Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük F Sayfa 7

    faydalanma * Yararlanma.
    faydalanmak * Yararlanmak, istifade etmek.
    faydalı * Yararlı.
    faydalı olmak * yararlı olmak, yarar sağlamak.
    faydasıdokunmak * yararlı olmak, kâr sağlamak.
    faydası olmak * yararlı olmak, olumlu etki yapmak.
    faydasını görmek * yarar sağlamak.
    * kâr elde etmek.
    * iyileştirmek.
    faydasız * Yararsız.
    fayrap * Bir istim kazanının, istim oluşturacak biçimdeki yanar durumu.
    * Gemilerde ateşçiye ateşi harlandırmak için verilen komut.
    * Herhangi bir şeyi veya işi hızlandırma.
    * (kapı, pencere, giysi için) Açma, çıkarma.
    fayrap etmek * ocağın ateşini harlandırmak.
    * herhangi bir işi veya şeyi hızlandırmak.
    * açmak, çıkarmak.
    fayton * Tek körüklü, dört tekerlekli, genellikle çift atlı binek arabası, payton.
    * Perde ayaklılardan, sıcak deniz kıyılarında yaşayan, uzun kuyruklu bir kuş(Phaeton).
    faytoncu * Fayton süren kimse.
    * Fayton işleten kimse.
    faytonculuk * Faytoncunun işi.
    faz * Evre, safha.
    faz kalemi * Priz, dağıtma tabloları gibi yerlerde gerilim bulunup bulunmadığınıanlamaya yarayan araç.
    fazıl * Faziletli, erdemli (kimse).
    fazilet * Erdem.
    faziletkâr * Fazilet sahibi, faziletli.
    faziletli * Erdemli.
    faziletsiz * Erdemsiz.
    faziletsizlik * Faziletsiz olma durumu.
    fazla * Gereğinden, alışılmıştan çok, aşırı(olan), ziyade.
    * Daha çok, aşkın.
    * Artmışolan.
    * Gereksiz, yersiz.
    fazla gelmek (veya gitmek, kaçmak) * çekilmeyecek, bıktıracak, tedirgin edecek bir durum almak.
    fazla kaçırmak * alışılmışolan ölçüde çok içmek (veya yemek, konuşmak).
    fazla mal göz çıkarmaz * ne kadar ve ne türden mal olursa olsun elden çıkarılmamalıdır.
    fazla olmak * dayanma gücünü aşacak davranışlarda bulunmak, çok olmak.
    fazlaca * Gereğinden biraz daha çok olarak, bir hayli çok.
    fazladan * alışılana ek olarak, alışılandan çok, bol bol, çok çok.
    fazlalaşma * Fazlalaşmak işi, ziyadeleşme.
    fazlalaşmak * Çoğalmak, sayısıartmak, ziyadeleşmek.
    fazlalık * Çokluk, gereğinden artık olma durumu.
    fazlalık etmek * birinin varlığı, bulunduğu yerde gereksiz olmak.
    Fe * Demir’in kısaltması.
    fe * Türk alfabesinin yedinci harfinin adı.
    fecaat * Çok acıklı, yürekler acısıdurum.
    feci * Acıklı, çok acıklı, yürekler acısı, trajik.
    fecir * Tan vakti, gün ağarması.
    * Tan kızıllığı.
    fecrikâzip * Tan yerinde gün doğmadan beliren, sonradan kaybolan geçici aydınlık, yalancıtan, geçici tan.
    fecrisadık * Tan yerinde gün doğuncaya kadar süren kesiksiz aydınlık, gerçek tan.
    feda * Bir amaç uğrunda bir değer veya varlıktan vazgeçme, uğruna verme.
    feda etmek * kıymak, gözden çıkarmak.
    feda olsun * varsın gitsin, uğrunda yok olsun!.
    fedaî * Bir ülkü uğruna tehlikeli işlere girişerek canınıesirgemeyen kimse, serdengeçti.
    * Bir kimseyi veya bir yeri koruyan kimse.
    fedaîce * Fedaî gibi, fedaî olarak.
    fedaîlik * Fedaice davranış, serdengeçtilik.
    fedakâr * Özverili.
    fedakârca * Özverili (olarak).
    fedakârlığa katlanmak * bir amaca, bir emele ulaşmak için birçok sıkıntıya, üzüntüye, güçlüğe dayanmaya çalışmak.
    fedakârlık * Özveri.
    fedakârlık etmek * özverili davranmak.
    * azlığına katlanmak, az oluşu ile yetinmek, vazgeçmek.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 8

    fedakârlık yapmak (veya göstermek) * özverisini ortaya koymak.
    federal * Federasyon durumunda birleşmişolan.
    federalist * Federalizme bağlı olan.
    * Fedaralizm yanlısı.
    federalizm * Birçok devletin özel kanunlara ve bağımsızlığa sahip olarak tek bir devlet durumunda birleşmeleri yöntemi.
    federalleşme * Federalleşmek durumu.
    federalleşmek * Federal duruma gelmek.
    federasyon * Küçük devletlerin tek bir devlet durumuna gelmek için yaptıkları ortaklık, devletler birliği.
    * Birçok kuruluşlardan oluşan birlik.
    federatif * Federalizme bağlıveya uygun olan.
    federe * Bir federasyona bağlı olan.
    * Bir konfederasyonun üyesi.
    feding * Radyoda bir sesin gürlüğünün zaman zaman azalmasıveya büsbütün yok olmasıdurumu.
    fehamet * Büyüklük, ululuk.
    * Değer.
    fehametlu * Büyüklük, ululuk gösteren (kimse).
    * Osmanlı imparatorluğu zamanında sadrazamlara, Mısır hıdivi ve yabancıprenslere, eyalet beylerine verilen
    unvan.
    fehva * Anlam.
    * Kavram; terim, deyim.
    fehvasınca * Uyarınca, sözü gereğince.
    fek * Bozma, feshetme, kesme, ayırma, koparma.
    fekül * Patates gibi bazı bitkilerin yumrularında bulunan nişasta.
    fel * Görüngü.
    felâh * Kurtuluş, selâmet, onma.
    felâh bulmak * kurtulmak, onmak.
    felâket * Büyük zarar, üzüntü ve sıkıntılara yol açan olay veya durum, yıkım, belâ.
    * Çok kötü.
    * Şaşkınlık, hayret, aşırılık bildirir.
    felâketli * Felâket getiren.
    felâketzede * Felâkete uğramış.
    felce uğramak * bir işyarım kalmak, yürümez duruma gelmek, tam olarak durmak.
    felce uğratmak * bir işi yürüyemez duruma getirmek.
    felç * İnme, nüzul.
    felç gelmek * inme inmek.
    felç olmak * inme inmek.
    felçli * İnmeli, felç olmuş, meflûç.
    feldmareşal * Alman, Avusturya, İngiliz, Rus ve İsveç askerî hiyerarşisinde en yüksek rütbe.
    feldspat * Potasyumlu, sodyumlu ve kalsiyumlu olmak üzere üçe ayrılan en önemli silikatlımineral grubu.
    feleğe küsmek * talihten yakınmak, şanstan ümidini kesmek.
    feleğin çemberinden geçmiş * hayatta acıtatlı birçok günler görmüşgeçirmiş, olgunlaşmış, tecrübe kazanmış.
    feleğin sillesine uğramak (veya sillesini yemek) * büyük bir yıkıma uğramak.
    feleğini şaşırmak * ummadığı bir durumda kalmak, şaşkınlık içine düşmek.
    felek * Gök, gökyüzü, sema.
