Kategori: SÖZLÜK

  • Türkçe Sözlük C Sayfa 8

    casusluk * Casus olma durumu, çaşıtlık.
    casusluk etmek * casus olarak çalışmak.
    cav * Bkz. çağ(II).
    cavalacoz * Değersiz, önemsiz, derme çatma.
    cavlağıçekmek * ölmek.
    cavlak * Çıplak, tüysüz.
    cavlaklık * Cavlak olma durumu, çıplaklık.
    cavlama * Cavlamak işi.
    cavlamak * Kavlamak, tüyünü dökmek, çıplak kalmak.
    cavlamak * Ölmek.
    caydırıcı * Kararından, sözünden döndürücü.
    caydırıcılık * Caydırıcı olma durumu.
    caydırılmak * Caymasısağlanmak, kararından döndürülmek, vazgeçirilmek.
    caydırış * Caydırmak işi veya biçimi.
    caydırma * Caydırmak işi.
    caydırmak * Caymasını sağlamak, kararından döndürmek, vazgeçirmek.
    caygın * Vazgeçip işin ardını bırakan, dönek.
    cayır cayır * Bir cismin çabuk ve şiddetle yandığını, yırtıldığınıanlatmak için kullanılır.
    * Şiddetli, etkili olarak.
    cayırdama * Cayırdamak işi.
    cayırdamak * (nesneler için) Ses çıkararak yanmak veya yırtılmak.
    cayırdatma * Cayırdatmak işi.
    cayırdatmak * (nesneler için) Sert, uzun, gürültülü ses çıkartmak.
    cayırtı * Şiddetli yanma, yırtılma sesi, gürültü.
    cayırtıvermek * gürültü ile gözdağıvermek.
    cayırtıyı basmak (veya cayırtıkoparmak) * birdenbire bağırıp çağırmaya başlamak.
    cayış * Caymak işi veya biçimi.
    cayma * Caymak işi.
    caymak * Sözünden, kararından dönmek, vazgeçmek.
    caz * Başlangıçta Kuzey Amerika zencilerinin müziği iken sonraları bütün dünyada benimsenen bir müzik türü.
    * Caz müziği çalan orkestra.
    caz takımı * Caz müziği çalan orkestranın bütün çalgıları.
    cazbant * Caz müziği çalan orkestra.
    cazcı * Caz müziği çalan veya besteleyen kimse.
    cazcılık * Cazcının işi veya mesleği.
    cazgır * Güreşecek olan pehlivanlarıyüksek sesle izleyicilere tanıtan ve dualarını okuyarak onlarıalana süren kimse.
    * Fitneci.
    cazgırlık * Cazgır olma durumu.
    cazır cazır * (bir cismin kaynama ve yanmasını belirtirken) Güçlü ve sesli olarak.
    cazırdama * Cazırdamak işi.
    cazırdamak * Caz diye ses çıkarmak.
    cazırdatma * Cazırdatmak işi.
    cazırdatmak * Cazırdamasına yol açmak.
    cazırtı * Cazırdama sesi.
    cazibe * Alım, alımlılık, çekicilik, albeni.
    * Çekim.
    cazibe kanunu * Yer çekimini belirten kurallar bütünü.
    cazibedar * Çekiciliği olma, alımlı.
    cazibeleşme * Cazibeleşmek durumu.
    cazibeleşmek * Çekici, alımlıduruma gelmek.
    cazibeleştirmek * Çekici, alımlıduruma getirmek.
    cazibeli * Çekici, alımlı, albenili.
    * Önemli, ağırlığı olan.
    cazibesiz * Çekici olmayan, alımsız.
    cazip * İlgi uyandıran, çekici, elverişli.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 9

    cazipleşme * Cazipleşmek durumu.
    cazipleşmek * Cazip duruma gelmek.
    cazipleştirme * Cazipleştirmek durumu.
    cazipleştirmek * Cazip duruma getirmek.
    cazipli * Çekici, alımlı, albenili.
    caziplik * Cazip olma durumu.
    cazlı * Cazı olan.
    cazsız * Cazı olmayan.
    cazur cazur * Bkz. cazır cazır.
    Cb * Kolombiyum’un kısaltması.
    cc * Kemanın sırt ve göğüs tahtasını iki yanından C harfi biçiminde çenten oyuklar.
    Cd * Kadmiyum’un kısaltması.
    CD * Yabancıdevlet elçiliklerine ait arabaların plâkalarında kullanılan kısaltma.
    Ce * Seryum’un kısaltması.
    ce * Türk alfabesinin üçüncü harfinin adı.
    ce * Kucak çocuklarını, bebekleri eğlendirmek için çıkarılan ses.
    -ce * Bkz. -ca / -ce (I).
    -ce * Bkz. -ca / -ce (II).
    ce demeye mi geldin? * “Bu kadar az oturmaya mı geldin?” anlamında kullanılır.
    cebbar * Zorlayıcı, zorba.
    * Kudret sahibi, Tanrı.
    * Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi.
    * Becerikli, açık göz (kadın).
    cebe * Zırh.
    * Silâh.
    cebeci * Yeniçeri ordusunda silâh yapan, onaran ve bakımı ile görevli bulunan; savaşta ordunun silâh ve
    cephanesini ulaştıran yaya kapıkulu ocaklarından bir sınıf asker.
    cebel * Dağ.
    * Sahipsiz, boştoprak.
    * Ekilmemiştarla, ekime elverişli olmayan yer.
    cebeli * Osmanlıİmparatorluğu döneminde, savaşsırasında tımar, zeamet sahiplerinin dirlikleri oranına göre
    yanlarında götürmekle yükümlü bulunduklarıatlıasker.
    * Aynıdönemde illerdeki atlı inzibat kuvveti.
    cebelleşme * Cebelleşmek işi.
    cebelleşmek * Uğraşmak, çekişmek; tartışmak, münakaşa etmek.
    cebellezi * Hakkı olmayan bir şeyi kendisine mal edip cebine koyma, cebine indirme.
    cebellezi etmek * cebine indirmek.
    ceberut * Tanrı’nın her şeyin üstünde olan kudreti.
    * (tasavvufta) Allah’a varmanın üçüncü basamağı.
    * (“büyük kudret” anlamından kayarak) Merhametsizlik, zorbalık.
    * Acımasız, merhametsiz, zorba.
    cebi delik * Tutumlu olmayan (kimse), savurgan.
    cebi delik (kimse) * para tutmayan, züğürt, parasız.
    cebi para görmek * parasıyokken para kazanmaya başlamak.
    cebin * Korkak.
