Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük G Sayfa 10

    gazoz * Meyve esansı, şeker ve karbon asidi ile yapılan, basınçlıhava ile şişelere doldurularak hazırlanan alkolsüz
    içecek.
    gazoz ağacı * Bir sözün çok saçma olduğunu bildirmek için söylenir.
    gazozcu * Gazoz yapıp satan kimse.
    * Eğlence yerlerinde dolaşarak gazoz satan kimse, gazoz satıcısı.
    gazozculuk * Gazozcunun yaptığı iş.
    gazölçer * Belirli basınç altında gelen gazın hacmini ölçmeye yarayan araç, gazometre.
    gazsız * İçinde gaz olmayan veya gaz bulaşmamışolan.
    gazup * Öfkeli.
    gazve * Arap aşiretleri arasında yapılan savaş.
    * Din uğruna yapılan savaş.
    Gd * Gadolinyum’un kısaltması.
    Ge * Germanyum’un kısaltması.
    ge * Türk alfabesinin sekizinci harfinin adı.
    -ge * Bkz. -ga / -ge.
    gebe * Karnında yavru bulunan (kadın veya hayvan), yüklü, hamile, aylı.
    * İçinde oğulcuk veya dölüt bulunan (döl yatağı).
    * Bir birikim sonucu ortaya çıkması beklenen (durum veya olaylar).
    gebe kalmak * (insan, hayvan için) karnında yavru oluşmak.
    gebe olmak * bir şeyin olma ihtimali bulunmak.
    gebelik * Gebe olma durumu, hamilelik.
    * Döllenme ile doğum arasında geçen süre.
    gebelik testi * Gebe olup olmadığınıanlamak için yapılan test.
    geberik * Ölü, ölmüş.
    geberip gitmek * istenmedik bir biçimde ve zamanda ölmek.
    geberme * Gebermek işi.
    gebermek * Ölmek.
    gebertilme * Gebertilmek işi.
    gebertilmek * Gebertmek işi yapılmak, öldürülmek.
    gebertme * Gebertmek İşi.
    gebertmek * Öldürmek.
    gebeş * Aptal, sersem.
    * Bodur ve şişman.
    * Karnışişolan.
    gebeşlik * Gebeşolma durumu.
    gebre * Atıtımar etmekte kullanılan kıldan kese.
    gebre * Gebre otunun yemişi.
    gebre otu * Sürekli yeşil kalan çalı görünümünde bir bitki (Capparis).
    gebre otugiller * Gebre otu gibi bitkileri kapsayan familya.
    gebreleme * Gebrelemek işi.
    gebrelemek * (hayvanı) Gebre (I) ile tımar etmek.
    gebrelenme * Gebrelenmek işi.
    gebrelenmek * Gebrelemek işine konu olmak.
    gece * Güneş battıktan gün ağarmaya başlayıncaya kadar geçen süre, tün.
    * Bu süre içindeki karanlık.
    * Gece vaktinde, geceleyin.
    * Eğlence, anma vb. amaçlarla geceleri düzenlenen toplantı.
    gece bekçisi * Bazı işyerlerini, kuruluşları gece bekleyen kimse.
    gece gözü kör gözü * geceleyin iyi işyapılamayacağınıanlatır.
    gece gündüz * Her zaman, ara vermeden, aralıksız, geceli gündüzlü.
    gece gündüz dememek * vaktin uygun olup olmadığına bakmamak, vakit seçmemek.
    * sürekli olarak, ara vermeksizin bir işi yapmak.
    gece hayatı * Gece eğlencelerine düşkünlük.
    gece işçiliği * Geceleyin yapılan hırsızlık.
    gece işi körler işi * gece yapılan işin randımanlı olamayacağınıanlatır.
    gece kıyafeti * Gece giyilen elbise.
    gece kulübü * Geceleri açık olan, dans etmek, müzik dinlemek ve gösteri izlemek için gidilen eğlence yeri.
    gece kuşu * Gece gezmesini seven kimse.
    * Gece uyuyamayan.
    * Geceleri para karşılığıerkeklerle ilişki kuran kadın.
    * Yarasa.
    gece mavisi * Koyu mavi.
    gece silâhlı gündüz külâhlı * kimseye sezdirmeden kötü işler yapan kimse.
    gece uçuşu * Askerî amaçla uçakların geceleyin yaptığıuçuş.
    * Geceleri para karşılığıerkeklerle ilişki kurmak işi.
    gece yanığı * Uçuk gibi birdenbire oluşan kabarcıklıderi döküntülerine verilen ad.
  • Türkçe Sözlük G Sayfa 1

    g, G * Türk alfabesinin sekizinci harfi. Ge adıverilen bu harf ses bilimi bakımından ince ünlülerle ön damak,
    kalın ünlülerle art damak patlayıcıünsüzlerinin ötümlülerini gösterir.
    * Nota işaretlerini harflerle gösterme yönteminde sol sesini bildirir.
    Ga * Galyum’un kısaltması.
    -ga / -ge * Fiilden isim türeten ek.
    gabardıç * Yaşlıardıç ağacı.
    gabardin * Sık dokunmuş bir tür ince yünlü veya pamuklu kumaş.
    * Su geçirmeyen kumaştan yapılmışreglân pardösü.
    gabari * Bazıeşyaya verilmesi gereken boyutları, yan görüşü çizmeye, hazırlamaya veya denetlemeye yarayan örnek.
    * Motorlu veya motorsuz taşıtların köprü vb. altından rahatça geçebilmeleri için en yüksek boyutları belirten
    ölçüler.
    * Bir binanın yöre imar dairesinin öngördüğü azamî yüksekliği.
    gabavet * Anlayışsızlık, kalın kafalılık.
    gabi * Anlayışsız, ahmak, ebleh, kalın kafalı.
    gabilik * Anlayışsızlık, ahmaklık, kalın kafalılık.
    gabin * Alışverişte satın alınan mala ödenen karşılığın, malın değerinden çok fazla olması, alışverişte hile yapma.
    * Edimler arasında açık oransızlık.
    Gabonlu * Afrika’daki Gabon halkından olan kimse.
    gabro * Renkli minerallerden (amfibol, piroksen ve olivin) oluşan bir tür iri taneli kaya.
    gabya * Ana direklerin üzerine sürülen çubuklara ve ana direklerin üstlerinde bulunan serenlere verilen ad.
    gabya yelkeni * Ana yelkenler üzerindeki yelkenler.
    gabyacı * Yelkenli gemilerde yelken, arma, seren ve bütün bunlara ait her tür işi yapan görevli, gabyar.
    gabyar * Bkz. gabyacı.
    gacı * Bkz. gaco.
    gacır gacır * Gacır gucur.
    gacır gucur * Sert cisimlerin çarpıştıklarında, birbirine sürtündüklerinde çıkan çirkin ve kulak tırmalayıcısesi belirtmek
    için kullanılır.
    gacır gucur etmek * gacır gucur ses çıkarmak.
    gacırdama * Gacırdamak işi.
    gacırdamak * Tedirginlik veren, kulak tırmalayıcıve düzensiz ses çıkarmak.
    gacırdatma * Gacırdatmak işi.
    gacırdatmak * Gacırdamasına sebep olmak.
    gacırtı * Gacırdarken çıkan ses.
    gaco * Kadın, dost, sevgili, metres.
    * Torik yavrusu.