    * Dünya, âlem.
    * Talih, baht, şans.
    * Askerî mızıkada zilli bir müzik aracı.
    felek * Bkz. filenk.
    felek yâr olursa * Tanrıyardım eder, bir terslik çıkmazsa, şartlar uygun giderse.
    felekiyat * Gök bilimi, astronomi.
    felekten bir gün (veya gece) çalmak * güzel bir gün (gece) geçirmek.
    felekten kâm almak * güzel bir vakit geçirmek, istediği gibi eğlenmek.
    Felemenk * Bugünkü Hollanda, Belçika ve Kuzeydoğu Fransa’ya eskiden verilen ad.
    Felemenkçe * Felemenk dili.
    Felemenkli * Felemenk halkından veya bu halkın soyundan olan (kimse).
    felfelek * Küçük bir kelebek türü.
    * Hurmagillerden, kestane büyüklüğündeki yemişi şerit düşürücü nitelik taşıyan Asya bitkisi (Areca catechu).
    felfelek sokmak * birini kuşkuya düşürmek.
    felfelleme * Felfellemek işi.
    felfellemek * Eski canlılığınıyitirmek.
    * Afallamak, şaşırmak.
    * Dönen, hareket eden bir cisim, durmadan önce hızınıyitirmek.
    feliks * Palmiye yaprağına benzeyen, park ve bahçelerde süs için kullanılan iri gövdeli bir bitki (Phoenix
    canariersis).
    fellâh * Çiftçi.
    * Mısır köylüsü.
    * Zenci, Arap.
    fellek fellek * Telâşla, heyecanla, koşarak, koşuşturarak.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 9

    fellik fellik * Telâşla, koşuşturmayla.
    felsefe * Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması.
    * Bir bilimin veya bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü.
    * Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi.
    * Dünya görüşü.
    * Bir konuda soyut düşünüş.
    felsefe yapmak * olayların sebep ve sonuçlarıüzerine kendince soyut birtakım düşünceler ileri sürmek.
    * bilgiçlik taslamak.
    felsefeci * Felsefe incelemeleri yapan kimse.
    * Felsefe öğretmeni.
    felsefî * Felsefe ile ilgili olan, felsefeye ilişkin.
    feminist * Feminizm yanlısı(kimse, görüş).
    feminizm * Toplumda kadının kısıtlı olduğuna inanılan ve yararlanması gereken haklarıçoğaltıp ve erkeğinkiler
    düzeyine çıkarmak, eşitlik sağlamak amacını güden düşünce akımı.
    fen * Fizik, kimya, matematik ve biyolojiye verilen ad.
    * Fizik, kimya, matematik ve biyolojiden elde edilen verileri işve yapım alanında uygulama, teknik.
    * Bilim, bilgi.
    * Hile, hilekârlık.
    fen bilimi * Fizik, kimya, biyoloji gibi bilimlerin ortak adı.
    fena * İyi nitelikte olmayan, kötü.
    * Üzücü.
    * Çok.
    * (kişiler için) İstenilen ve gereken nitelikte olmayan.
    * Hoşa gitmeyen, rahatsız edici.
    * Davranışlarıtoplumun ahlâk anlayışına uymayan.
    * Çok, fazla, aşırı biçimde.
    fena * Ölümlü olma durumu, ölümlülük.
    fena bulmak * ölmek, yok olmak.
    fena değil (veya fena sayılmaz) * oldukça iyi.
    fena etmek * kötü davranmak.
    * kötü bir duruma düşürmek.
    fena gözle bakmak * kötü niyetini anlatır biçimde bakmak.
    fena hâlde * fazlaca.
    fena hâlde * Aşırıölçüde, son derece, pek çok, adamakıllı.
    fena kalpli * Herkesin kötülüğünü isteyen, başkaları için kötülük düşünen.
    fena olmak * hasta gibi olmak, fenalaşmak.
    * çok üzülmek, bozulmak.
    fena yapmak * kötü duruma düşürmek.
    fena yerine vurmak * tehlike yaratabilecek bir organa veya başka bir yere darbe indirmek.
    fenafillâh * Allah yolunda yok olma.
    fenalaşma * Fenalaşmak işi.
    fenalaşmak * Kötü bir duruma girmek.
    * (hasta) Ağırlaşmak.
    * Ansızın bayılacak gibi olmak.
    fenalaştırma * Fenalaştırmak işi durumu.
    fenalaştırmak * Fenalaşmasına sebep olmak, fena duruma getirmek.
    fenalık * Kötülük, şer.
    * Uygunsuz durum, rahatsızlık veren yapı.
    fenalık etmek * kötülük etmek, kötülükte bulunmak.
    fenalık geçirmek (veya gelmek) * kendini bilmeyecek veya bayılacak bir duruma gelmek.
    fenasına gitmek * üzülmek, gücenmek, kırılmak, sinirlenmek.
    fenaya çekmek * (söze) kötü anlam vermek.
    fenaya sarmak * işveya durum kötüye gitmek.
    fenci * Fenle uğraşan kimse.
    * Fen konularında ders veren öğretmen.
    fener * Saydam bir maddeden yapılmışveya böyle bir madde ile donatılmış, içinde ışık kaynağı bulunan aydınlatma
    aracı.
    * Gemilere yol gösteren ışık kulesi, deniz feneri.
    * Tepesinden kulplu kahveci tepsisi, askı.
    fener alayı * Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları
    gösteri.
    fener balığı * Fener balığı gillerden, vücudunda pek çok ışık verme organı bulunan, tropik denizlerde yaşayan bir balık
    (Lophius piscatorius).
    fener balığı giller * Kemikli balıklar takımının, vücutları basık, derileri çıplak, ağızlarıçok büyük olan, derin denizlerde yaşayan
    balıklar familyası.
    fener çekmek * elinde fenerle önden gitmek.
    * bir kalabalığa önderlik etmek.
    fenerci * Fener yapan veya satan kimse.
    * Deniz feneri bekçisi.
    * Sokak fenerlerini yakan kimse.
    fenercilik * Fener yapmak veya satmak işi.
    feneri nerede söndürdün * geç kalanlara takılmak için söylenen bir söz.
    fenerli * Feneri olan.
    fenerli burgu * Ahşap bölümleri delmeye yarayan matkap.
    fenersiz * Feneri olmayan.
    fenersiz yakalanmak * beklenmedik bir zamanda istenmeyen bir durumla karşılaşmak.
    fenik * Alman markının yüzde biri.
    Fenike portakalı * Fenike ve yöresinde yetiştirilen sulu ve kokulu bir tür portakal.
    Fenikeli * Fenike halkından olan (kimse).
    fenlenme * Fenlenmek işi veya durumu.
    fenlenmek * Yaşına göre bilmemesi gereken şeyleri öğrenmişolmak.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 10

    fennî * Fenle ilgili.