    * Alın, yüz.
    cebinden çıkarmak * ondan çok üstün olmak.
    cebine indirmek (veya atmak) * (para için) hakkı olmadığıhâlde kendine mal etmek.
    cebini doldurmak * karşılaştığıelverişli durumlardan yararlanarak bol para kazanmak.
    cebir * Zor, zorlayış.
    cebir * Artıve eksi gerçek sayılarla, bunların yerini tutan harfler yardımıyla nicelikler arasında genel bağlantılar
    kuran matematik kolu.
    cebir kullanmak * bir işi yaptırmak için zora başvurmak.
    cebire * Kırık kemikleri yerinde tutmak için kullanılan tahta, mukavva veya tenekeden yapılmış, üzeri bezle
    kaplanan levha, süyek, koaptör.
    cebirsel * Cebirle ilgili.
    cebirsel deyim * Bilinen veya bilinmeyen büyüklük ölçüleri üzerinde, bunlara bağlı bir büyüklük ölçüsünü çıkarmak için
    gerekli işlemleri gösteren ve birbirine cebirsel işaretlerle bağlanan harf ve sayılar bütünü.
    cebirsel formül * Cebirsel deyim.
    cebirsel ifade * Cebirsel deyim.
    cebren * Zorla, zor kullanarak, zoraki.
    cebretme * Cebretmek işi.
    cebretmek * Zorlamak.
    cebrî * Zorla yapılan; zor kullanılarak yaptırılan.
    cebrî yürüyüş * Bir yere kuvvet yetiştirmek veya düşmandan önce varmak için yapılan sıkıyürüyüş.
    cebrinefs * Kendini zorlama, kendini tutma.
  • Türkçe Sözlük C Sayfa 10

    cebriye * Yazgıcılık, kadercilik, fatalizm.
    ceddine lânet (veya yedi ceddine lânet!) * “soyun sopunla birlikte Tanrıcezanızıversin!” anlamında ilenme bildiren söz.
    ceddine rahmet! * “aferin, bravo” veya “Tanrısenden razı olsun” anlamında kullanılır.
    Cedî * Oğlak burcu.
    cedit * Yeni.
    cedre * Guatr, guşa.
    cefa * Büyük sıkıntı, üzgü, eziyet.
    cefa çekmek (veya görmek) * üzüntü, sıkıntıçekmek.
    cefa etmek * üzmek, eziyet etmek.
    cefakâr * Cefalı.
    cefakeş * Cefa çeken, cefalı, sıkıntıya katlanan.
    cefalı * Sıkıntıya, eziyete katlanmışveya katlanan.
    cefaya katlanmak * sıkıntıveya üzüntüyü sabırla karşılayıp tahammül etmek.
    ceffelkalem * Hiç düşünüp taşınmadan, bir çırpıda.
    cehalet * Bilgisizlik, bilmezlik.
    cehdetme * Cehdetmek işi.
    cehdetmek * Çalışıp çabalamak.
    cehennem * Dinî inanışlara göre, kötülük yapanların öldükten sonra ceza görecekleri yer, tamu.
    * Çok sıkıntılıyer.
    cehennem azabı * Cehennemde uğranılacağına inanılan ceza.
    * Çok büyük sıkıntı, eziyet.
    cehennem gibi * çok sıcak.
    cehennem hayatı * Büyük sıkıntıve üzüntülerle dolu yaşayış.
    cehennem kütüğü * Cehennemde yanmaya yaraşır kimse.
    cehennem ol * defol!.
    cehennem olmak * defolmak.
    cehennem taşı * Gümüşün nitrik asitte ergitilmesiyle elde edilen, havaya dayanıklı, ışıkta bozulmayan beyaz kristal.
    cehennem zebanisi * Zalim, acımasız kimse.
    cehenneme kadar yolu var * “defolsun, istediği yere kadar gitsin, korkum yoktur” anlamında sövme.
    cehennemî * Cehennemle ilgili.
    * Üzücü, yakıcı, cehennem gibi.
    cehennemi boylamak * (sevilmeyen kimse için) ölmek.
    cehennemin bucağı(veya dibi) * çok uzak yer.
    cehennemin dibine gitmek * (kızılan kimse için) defolup gitmek.
    cehennemleşme * Cehennemleşmek durumu.
    cehennemleşmek * Cehenneme dönmek.
    * Aşırıüzüntü ve sıkıntıçekilen yer hâlini almak.
    cehennemlik * Öldükten sonra yerinin cehennem olacağısanılan, cehenneme lâyık (kimse).
    * Hamamın ocağı, külhan.
    * Modern ekmek fırınlarında ateşin bulunduğu en sıcak bölüm.
    cehil * Bilgisizlik, bilmezlik.
    cehre * Pamuk, yün, ipek gibi şeyleri eğirip iplik durumuna getirmeye yarar araç, iğ.
    cehri * Kök boyası gillerden, meyve, kabuk veya odunundan güzel kırmızırenk elde edilen bir kök (Rhamnus
    infectorius).
    ceht * Çaba, çabalama.
    -cek * Bkz. -cak / -cek.
    ceket * Erkeklerin ve kadınların giydiği, genellikle önden düğmeli, kalçayıörten, kollu giysi.
    ceketatay * Bkz. Jaketatay.
    celâdet * Yiğitlik, kahramanlık.
    celâl * Büyüklük, ululuk.
    * Öfke, kızgınlık.
    Celâlî * İlk olarak Yavuz Sultan Selim döneminde ortaya çıkıp devlete isyan eden Bozoklu Derviş celâl’in
    adamlarına ve ondan yana olanlara, sonralarıda türeyen bütün eşkıyaya verilen ad.
    Celâlîlik * Celâlî olma durumu.
    celâllenme * Celâllenmek işi.
    celâllenmek * Öfkelenmek, kızmak.
    celâlli * Sert ve öfkeli (kimse).
    * Hırçın, coşkun.
    celâllice * Celâlli gibi, celâlliye benzer.
    celbe * Avcıçantası.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 103

    buruşma * Buruşmak işi.
    buruşmak * Düzgünlüğü bozulmak, üzerinde kırışık ve katlamalar olmak.
    * (ağızda) Kekrelik duymak.
    * Tiksinmek, hoşlanmamak.
    buruşturma * Buruşturmak işi.
    buruşturmak * Buruşuk duruma getirmek.
    buruşuk * Gerginliği, düzgünlüğü kalmamış buruşmuşolan.
    buruşukça * Biraz buruşuk olan, pek düzgün olmayan.
    buruşukluk * Buruşuk olma durumu.
    * Ciltte oluşmuşkırışık.
    buruşuksuz * Buruşuğu olmayan.
    busbulanık * Çok bulanık.
    buse * Öpücük, öpme, öpüş.
    buselik * Klâsik Türk müziğinde on üç basit makamdan biri.
    buselikaşiran * Klâsik Türk müziğinde birleşik bir makam.
    busines klas * İşlik orun.
    but * Vücudun kalça ile diz arasındaki bölümü.
