perişan etmek.
    canına rahmet * “Alllah rahmetini esirgemesin” anlamında kullanılır.
    canına susamak * ölmek istemek.
    * birini öldürmeyi istemek.
    canına tak demek (veya etmek) * dayanamaz duruma gelmek, sabrıkalmamak.
    canına tükürdüğümün (veya üfürdüğümün) * kızgınlık ve öfke belirtir.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 6

    canına yandığım (veya yandığımın) * sevgi, hayranlık veya öfke gibi türlü duygular anlatır.
    canına yetmek * katlanamayacak duruma gelmek, bezmek, bıkmak.
    canından bezmek (veya bıkmak, usanmak) * ölümü göze alacak kadar sıkıntı içinde olmak.
    canından geçmek * ölmek için hazır olmak.
    canını(bir yere) dar atmak * bir tehlikeden güçlükle kurtularak bir yere sığınmak.
    canınıacıtmak * birine acıvermek.
    canınıalmak * (Tanrı) öldürmek.
    * canınıverdirecek kadar memnun etmek.
    * sıkıntıya sokmak.
    canını bağışlamak * öldürülmesi gerekirken vazgeçmek.
    canını burnundan getirmek * çok yormak, fazla çalıştırmak.
    canınıcehenneme göndermek (veya yollamak) * öldürmek.
    canınıçıkarmak * hırpalamak, çok yormak, yıprandırmak.
    canınıdişine almak (veya takmak) * her tehlikeyi göze alarak işe girişmek.
    canınısıkmak * keyfini bozmak, neşesini kaçırmak.
    canınısokakta bulmak * sağlığıkorumak gerektiğini anlatan bir söz.
    canınıvermek * kendini feda etmek.
    * hiçbir şey esirgememek.
    * bir şeye çok düşkün olmak, çok sevmek.
    canınıyakmak * acıverecek biçimde cezalandırmak.
    * bir kimseyi, çok sıkıntıve zarara sokmak.
    canının derdine düşmek * canından başka bir şey düşünemeyecek kadar sıkıntıda olmak.
    canının içine sokacağı gelmek * çok hoşlanmak, çok sevmek.
    cani * Cinayet işlemişolan kimse, kıyacı.
    canice * Cani gibi, caniye yakışır (biçimde).
    canilik * Cani olma durumu.
    canip * Yan, taraf.
    caniyane * Cani gibi, canice.
    cankurtaran * Hastahane veya kliniklere hasta veya yaralıtaşımaya özgü araç, ambülâns.
    * Havuz veya plâjda yüzme bilmeyenleri uyaran, tehlikeden koruyan ve onlarıkurtaran kimse.
    cankurtaran çanı * Tipili veya sisli havalarda sığınacak veya yönelecek yeri yolculara, gemilere belli etmek için kullanılan çan
    (veya düdük).
    cankurtaran düdüğü * Cankurtaran çanı.
    cankurtaran gemisi * Karaya oturan, yanan veya batma tehlikesi ile karşıkarşıya kalan gemileri kurtarmaya yarayan gemi.
    cankurtaran kulübesi * Dağgeçitlerinde tipiden veya soğuktan korunmak icin sığınak olarak yapılmışkulübe.
    cankurtaran salı * Deniz kazalarında kullanılmak üzere gemilerde bulundurulan sal.
    cankurtaran sandalı * Deniz kazalarında veya gemi batmak üzere iken insanlarıkurtarmaya yarayan motorlu, kürekli sandal,
    filika.
    cankurtaran simidi * Suda boğulma tehlikesine karşıkullanılan ve sudan hafif maddelerden, büyük simit veya yelek biçiminde
    yapılmış araç.
    cankurtaran şamandırası * Denize düşenlerin kolayca belirlenip kurtarılmaları için denize bırakılan ve kazaya uğrayanların bulup
    kendilerini göstermeleri için kullanılan, parlak renkli, fosforlu şamandıra.
    cankurtaran yeleği * Yelek biçiminde yapılmış cankurtaran aracı.
    cankurtaran yok mu! * ölüm tehlikesi karşısında yardım isteme sözü.
    cankurtaranlık * Cankurtaran olma durumu.
    canla başla * Seve seve her türlü yorgunluğu göze alarak, var gücüyle.
    canlandırıcı * Canlılık veren, canlılık kazandıran.
    * Bir canlıresim veya şema filmi için hareketliliği sağlayan tek tek resimleri yapan sanatçı.
    canlandırıcılık * Canlandırıcı olma durumu.
    canlandırılma * Canlandırılmak işi.
    canlandırılmak * Canlandırmak işine konu olmak.
    canlandırım * Ortada kalan kalıntılarına göre bir eserin ana tasarısına uygun olarak yeniden çizimi.
    canlandırma * Canlandırmak işi.
    * Tek tek resimleri veya hareketsiz cisimleri gösterim sırasında hareket duygusu verebilecek biçimde
    düzenleme ve filme aktarma işi.
    * Kişileştirme.
    * Geçmiş bir olayın gelişmesini ve sonucunu aynı biçimde yansıtarak sunma.
    canlandırmak * Canlanmasını sağlamak, canlanmasına yol açmak.
    * Yaşatmak, (birinin) kılığına girmek.
    * Yoğunluk, etkinlik kazandırmak.
    * Canlılık, tazelik, dirilik getirmek.
    canlanma * Canlanmak işi.
    canlanmak * Gücü artmak, diri duruma gelmek.
    * Etkinliği artmak, hareketlilik kazanmak.
    * Depreşmek.
    * Geçmişte yaşanan bir olay veya durum yeniden hatırlanmak.
    canlı * Canı olan, diri, yaşayan.