    * Yöntemine göre işgören.
    fennini almak (veya kapmak) * bir işin inceliklerini, püf noktalarınıkavrayıp o alanda usta olduğunu göstermeye başlamak.
    fenol * Boyacılıkla, plâstik maddelerin ve bazı ilâçların yapımında kullanılan, çoğunlukla maden kömürünün
    katranından çıkarılan benzinin oksijenli türevi, asit fenik.
    fenomen * Olay, olgu.
    * Görüngü.
    fenomenal * Olguya ilişkin.
    fenomenizm * Görüngücülük.
    fenomenoloji * Görüngü bilimi.
    fent * Düzen, hile.
    fent çevirmek * düzen, hile yapmak.
    feodal * Derebeylikle ilgili.
    feodalite * Derebeylik.
    feodalizm * Derebeylik sistemi.
    feodallik * Derebeylik, derebeyi olma durumu.
    fer * Parlaklık, aydınlık.
    * (gözde) Canlılık.
    fer * Pahalılık, ışık, nur, canlılık.
    ferace * Kadınların sokakta giydikleri, mantoya benzer, arkası bol, yakasız, çoğu kez eteklere kadar uzayan üst
    giysisi.
    * Dervişlerin giydiği bol bir tür hırka.
    feraceli * Ferace giymişolan (kimse).
    feracelik * Ferace yapmaya elverişli (kumaş).
    feragat * Hakkından kendi isteğiyle vazgeçme.
    feragat etmek * hakkından vazgeçmek, el çekmek.
    feragat göstermek * hakkından vazgeçmek.
    feragatli * Vazgeçebilen, özveride bulunabilen, özveri gösterebilen.
    ferağ * (bir işten) Vazgeçme, çekilme, el çekme, terk etme.
    * (bir mülkü) Başkasına bırakma, başkasının üstüne geçirme.
    ferah * Bol, geniş.
    * Havadar, aydınlık, iç açıcı.
    ferah * (kalp, gönül, iç vb. için) Sıkıntısız, tasasız, sevinçli olma durumu, sevinme, sevinç, iç rahatlığı, gönül
    açıklığı.
    ferah fahur * Ferih fahur, kolaylıkla, rahatlıkla.
    ferah ferah * Bol bol, genişgeniş.
    * İyiden iyiye, haydi haydi, rahatlıkla.
    * En aşağı.
    ferah tut * “iç rahatlığını, huzurunu koru” anlamında kullanılır.
    ferahfeza * Klâsik Türk müziğinde, yegâh perdesinde karar kılan makamlardan biri.
    ferahî * Bolluk, genişlik.
    * Ucuzluk.
    * Polis ve inzibat görevlilerinin boyunlarına taktıklarıayça biçiminde üstü yazılımetal arma.
    * II. Mahmut devrinde feslerin tepesine püskülü tutturmak için takılan metal tepelik.
    ferahlama * Ferah duruma gelme.
    ferahlamak * Genişlemek, açılmak.
    * Sıkıntısı, tasasıdağılmak.
    ferahlandırma * Ferahlandırmak işi veya durumu.
    ferahlandırmak * Ferahlamasısağlanmak.
    ferahlanma * Ferahlanmak işi veya durumu.
    ferahlanmak * Rahatlamak, üzüntü veya sıkıntısıkalmamak, açılmak, genişlemek.
    ferahlatıcı * Ferahlık veren, ferahlık sağlayan.
    ferahlatma * Ferahlatmak işi.
    ferahlatmak * Ferah duruma getirmek, rahatlatmak.
    ferahlık * Ferah olma durumu, genişlik, gönül açıklığı.
    ferahlık duymak * içinin açıklığını, rahatlığınıhissetmek.
    ferahnâk * Klâsik Türk müziğinde bir birleşik makam.
    ferahnâkaşiran * Klâsik Türk müziğinde bir makam.
    ferahnüma * Klâsik Türk müziğinde bir makam.
    feraset * Anlayış, seziş, sezgi, zekâ.
    ferasetli * Anlayışlı.
    ferasetsiz * Anlayışsız.
    ferç * Dişi canlılarda üreme organının dış bölümü, vulva.
    ferda * Erte, yarın, yarınki.
    * Gelecek zaman, yarın.
    ferde * Küçük denk, top.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 11

    ferdenferda * Tek tek.
    ferdî * Bireysel, kişisel, fertle ilgili.
    ferdiyet * Bireysellik.
    ferdiyetçi * Bireyci.
    ferdiyetçilik * Bireycilik.
    ferhane * Birden çok mağazası bulunan eski hanların tipinde, avlulu geniş bina, büyük han veya kervansaray.
    feri * Ayrıntılarla ilgili, ayrıntıniteliğinde olan.
    * İkinci dereceden.
    feribot * Arabalarıveya vagonları bir kıyıdan öbür kıyıya geçirmeye yarayan gemi, araba vapuru.
    ferih * Çok sevinçli, neşeli.
    ferih fahur * Bolluk içinde.
    * Genişve sıkıntısız.
    * Bağımsız, bağlantısız, canının istediği gibi.
    ferik * Tümgeneral veya korgeneral.
    ferik * Kümes hayvanlarının civcivlikten çıkmışyavrusu, piliç.
    * Gevrek bir elma türü.
    feriklik * Tümgenerallik veya korgenerallik.
    feriştah * En iyisi, en güzeli, en üstünü.
    ferişte * Melek.
    ferli * Parlak (göz, ışık).
    ferma * Av köpeğinin gizlendiği yerden avı gözetlemesi.
    ferman * Buyruk, emir.
    * Osmanlı imparatorluğunda padişahın verdiği, uyulması gerekli hükümleri taşıyan yazılı buyruk, yarlık.
    ferman çıkarmak * padişah tarafından herhangi bir konuda emir verilmek.
    * yetkili bir kimse tarafından buyruk verilmek.
    ferman dinlememek * yasa, kural, yol yöntem tanımamak.
    ferman sizin * siz nasıl isterseniz öyle olsun!.
    fermanlı * Hükûmete karşı gelmek suçuyla aranan ve cezalandırılması için hakkında ferman çıkan (kimse).
    * Kimseden korkusu olmayıp dilediği gibi davranan.
    fermanlıdeli * Deli olduğu herkesçe bilinen kişi.
    fermantasyon * Mayalanma, tahammür.
    fermejüp * Çıtçıt.
    fermene * Türlü nakışlarla işlemeli, önü kavuşmayan, yeleğe benzeyen bir giysi.
    fermeneci * Fermene yapan veya satan kimse.
    fermeneli * Fermenesi olan.
    ferment * Maya, enzim.
    fermiyum * (fizikçi Fermi’nin adından) Einstenyumla aynızamanda bulunan ve atom sayısı100 olan yapay element.
    KısaltmasıFm.
    fermuar * Giysi, çanta vb. yerlerde kullanılan, karşılıklıdişler ve bunların üzerinde yürüyen kapatıcıdan oluşan
    mekanizma.
    fernez * Sünger toplamak için kullanılan makineli dalma aracı.
    fersah * Yaklaşık beşkilometrelik bir uzaklık ölçüsü.