    * Hayvanların, bacaklarının gövdeye bitişik olan dolgun, etli bölümü.
    butafor * Oyun için gerekli sahne eşyası.
    butaforcu * Oyun için gerekli sahne eşyasınıyapan uzman.
    butik * Giyim ve süs eşyasısatılan dükkân.
    butikçi * Butik işleten kimse.
    butikçilik * Butik işletme işi.
    butlan * Batıl olma durumu.
    * Geçersizlik, hükümsüzlük.
    * Yanlışlık, haksızlık.
    buton * Çalıştırmaya yarayan düğme.
    buut * Boyut.
    * Uzunluk.
    buydurmak * Dondurmak, çok üşütmek.
    buyma * Buymak işi.
    buymak * Soğuktan donarak ölmek.
    * Çok üşümek.
    buyot * Yatakta ısınmak için kullanılan sıcak su torbası.
    buyruğu altına girmek * bir kimse başka bir kimsenin isteklerini ister istemez yerine getirmek zorunda olmak.
    buyruk * Belirli bir davranışta bulunmaya zorlayıcısöz, emir, ferman.
    * Egemenlik.
    buyruk kulu * Emir kulu.
    buyrukçu * Buyuran, emreden (kimse).
    buyrulma * Buyrulmak işi.
    buyrulmak * Buyurmak işi yapılmak.
    buyrultu * Sadrazam, vezir, beylerbeyi gibi yüksek devlet görevlilerince yazılan buyruk.
    * İrade.
    buyur * Buyurun anlamında bir hitap sözü.
    buyur etmek * “buyurun” diyerek konuğu saygı ile içeri almak veya sofraya çağırmak.
    buyur? * anlamadım, sözünüzü tekrarlar mısınız?.
    * söyleyiniz, emrediniz.
    buyurgan * Sık sık buyruk veren, buyruk verir gibi konuşan.
    buyurganlık * Buyurgan olma durumu.
    buyurma * Buyurmak işi.
    buyurmak * Bir şeyin yapılmasınıveya yapılmamasınıkesin olarak söylemek, emretmek.
    * Söylemek, demek, düşüncesini bildirmek.
    * Gelmek, gitmek, geçmek, girmek.
    * Almak.
    * ‘Etmek, eylemek’ anlamında yardımcıfiil olarak kullanılır.
    buyuru * Buyruk, emir.
    buyurucu * Buyruk, emir veren.
    buyurun cenaze namazına! * hiç beklenmedik kötü bir durum karşısında, şaka yollu üzüntü anlatır.
    buz * Donarak katıduruma gelmişsu.
    * Çok soğuk bir etki uyandıran şey veya kimseleri anlatmak için kullanılır.
    buz alanı * Buzla.
    buz bağlamak * (sıvılar için) yüzeyi donmak.
    buz dağı * Kutup bölgelerinde buzullardan koparak akıntılarla yer değiştiren büyük buz parçası, aysberg.
    buz duvarı * Samimî olmamaktan ortaya çıkan, arzu edilmeyen, arada soğukluk yaratan durum.
    buz gibi * çok soğuk.
    * (kötü nitelikler için) kesin bir gerçeği belirtir.
    * (et için) temiz ve yağlı.
    buz kalı bı * Suyun belli biçimlerde donmasınısağlayan özel kap.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 104

    buz kesilmek * buz gibi soğumak; buz durumuna gelmek.
    * çok üşümek, donmak.
    * şaşılacak, üzülecek bir durum karşısında donakalmak.
    buz kesmek * çok üşümek.
    buz torbası * Tedavi amacıyla kullanılan ve içinde buz parçaları bulunan plâstik bir torba.
    buz tutmak * (sıvı için) üstünde buz oluşmak, buzla kaplanmak.
    buz üstüne yazıyazmak * süresi, etkisi çok az olacak bir işyapmak.
    * bir kimseye etki yapmayan sözler söylemek.
    buz yalağı * Yüksek dağlarda kalıcıkar ve buzulun birlikte oluşturduğu, arkasıve yanlarıdik, önü açık, çember biçimli
    çukurluk.
    buzağı * Sütten kesilmemişsığır yavrusu.
    buzağılama * Buzağılamak işi.
    buzağılamak * (sığır için) Yavrulamak.
    buzağılaşma * Buzağılaşmak işi.
    buzağılaşmak * Buzağıdurumuna gelmek.
    buzağılı * Buzağısı olan.
    buzağısız * Buzağısı olmayan.
    buzcu * Buz satan kimse.
    buzculuk * Buzcunun işi veya mesleği.
    buzçözer * Buzu çözen, donmayıönleyen alet, defroster.
    buzdolabı * Yiyecek ve içecek gibi şeyleri soğuk olarak saklamaya yarayan, motorla çalışan dolap.
    buzhane * Buz yapılan yer.
    * Soğuk hava deposu.
    buzkıran * Donmuşdeniz, göl veya ırmaklarda ulaşımıöteki gemilere kolaylaştırmakta kullanılan, buzlarıkırarak yol
    açmak için yapılmışgemi.
    buzla * Deniz suyunun donmasıyla kutup bölgelerinde oluşan buz alanı, bankiz, aysfild.
    buzlanma * Buzlanmak işi.
    buzlanmak * Buzla kaplanmak, buz tutmak.
    buzlar çözülmek * buzlar erimeye ve kırılmaya başlamak.
    * aradaki soğukluk, dargınlık, gerginlik ortadan kalkmak.
    buzlaşma * Buzlaşmak işi.
    buzlaşmak * Buz durumuna gelmek.
    buzlu * Buz tutmuş, buz bağlamışolan.
    * Buz içinde tutularak, içine buz katılarak soğutulmuş.
    * Buğulanmışgibi olan, saydam olmayan.
    buzlu cam * Saydamlığı giderilmiş cam.
    * Televizyon ekranı.
    buzluğan * Üzerinde buz eksik olmayan yüksek dağtepesi.
    buzluk * Yiyecek ve içecekleri soğutarak saklamak için kullanılan, buzla soğutulan kap veya dolap.