    -gaç / -geç; -kaç / -keç * Fiillerden isim türeten ek: bur-gaç, süz-geç, kıs-kaç, yüz-geç vb.
    gaddar * Acıması olmayan, başkalarına haksızlık eden, merhametsiz, katıyürekli, insafsız davranan, kıyıcı.
    gaddar gaddar * Acımasız bir biçimde, gaddarca.
    gaddar olmak * acımasız, haksız, insafsız davranmak.
    gaddarca * Gaddara yakışır (biçimde), insafsızca.
    gaddarlık * Gaddar olma durumu, kıyıcılık.
    gaddarlık etmek * gaddarca, insafsızca davranmak, kıyıcılık etmek.
    gadir * Haksızlık etme, zarar verme.
    * Acımasızlık, merhametsizlik, kıygı.
    gadirlik * Kıygı, gadir.
    gadolinyum * Atom numarası64, atom ağırlığı156,9 olan, yüksek ısıda eriyen, birtakım tuzları bilinen, parlak gri renkte
    katıelement. Kısaltması gd.
    gadre uğramak * haksız davranışlarla karşıkarşıya gelmek.
    gadretme * Gadretmek işi.
    gadretmek * Haksızlık etmek.
    gadrolma * Gadrolmak işi veya durumu.
    gadrolmak * Haksızlığa uğramak.
    gadrolunma * Gadrolunmak işi veya durumu.
    gadrolunmak * Haksızlığa uğratılmak.
    gaf * Yersiz, beceriksiz, zamansız söz veya davranış, patavatsızlık pot.
    gaf yapmak * bilmeden, yersiz bir davranışta bulunmak veya başkasını incitecek söz söylemek, pot kırmak, çam
    devirmek.
    gaffar * Kullarının günahlarınıaffeden, bağışlayan, bağışlayıcıanlamında Allah’ın isimlerinden biri.
    gafil * Çevresindeki gerçekleri görmeyen, sezmeyen, bilgisiz, dalgın (kimse).
    gafil avlamak * umulmadık, beklenmedik bir zamanda yakalamak, zor duruma düşürmek.
    gafil avlanmak * beklenmedik bir sırada yakalanmak, habersiz ve hazırlıksız bir anda bir olayla karşılaşmak, zor duruma
    düşürülmek.
  • Türkçe Sözlük G Sayfa 2

    gafilâne * Dikkatsizlikle, gafletle yapılan, gaflet içinde bulunan kimseye yakışan biçimde.
    gafillik * Gafil olma durumu, gaflet.
    gafillik etmek * çevresindeki gerçekleri görmemek, sezmemek.
    gaflet * Dalgınlık, dikkatsizlik, boş bulunma, aymazlık, dalgı, ihtiyatsızlık.
    gaflet basmak * dalgın, dikkatsiz bir durumda bulunmak.
    * uykusu gelmek.
    gaflet uykusu * Dalgınlıktan ileri gelen uyuşukluk.
    gafur * Çok bağışlayıcıve merhamet eden, sayan anlamında Allah’ın sıfatlarından biri.
    gag * Oyuna komiklik ve neşe katan beklenmedik söz veya hareket, gülüt.
    gaga * Genel olarak kuşlarda ağzın bir uzantısıdurumunda olan, biçim ve büyüklüğü değişik, boynuz yapısında,
    katıve çıkıntılı organ.
    * Ağız.
    gaga burun * Burnu uzun ve aşağıya doğru kıvrık olan (kimse).
    gagaburun * Baş bodoslaması gagayıandırır biçimde yapılmışticaret yelkenlisi.
    gagalama * Gagalamak işi.
    gagalamak * (kuş) Gagasıyla yemi toplamak.
    * (kuş) Gaga ile vurup ısırmak.
    * Azarlamak, hırpalamak.
    gagalanma * Gagalanmak işi.
    gagalanmak * Gagalamak işi yapılmak.
    * Azarlanmak, hırpalanmak.
    gagalaşma * Gagalaşmak işi.
    gagalaşmak * (kuşlar için) Birbirini gagalamak.
    * Birbirini gagalayarak oynaşmak.
    gagalı * Gagası olan.
    * Gaga burun.
    gagalımemeli * Tek deliklilerin gagalımemeliler familyasından, vücudu yumuşak tüylerle kaplı, eti yenen, Avustralya ve
    Tasmanya ırmaklarında yaşayan bir memeli türü, ornitorenk (Ornithorhynchus anatinus).
    gagalımemeliler * Örnek türü gagalımemeli olan, tek delikliler takımının bir familyası.
    gagamsı * Gagayıandıran, gagaya benzeyen.
    gagasından yakalamak * bir kimseyi karşıkoyamayacak duruma getirmek.
    Gagavuz * Büyük çoğunluğu Moldovo’da, az bir kısmıDeliorman, Dobruca, Beserabya ve Ukrayna’da oturan
    Ortodoks Türk halkıveya halktan olan kimse.
    Gagavuzca * Gagavuz Türkçesi.
    gâh * Bkz. kâh.
    gâhî * Bazen, ara sıra.
    gâhîce * Zaman zaman.
    gaile * Sıkıntı, dert, keder, üzüntü.
    * Uğraştırıcı, pürüzlü iş, yük.
    * İstenmeyen durum, baş belâsı.
    gaile açmak * sıkıntıyaratmak, üzüntü vermek.
    gaileli * Başa dert olan, üzüntü veren, gaile çıkaran.
    * Sıkıntısı olan, dertli.
    gailesiz * Gaile çıkarmayan.
    * Gailesi olmayan, dertsiz, huzurlu, dinç.
    gailesizlik * Gailesiz olma durumu, dertsizlik.
    gaip * Göz önünde olmayan, hazır bulunmayan, nerede olduğu bilinmeyen.
    * Üçüncü kişi.
    * Görünmez âlem.
    gaiplik * Gaip olma durumu.
    * Bir kimsenin ölüm tehlikesi içinde kaybolmasıveya kendisinden uzun süre haber alınmamasısonucu yargıç
    kararı ile kişiliğine son verilmesi.
    gaipten haber vermek * (kendisinde manevî güç olduğuna inanılan kimse) gelecekte neler olacağından veya bilinmeyen âlemden
    haber vermek.
    gaita * İnsan dışkısı.
    gak * Karganın çıkardığıses.
    gaklama * Gaklamak işi.
    gaklamak * (karga) Gak diye ses çıkarmak.
    gala * Resmî bir törenden sonra verilen büyük ve gösterişli şölen.
    * Genellikle resmî giysilerle gidilen, bir temsilin ilk oynanışıveya bir filmin ilk gösterilişi.
    galaksi * Gök adası.
    galalit * Arıkazeinden oluşan ve birçok işte kullanılan plâstik bir madde.
    galat * Yanlış(kelime veya söz).
    galatıhis * Duygu yanılması, yanılsama.
    galatımeşhur * Yaygın yanlış.
    gale * İçerisinde kalıp yapılan üç tarafıkaplı, bir tarafıaçık tepsi şeklinde dizgi aleti.
    galebe * Yenme, yengi.
    * Üstünlük, çokluk.
    galebe çalmak * yenmek.
    * üstün gelmek, baskın çıkmak.
    galenit * İçinde doğal kurşun bulunan sülfür.
    galeri * Bir yapının birçok bölümlerini aynıkatta birbirine bağlayan içten veya dıştan yapılmışgenişgeçit.