    * (çok uzun) Uzaklık.
    fersah fersah * Pek çok, bol bol.
    fersahlık * Arasıherhangi bir fersah olan.
    fersiz * Donuk, cansız, (göz, ışık, yüz).
    fersizleşme * Fersizleşmek işi veya durumu.
    fersizleşmek * Fersiz duruma gelmek, donuklaşmak.
    fersizlik * Fersiz olma durumu.
    fersude * Eskimiş, yıpranmış, aşınmış.
    fert * Birey.
    fertik * Kaçma, uzaklaşma, sıvışma.
    fertik çekmek (veya fertiği kırmak) * kaçmak.
    feryadı basmak * çığlık koparmak, yüksek sesle haykırmaya başlamak.
    feryat * Haykırış, çığlık.
    feryat etmek * yüksek sesle haykırmak.
    * büyük bir yokluk, zarar ve sıkıntı içinde bulunmak.
    feryat figan * Haykırma, bağırma, çığlıklarla ağlama.
    feryat koparmak * yüksek sesle bağırmak, haykırmak.
    ferz * Satranç oyununda vezir.
    ferz çıkarmak * acemi bir oyuncuya karşıvezirsiz oynamak.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 12

    ferz çıkmak * satrançta piyade, karşıdaki en son kareye kadar sürülüp vezir olmak.
    fes * Şapka yerine kullanılan, kırmızı, kalın çuhadan yapılmış, tepesinde püskülü olan, silindir biçiminde başlık.
    fes rengi * Koyu kırmızırenk.
    * Bu renkte olan.
    fesahat * Anlatışta düzgünlük ve açıklıkla birlikte amaca uygunluk.
    fesat * Bozukluk.
    * Karışıklık, kargaşalık, ara bozuculuk.
    * Herhangi bir konuda iyimser olmayan, kötü yorumlayan.
    * Karıştırıcı, ara bozucu.
    * Hile.
    fesat karıştırmak (veya fesat çıkarmak) * ara bozmak, ortalığıkarıştırmaya çalışmak, insanları birbirine düşürecek işler yapmak.
    fesat kumkuması * Fesat kaynağı, ortaklığıkarıştırmayıhuy edinmiş, kötülük peşinde koşan kimse.
    fesata vermek * fesat çıkarmak.
    fesatçı * Ara bozucu, karışıklık çıkaran, ordubozan, müfsit.
    fesatçılık * Karıştırıcılık, ara bozuculuk, ordubozanlık.
    fesatlık * Fesat olma durumu, fesatça davranma.
    fesh etmek * Bkz. feshetmek.
    feshedilme * Feshedilmek işi.
    feshedilmek * Kapatılmak, dağıtılmak, faaliyetten men edilmek.
    feshetme * Feshetmek işi.
    feshetmek * (verilmiş bir yargıyı) Kaldırmak, bozmak.
    * Kapatmak, dağıtmak.
    fesih * (verilmiş bir yargıyı) Kaldırma, bozma.
    * Dağıtma, dağıtılma.
    fesini havaya atmak * külâhınıhavaya atarak sevinç gösterisinde bulunmak.
    fesleğen * Ballı babagillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, yaprakları güzel kokulu, beyaz veya pembe çiçekli, bir yıllık
    ve otsu bir süs bitkisi, reyhan (Ocimum basilicum).
    festekiz * Bkz. falan festekiz.
    festfut * Ayaküstü atıştırma, fast food.
    * Büyük mağazalarda hazır yemek bölümü.
    festival * Dönemi, yapıldığıçevre, katılanların sayısıveya niteliği programla belirtilen ve özel önemi olan sanat
    gösterisi.
    * Belli bir sanat dalında oyun ve filmlerin sunulmasıve gösterilmesi sonunda ödül veya derece verilmesi
    biçiminde düzenlenen ulusal veya uluslar arası gösteri dizisi, şenlik.
    * Bir bölgenin en ünlü ürünü için yapılan gösteri, şenlik.
    * Düzensiz toplantı, curcuna.
    fesuphanallah * Şaşma anlatır.
    feşmekân * Bkz. falan feşmekân.
    fetha * Aralık, ağız, delik.
    * Üstün (II).
    fethetme * Fethetmek işi.
    fethetmek * Bir yeri veya ülkeyi savaşarak almak, ülke açmak.
    * Herkesin takdirini, övgüsünü kazanıp kendine hayran bırakmak.
    fetih * Bir şehir veya ülkeyi savaşarak alma.
    fetihname * Bir yerin alındığınımüjdelemek için hükümdarların yabancıdevlet adamlarına, şehzadelere, valilere vb. ne
    yazdıklarıresmî mektup.
    fetiş * İlkel toplumlarda doğaüstü bir güç ve etkisi olduğuna inanılan canlıveya cansız nesne, tapınacak, put.
    * Tapınırcasına sevilen şey veya kimse.
    * Uğurlu sayılan şey.
    fetişist * Fetişizmi uygulayan (kimse, görüş).
    * Fetişizme düşkün (kimse).
    fetişizm * İlkel toplumlarda doğaüstü bir güç ve etkisi olduğuna inanılan canlıveya cansız nesnelere tapınma,
    tapıncakçılık, putperestlik.
    * Karşıcinsin giysi vb. şeyleriyle cinsî coşku ve doygunluk sağlama.
    fetret * İki peygamber veya padişah arasında peygambersiz veya padişahsız geçen süre.
    * İslâm dinine göre Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen süre.
    * İki olay arasındaki süre.
    * Hükûmet gücünün gevşediği bir yerde düzenin yeniden kurulmasına kadar geçen süre.
    fettan * Fitneli, karıştırıcı.
    * Gönül ayartıcı, cilveli.
    fettanca * Fettan gibi.
    fettane * Cilveli, gönül alıcı(kadın).
    fettanlaşma * Fettanlaşmak işi.
    fettanlaşmak * Fettan bir duruma gelmek.
    fettanlık * Fettan olma durumu.
    fetüs * Embriyonun gelişimini büyük ölçüde tamamladığı, bütün organ taslaklarının oluştuğu üçüncü aydan
    doğuma kadarki durumu.
    fetva * İslâm hukuku ile ilgili bir sorunun dinî hukuk kurallarına göre çözümünü açıklayan, şeyhülislâm veya
    müftü tarafından verilebilen belge.
    fetva vermek (veya çıkarmak) * bir işin yapılabilmesi için yargıda bulunmak.
    * gereksiz yere emir verir gibi konuşmak.
    fetvacı * Gereksiz yerde ve haddi olmayan emirler veren.
    fetvahane * Müftünün makamı.
    * Şeyhülislâm kapısı.
    fetvayişerife * Şeyhülislâm fetvası.
    fetvayişerife çıkarmak * Şeyhülislâm fetvası ilân etmek.
    fevç * İnsan kalabalığı.
    fevç fevç * Akın akın.
    feveran * Fışkırma, kaynama.
    * Birdenbire öfkelenme, köpürme, parlama.
    feveran etmek * birdenbire öfkelenmek, köpürmek, parlamak.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 1

    F * Flüor’un kısaltması.
    f, F * Türk alfabesinin yedinci harfi. Fe adıverilen bu harf ses bilimi bakımından ötümsüz, sürtünücü dişdudak
    ünsüzünü gösterir.