    * Buzdolabının içinde buz yapan bölme.
    buzuki * Bağlamaya benzer, bozuk düzen çalınan bir Yunan çalgısı.
    buzul * Kutup bölgelerinde veya dağbaşlarında aşağıya doğru ağır ağır yer değiştiren büyük kar ve buz kütlesi,
    cumudiye.
    buzul bilimci * Buzul bilimi uzmanı, glâsyolojist.
    buzul bilimi * Fizikî coğrafyanın buzullarıve yeryüzündeki işlevlerini konu alan bölümü, glâsyoloji.
    buzul çağı * Dördüncü zamanın, yeryüzünün bugünkünden daha büyük bölgelerinin buzullarla örtülü bulunduğu
    dönemi, pleistosen.
    buzul dönemi * Buzulların yayıldığıdördüncü zaman.
    buzul kar * Bir buzulun oluşmasında temel olan katılaşmışkar kümesi.
    buzul kaynağı * Buzulun eriyerek toprağın altına inen suyunu dışarıya veren kaynak.
    buzul masası * Çevresindeki buzlar erirken, altına rastlayan bölümü erimekten koruyan ve böylece buzdan bir ayak
    üzerinde kalan kütle.
    buzul seli * Buzulun erimesiyle oluşan sel.
    buzul taş * Buzulların taşıyıp biriktirdikleri, üzerleri çok kez parıltılıveya çizikli taşlar, moren.
    buzullaşma * Buzul durumuna gelme.
    * Geçmişçağlarda ve şimdi genişveya dar bir bölgenin buzullarla örtülmesi olayı.
    buzullaşmak * Buzul durumuna gelmek.
    buzullu * Buzulu olan.
    buzulsuz * Buzulu olmayan.
    bücür * Ufak tefek ve kısa boylu, bodur (kimse).
    bücürleşme * Bücürleşmek işi.
    bücürleşmek * Bücür duruma gelmek.
    bücürlük * Bücür olma durumu.
    Büdü * Bkz. Edi ile Büdü.
    büfe * İçine sofra takımlarının konduğu dolap.
    * Toplantılarda yiyecek ve içeceklerin konulduğu masa.
    * İçki, yiyecek türü şeylerin satılıp tüketildiği yer.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 105

    büfeci * Büfe işleten kimse.
    büfecilik * Büfe işletme işi.
    Bügdüz * Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.
    büğe * Büve.
    büğelek * Büve.
    büğeme * Büğemek işi.
    büğemek * Suyu önüne bent yaparak toplamak.
    büğet * Su birikintisi, gölcük.
    büğlü * Küçük büğlü, soprano büğlü, alto büğlü, bariton büğlü olarak dört türü bulunan, bakırdan, perdeli veya
    pistonlu müzik araçlarının adı.
    büğrü * Bkz. eğri büğrü.
    bühtan * Kara çalma, iftira.
    bühtan etmek * kara çalmak, iftira etmek.
    bük * Ovada veya dere kıyısında çalıve diken topluluğu.
    * Böğürtlen.
    * Akarsu kıyılarındaki verimli tarlalar.
    * Dönemeç.
    büken * Oynak kemikleri arasındaki açılarıdaraltan kasların genel adı, açan karşıtı.
    büklük * Akarsu kıyılarındaki verimli tarlalar, bük.
    büklüm * Bükülmüş, kıvrılmışşeylerin oluşturduğu kat.
    * Dönemeç, viraj.
    büklüm büklüm * Çok büklümlü, kıvrım kıvrım.
    bükme * Bükmek işi.
    * Bükülmüşkaytan veya iplik.
    * Vücudun bir bölümünü yanındaki bölüm üzerine kıvırma.
    bükmek * Sertçe çevirmek, kıvırmak.
    * Birkaç tel ipliği burarak sarmak.
    * Eğmek.
    * Katlamak.
    * Döndürmek.
    büktürme * Büktürmek işi.
    büktürmek * Bükmek işini yaptırmak, kıvırtmak.
    bükücü * Ağaç veya kontraplâklarıkalıpla veya elle bükerek şekil veren kimse.
    bükücülük * Bükücünün işi veya mesleği.
    bükük * Bükülmüş, eğilmişolan.
    bükülgen * Kolay eğilip bükülen.
    * Bükünlü.
    bükülgenlik * Bükülgen olma durumu.
    bükülme * Bükülmek işi.
    bükülmek * Bükmek işine konu olmak, katlanmak.
    * (iplik için) Eğrilmek.
    * Eğilmek.
    * Yönelmek.
    bükülü * Bükülmüşolan.
    bükülüş * Bükülmek işi veya biçimi.
    büküm * Bükmek işi.
    * Bir şeyin bükülmüşyeri, kat, kıvrım.
    * (iplik, yün vb. için) Bir defada eğrilmişip miktarı.
    bükümlü * Bükülmüşolan, bükümü olan.
    bükümsüz * Bükülmemişolan, bükümü olmayan.
    bükün * Gramer görevleri ve yapı bakımından, kelime köklerinin başında, içinde veya sonunda türlü değişikliklerin
    olması, insiraf.
    bükünlü * Türetmede ve çekimde kelime kökleri değişikliğe uğrayan (dil), insirafî.
    bükünlü dil * Gramer görevleri ve yapı bakımından kelime köklerini değiştiren dil: Arapça fail, fiil; şair, şiir gibi.
    bükünme * Bükünmek işi.
    bükünmek * Kıvrılmak, bükülmek.
    * Ağrıdan, sancıdan kıvranmak.
    büküntü * Bükme sonucu oluşan biçim veya iz.
    * Bağırsakta olan ağrı.
    * Dönemeç, viraj.
    büküş * Bükmek işi veya biçimi.
    bülbül * Karatavukgillerden, sesinin güzelliği ile tanınmışolan ötücü kuş(Luscinia megarhynchos).
    * Sesi çok güzel olan kimse.
    bülbül çanağı * Çok ufak (kâse).
    bülbül gibi bilmek * çok iyi öğrenmişolmak.
    bülbül gibi konuşmak (veya okumak) * kolaylıkla konuşmak, okumak.
    bülbül gibi konuşturmak (veya söyletmek) * itiraf ettirmek.
    bülbül gibi söylemek * hiçbir şey saklamadan bildiklerini söylemek, itiraf etmek.
    bülbül gibi şakımak * güzel sesle, neşeyle konuşmak.
    bülbül kesilmek * bir etki veya baskıaltında çokça konuşmak.
    bülbülkonağı * Bir tür hamur tatlısı.
    bülbülleşme * Bülbülleşmek işi.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 106

    bülbülleşmek * Bülbül gibi ötmek veya şakımak.
    bülbülü altın kafese koymuşlar, “ah vatanım” demiş * kişi, yurdu dışında ne kadar zengin olursa olsun, yine de yurdunu özler.
    bülbülün çektiği dili belâsı * ilerisi düşünülmeden söylenen söz insanın başına dert açabilir.
    bülbülyuvası * Daire biçiminde, ortasıçukur ve bu çukur yere piştikten sonra dövülmüşAntep fıstığıkonulan bir tür
    hamur tatlısı.
    bülten * Özel veya resmî kurum ve kuruluşlar veya yetkili kişilerce herhangi bir durumla ilgili olarak süreli veya
    süresiz yayımlanan duyuru.