    * Sanat eserlerinin veya herhangi bir malın sergilendiği salon.
    * Maden ocaklarında açılan yer altıyolu.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 29

    frapan * Göz alıcı, göze çarpıcı, alımlı.
    frekans * (Ses, dalga vb. için) Birim zamandaki titreşim sayısı, sıklık.
    fren * Bir makinenin, herhangi bir taşıtın hızınıkesmeye veya onu durdurmaya yarayan mekanizma.
    fren mesafesi * Hareket hâlindeki aracın frene basıldığıdurumda aldığıyol uzunluğu.
    fren yapmak * bu mekanizmayıkullanarak taşıtın hızınıkesmek veya taşıtıdurdurmak.
    frenci * Tren yolu dönemecinde yol boyundaki frenlere kumanda eden görevli.
    frengi * Genellikle cinsel birleşmelerle bulaşan, tedavi edilmezse inme, körlük, delilik gibi sonuçlara kadar varan,
    döle de geçerek vücutça ve akılca sakat bir soyun yetişmesine yol açan hastalık.
    frengi * Gemi güvertelerinde, suların dışarıya akması için bordalara açılan delik.
    frengili * Frengi hastalığına tutulmuşolan.
    Frenk * Anglosakson, Cermen veya Lâtin ırklarının birinden olan kimse.
    * Osmanlıların Avrupalılara, özellikle Fransızlara verdikleri ad.
    Frenk asması * Asmagillerden, sonbaharda yaprakları güzel bir renk alan süs sarmaşığı(Ampelopsis).
    Frenk çileği * Kokusuz, kırmızı iri meyve veren çilek türü.
    Frenk gömleği * Yakasıkravat takmaya uygun, çoğu uzun kollu, ceket veya yelek altına giyilen erkek gömleği.
    Frenk inciri * Kaktüsgillerden, yapraklarıetli ve yayvan dikenli bir bitki, firavun inciri, Hint inciri (Opuntia ficus-indica).
    * Bu bitkinin kalın, dikenli kabuğu olan tatlıyemişi.
    Frenk lâhanası * Brüksel lâhanası.
    Frenk maydanozu * Maydanozgillerden, salata ve salçalarda kullanılan bodur ve ıtırlı bir bitki.
    Frenk menekşesi * Turpgillerden, çiçekleri güzel kokulu bir süs bitkisi türü (Hesperis).
    Frenk üzümü * Taşkırangillerden bir çalı(Fibes nigrum).
    * Bu bitkinin daha çok şurubu yapılan, uzun salkım biçiminde, taneleri ufak, kırmızıve mayhoşyemişi.
    Frenkçe * Frenk ve özellikle Fransız dili.
    * Frenklerin biçiminde ve Frenklere özgü olan.
    * Avrupalı gibi.
    Frenkleşme * Frenkleşmek işi.
    Frenkleşmek * Frenge benzemek, Frenk gibi davranışlarda bulunmak.
    Frenkleştirmek * Frenklere özgü yaşayıştarzıkazandırmak.
    Frenklik * Frenk gibi davranma.
    frenleme * Frenlemek işi.
    frenlemek * Bir taşıtın, mekanizmanın hareketini fren yardımıyla yavaşlatmak veya durdurmak.
    * Bir gidişin, bir tutumun aşırılığınıengellemek, gemlemek.
    frenlenme * Frenlenmek işi.
    frenlenmek * Frenlemek işi yapılmak.
    frenleyici * Bazı organların çalışmasınıengelleyen.
    * Engelleyen, ilerlemeye, gelişmeye engel olan.
    frenoloji * Kafatasının biçimine bakarak insanın karakterini ve zihnî yeteneğini inceleme.
    frer * Erkek kardeşanlamında papazlar için kullanılan bir söz.
    * Yabancılara ait okullarda görevli papaz.
    fresk * Yaşduvar sıvasıüzerine kireç suyunda eritilmişmadenî boyalarla resim yapma yöntemi.
    * Bu yöntemle yapılmışduvar resmi.
    freze * Tornacılıkta, bir deliğin ağzını genişletmeye yarayan çelik alet.
    * Frezeleme işinde kullanılan takım tezgâhı.
    frezeci * Teknik resme veya modele uygun her çeşit parçayıfreze tezgâhında yapabilen işçi.
    frezeleme * Frezelemek işi.
    frezelemek * Bir parçayıfreze tezgâhında işlemek.
    fribord * Bir geminin su yüzünden yukarıkalan bölümü.
    frigo * Dondurulmuşkrema.
    * Sevimsiz, soğuk (kimse).
    frigorifik * Soğutma özelliği olan, soğutucu.
    frijider * Buz dolabı, soğutucu.
    frijidite * Cinsel soğukluk.
    frikik * Serbest vuruş.
    * Eteğin açılmasıyla bacağın görünmesi.
    frikik yakalamak * açık bacak görmek.
    friksiyon * Ovma, ovuşturma.
    frisa * Tütünleme suretiyle kurutulmuşringa balığı.
    frişka * Yelkeni dolduramayacak kadar hafif rüzgâr.
    fritöz * Patases kızartmaya yarayan özel kap.
    friz * Tavandan inerek sahnenin üst kısmını, sahne boyunca kaplayan kısa, dar perde.
    * Eski Yunan ve Roma yapılarında taban kirişi ile çatıarasında kalan, üzeri boydan boya kabartmalarla süslü
    bölüm, efriz.
    frize kaplama * Ağacın yıl halkalarının kaplama yüzeyinde paralel çizgiler hâlinde görülmesiyle elde edilen bir kaplama
    çeşidi.
    früktoz * Levüloz, meyve şekeri.
    fuar * Belli zamanlarda, belli yerlerde ticarî mal sergilemek amacıyla açılan büyük sergi.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 30

    fuarcı * Fuar işleriyle uğraşan kimse.
    fuarcılık * Fuar düzenleme işi.
    fuaye * Bir gösteri veya toplantı binasında, temsil veya toplantıaralarında kullanılan dinlenme yeri.
    fuel oil * Ham petrolün damıtılmasısonunda elde edilen ve yakıt olarak kullanılan ürün, yağyakıt.
    fuhuş * İçinde bulunulan toplumun kurallarına uymayan cinsel ilişkide bulunma; bir veya birkaç kişiyle para
    karşılığında cinsel ilişkide bulunma.
    * Taşkınlık, aşırıdavranış.
    fujer * Eğrelti otu, aşk merdiveni.
    fukara * Yoksul, fakir, fıkara.
    * Zavallı.
    * Derviş.
    fukara babası * Yoksullara yardım etmeyi seven kimse.
    fukaralık * Yoksulluk, fakirlik.
    * Güçsüzlük.
    fukusgiller * Su yosunlarından, gelgitli denizlerin kayalıklara yakın yerlerinde yetişen esmer bir yosun.
    ful * Taşkırangillerden, birçok türleri bulunan ağaççık ve bunun güzel kokulu beyaz çiçeği (Casmin sambac).
    * Küçük taneli bir bakla türü.
    ful * Tam, bütün, eksiksiz.
    * İskambil oyununda benzer kâğıtların bir araya gelmesi.
    fular * Bir tür ince ipek kumaş.