    * Nota işaretleri harflerle gösterilirken fa sesini gösterir.
    * Bazıülkelerde ısı birimi olarak kullanılan fahrenhayt derecesinin göstergesi.
    * Merceğin odak uzaklığının sembolü.
    F.K.B * Fizik, kimya, biyoloji kısaltması.
    fa * Gam (II) dizisinde mi ile sol arasındaki ses.
    * Bu sesi gösteren nota işareti.
    fa anahtarı * Portedeki notaların fa yüksekliğinde olacağını gösteren işaret.
    faal * Çok çalışan, çalışkan, canlı, hareketli, aktif.
    * İşler durumda olan.
    * Etkin.
    faaliyet * Çalışkanlık, çalışma, canlılık, hareket.
    * İşler durumda olma, etkinlik.
    faaliyet göstermek * çalışmak.
    * işler durumda olmak, etkinlik göstermek.
    faaliyete geçmek * çalışmaya başlamak, çalışır duruma geçmek, işlemeye başlamak.
    * işler duruma gelmek, etkin duruma gelmek.
    faaliyette bulunmak * çalışma içine girmek.
    faaliyetten alıkoymak * çalışmasıdurdurulmak, çalışmadan alıkonulmak.
    fabl * Çoğunlukla manzum, sonuçta ahlâkî bir ders çıkarılan alegorik hikâye.
    fabrika * İşlenmemişveya yarı işlenmişmaddelerin makine, araç ve benzeri ile işlenerek tüketime hazır duruma
    getirildiği sanayi kuruluşu, üretim evi.
    fabrikacı * Fabrika sahibi veya fabrika işleten kimse, fabrikatör.
    fabrikasyon * Fabrikada yapılarak tüketime hazır duruma getirilen (madde).
    fabrikatör * Fabrikacı.
    fabrikatörlük * Fabrika sahipliği veya işletmeciliği.
    facia * Çok üzüntü veren, acıklı olay, afet.
    * Trajedi, ağlatı.
    facialaşma * Facialaşmak durumu.
    facialaşmak * Facia durumuna gelmek.
    facialı * Faciası olan, facia gibi karşılanan.
    faça * İskambil destesinin en altındaki kâğıt.
    * Yüz, çehre, surat.
    * Giysi.
    * Yüklü geminin bordasındaki su düzeyi ile boşgeminin bordasındaki su düzeyi arasında kalan bölüm.
    faça etmek * serenleri başa veya geriye doğru çevirerek yelkenleri sarmak.
    façalı * Havalı, gösterişli.
    façası olmak * havalı, gösterişli olmak.
    façasınıalmak (veya al aşağıetmek) * birini mahçup etmek, bozmak.
    façeta * Elmasın yontulmuşyüzlerinden her biri, faseta.
    façetalı * Üzerinde façetaları bulunan.
    façuna * Halatın örselenecek yerine tel veya sicimle yapılan sargı.
    façuna etmek * sürtünme veya hava olaylarından korumak amacıyla, halatı ince iple sarmak.
    façunalık * Façuna yapmakta kullanılan tel veya sicim.
    fagosit * Yutar hücre.
    fagositoz * Hücre yutarlığı.
    fagot * Tahtadan parçalarıuç uca takılı, uzun bir boru biçiminde, perdeli bir üflemeli çalgı.
    fağfur * Çin imparatorlarına verilen unvan.
    * Çin’de yapılmışkâse, tabak, vazo gibi porselen eşya.
    fağfurî * Fağfurdan yapılmış.
    fahiş * Ölçüyü aşan, aşırı, çok fazla.
    * Ahlâka ve törelere uygun olmayan.
    fahişe * Orospu.
    fahişelik * Orospuluk.
    fahrenhayt * Erimekte olan buzun sıcaklığını32° C, kaynar suyun buhar sıcaklığını212° C de gösterebilecek biçimde
    derecelenmiş bulunan bir tür termometre.
    fahrî * Saygı için verilen veya övünç için kabul edilen (başkanlık, üyelik, doktora gibi unvan), onursal.
    * Gönüllü, karşılıksız.
    fahriye * Divan edebiyatında şairlerin kendi özelliklerinden övünerek söz ettikleri manzume veya manzumenin bir
    bölümü.
    fahte * Klâsik Türk müziğinde daha çok ilâhi, beste ve özellikle peşrev formlarında kullanılan, yirmi zamanlıve on
    iki vuruşlu bir büyük usul.
    fahur * Çok övünen, çok böbürlenen.
    faik * Üstün, yüksek.
    faikıyet * Üstünlük, yükseklik.
    fail * Eden, yapan, işleyen.
    * Hukukî sonuç doğuran bir suç işleyen kimse.
    * Özne.
    failimeçhul * Kimin yaptığı belli olmayan veya bilinmeyen.
    failimuhtar * İstediğini yapmakta özgür, başına buyruk.
    * Yaptıklarından sorumlu olacak durumda ve yaşta olan (kimse).
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 2

    fainal four * Dörtlü final.
    fair-play * Dürüst oyun.
    faiz * İşletmek için bir yere ödünç verilen paraya karşılık alınan kâr, getiri, ürem, nema.
    * Kapitalist ekonomide, artık değerin değişikliğe uğramış biçimi olarak paranın fiyatı, kiralanan paranın kira
    bedeli.
    faiz fiyatı * Faize verilen 100 kuruşkarşılığında alınan bir yıllık faiz.
    faizci * Faizle ödünç para veren kimse, tefeci.
    faizcilik * Faizcinin işi, tefecilik.
    faize vermek * (parayı) faizle ödünç vermek.
    faizlendirme * Faizlendirmek işi.
    faizlendirmek * Parayıfaize verip işletmek, çoğaltmak, nemalandırmak.
    faizli * (para için) Faizi olan, faizle işlem gören.
    faizsiz * (para için) Faizi olmayan.
    fak * Tuzak, kapan.
    Fak Fuk Fonu * Sosyal yardımlaşma amacıyla 1990’lıyıllarda kurulan, halk arasında bu kısaltmayla tanınan fakir fukara
    fonu.
    faka basmak * aldatılmak, tuzağa düşmek.
    faka bastırmak * aldatmak, tuzağa düşürmek.
    fakat * Yalnız, ancak, ama, lâkin.
    fakfon * Bakır, nikel ve çinkodan oluşan gümüşgörünüşünde bir alaşım.
    fakır * Yoksulluk, fukaralık.
    fakih * Fıkıh bilgini.
    fakir * Geçimini güçlükle sağlayan, yoksul, fukara.
    * Zavallı.
    * (nesneler için) Olması gerekenden az.
    * Alçak gönüllülük için birinci kişi zamiri görevinde kullanılırdı.
    * Hindistan’da yokluğa eziyete kendini alıştırmışderviş.
    fakir cevher * İçindeki madenin oranıdüşük olan maden cevheri.
    fakir düşmek * yoksullaşmak.
    fakir fukara * Yoksullar, geçimini sağlamakta güçlük çekenler.
    fakir tavuğu tek tek yumurtlar * destekçisi olmayan, dayanağı olmayan kimsenin işleri yavaşyürür.
    fakirane * Fakir gibi, fakire uygun düşen biçimde.
    fakirce * Fakire benzer durumda.
    fakirhane * Düşkünler yurdu.