    * Dergi.
    bünye * Vücut yapısı.
    * Yapı, kuruluş.
    bünyece * Bünye olarak, bünye bakımından.
    bürgü * Başörtüsü.
    * Çarşaf.
    * Atkı.
    * İnce perde.
    bürgülü * Bürgüsü olan.
    büro * Çalışma odası, yazıhane.
    * Danışma ve yazı işlerinin yürütüldüğü işyeri.
    * Bölüm, şube.
    * Yazımasası.
    bürokrasi * Kırtasiyecilik.
    * Kamu yönetimi.
    bürokrat * Devlet dairesinde çalışan görevli.
    * Kırtasiyeci.
    bürokratik * Kırtasiyecilikle ilgili.
    * Kamu yönetimi ile ilgili.
    bürudet * Soğukluk.
    bürük * Duvak.
    bürülü * Bürünmüş.
    bürüm * Bürülmüş, dürülmüş, katlanmışolan şey.
    bürümcek * Koza gibi yumaklanmışşey.
    bürümcük * Ham ipekten dokunmuşgiysi kumaşı.
    * Ham ipekten dokunan bir tür iç çamaşırıkumaşı.
    bürüme * Bürümek işi.
    bürümek * Sarmak, kaplamak, örtmek, basmak, istilâ etmek.
    * Çok, güçlü etkilemek.
    bürünme * Bürünmek işi.
    bürünmek * Bürümek işine konu olmak.
    * Sarınmak, örtünmek.
    * Bir görünüşe girmek.
    büryan * Bkz. biryan.
    büryan pilâvı * Kemiksiz koyun eti, pirinç, soğan, domates, baharat ve yağkarışımıyla fırında pişirilen bir pilâv türü.
    büryancı * Bkz. biryancı.
    büsbütün * İyiden iyiye, iyice, tamamen, tamamıyla, temelli.
    büst * Vücudun, omuzlarla birlikte göğüsten yukarı bölümü.
    * Heykeltıraşlıkta başı, göğsü, bazen de omuzları içine alan sanat ürünü.
    bütan * Metal bidonlar içinde az bir basınç altında sıvılaşan, yakıt olarak yararlanılan HC formülündeki
    hidrokarbür gazı.
    bütçe * Devletin, bir kuruluşun, bir aile veya bir kimsenin gelecekteki belirli bir süre için tasarladığı gelir ve
    giderlerini tür ve ayrıntılarıyla gösteren çizelge.
    * Devlet ve öteki kuruluşveya toplulukların belirli bir dönem içindeki gelir ve giderlerinin oranlama
    niceliklerini önceden belirleyen, onaylayan ve bu işlemlerin yapılmasına izin veren kanun veya karar.
    bütçe açığı * Bütçede belirlenen giderlerin gelirlerden çok olmasıdurumu.
    bütçe yılı * Bir bütçenin uygulanmaya başladığı günden ertesi yıl aynı güne kadar geçen süre.
    bütçeleme * Bütçelemek işi.
    bütçelemek * Bütçe yapmak veya hazırlamak.
    büten * Olefin grubundan C4H8 formülünde iki hidrokarbonun adı.
    bütün * Eksiksiz, tam.
    * Parçalanmamış.
    * Çok sayıdaki varlık ve nesnelerin hepsi, bütünü.
    * Ufaklık, bozukluk olmayan (para).
    * Birlik, tamlık.
    bütün bütün * Büsbütün.
    bütün bütüne * Bütün olarak, tamamıyla.
    bütüncü ekonomi * Ekonominin bütün alanlarınıkapsayan yapıve oluşum, makro ekonomi.
    bütüncül * Totaliter.
    bütüncüllük * Bütüncül olma durumu.
    bütünleme * Bütünlemek işi, bütün, tek parça durumuna getirme, tamamlama, ikmal.
    * Bütünleme sınavı.
    bütünleme sınavı * İlk ve orta dereceli okullarla üniversite ve yüksek okullarda bütünlemeye kalan öğrenciler için genellikle yaz
    tatili veya dönem sonunda açılan sınav, ikmal imtihanı.
    bütünlemek * Eksiksiz duruma getirmek, tamamlamak.
    * Ufak, bozuk paraları büyük para durumuna getirmek.
    bütünlemeli * Bütünleme sınavına girmesi gereken (öğrenci).
    bütünlemeye kalmak * bir öğrenci yarıyıl veya öğretim yılısonunda bir veya birden çok dersten bir kez daha sınava girmek üzere
    başarısızlığa uğramak, ikmale kalmak.
    bütünlenme * Bütünlenmek işi veya durumu.
    bütünlenmek * Bütünlemek işine konu olmak, ikmal edilmek, tamamlanmak.
    bütünler * Bütün durumuna getiren veya bütün durumuna getirmek için eklenen, mütemmim.
    bütünler açı * Ölçülerinin toplamını180° ye çıkaran açılardan her biri.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 107

    bütünleşme * Bütünleşmek işi.
    bütünleşmek * Bütün duruma gelmek.
    bütünletme * Bütünletmek işi.
    bütünletmek * Bütün durumuna getirmek, tamamlatmak.
    bütünleyen * Bütün durumuna getiren, mütemmim.
    bütünleyici * Bütünleme işini yapan.
    bütünlük * Bütün olma durumu.
    bütünsel * Bütün niteliğinde olan, bütünle ilgili, total.
    bütünsellik * Bütün olma durumu.
    büve * Daha çok sığırlara saldıran, onların kanınıemen, vızıltılarıyla tedirginlik yaratan sokucu sinek (Hypoderma
    bovis).
    büvelek * Büve.
    büvet * Bkz. Büğet.
    büvet * (istasyon, tiyatro, sinema gibi yerlerde) Yiyecek ve içecek satılan küçük büfe.
    büyü * Tabiat kanunlarına aykırısonuçlar elde etmek iddiasında olanların başvurdukları gizli işlem ve davranışlara
    verilen genel ad, afsun, sihir, füsun, bağı.
    * Karşıdurulmaz güçlü etki.
    büyü bozmak * yapılmış bir büyüyü etkisiz duruma getirmek.
    büyü bozulmak * yapılmış bir büyü etkisiz duruma getirilmek.
    büyü yapmak * büyü yolu ile etki altına almaya veya aldırmaya çalışmak.
    büyücek * Biraz büyük, büyüğe yakın.
    büyücü * Büyü yapan kimse, sihirbaz.
    * Çevresindekileri çabuk ve güçlü olarak etkileyen kimse.
    büyücülük * Büyücünün yaptığı iş, sihirbazlık.
    büyüğümsü * Büyüğe yakışır, büyük gibi, büyüklere özgü.
    büyük * (somut nesneler için) Boyutları, benzerlerinden daha fazla olan, küçük karşıtı.