    * İpek eşarp.
    fule * Adım aralığı.
    full- time * Bkz. fultaym.
    fultaym * Tam gün.
    fultaymcı * Tam gün çalışan (kimse).
    * Tam gün çalışmayıdestekleyen (kimse).
    fultaymlı * Tam gün çalışmayıkabul eden (kimse).
    fulya * Nergisgillerden, soğan köklü bir bitki ve bu bitkinin zerrin ve nergis adlarıyla da anılan güzel kokulu
    çiçekleri (Narcissus jonquilla).
    fulya balığı * Fulya balığı gillerden, yan kanatlarıçok geniş, kuyruğu testere gibi dişli bir balık türü (Myliobatis aquila).
    fulya balığı giller * Örnek hayvanıfulya balığı olan omurgalıhayvanlar sınıfı.
    funda * Süpürge otu.
    funda sıçanı * Şili ve Peru’da yaşayan kemiriciler takımından bir memeli türü (Ectadon degus).
    funda tavuğu * Avustralya’da yaşayan tavuksulardan bir kuştürü (Cathetfurus lathami).
    funda toprağı * Funda yapraklarının çürümesiyle oluşan ve gübre olarak yararlanılan toprak.
    fundagiller * Fundalar takımından, bayağıfunda veya süpürge çalısı, azelya, yaban mersini, koca yemişgibi çoğu her
    zaman yeşil birçok çalıve ağaççığı içine alan bir bitki familyası.
    fundalar * Fundagillerle birlikte bunlara benzeyen daha başka familyalarıda içinde toplayan bir bitki takımı.
    fundalık * Funda ile kaplanmışyer.
    fundamentalist * Fundamentalist yanlısı olan kimse.
    fundamentalizm * Birinci Dünya Savaşıyıllarında Amerika’da ortaya çıkan protestan kökenli dinî akım.
    funya * Top ateşlemeye yarar kapsül.
    * Topu ateşlemek için falya deliğine konulan araç.
    furgon * Yolcu katarlarına eklenen yük vagonu.
    furta * Bkz. farta furta.
    furya * Olağandan çok fazla bulunma durumu.
    fut * 30,480 cm’ye eşit olan İngiliz uzunluk ölçü birimi, ayak, kadem. Çoğulu: fit.
    futa * İpekli peştamal.
    futa * Dar, uzun ve hafif bir yarışkayığı, kik.
    futbol * Topu, kafa veya ayak vuruşları ile karşıkaleye sokma kuralına dayanan ve on birer kişilik iki takım arasında
    oynanan top oyunu, ayak topu.
    futbolcu * Futbol oyuncusu.
    fuzulî * Yersiz, gereksiz.
    fücceten * Birdenbire, ansızın (ölmek).
    fücceten gitmek * ansızın ölmek.
    fücur * Bkz. fitne fücur.
    füg * Çok sesli müzikte bir beste.
    fülûs * Bakır para.
    fülûsüahmere muhtaç * çok fakir, beşparasıyok, düşkün, zavallı.
    füme * Duman rengi.
    * Bu renkte olan.
    * Tütsü ile kurutulmuş(balık, et).
    fümerol * Etkin olmayan dönemlerde, yanardağların ağzından yayılan gaz.
    Fürs * Eski Fars halkından olan kimse.
    füru * Dallar, kollar, ayrıntılar.
    * Çocuklar, torunlar.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 31

    fürumaye * Sütü bozuk, mayası bozuk, soysuz.
    füsun * Sihirli, büyülü, afsunlu.
    füsunkâr * Sihirli, büyülü, afsunlu.
    fütuhat * Zaferler, fetihler.
    fütuhatçı * Fütühat yapan.
    fütur * Bezginlik, umutsuzluk, usanç.
    fütur etmemek * umursamamak, önemsememek.
    fütur getirmek * bezginlik getirmek, bezmek.
    fütursuz * Çekinmez, umursamaz.
    fütursuzca * Önemsemeyerek, aldırmayarak.
    fütürist * Gelecekçi.
    fütürizm * İtalyan şairi Marinetti’nin 1909 yılında yayımladığı bildiri ile ortaya çıkan, yeni hayatıövmek, geleneksel
    edebî kurallarıyıkmak amacını güden ve Dadacılık, gerçek üstücülük gibi akımlara öncülük etmişolan edebiyat çığırı,
    gelecekçilik.
    fütüroloji * Gelecek bilimi.
    fütüvvet * Dinî ve meslekî birlik, esnaf teşkilâtı.
    füze * İtişgücü, bir yanıcıve bir yakıcımaddenin sürekli olarak yanmasından doğan hareket ettirici öge.
    füzeatar * II. Dünya Savaşından bu yana otomatik mermiler atan bazısilâhlara verilen ad.
    füzen * Resim çizerken kullanılan, taflan çubuklarından yapılan kalem, kömür kalem.
    * Kömür kalemle yapılmışresim.
    füzesavar * Saldırınitelikli füzeleri etkisiz duruma getirmek amacıyla üretilen savunma sistemi.
    füzyometre * Erime ısısınıölçmeye yarayan cihaz.
    füzyon * Birleşme, kaynaşma.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 25

    fob * Alıcı ile satıcıarasında kararlaştırılan bir fiyatın, malın satıcıtarafından belli bir limanda gemi üzerinde
    teslimi şartıyla biçilmişolduğunu gösteren bir kısaltma.
    fobi * Belirli nesneler veya durumlar karşısında duyulan olağan dışı güçlü korku, yılgı.
    fodla * Çoğunlukla imaretlerde yoksullara verilen kepekli undan yapılmışpideye benzer bir tür ekmek.
    fodlacı * Evlere fodla dağıtan kimse.
    * Fodla ile geçinen kimse.
    fodlacılık * Fodlacı olma durumu.
    fodra * Düz ve dik durması için elbisenin bazıyerlerine kumaşla astar arasına konulan sert ve kolalı bez.
    fodul * Üstünlük taslayan, kibirlenen.
    fodulca * Fodul gibi, fodula yaraşır (biçimde).
    fodulluk * Üstünlük taslama durumu, fodulca davranış.
    fok * Etçiller takımının fokgiller familyasından, 1-2 m boyunda, postu değerli, memeli deniz hayvanı, ayı balığı
    (Phoca).
    fokgiller * Soğuk denizlerin kıyılarında yaşayan, etçiller takımının yüzgeç ayaklılar alt takımından bir familya.
    fokstrot * Dört tempolu bir dans.
    fokur fokur * Fokurdayarak.
    fokurdak * Fokurdama özelliği olan.
    fokurdama * Fokurdamak işi.
    fokurdamak * Ses çıkararak kaynamak.
    fokurdatma * Fokurdatmak işi.
    fokurdatmak * Fokurdamasını sağlamak.
    fokurtu * Sıvılar fokurdarken çıkan ses.
    fol * Tavuğun istenilen yere yumurtlaması için o yere konulan yumurta veya yumurtaya benzeyen şey.
    fol yok yumurta yok * ortada bu konu ile ilgili hiçbir belirti olmadığıhâlde varmışgibi bir kuşkuya düşmek.
    folk * Halk.
    folk müziği * Halk müziği.
    * Özellikle II. Dünya Savaşından sonra Amerika’da başlayan halk şarkılarından esinlenen müzik.
    folk sanatçısı * Halk müziği ile uğraşan veya söyleyen sanatçı.
    folklor * Halk bilimi.
    folklorcu * Halk bilimci.