    * Alçak gönüllülük göstermek için “evimiz” anlamında kullanılır.
    fakirizm * Hint felsefesinde insan vücudu bütün kötülüklerin kaynağısayıldığından, bedene eziyeti ruhun kurtuluşu
    ve mutluluğu için gerekli gören çilekeşlik, Hint dervişliği.
    fakirleşme * Yoksullaşma.
    fakirleşmek * Yoksullaşmak.
    fakirleştirme * Fakirleştirmek işi veya durumu.
    fakirleştirmek * Yoksullaştırmak.
    fakirlik * Yoksulluk.
    * Verimsizlik, kısırlık.
    * Yetersizlik.
    fakr * Bkz. fakır.
    faks * Belgegeçer.
    faksimile * Tıpkı basım.
    fakslama * Fakslama, belgegeçerleme işi.
    fakslamak * Belgeçerlemek, belgeçer ile göndermek.
    faktitif * Ettirgen fiil.
    faktör * Etken, etmen.
    fakül * Benek.
    fakülte * Bir üniversitenin, öğrenim alanıveya uzmanlık konusu bakımından ayrılmışkollarından her biri.
    fakülteli * Fakülte öğrencisi olan (kimse).
    fal * Geleceği öğrenmek, şans ve kısmeti anlamak amacıyla oyun kâğıdı, kahve telvesi, el ayası gibi şeylere
    bakarak anlam çıkarma.
    fal açmak (veya bakmak) * bakla, su, iskambil vb. ne bakarak gelecekte olacak şeyleri anlamaya çalışmak.
    fal taşı * Falcıların fala bakmak için kullandıklarıdeğişik biçim ve renklerdeki taş.
    falaka * Ceza olarak ayak tabanlarına vurmakta kullanılan, ayaklarıuygun bir durumda sıkıştırıp tutan kalınca bir
    sopa ile bunun iki ucuna bağlı bir ipi olan işkence aracı.
    * Bu araçla uygulanan dayak cezası.
    * Bazıkaldıraçlarda kullanılan ucu iple bağlıağaç parçası.
    falakacı * Sadrazamın, İstanbul kadısının, yeniçeri ağasının veya sekbanbaşının denetlemeler sırasında yanında
    bulunan ve suçlu bulunanlarıfalakaya yatıran görevli.
    falakalı * Falakası olan.
    falakaya çekmek (yatırmak, vurmak veya yıkmak) * falakaya bağlayarak dövmek.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 3

    falan * Söylenmesi istenmeyen veya gerekli görülmeyen bir özel adın yerini tutar.
    * Tarih, yer, kişi ve benzeri sözlerle sıfat tamlamalarıyapıldığında, bu tamlamalar, tekrarlanmak istenmeyen
    şeyleri genel olarak anlatmaya yarar.
    * Cümlede belirtilen nesne veya nesnelerden sonra gelerek “ve benzerleri” anlamında kullanılır.
    falan festekiz * Bkz. falan filân.
    falan feşmekân * Bkz. falan filân.
    falan fıstık * Bkz. falan filân.
    falan filân * Önem verilmeyen, hafifsenen şeyler için kullanılır.
    falanca * Falan.
    falanıncı * Söylenmesi gerekli görülmeyen sıra sayısıyerine kullanılır, filânıncı.
    falanj * Eski Yunanlılarda, özellikle Makedonya yayalarının çekirdeğini oluşturan mızraklıalay.
    * Bazıülkelerde yarıaskerî siyasî kuruluşlara verilen ad.
    falanjist * İspanya’da falanj üyesi.
    falcı * Fala bakmayıkendine geçim yolu yapan kimse.
    falcılık * Falcının işi.
    falçata * Bkz. falçete.
    falçete * Eğri kunduracı bıçağı.
    falez * Bkz. yalıyar.
    falihayır * İyiye yorulur olgu.
    fallus * Erkeklik organı.
    falname * Fala bakmanın inceliklerini ve yorumlama özelliklerini anlatan kitap.
    falso * Bir parça çalınır veya söylenirken yapılan nota yanlışlığı.
    * Yanlışdavranış.
    falso çıkmak * bozuk olmak, umduğunu bulamamak.
    falso vermek * bozulmaya yüz tutmak, açık vermek.
    falso yapmak * yanlışçalmak, söylemek.
    * yanlışdavranışta bulunmak.
    falsolu * Yanlış, hatalı, kusurlu.
    falsosuz * Hatasız, kusursuz.
    falya * Toplarıateşlemek için ağız otunun konulduğu delik.
    * Kapıp koyuverme, salıverme.
    falyanos * Yunus balığının iri bir türü.
    familya * Aile.
    * Birçok ortak özellikleri sebebiyle bir araya getirilen cinslerin topluluğu, fasile.
    * Karı, eş.
    fan * Havalandırma aracı, pervane, pervane kanadı; vantilâtör.
    * Sıcak veya soğuk havayıdengeli olarak savuran araç.
    fanatik * Bir kimseye veya bir şeye aşırıdüşkünlük ve tutkuyla bağlı olan (kimse), mutaassıp, bağnaz.
    fanatizm * Bir kimseye veya bir şeye aşırıdüşkünlük ve tutkuyla bağlılık, taassup, bağnazlık.
    fanfan * Konuşmasıçok iyi anlaşılmayan (kimse).
    fanfar * Üflemeli bakır çalgılardan oluşan orkestra.
    * Bu orkestranın çaldığıtartımlıve canlıparça.
    fanfin * “Anlaşılmayan yabancı bir dille konuşmak” anlamında kullanılan fanfin etmek deyiminde geçer.
    fangri * Mercan türünden bir balık.
    fani * İnsan gözünün algıladığıışık şiddeti.
    fâni * Ölümlü, gelip geçici, kalımsız.
    fâni dünya * Ölümlü, kalımsız dünya.
    fanilâ * Genellikle ince pamuk ipliğinden dokunmuş, ten üzerine giyilen iç çamaşırı.
    * Yumuşak yünden örülmüşveya dokunmuş, hafif ve gevşek kumaş.
    fânilik * Fâni olma durumu.
    fanta * Mavimsi yeşil renkli bir tür baştankara.
    fantasma * Gerçekte olmadığıhâlde var gibi görünen hayal.
    fantastik * Gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayalî.
    * XVIII. yüzyıldan başlayarak Fransa’da gelişen bir edebî tür.
    fantaziye * Bkz. fantezi.
    fantazya * Arap atlılarının bayramlarda yaptıkları gösteri, atlı gösteri.
    fantazyalı * Fantazyası olan.
    fantezi * Sonsuz, sınırsız hayal.
    * Değişik heves, değişik beğeni, değişik düşünüş.
    * Süslü ve türü değişik olan.
    * Serbest biçimli beste veya alaturkada serbest biçimli şarkı.
    fantezist * Fantezi meraklısı, fanteziye düşkün.
    fanti * İskambil oyunlarında oğlan, bacak, veya vale adlarıyla bilinen kâğıt.
    fantom * Hayalet.
    fanus * Süslü, ayaklıfener.