    * Güçlü, etkili, hareketli, hayat dolu.
    * Yaşayıp yer değiştirebilen yaratık, hayvan.
    canlıcanlı * Diri diri, henüz ölmemiş.
    * Heyecanla.
    canlıcenaze * Çok zayıf, bir deri bir kemik kalmışkimse.
    canlımodel * Figürlerle süslü veya heykeltıraşlıkta yararlanılan kadın veya erkek.
    canlımüzik * Gazino, lokal vb. yerlerde yemek sırasında bir veya birkaç müzisyenin çalgıve sesleri ile parçaları
    seslendirmesi.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 7

    canlıözdekçilik * Evrenin temeli olarak düşünülen maddenin canlı olduğunu savunan doktrin, hilozoizm.
    canlıresim * Bir hareketi parçalarına ayırıp bunların elle yapılan resimlerinin alıcıyla tek tek çevrilmesine dayanan ve
    gösterimde sürekli bir hareketi ortaya koyan film tekniği.
    canlıyayın * (televizyon ve radyo için) Daha önceden herhangi bir gereç üzerine tespit edilmemiş, alıcıyla tespit edildiği
    anda yapılan yayın.
    canlıcılık * Olup bitenin ruhlar alanının gizli güçlerince yönetildiğine inanan ilkel anlayış, animizm.
    * Bağımsız bir ruhî varlığın insanda ve doğa nesnelerinde yerleşik olduğuna inanan ilkel dinî görüş.
    * Tek ve aynıruhun fikrî ve organik hayatın ilkesi olduğunu ileri süren öğreti.
    * Çocukta bir düşünce biçimi olarak bütün cisimlerin canlı olduğuna inanma.
    canlılık * Canlı olma durumu.
    * Neşelilik, hareketlilik.
    cansız * Canınıyitirmiş, ölmüş.
    * Güçsüz, mecalsiz.
    * İlgi uyandırmayan, sönük.
    * Durgun.
    * Canlı olmayan (varlık), camit.
    cansız cansız * Cansız olarak, cansız gibi.
    cansız düşmek * hastalık veya yorgunluk yüzünden bitkin bir duruma gelmek.
    cansız hedef * İnsan ve hayvan dışında kalan hedef.
    cansızlaşma * Cansızlaşmak işi.
    cansızlaşmak * Cansız duruma gelmek.
    cansızlaştırma * Cansızlaştırmak işi.
    cansızlaştırmak * Cansız duruma getirmek.
    * Bir dişin canlıdokusunu yok etmek.
    cansızlık * Cansız olma durumu.
    * Hareketsizlik.
    cansiparane * Canını verircesine, özveriyle.
    cantiyane * Kantiyane.
    capcanlı * Çok canlı(bir biçimde).
    car * Çağrı, tellâl ile duyurma; ilân.
    * Tehlike durumu, imdat, yardım.
    car * Bazıyerlerde kadınların kollarına örttükleri veya boydan boya örtündükleri çarşaf, zar.
    car car * Çok ve yüksek sesle, gürültülü bir biçimde (konuşma).
    car etmek * nara atmak, haykırmak; ilân etmek.
    carcar * Geveze, yaygaracı.
    carcur * Bkz. şarjör.
    carcur * “Gelişigüzel konuşmak” anlamına gelen carcur etmek deyiminde geçer.
    carcur * Fermuar.
    cari * Akan.
    * Olagelen, geçen, yürürlükte olan.
    cari hesap * İki taraf arasında sürüp giden alacak verecek işlemlerinin tutulan hesabı.
    cari masraf * Belirli bir dönemde yapılan harcamalar.
    cari para * Geçerli olan, yürürlükte bulunan para.
    cari ücret * İşgücü piyasasında işgücünün, arz ve talebe göre belirlenen fiyatı.
    cariye * Yabancıülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun edilen, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin
    isteklerine bağlı bulunan genç kadın, halayık.
    cariyelik * Cariye olma durumu.
    cariyelik etmek * cariye gibi hizmet etmek.
    cariyeniz (veya cariyeleri) * eskiden, söz söylenen kimseye aşırı bir saygı göstermişolmak için kadınlar tarafından “ben” zamiri yerine
    kullanılırdı.
    * aynımaksatla genç kadınlardan söz edilirken onlarıanlatan kelimelere bir unvan gibi getirilirdi.
    carlama * Carlamak işi.
    carlamak * Bağırarak konuşmak; çok söylemek.
    * İlân etmek, duyurmak; nara atmak, haykırmak.
    carlı * Carı(II) olan.
    carsız * Carı(II) olmayan.
    cart * Sert bir şey yırtılırken çıkan ses.
    cart cart ötmek * kendini beğenmiş bir davranışla ve buyururcasına söz söylemek.
    cart curt * Gerekli gereksiz yerde söylenen, abartılısöz.
    cart curt etmek * göz korkutmak veya övünmek amacıyla abartılıkonuşmak.
    cart kaba kâğıt * yüksekten atana veya çalımlı bir tavır takınana karşısöylenen hafifseme ünlemi.
    carta * Yellenme.
    cartadak * Birdenbire ve gürültü ile.
    cartadan * Cartadak.
    cartayıçekmek * ölmek.
    cascavlak * (başiçin) Çok saçsız, çok tüysüz, hiç tüyü olmayan.
    * Çırılçıplak, örtüsüz.
    cascavlak kalmak * bütün imkânlarıelinden alınmışolarak ortada kalmak.
    casus * Bir devletin veya bir kimsenin sırlarını başkasının hesabına öğrenmeyi üstüne alan kimse, çaşıt.