    * Halk oyunlarınıöğreten veya oynayan kimse.
    folklorculuk * Folklorcunun işi veya mesleği.
    * Halk bilimi ile uğraşmak işi.
    * Halk oyunlarınıöğretmek veya öğrenmek işi.
    folklorik * Halk bilimi ile ilgili.
    folklorist * Bkz. folklorcu.
    folluk * Tavukların yumurtlaması için hazırlanmışyer.
    folyo kâğıdı * Yiyecekleri korumak ve saklamak için kullanılan, ince şeffaf kâğıt.
    fon * Belirli bir işiçin gerektikçe harcanmak üzere ayrılıp işletilen para.
    * Sinemada, tiyatroda oyuncuların arkasındaki resim, fotoğraf veya çeşitli plâstik ögelerden oluşan dekor,
    görüntü.
    * (resimde) Bir tabloda, üzerinde konunun işlendiği boya katı.
    * İç mimarîde üstüne başka şeyler eklenen bölüm.
    * Bir kumaşın alt dokusu.
    fon müziği * Bir sahne eseri oynanırken çalınan müzik.
    fonda * Geminin demir attığıyer.
    fonda * Gemiler için demir atma komutu.
    fonda etmek * demir atmak.
    fondan * İçinde likör, tatlıveya hoşkokulu maddeler bulunan, ağızda kolayca eriyen bir tür şekerleme.
    fondip * Sonuna kadar, bir solukta bir dikişte.
    fondip yapmak * bir solukta, bir dikişte içmek.
    fondöten * Kadınların, cildi pürüzsüz göstermesi, renk vermesi için yüzlerine sürdükleri yarısıvıveya boyalıkrem,
    düzgün.
    fonem * Ses birimi.
    fonetik * Ses bilgisi.
    * Sesleri bütün özellikleri, ayrıntılarıyla gösteren, sesçil.
    fonetikçi * Ses bilgisi ile uğraşan, ses bilgisi uzmanı.
    fonksiyon * İşlev.
    * Görev.
    * Bir veya birçok değişken (değerleri değişebilen) niceliklere bağlı olarak değişen nicelik.
    * Bir birleşikteki herhangi bir madde grubunun kimyasal görevi, bu görevi nitelendiren özelliklerin tamamı.
    fonksiyonalizm * İşlevcilik, görevcilik.
    fonksiyonel * Fonksiyonla ilgili; fonksiyonları inceleyen, işlevsel.
    * Bir kimyasal fonksiyon ile ilgili.
    fonograf * Önceden özel bir madde üzerine tespit edilmişsesleri istendiğinde tekrarlayan cihaz, sesyazar, gramofon.
    fonografi * Seslerin gerektikçe tekrarlanmasını sağlamak için, bunların titreşimlerini, madde üzerine iz olarak geçirme
    yöntemi.
    fonojenik * Sesi radyo veya fonografa uygun olan (kimse).
    fonolit * Sesli taş.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 26

    fonolog * Ses bilimci.
    fonoloji * Ses bilimi.
    fonotelgraf * Telefonla iletilen telgraf.
    font * Dökme demir, pik (I).
    fora * Yelkenleri açtırmak için verilen komut.
    fora * Ayakkabıüstüyle pençesi arasına konulan parça.
    fora etmek * açmak, çözmek.
    * çekip çıkarmak.
    * açmak, çıplak duruma getirmek.
    forint * Macar para birimi.
    form * Biçim, şekil.
    * Bir şeyin istenilen ve olması gereken durumu.
    * İstenilen şeylerin yazılması, doldurulması için hazırlanmış basılı belge.
    forma * Biçim, şekil.
    * Öğrencilerin, sporcuların, bazımesleklerde çalışanların giydikleri, bağlı bulundukları okul, spor klübü veya
    meslekleri belirten tek tip giysi.
    * Tek kâğıt tabaka üzerine basılan 16 sayfalık kırılmışkitap parçası.
    forma başlık * Dalgıçların eskiden kullandığıyuvarlak metal başlık.
    formaldehit * Doymuşaldehitlerin ilk üyesi olan H-CHO formülündeki aldehit.
    formalık * Forma yapmak için ayrılmış, forma yapmaya uygun.
    * Herhangi bir sayıda forması olan.
    formalist * Biçimci, formaliteci, şekilci.
    formalite * Yöntem veya yasaların gerektirdiği işlem.
    * Önem verilmediği hâlde bir zorunluluğa bağlı olarak yapılan biçimsel davranış.
    * Yerine getirilmesi kanunca zorunlu kılınan işlem.
    formaliteci * Özellikle resmî işlerde yöntemlere, tüzüklere sıkısıkıya bağlanıp işlerin yürümesini güçleştiren kimse.
    * Biçimci, şekilci, şekilperest, formalist.
    formalizm * Biçimcilik.
    formasyon * Biçimlenme.
    * Belirli bir düzeyde eğitim görme, yetişme.
    format * Film veya fotoğrafta boyutlar.
    formatlama * Formatlamak işi.
    formatlamak * Bilgisayarda bir disketi zararlıögelerden temizlemek.
    formatlı * Bilgisayarda bir disketin zararlıögelerden temizlenmişdurumu.
    formda olmak * gerekli güç ve yeteneklere sahip olmak.
    formdan düşmek * güç ve yeteneği yitirmek.
    formel * Biçimsel.
    formen * Ustabaşı.
    * İşçilerin düzenli ve verimli çalışmasınısağlayan ve işçiler üzerinde otoritesi olan işçi.
    formik asit * Karıncalarda ve bazı bitkilerde bulunan asit (HCOOH), karınca asidi.
    formika * Fenol formol reçinesine batırılmışve yüzeyi yapay reçine ile kaplanmış birkaç kat kâğıttan oluşan ve çoğu
    marangozlukta kullanılan bir çeşit madde.
    formol * Formaldehidin %40′ lık değişik sulu çözeltisine verilen ad.
    formunu korumak * gerekli güç ve yeteneği bozmadan devam ettirmek.
    * diri ve canlı görünmek.
    formül * Genel bir olguyu, bir kuralıveya ilkeyi açıklayan simgeler takımı.
    * Bir belgenin yazılacağı biçimi ve ona özgü olan deyimi gösteren örnek.
    * Çıkar yol, tutulan yol, yöntem.
    * Kalıplaşmış, basmakalıp anlatım.
    * Bir veya birçok niceliğe bağlı bulunan bir niceliğin hesaplanmasına yarayan cebirsel anlatım.
    * Birleşik bir cismin birleşimine giren maddeleri ve bunların o birleşik maddedeki oranlarını gösteren
    kısaltma takımı.
    formül bulmak * bir işi çözümleyecek çıkar yol bulmak, çözüm bulmak.
    formüle * “Bir düşünceye bir anlatım biçimi vermek” anlamında kullanılan formüle etmek birleşik fiilinde geçer.
    formüler * Formül dergisi.
    formülleşme * Formülleşmek işi.
    formülleşmek * Formül durumuna gelmek, kısa ve özlü duruma gelmek.
    formülleştirme * Formülleştirmek işi.
    formülleştirmek * Formül durumuna getirmek.
    foroz * Bir ağatılışında çıkarılan balık miktarı.
    foroz kayığı * Dalyandan balık çıkarmak için kullanılan kayık.
    fors * Devlet başkanının bulunduğu yerlere, amirallerin çalıştıklarıkuruluşlara veya gemilere, generallerin
    garnizonlarına ve bu düzeydeki görevlilerin arabalarına çekilen üç veya dört köşeli bayrak.