    * Saat, mikroskop gibi araçlarıtozdan korumak için üzerlerine kapatılan, yarım küre biçiminde cam kap.
    * Genellikle silindir biçiminde olan mum, gaz lâmbası gibi aydınlatma araçlarının çevresini kapatarak
    rüzgârdan koruyan cam mahfaza.
    fanuslu * Fanusu olan.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 4

    fanya * Gözlü bir balık ağına iri gözlü ikinci bir ağeklendiğinde, bu ikinci ağa verilen ad.
    fanyol * Bakırdan yapılmış bariton veya tenor ses veren çalgı.
    far * Taşıtların ön bölümünde bulunan, uzağıaydınlatan güçlü ışık verici.
    far * Kadınların süs için göz kapaklarına sürdükleri çeşitli renkte boya, düzgün.
    farad * Elektrik sığa birimi.
    faraş * Toplanan süprüntüleri alıp atmak için kullanılan kürek biçiminde teneke veya plâstikten, saplıkap.
    faraşgibi (veya faraşkadar) * çok büyük veya çok genişaçılan (ağız).
    faraza * Diyelim ki, sayalım ki, söz gelişi, ola ki, tutalım ki.
    farazî * Bir varsayıma dayanan, varsayımsal, hipotetik.
    faraziye * Varsayım, hipotez.
    farba * Fırfır, farbala.
    farbala * Fırfır.
    fare * Sıçangillerden, küçük vücutlu, kemirgen, memeli hayvan (Mus).
    * Bazen sıçan yerine kullanılır.
    fare çıktığıdeliği bilir * bir kabahate, suça veya gizli işe kalkışan kişi, yakalanacağınıanlayınca nereye sığınacağını bilir.
    fare deliğe sığmamış, bir de kuyruğuna (veya kıçına) kabak bağlamış * yapamayacağıkadar ağır bir işi varken başka bir işdaha yüklenmiş.
    * kendisi sığıntıdurumunda iken yanına bir kişi daha almış.
    fare deliği * Gizlenecek yer.
    fare deliği bin altın * herkesin kaçıp saklanacak bir yer aradığıdurumlarda, saklanılacak bir yer bulmak çok güçtür.
    fare dişi * Bir iğne veya boncuk oyasıtürü.
    fare düşse, başıyarılır * bir yerin boşve yoksulluk içinde bulunduğunu anlatır.
    fare kuyruğu * Tahta işlemeciliğinde veya ahşap doğramada, kilit yeri açmakta kullanılan ince, dar testere.
    fare otu * Sütleğengillerden, mavi çiçekli, tohumlarıfare zehiri olarak kullanılan bir bitki.
    farekulağı * Çuha çiçeğigillerden, tohumu kuşyemi olarak kullanılan bitkilerin cins adı(Anagallis).
    * Yabanî mercanköşk.
    fareler cirit oynamak * bir yerde kimseler bulunmamak.
    farenjit * Yutak iltihabı, hunnak, anjin.
    farfara * Ağzıkalabalık, gürültücü.
    * Övüngen.
    farfaracı * Gürültücü, şamatacı(kimse).
    farfaracılık * Farfaracı olma durumu.
    farfaralık * Farfara olma durumu, farfara davranış.
    farıma * Farımak işi.
    farımak * Güçsüz düşmek, yorulmak.
    * Eskimek, yıpranmak.
    * Vazgeçmek, usanmak.
    * Kocamak, yaşlanmak, ihtiyarlamak.
    fariğ * Vazgeçmiş, çekilmiş.
    * Sıkıntısız, rahat.
    * (bir mülkün) Kullanma hakkını başkasına bırakan.
    fariğolmak * vazgeçmek, çekilmek, el çekmek.
    farika * Bir şeyin benzerlerinden ayırt etmeye yarayan durum veya öge, ayırmaç.
    faril * Balık ağlarının alt ve üst yanlarına geçirilen keçi kılından yapılmışip.
    Farisî * Farsça.
    fariza * Tanrı buyruğu.
    * Yapılması gerekli ödev, görev.
    * Şeriata uygun bir biçimde mirasçılara düşen pay.
    fark * Bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasınısağlayan ayrılık; benzer şeyleri birbirinden ayıran
    özellik, başkalık, ayrım.
    * Ayrım.
    * Çıkarma işleminin sonucu.
    fark atmak * ileri gitmek, çok üstün gelmek.
    fark etmek * görmek, seçmek.
    * anlamak, sezmek.
    * değişmek, başkalaşmak.
    * ayırt etmek.
    fark etmez * önemi yok, etkisi olmaz, değişmez.
    fark gözetmek * ayrıtutmak.
    fark olunmak * seçilip ayırt edilmek.
    * anlaşılmak.
    * sezilmek.
    farkına varmak * gözüne çarpmak, fark etmek, anlamak.
    farkında olmak * sezmek, anlamak.
    farkında olmamak * görülmesi veya bilinmesi gereken şeylerden haberi bulunmamak, kavranması gereken bir şeye dikkat
    etmemek.
    farklı * Farkı olan, aralarında fark bulunan, değişik, ayrımlı.
    farklıca * Farklı gibi.
    farklılaşma * Farklılaşmak işi, ayrımlaşma.
    * Ayrımlaşma.
    farklılaşmak * Farklıduruma gelmek, ayrımlaşmak.
    farklılaştırma * Farklılaştırmak işi.
  • Türkçe Sözlük E Sayfa 48

    ev sineği * Böcekler sınıfının, çift kanatlılar takımından, kül renkli, dizanteri ve tifo mikroplarıtaşıyan bir eklem
    bacaklıtürü (Musca domestica).
    ev tutmak * ev kiralamak.
    ev yemeği * Evde yapılan yemek.
    evaze * (giysi için) Etek ucuna doğru genişleyen.
    evcara * Klâsik Türk müziğinde bir makam.
    evce * Evcek.
    evcek * Bütün ev halkı birlikte.
    evci * Tatil günlerini evinde geçiren (yatılıöğrenci, er vb.).
    evci çıkmak * tatil günlerinde okuldan (kışladan vb. den) eve gelmek.
    evcik * Küçük, sevimli ev.
    evcil * Eve ve insana alışmış, kendisinden yararlanabilen (hayvan), ehlî, yabanî karşıtı.
    evcil hayvan * Evde bakılabilen, insana alışmışolan, evcilleştirilmişhayvan.
    evcilik * Genellikle kız çocuklarının ev işlerini örnek alarak oynadıkları oyun.
    evcilleşme * Evcilleşmek işi, ehlîleşme.
    evcilleşmek * Evcil bir duruma gelmek, ehlîleşmek.
    evcilleştirilme * Evcilleştirmek işi.
    evcilleştirilmek * Evcil duruma getirilmek, ehlîleştirilmek.
    evcilleştirme * Evcilleştirmek işi, ehlîleştirme.
    evcilleştirmek * Evcil bir duruma getirmek, ehlîleştirmek.
    evcillik * Evcil olma durumu.
    evcimen * Evine, ailesine çok bağlı(kimse).