    * (soyut kavramlar için) Çok, ortalamayıaşan.
    * Niceliği çok olan.
    * Üstün niteliği olan.
    * Yetişkin, belli bir yaşa gelmiş.
    * Önemli.
    büyük (söz) söylemek * yapacağı bir şey hakkında kesin konuşarak övünmek.
    büyük abdest * Dışkı, kaka.
    büyük abdesti gelmek * göden bağırsağını boşaltma gerekliğini duymak.
    büyük aile * Büyük baba, büyük anne ile bunların evli oğullarından, gelinlerinden ve çocuklarından oluşan aile.
    büyük amiral * Bazıülkelerde kara ordusunda mareşale denk sayılan donanma subaylarının en yüksek aşamasındaki
    amiral.
    büyük ana * Büyük anne.
    büyük anne * Annenin veya babanın annesi, nine.
    büyük atardamar * Kalbin kasılması ile karıncıklardaki kanı bütün vücuda taşıyan ana atardamar.
    büyük baba * Annenin veya babanın babası, dede.
    büyük balık küçük balığıyutar * güçlüler, güçsüzleri ezer.
    büyük başın derdi büyük olur * büyük işlerin başında bulunanların karşılaşacağı güçlükler de çoktur.
    büyük boy * Normal ölçülerden daha büyük.
    büyük çember * Bir kürenin merkezinden geçen bir düzlemde ara kesiti olan çember.
    büyük dalga * (radyo yayını için) Uzun dalga.
    büyük defter * Ticarî bir kuruluşun aylık ve bilânço hesaplarını gösteren defter.
    büyük elçi * Üstün aşamalıelçi.
    büyük elçilik * Büyük elçi olma durumu.
    * Büyük elçinin makamı.
    büyük görmek (bilmek veya tutmak) * kendini veya başkasını olduğundan üstün saymak, yüceltmek.
    büyük hanım * Yaşlıkadın.
    büyük harf * Özel adlarla cümle başları gibi yerlerde kullanılan ve büyük yazılan, özel biçimli harf, majüskül.
    büyük kalori * 1 atmosfer basınç altında 1 kg suyun sıcaklığını14.50 C den 15.50 C ye çıkarmak için gereken ısımiktarı,
    kilokalori.
    büyük kan dolaşımı * Kalbin sürekli kasılıp gevşemesiyle kan ve lenfin vücudun büyük bölümünü dolaşması.
    büyük lâf etmek * Bkz. büyük söz söylemek.
    büyük lokma ye büyük söyleme * başaramayacağın, sonuçlandıramayacağın bir konuda kesin sözler söyleme.
    büyük mağaza * Her türlü tüketim maddesinin bol miktarda satışa sunulduğu yer.
    büyük mevlit ayı * Ay takviminin üçüncü ayı, rebiyülevvel.
    büyük oynamak * çok para koyarak kumar oynamak.
    * büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek.
    büyük önerme * Tasımın öncüllerinden büyük olanı, majör.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 108

    büyük para * Çok para.
    büyük peder * Büyük baba, dede.
    büyük sesli uyumu * Kelimede kalın ünlülerden (a, ı, o, u) sonra kalın, ince ünlülerden (e, i, ö, ü) sonra ince ünlülerin gelmesi
    kuralı, büyük ünlü uyumu.
    büyük sözüme tövbe! * bir konuda çok kesin konuşulduğunda, tersi bir durumun başa gelmemesi dileğini belirtir.
    büyük şehir * Ana kent.
    büyük tansiyon * Kan basıncının yüksek olması.
    büyük terim * Kapsamıdaha genişolan son uç önermesinin yüklemi görevini taşıyan terim.
    büyük tövbe ayı * Ay takvimin beşinci ayı, cemaziyülevvel.
    büyük ünlü uyumu * Türkçe bir kelimenin ilk hecesinde kalın bir ünlü varsa, ondan sonra gelen bütün hecelerin kalın ünlülerle,
    ince bir ünlü varsa sonraki hecelerin de ince ünlülerle sürüp gitmesi kuralı: Çocuklaşmak, denizcilik gibi.
    büyük yemin etmek * bir şeyi yapmamak konusunda en kutsal şeyler üzerine ant içmek.
    Büyükayı * Kuzey yarım kürede yedi yıldızdan oluşmuştakım yıldız, Yedigir, Dübbüekber.
    büyükbaş * Sığır, manda gibi hayvanların niteliğini belirtmek için kullanılır.
    büyükçe * Biraz büyük.
    * Oldukça önemli.
    büyükle büyük, küçükle küçük olmak * her yaşve durumdaki kişilere karşıdostça, arkadaşça davranmak.
    büyüklenme * Kendini büyük gösterme, kibir.
    büyüklenmek * Kendini büyük göstermek, büyüklük taslamak, kibirlenmek.
    büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmek * sevgi ve saygı göstermek.
    büyüklü küçüklü * Büyük küçük hepsi bir arada.
    büyüklük * Büyük olma durumu, ululuk.
    * Büyüklere yaraşır bağışlayıcıdavranış.
    büyüklük göstermek * gönül ululuğu göstermek.
    büyüklük hastalığı * Kendini olduğundan daha büyük ve önemli görme, gösterme hastalığı, megalomani.
    büyüklük satmak * gururlanıp üstünlük taslamak.
    büyüklük taslamak * kendini üstün görmeye çalışmak, böbürlenmek.
    büyükseme * Büyüksemek işi.
    büyüksemek * Büyük olduğunu kabul etmek.
    büyüksü * Büyük gibi, büyümüşe benzer.
    büyükten büyüğe * mirasın önce büyüğe, o ölünce kalanların en büyüğüne geçmesi kuralı, ekber evlât hakkı.
    büyüleme * Büyülemek işi.
    büyülemek * Büyü ile etki altına almak.
    * Etkisi altına almak, birini kendine bağlamak, teshir etmek.
    büyüleniş * Büyülenmek işi veya biçimi.
    büyülenme * Büyülenmek işi.
    büyülenmek * Büyülemek işine konu olmak.
    büyüleyici * Etkileyen, çekici niteliği olan.
    büyüleyici özellik * Sürekli büyüleyici ve etkileyici olma.
    büyüleyiş * Büyülemek işi veya biçimi.
    büyülteç * Fotoğraf ve resim büyültmeye, büyültüp basmaya yarayan aygıt, agrandisor.
    büyültme * Büyültmek işi.
    * Fotoğraf ve resimlere boyut kazandırma işlemi, agrandisman.
    büyültmek * Bir şeyi büyük duruma getirmek, büyütmek.