    * Söz geçirirlik, saygınlık.
    forsa * Gemilerde kürek çeken tutsak veya hükümlü kimse.
    forseps * Bazı güç doğumlarda çocuğun başınıtutup dışarıçekmeye yarayan araç.
    forslu * Üzerine fors çekilmiş(gemi, otomobil).
    * Sözü geçer, güçlü.
    forsmajör * Zorlayıcısebep.
    forsu olmak * bir konuda saygınlığı, gücü, söz geçirirliği bulunmak.
    fort pense * Küçük başlıvidalarısıkmakta kullanılan özel bir alet.
    forte * Parçanın güçlü çalınacağını gösterir.
    fortepiano * F. P. harfleriyle gösterilen, parçanın önce güçlü çalınıp söyleneceğini, hemen sonra hafifletileceğini belirten
    terim.
    fortissimo * Bir müzik eserinde bazı bölümlerin çok güçlü çalınması gerektiğini belirtir.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 27

    forum * Eski Romalılar zamanında, Roma’da ve diğer şehirlerde kamu işlerini konuşmak için halkın toplandığı alan.
    * Dinleyici durumunda olanların da söz alabildikleri belli bir konu üzerinde düzenlenmiştoplantı.
    * Bazısorunların görüşülerek karara bağlandığı genel toplantı.
    * Tartışma alanı.
    forvet * Futbolda görevi karşıtarafa top sürmek ve gol atmak olan ileri uçtaki oyuncu, akıncı.
    fos * Çürük, temelsiz, boş, kof.
    fos çıkmak * bir işin sonu gelmemek, boşçıkmak.
    fosfat * Fosforik asidin tuzu veya esteri.
    fosfatlama * Fosfatlamak işi.
    fosfatlamak * Ekilen topraklara fosfatlı gübre vermek.
    * Madensel bir parçanın yüzeyinde koruyucu bir fosfat tabakası oluşturmak.
    fosfatlı * İçinde fosfat olan.
    fosfor * Atom numarası15, atom ağırlığı30,97 olan, yarısaydam, bal mumu kıvamında, karanlıkta ışıldayan
    sarımsak kokulu, 1,83 yoğunluğunda, zehirli bir element. KısaltmasıP.
    fosforışı * Bazıcisimlerin veya canlıvarlıkların normal sıcaklığında hissedilir bir artışolmadan, karanlıkta ışık verme
    özelliği.
    fosforışıl * Fosforışıözelliği olan.
    fosforik * Gübre, sabun, deterjan yapımında ve eczacılıkta kullanılan, renksiz sıvıanlamına gelen fosforik asit
    teriminde geçer.
    fosforik asit * Fosfor, hidrojen ve oksijenden oluşan, suda kolay çözünen, 42° C’ de eriyen, kristal yapılı, renksiz bir asit
    (H3PO4).
    fosforlu * Birleşiminde fosfor olan.
    * Işıklı, parlak.
    * Gösterişli, çok boyalı.
    fosforsuz * Fosforu olmayan.
    fosgen * Karbonmonoksit ile klordan meydana gelen boğucu bir gaz.
    fosil * Yerin altında kalıp taşlaşmışhayvan ve bitki kalıntısı, taşıl, müstehase.
    * Düşünce, yaşayış biçimi vb. bakımlardan çağın gerisinde kalmışkimse.
    fosilleşme * Fosilleşmek durumu, taşıllaşma.
    fosilleşmek * Fosil durumuna gelmek, taşıllaşmak.
    * Gerilemek, köhneleşmek.
    fosilli * İçinde fosil bulunan.
    foslama * Foslamak işi.
    foslamak * Fos çıkmak.
    foslatma * Foslatmak işi.
    foslatmak * Yanlışınıveya hilesini ortaya çıkararak birini bozmak, utandırmak.
    fosseptik * Lâğım çukuru.
    fosur fosur * “Tütün, sigara vb.nin dumanınısavurarak içmek” anlamında fosur fosur içmek deyiminde geçer.
    fosurdama * Fosurdamak işi.
    fosurdamak * Solurken ağızdan ses çıkarmak.
    fosurdatma * Fosurdatmak işi.
    fosurdatmak * Tütün, sigara vb. ni duman çıkararak içmek.
    fosurtu * Sigarayıfosur fosur içerken çıkan ses.
    foşa * Tombul fındık grubunda standart bir fındık çeşiti.
    foşurdama * Foşurdamak işi.
    foşurdamak * Foşur foşur ses çıkarmak.
    foşurdata foşurdata * Foşurdayarak, foşurdatır bir biçimde.
    foşurdatma * Foşurdatmak işi.
    foşurdatmak * Suyun foşurdamasına yol açmak.
    fota * İçinde şarap yapılan bir çeşit fıçı.
    fotin * Bkz. potin.
    foto * Işık.
    foto * Fotoğraf sözünün kısaltılmışı.
    fotoakım * Fotoelektrik olayından elde edilen akım.
    fotoelektrik * Işığın etkisiyle elektrik üretme, yaratma.
    * Işık ışımalarının etkisiyle oluşan her tür elektrik olayı için kullanılır.
    fotofiniş * Bir yarışta, yarışanların varışanınıtespit eden araç.
    fotoğraf * Görüntüyü, ışığa karşıduyarlıklı(cam, kâğıt gibi) bir yüzey üzerinde özel makine ile tespit etme yöntemi.
    * Bu yöntemle tespit edilerek çoğaltılan resim.
    fotoğraf çekmek * fotoğraf makinesiyle görüntü tespit etmek.
    fotoğraf makinesi * Fotoğraf çekerken görüntüyü duyarlıklıyüzey üzerinde tespit etmeye yarayan cihaz.
    fotoğrafçı * Fotoğraf çeken veya basan kimse.
    * Fotoğraf çekilen veya fotoğraf makinesi satılan yer, fotoğrafhane.
    fotoğrafçılık * Fotoğraf çekme yöntemi.
    * Fotoğrafçının mesleği.
    fotoğrafhane * Fotoğrafçının çalıştığıyer.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 28

    fotoğrafınıalmak * fotoğraf makinesiyle resmini çekmek.
    fotoğraflama * Fotoğraflamak işi.
    fotoğraflamak * Fotoğrafla tespit etmek, fotoğrafını çekmek, görüntülemek.
    fotojen * Işık yaratan, doğuran.
    fotojenik * Işığın bazıcisimler üzerine yaptığıkimyasal etki ile ilgili veya bu etkileri yaratma özelliği taşıyan.
    * Fotoğraf kâğıdınıçok etkileyen.