    * Ev işlerini iyi bilen, becerikli (kadın).
    * aklı başında, sakin.
    evç * En yüce yer.
    * Yer yuvarına göre, Yer öte, (Güneşe göre) Gün öte.
    * Bkz. eviç.
    evde kalmak * (kız için) evlenme çağı geçmişolmak.
    evdeci * Çiftliklerde işçilere yemek hazırlayan aşçı.
    evdeki pazar (veya hesap) çarşıya uymamak * önceden tasarlanan bir işumulduğu gibi sonuçlanmamak, düşünüldüğü gibi olmamak.
    evdemonizm * Mutçuluk.
    evdeş * Aynıevde oturanlardan her biri.
    evecen * Aceleci, acul.
    evecenlik * Acelecilik.
    evegen * İvecen.
    * İveğen, çabuk ilerleyen, had, akut.
    evelemek * “Bir sözü tam söylememe, ağzının içinde mırıldanmak” anlamında evelemek develemek sözünde geçer.
    everme * Evermek işi.
    evermek * Evlendirmek.
    evet * “Öyledir” anlamında doğrulama veya tasdik kelimesi.
    * Konuşma arasında cümlenin olumlu anlamınıpekiştirmek için de kullanılır.
    evet efendimci * Kendine özgü bir düşüncesi olmadığından veya hoşgörünmek için karşısındakinin her sözüne “evet
    efendim” diyen (kimse).
    evetleme * Evetlemek işi veya durumu.
    evetlemek * Evet demek, onaylamak.
    evgin * Öncelikle yapılması gereken, ivedili, müstacel.
    evham * Kuruntular, kuşkular, vehimler.
    evhamlanma * Evhamlanmak işi.
    evhamlanmak * Kuruntu duymak, kuruntuya kapılmak, kuşkulanmak, vehmetmek.
    evhamlı * Kuruntulu, kuşkulu, vehimli, mütevehhim.
    evhamsız * Evhamı olmayan.
    evi sırtında * Evi yurdu olmadan herhangi bir yerde yaşayan.
    eviç * Klâsik Türk müziğinde bir birleşik makam, evc.
    evin * Bir şeyin içindeki öz, lüp.
    * Buğday tanesinin olgunlaşmışiçi, özü, habbe.
    evin bağlamak * ürün tanelenmek, tane bağlamak, olgunlaşmak.
    evin direği * Ailenin en önemli kişisi.
    evinin kadını * Evine, kocasına bağlıve bunlarla ilgili işleri başarır nitelikte olan kadın.
    evinlenme * Evinlenmek işi.
  • Türkçe Sözlük E Sayfa 49

    evinlenmek * (buğday, arpa vb.) Olgunlaşmak.
    evinli * Özlü ve dolgun (tohum).
    evinsiz * Özsüz, boş, kof.
    evire çevire * İyice, istediği gibi, adamakıllı.
    evirgen * İşini bilen, ölçülü ve hesaplı işgören.
    evirme * Evirmek işi.
    * Bir önermenin konusunu yüklem, yüklemini de konu durumuna getirerek, vargısıdoğru olan yeni bir
    önerme çıkarma, akis: “Hiçbir insan ölümsüz değildir” önermesinden evirme yoluyla “hiçbir ölümsüz insan değildir”
    önermesi çıkarılabilir.
    evirmek * Döndürmek, çevirmek.
    * Yapısınıdeğiştirmek, taklip etmek.
    evirmek çevirmek * iyice, istediği gibi, adamakıllı gözden geçirmek.
    evirtik * Evirtime uğramış.
    evirtim * Evirtmek işi, akis.
    evirtmek * (sakarozu) Glikoz ve levüloza çevirmek.
    * Bakışımlı olarak ters çevirmek.
    eviye * Mutfakta musluk altında bulaşık yıkamaya yarayan tekne.
    eviye sifonu * Mutfaklarda bulaşık yıkamaya yarayan teknenin altına konan ve pis sularıana atık su kanalına aktaran araç.
    evkaf * Vakıflar.
    * Vakıf mallarınıyöneten kuruluş.
    evlâ * Daha iyi, yeğ.
    evlâdiyelik * Evlâttan evlâda eskimeden kalacak kadar dayanıklı(eşya).
    evlâdüıyal * Çoluk çocuk, ev halkı.
    evlât * Bir kimsenin oğlu veya kızı, çocuk.
    * Soy, döl.
    * Yaşlıkimselerin çocuklarıyaşındakilere kullandıkları bir seslenme.
    evlât edinmek * yasayla belirtilmişşartlar içinde bir kimseyi evlât olarak nüfusuna geçirmek.
    evlât gibi (veya evlâdı gibi) * özenle, titizlikle.
    evlâtlı * Evlâdı olan.
    evlâtlık * Evlât olma durumu.
    * Birinin yasayla evlât hakkıtanıdığıkimse.
    * Küçük yaştan beri eve alınıp yetiştirilen kimse.
    evlâtsız * Evlâdı olmayan.
    evlek * Tarlanın, tohum ekmek için saban iziyle bölünen bölümlerinden her biri.
    * Dönümün dörtte biri kadar olan alan ölçüsü.
    * Tarlalarda suyun akması için açılan su yolu.
    * On liralık kâğıt para.
    evlekleme * Evleklemek işi.
    evleklemek * Sürülecek tarlayıeşit bölümlere ayırmak.
    evlendirilme * Evlendirilmek işi.
    evlendirilmek * Evlenmesi sağlanmak.
    evlendirme * Evlendirmek işi.
    evlendirmek * Evlenmesini sağlamak.
    evleniş * Evlenmek işi veya biçimi.
    evlenme * Evlenmek işi, izdivaç.
    evlenmek * Erkekle kadın, aile kurmak için kanuna uygun olarak birleşmek, izdivaç etmek.
    evlenmek barklanmak * evlenerek bir aile kurmak.
    evlerden ırak (veya uzak) * ölüm veya kötü bir durumdan söz edilirken dinleyenlerin aynıdurumla karşılaşmamalarınıdilemek için
    söylenir.
    evlere şenlik * beğenilmeyen, olumsuz karşılanan bir durum, bir davranışkarşısında alay yollu söylenir.
    evleviyet * Öncelik.
    evleviyetle * Öncelikle, haydi haydi.
    evli * Evlenmiş bulunan (kadın veya erkek).
    * Herhangi bir sayıda ev bulunan (yer).
    * Evi olan.
    evli barklı * Evlenmiş, çocukları olan (kimse).
    evli evine, köylü köyüne * artık dağılalım, herkes evine, işine gitsin.
    evlik * Herhangi bir sayıda evi olan, hanelik.
    evlilik * Evli olma durumu.
    evlilik birliği * Karıve kocadan oluşan topluluk.
    evlilik dışı * Kanunî olmayan, kanuna uygun olmayan, gayrimeşru.
    evliya * Erenler, ermişler, veliler.
    * Yatır.
    evliya gibi * uysal, çok iyi ahlâklıkimse.
    evliya otu * Baklagillerden, hayvanlara yedirilmek için ekilen bir bitki, eşek otu (Onobrychis).
    evliyalık * Ermişlik.
    evmek * Bkz. ivmek.