    * (resim, harita gibi şeyler için) Daha büyük örneğini yapmak.
    * Abartmak.
    büyülü * Kendisine büyü yapılmış(kimse).
    * Büyü gücü olan, sihirli.
    büyüme * Büyümek işi.
    * Organizmanın bütününde veya bu bütünün bir bölümünde boyutların artması.
    büyümek * Organizmanın bütününde veya bu bütünün bir bölümünde, boyutlar artmak, irileşmek, eskisinden büyük
    duruma gelmek.
    * Yetişmek.
    * Yaşıartmak, yaşlanmak.
    * Artmak, güçlenmek, şiddeti artmak.
    * Sayıca artmak.
    * Genişlemek.
    * Önem ve değer kazanmak.
    büyümüşde küçülmüş * (çocuk için) konuşmasıve davranışlarıyaşına uymayan, büyüklerinki gibi olan.
    büyüsel * Büyü ile ilgili olan.
    büyüteç * Odak boyutu birkaç santimetre olan yaklaştırıcımercek, pertavsız.
    büyütken doku * Sürgen doku.
    büyütme * Büyütmek işi.
    * Birisi tarafından yetiştirilmişkimse.
    * Uzakta duran cisimlere dürbün veya benzeri bir araçla bakıldığında cismi gören açının çıplak gözle
    bakıldığızamanki açıya oranı.
    büyütmek * Büyük duruma getirmek, genişletmek.
    * Yetiştirmek, bakmak.
    * Abartmak, mübalâğa etmek.
    büyütülme * Büyütülmek işi.
    büyütülmek * Büyütmek işi yapılmak.
    büyütürlük * Aşırılaştırma.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 109

    büyütüş * Büyütmek işi veya biçimi.
    büyüye kapılmak (veya tutulmak) * yapılan büyünün etkisinde kalmak, bir şeyin o kimsenin çekiciliğinden kurtulamamak.
    büyüyüş * Büyümek işi veya biçimi.
    büz * Künk.
    büzdürme * Büzdürmek işi.
    büzdürmek * Büzmek.
    * Büzmek işini birine yaptırmak.
    büzgen * Kasılarak vücuttaki herhangi bir deliği açan veya kapayan çember biçimindeki kasların genel adı.
    büzgü * Dikişte kumaşın bir ucundan istenilen yere kadar geçirilen bir ipliğin çekilmesi ile oluşan, kumaşın
    bolluğunu azaltan sık, küçük kıvrım.
    büzgüleme * Büzgülemek işini yapmak.
    büzgülemek * Büzgü şeklini vermek.
    büzgülü * Büzgüsü olan, büzülerek dikilmişolan.
    büzgüsüz * Büzgüsü olmayan.
    büzme * Büzmek işi.
    * Ağzı büzülerek kapatılan (kese, torba vb.).
    büzmek * Buruşturarak, sıkıştırarak veya kıvrım yaparak bir şeyin alanınıve hacmini küçültmek.
    * Kapatmak, dedikodu yapılmasına engel olmak.
    büzük * Toplanarak büzülmüş.
    * Kalın bağırsağın sona erdiği yer, anüs.
    * Yüreklilik, cesaret.
    büzüktaş * Kafa dengi arkadaş, kafadar.
    büzülme * Büzülmek işi.
    büzülmek * Büzmek işi yapılmak.
    * Korku, şaşkınlık, soğuk gibi etkenlerle bir kenara sinmek, bir kenara çekilmek.
    büzülüp oturmak (kalmak) * bir kenarda çekingen bir tavırla oturmak.
    büzülüş * Büzülmek işi veya biçimi.
    büzüşme * Büzüşmek işi.
    büzüşmek * Büzülerek alan hacmini küçültmek, kırışmak.
    büzüşük * Büzülerek yüzey veya hacmi küçülmüşolan, büzüşmüş; kırışık.
    by-pass * Bkz. baypas.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 101

    burcu * Güzel koku, ıtır.
    burcu burcu * (koku için) Güzel güzel, pek güzel.
    burcumak * Güzel koku yaymak.
    burç * Kale duvarlarından daha yüksek, yuvarlak, dört köşe veya çok köşeli kale çıkıntısı.
    * Zodyak üzerinde yer alan on iki takım yıldıza verilen ortak ad.
    burç * Ökse otu.
    burçak * Baklagillerden, taneleri hayvan yemi olarak kullanılan yıllık bir yem bitkisi (Vicia ervilia).
    * Bu bitkinin mercimeğe benzeyen tanesi.
    burçlar kuşağı * Gök küresinde tutulma çemberinin geçtiği ve üzerinde on iki burçun (Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan,
    Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık) eşit aralıklarla dağıtıldığıkuşak. 343 Zodyak.
    burdurma * Burdurmak işi.
    burdurmak * Burmak işini yaptırmak.
    burgacık * Bkz. kargacık burgacık.
    burgaç * Anafor, girdap.
    burgata * Tel ve bitkisel halatların pus (2.54 cm) olarak çevresini belirten birim.
    burgu * Tahtada belirli delik açmaya yarayan delgiye takılısarma, yivli, keskin, çelik alet.
    * Tıpa çekmeye yarayan, ucu sivri ve helis biçiminde demir alet, tirbuşon.
    * Yerin orta ve derin katmanlarına inebilmeyi sağlayan delici alet.
    * Telli sazlarda, telleri germeye yarayan mandal.
    burgu makarna * Burgu biçiminde dökülmüşve fırınlanmışmakarna.
    burgulama * Burgulamak işi.
    burgulamak * Burgu ile delmek, delik açmak.
    burgulanma * Burgulanmak işi.
    burgulanmak * Burgulamak işine konu olmak, burgu ile delinmek.
    burgulu * Burgusu olan.
    * Burgulanmışolan.
    burgusuz * Burgusu olmayan.
    * Burgulanmamışolan.
    burhan * Kanıt.
    * Belgit.
    burjuva * Şehirlerde yaşayan, özel imtiyazlardan yararlanan şehirli.
    * Orta sınıftan olan kimse, kent soylu.
    burjuva edebiyatı * Orta sınıf halk kesimine hitap eden edebiyat.
    burjuvaca * Burjuva gibi, burjuvaya yakışan biçimde.
    burjuvalık * Burjuva olma durumu.
    burjuvazi * Burjuva sınıfı, kent soyluluk.
    burkma * Burkmak işi.
    burkmak * Burarak çevirmek.
    * Burkulmak.
    * Acıvermek, üzmek.
    burkucu * Burkma işini yapan.
    * Üzücü.
    burkulma * Burkulmak işi.
    burkulmak * Burkmak işine konu olmak.