    * Fotoğrafta veya sinema filminde güzel bir etki bırakan (yüz, duruş).
    fotokimya * Işık etkisiyle oluşan kimyasal tepkimeleri inceleyen bilim.
    fotokinezi * Bazıhayvanlarıkaranlıkta ışık, çok aydınlıkta karanlık aramaya iteleyen dürtü.
    fotokopi * Tıpkıçekim, eşçekim.
    fotokopici * Fotokopi işlerini yapan, fotokopi çeken kimse.
    fotokopicilik * Fotokopicinin işi.
    fotolitografi * Taşveya maden üzerindeki örneklerin, ışığa duyarlıtabakalar üzerinde fotoğraf veya kopya yoluyla
    çıkarılmasında kullanılan baskıtekniği.
    fotomekanik * Fotoğraftan baskıklişesi elde etmek için uygulanan her türlü yöntem.
    fotometre * lşıkölçer.
    fotometri * Işık ölçümü.
    fotomodel * Fotoğraf veya reklâm fotoğrafları için modellik eden kimse.
    fotomontaj * Bir konu üzerindeki eksik bölümleri tamamlamak veya daha çok konuyu bir araya toplamak için birkaç
    fotoğrafın birleştirilmesi.
    fotomorfoz * Canlıvarlıkların birey oluşsırasındaki gelişimi üzerinde ışığın yaptığıetki.
    fotoroman * Bir metinle bir dizi fotoğraftan oluşan hikâye veya roman.
    fotosentez * Yeşil bitkilerin ışıkta basit birleşiklerinden karmaşık yapılı organik moleküller yapması.
    fotosfer * Işık yuvarı.
    fotoskop * Merceklerin uyumundaki değişiklikleri, onların yüzeylerindeki yansımalarla gözlemeye yarayan alet.
    fotoşimi * Fotokimya.
    fototaksi * Bkz. fototaktizm.
    fototaktizm * Işığa göçüm.
    fototek * Fotoğraf belgeliği.
    fototerapi * lşığın tedavi amacıyla kullanılması.
    fototropizm * Işığa doğrulum.
    foya * Parıltısınıartırmak için elmas taşlarının altlarına konan ince metal yaprak.
    foyasıçıkmak * bir olay dolayısıyla bir kimsenin kötü niteliği ortaya çıkmak.
    foyasını belli etmek * göz boyacılığı, suçu, kötü niteliği veya gizli niyeti ortaya çıkmak.
    fötr * Şapka, çanta, çiçek ve başka süs eşyasıyapmak için kullanılan ince ve yumuşak keçe.
    Fr * Fransiyum’un kısaltması.
    fragman * Tanıtma filmi.
    frak * Resmî törenlerde giyilen uzun etekli, eteğinin arkası beline kadar yırtmaçlı, siyah, resmî erkek ceketi ve
    takımı.
    fraklı * Frakı olan.
    fraksiyon * Bir siyasî partinin politikasınıparlâmentoda, yerel yönetimlerde, çeşitli kuruluşlarda yürütmek için
    teşkilâtlanmışgrup, bölüntü, bölüngü.
    * Bir siyasî partinin içinde, partinin izlemekte olduğu ana siyasî çizgiye karşı olan, ayrı bir teşkilât merkezi
    bulunan ve partinin çoğunlukla aldığıkararlara karşısavaşan parti içi grup.
    francala * İyi nitelikli undan yapılan ince uzun ekmek.
    francalacı * Francala yapan veya satan kimse.
    francalacılık * Francala yapma ve satma işi.
    francalalık * Francala yapmaya uygun olan (un).
    frank * Fransız para birimi.
    franklık * Frank değerinde.
    Fransız * Fransa’da yaşayan bir halk ve bu halkın soyundan olan kimse.
    * Fransız halkına özgü olan, Fransa ile ilgili olan.
    Fransızca * Hint-Avrupa dillerinden, Fransa ve Fransız uygarlığını benimsemişülkelerde kullanılan dil.
    * Bu dile özgü olan.
    Fransızlaşma * Fransızlaşmak işi.
    Fransızlaşmak * Fransız olmak, Fransızlığı benimsemek.
    Fransızlaştırma * Fransızlaştırmak işi.
    Fransızlaştırmak * Fransız kimliğini kazandırmak.
    Fransızlık * Fransız olma durumu.
    fransiyum * Aktinyum’dan elde edilen, atom numarası87, atom ağırlığı223 olan radyoaktif element. KısaltmasıFr.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 21

    fingir fingir * Davranışve sözlerdeki aşırılığı anlatmak için fingirdemek fiiliyle birlikte kullanılır.
    fingirdek * Aşırıderecede oynak ve kırıtkan, cilveli (kadın).
    fingirdeme * Fingirdemek işi.
    fingirdemek * Dikkati çekecek kadar kırıtkan, oynak davranmak.
    fingirdeşme * Fingirdeşmek işi.
    fingirdeşmek * Birbiriyle fingirdeşmek.
    finiş * Bitme.
    * Bir yarışın son bulduğu yer veya çizgi, varış.
    finişe kalkmak * uzun veya orta mesafe koşularda varışa yaklaşırken hızıartırmak.
    fink * “Hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek” anlamına gelen fink atmak deyiminde geçer.
    fino * Çok tüylü küçük bir köpek türü.
    * Esrar.
    firak * Ayrılış, ayrılık.
    firaklı * Üzüntülü, dokunaklı, içe işleyen.
    firar * Kaçma, kurtulma.
    * Bir sanık, tutuklu veya hükümlünün gözcülerin elinden kurtulması.
    firar etmek * kaçmak.
    firara kadem basmak * kaçmak.
    firarî * Kaçak, kaçkın, kaçmışolan (kimse).
    firavun * Eski Mısır hükümdarlarına verilen unvan.
    * Kibirli, suratsız ve kötü yürekli kimse.
    * İskambil kâğıtlarıyla oynanan bir çeşit oyun.
    firavun faresi * Etçillerden, Afrika’da, özellikle Mısır’da yaygın, kedi büyüklüğünde bir hayvan (Herpestes ichneumon).
    firavun inciri * Frenk inciri.
    firavunlaşma * Firavunlaşmak işi.
    firavunlaşmak * Kötü, acımasız bir insan olmak.
    firavunluk * Firavun olma durumu.
    * Firavunun görevi.
    fire * Her tür ticarî malda kuruma, dökülme, bozulma gibi sebeplerle eksilme, ağırlık yitimi.
    * Bir işyapılırken çıkan artık parça.
    fire vermek * kuruma dolayısıyla eksilmek.
    firez * Ekin.
    * Yeni çıkmaya başlamışekin.
    * Biçilmiştarlada kalan tahıl kökleri, anız.
    firfiri * Parlak kızıl renk.
    * Bu renkte olan.
    firik * Olgunlaşmak üzere olan tahıl.
    * Çerez olarak yenen tahıl kavurgası.
    firiştahı gelse * en güçlüsü, en yetkilisi, en üstünü olsa.
    firkat * Ayrılış, ayrılık.
    firkate * Bkz. fırkata.
    firkateyn * Üç direkli, bir tür yelkenli savaşgemisi.
    firkete * Kadınların saçlarınıtutturmak için kullandıklarıU biçimindeki naylon, tel veya bağadan saç tokası.
    firketeleme * Firketelemek işi.
    firketelemek * Firkete ile tutturmak.
    firma * Tüzel kişiliği olsun olmasın bir ekonomik etkinlik birimi.
    firuze * Küpe ve yüzük taşı gibi bezek işlerinde kullanılan, mavi renkli, saydam olmayan hidratlıdoğal alüminyum
    ve fosfattan oluşan değerli bir mineral.
    fisebilillâh * Hiçbir karşılık beklemeden.
    fiske * Parmaklardan birinin ucunu başparmağın başına iliştirip birdenbire ileriye fırlatarak yapılan vuruş.
    * İki parmak ucu ile tutulabilen miktar.
    * İnsan derisinde herhangi bir sebeple ortaya çıkan ufak ve içi su dolu kabartı.
    fiske fiske kabarmak (veya olmak) * kabarcıklar oluşmak.
    fiske kondurmamak (veya dokundurmamak) * bir kimse veya nesneyi en küçük bir tehlikeden bile korumak, titizlikle savunmak.
    fiskeleme * Fiskelemek işi.
    fiskelemek * Fiske vurmak.
    * Hafifçe sitem etmek.
    fiskos * Başkalarının duyamayacağı biçimde gizli ve alçak sesle konuşma.
    fiskos etmek * başkalarının bulunduğu yerde birkaç kişi gizlice, alçak sesle konuşmak.
    fistan * Giysi.
    * (İskoç, Arnavut ve Yunanlılarda) Erkeklerin giydikleri kısa, plili eteklik.
    fistanlı * Fistan giymiş.
    fistanlık * Fistan yapmaya elverişli.
    fistansız * Fistan giymemiş.
    fisto * Elde veya makinede işlenmişsüslü şerit.
    * Dantele benzer süsleri olan bir tür kumaş.
    * Bu kumaştan yapılmış.
    fistolu * Üzerine fisto dikilmişolan.
  • Türkçe Sözlük F Sayfa 22

    fistül * Akarca.
    fiş * Prizden akım almaya yarayan araç.
    * Bir eserin hazırlanmasında kolaylık sağlamak veya bir işe kılavuzluk etmek için yazılıp sınıflandırılan küçük
    kâğıt yapraklarından her biri.
    * Kumarda, bazıalışverişişlerinde para yerine kullanılan pul ve benzeri.
    * Bir işi yaptırmak veya gereken sıranın alındığını belirtmek için bir koçandan koparılmışkâğıtlardan her biri,
    makbuz.
    fişaçmak * bir işle ilgili konuda gereken bilgileri fişüzerine yazmaya başlamak, fişlemek.
    fişe * Bazımobilya kilitlerinin içinde bulunan, birbirinin benzeri fakat farklıölçüdeki uçlarıyaylıkilit elemanı.
    fişek * Tüfek, tabanca gibi hafif ateşli silâhların içine, atılmak için sürülen ve içinde barut bulunan bir kovan ile bu
    kovanın ucuna yerleştirilmişmermiden oluşan cephane, kurşun.
    * Donanma ve şenliklerde kullanılan çeşitli yanıcıveya patlayıcımaddeler.
    * Silindir biçiminde üst üste konarak kâğıda sarılmışmadenî para.
    * Fişek biçiminde yapılmış baharat ambalâjı.
    fişek atmak * ortalığıkarıştıracak bir söz söylemek.
    * cinsel birleşmede bulunmak.
    fişek gibi * hızla.
    fişek salıvermek * ara bozacak söz söylemek.
    fişekçi * Fişek yapan veya satan kimse.
    fişekhane * Fişek yapılan yer.
    fişekli * İçinde fişek bulunan.
    fişeklik * Üzerine tüfek, tabanca fişekleri geçirilip bele asılan veya omuzdan bele doğru çapraz geçirilen kemer,
    kargılık.
    * Kütüklük.
    fişeklikli * Fişekliği olan.
    fişini tutmak * bir kimsenin davranışlarınıfişüzerinde belirlemek.
    fişka * Çipo tırnağınıkaldırıp asmak için geminin kenarında bulunan sabit veya hareketli demir askı.
    fişleme * Fişlemek işi.
    fişlemek * Fişüzerine yazmak.
    * Bir işle ilgili konuda fişaçmak.
    fişlenme * Fişlenmek işi.
    fişlenmek * Fişe geçirilmek, fişe yazılmak.
    * Güvenlik kuruluşlarında dosyası bulunmak.
    fişli * Fişe yazılmışolan.
    * Güvenlik kuruluşlarında kaydı bulunan (kimse).
    fişlik * Fişkoymaya yarar yer veya kutu.
    * Fişolmaya veya fişyapılmaya uygun olan.
    fit * Birini başkasına karşıkışkırtma.
    fit * Ödeşme, razı olma.
    fit * İngiliz uzunluk ölçüsü birimi olan foot, ayak sözünün çokluk biçimi.
    fit olmak * ödeşme, razı olmak.
    fit vermek (veya fit sokmak) * birini başkasına karşıkışkırtmak, arayıaçmak; kuşku uyandırmak.
    fitçi * Kışkırtıcı, ara bozucu, kovcu.
    fitçilik * Kışkırtıcılık, ara bozuculuk, kovculuk.
    fitil * Lâmbada, kandilde ve mumda yağın, çakmakta benzinin yanmasınısağlayan, türlü biçimlerde bükülmüş
    veya dokunmuşpamuktan yapılan genellikle yağçekici madde.
    * Derin yaraların tedavisinde, yara içine salınan steril gaz bezi şeridi.
    * Anüse konulan donmuşyağkıvamında ve koni biçiminde ilâç.
    * Eskiden toplarıve şimdi lâğımlarıateşlemekte kullanılan kaytan biçiminde tutuşturucu madde.
    * Kumaşın altına kaytan biçiminde bükülmüş bir şey koyup üstten dikerek yapılan kabartma yol.
    * Koltuk ve sandalye gibi oturulan eşyanın yapımında dikişveya çivileri gizlemekte kullanılan şerit.
    * Dokunuşunda yolları olan kumaş.
    * Elli kâğıtla oynanan ve en az sayısı olanın kazanmasıkuralına dayanan bir iskambil oyunu.
    fitil fitil burnundan gelmek * Bkz. burnundan gelmek.
    fitil gibi * çok sarhoş.
    fitil olmak * çok sarhoşolmak.
    fitil vermek * kızdırmak, azdırmak, kışkırtmak.
    fitilci * Fitil yapan veya satan kimse.
    * Kargaşalık çıkaran (kimse).
    fitili almak * birdenbire telâşlanmak, kaygılanmak, öfkelenmek.
    fitilleme * Fitillemek işi.
    fitillemek * Fişek, dinamit gibi patlayıcımaddelerin fitilini ateşlemek.
    * Birini kızdırmak veya kışkırtmak, fitil vermek.
    fitillenme * Fitillenmek işi.
    fitillenmek * Fitil takılmak.
    * Kızdırılmak, kışkırtılmak.
    fitilli * Fitili olan veya fitille ateşlenen.
    * Üzerinde dokuma doğrultusunda fitiller olan kumaş.
    fitilsiz * Fitili olmayan.
    fitin * Fitik asidin C6H6[OPO(OH)2]6, bir tuzu olan, fosforu tek mideliler tarafından değerlendirilemeyen
    organik bir bileşik.
    fitleme * Fitlemek işi.
    fitlemek * Birini, başkasına karşıkışkırtmak, fitnelemek.
    fitlenme * Fitlenmek işi.
    fitlenmek * Biri başkasına karşıkışkırtılmak.
    fitne * Geçimsizlik, karışıklık, kargaşa.
    * Fitneci, ara bozucu.
    fitne fesat çıkarmak * ara bozucu söz söylemek ya da davranışlarda bulunmak.
    fitne fücur * Çok fitneci, ara bozucu, karıştırıcı.
    fitne kumkuması * Ara bozucu kimse.