    * Vücuttaki organlardan biri birdenbire kendi eklemi üzerinde dönmek.
    * Üzüntü duymak.
    burlesk * Sanat alanında ve özellikle edebiyatta rastlanan, komikliğe dayanan bir tür.
    burma * Burmak işi.
    * Sarığı burma tatlısının bir adı.
    * Burularak yapılmış bilezik.
    * Burulmuş, burularak yapılmış, kıvrılmış.
    * Hadım etme, iğdişetme.
    * Musluk.
    * Eğrilmek için bükülmüşyün.
    * Yaşiken burularak kurutulan ot.
    * Kuru incir.
    burmak * Bir şeyi iki ucundan tutup ekseni çevresinde çevirerek bükmek.
    * Hadım etmek, iğdişetmek.
    * Ağza kekre tat vermek.
    * (mide, bağırsak) Sancımak.
    * Üzmek, sıkıntıvermek.
    burnaz * İri ve uzun burunlu.
    burnu bile kanamamak * tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak.
    burnu büyük * kibirli.
    burnu büyümek * kibirlenmek, büyüklenmek.
    burnu havada * kendini çok beğenmiş(olmak).
    burnu havada (veya kaf dağında) (olmak) * çok kibirli (olmak).
    burnu kırılmak * büyüklenemez duruma gelmek.
    burnu sürtülmek (veya burnu sürtmek) * sıkıntıçektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek, gururundan vazgeçmek.
    burnu yere düşse almaz * kendini beğenmiş, kibirli.
    burnuna girmek * birine çok sokulmak.
    burnunda (veya gözünde) tütmek * çok özlemek.
    burnundan (fitil fitil) gelmek * elde ettiği güzel şey, sonradan gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak.
    burnundan ayrılmamak * yanından gitmemek, uzaklaşmamak.
    burnundan düşen bin parça olmak * çok asık suratlı olmak.
    burnundan kıl aldırmamak * kendisine hiç söz söyletmemek, çok huysuz olmak.
    burnundan solumak * çok öfkelenmişolmak.
  • Türkçe Sözlük B Sayfa 102

    burnundan yakalamak * birini yönetimi altına almak, kaçamak bulamayacağıduruma getirmek.
    burnunu çekmek * sümüğünü çekmek.
    * umduğunu bulamamak, amacına ulaşamamak.
    burnunu kırmak * birini güç durumda bırakarak büyüklenmesini veya direnişini yok etmek.
    burnunu sıksan canıçıkacak * çok zayıf ve güçsüz kimseler için kullanılır.
    burnunu sokmak * gerekmediği hâlde her işe karışmak.
    burnunun dibi * çok yakını.
    burnunun dibine sokulmak * çok yaklaşmak, iyice yaklaşmak.
    burnunun dikine (veya doğrusuna) gitmek * öğüt dinlemeyerek kendi bildiği gibi davranmak.
    burnunun direği kırılmak * çok pis bir koku duyarak tedirgin olmak.
    burnunun direği sızlamak * (maddî veya manevî) çok acıduymak, çok üzülmek.
    burnunun ucundan ötesini (veya ilerisini) görmemek * kıt düşünceli olmak.
    burnunun ucunu görmemek * çok sarhoşolmak.
    burnunun yeli harman savurmak * büyüklenmek, kibirlenmek.
    * çok öfkelenmek.
    burs * Bir öğrencinin öğrenimini yapmasıveya bir kimsenin bilgi ve görgüsünü artırması için belli bir süre devlet
    veya özel kuruluşlarca, ödenen aylık para.
    * Bu amaçla vakfedilmişparanın veya malın geliri.
    burslu * Burs alan, bursu olan.
    burssuz * Burs almayan, bursu olmayan.
    burtlak * Taşlık, çalılık yer.
    buru * Sancı, buruntu.
    buruk * Burulmuşolan.
    * Tadıkekre olan.
    * Alınarak küskünlük gösteren, gücenmiş(kimse).
    * Uygun olmayan şartlar sonucu dönerek büyüyen ağacın kerestesi.
    buruk buruk * Buruk bir biçimde.
    burukça * Tadı biraz buruk olan.
    buruklaşma * Buruklaşmak işi veya durumu.
    buruklaşmak * Buruk durum almak.
    burukluk * Buruk olma durumu, kekrelik.
    * Küskünlük, gücenmişlik.
    buruksu * Buruğa benzer, buruk gibi.
    burulma * Burulmak işi.
    burulma dayanımı * Elyafını bükerek kırmaya çalışan kuvvete karşıağacın gösterdiği direnç.
    burulmak * Ekseni çevresinde döndürülmek.
    * Sancımak, ağrımak.
    * Alınarak küskünlük göstermek, gücenmek.
    burum burum * Burulmak fiili ile birlikte “çok fazla burulmak” anlamında kullanılır.
    burun * Alınla üst dudak arasında bulunan, çıkıntılı, iki delikli koklama ve solunum organı.
    * Bazışeylerin ön ve sivri bölümü.
    * Karanın, özellikle yüksek ve dağlık kıyılarda, türlü biçimlerde denize uzanmış bölümü.
    * Kibir, büyüklenme.
    burun boşlukları * Burun deliklerinden yukarıdoğru açılan, mukozayla kaplı boşluklar.
    burun buruna * Birbirine çok yakın ve yüz yüze.
    burun buruna gelmek * beklenmedik bir anda karşılaşmak, birbirlerine çok yaklaşmak.
    * karşısında hissetmek.
    burun bükmek * beğenmemek, önem vermemek.
    burun deliği * Burnun iki boşluğundan her biri.
    burun kanadı * Burun deliğinin yan tarafındaki kabarık bölüm.
    burun kıvırmak * önem vermemek, küçümsemek, beğenmemek.
    burun otu * Burna çekilen tütün, enfiye.
    burun perdesi * Burun boşluğunu ikiye ayıran bölme.
    burun şişirmek * kibirlenmek.
    burun yapmak * üstünlük taslamak.
    Burundili * Burindi halkından olan (kimse).
    burunduruk * Hayvanlarınallarken ısırmaması için dudaklarınıkıstırmaya yarayan kıskaç, yavaşa.
    burunlamak * Dışlamak, aşağılamak.
    burunlu * Herhangi bir biçimde burnu olan.
    * Çıkıntısı olan.
    * Kendini beğenmiş, onurlu, kibirli.
    burunluk * Burunsak.
    burunsak * Hayvan yavrusunun anasından süt emmesini önlemek için burnuna geçirilen başlık.
    * Hayvanların burunlarına geçirilen ip.
    burunsalık * Burunsak.
    buruntu * Buru, sancı, bağırsak bozukluğu.
    buruş buruş * Çok buruşmuş.